25 Aralık 2017 Pazartesi

AKLINI KULLANMAK

Gerçek milliyetçilik salt kendi ırkını, devletini, ülkesini sevmek ve ona çalışmak değildir. Gerçek milliyetçilik; daha yaşanabilir bir dünya için çalışmak, bütün insanların derdine çare olabilmek, insanları inanç, dil, din, ırk, mezhep yada başka şekillerde tasnif ederek değil, iyi ve kötü olarak ayırabilmektir. Kısacası, ne hayal peşinde koşmak, ne de olmayacak duaya amin demektir. Kendinden olmayanı ötekileştirmek yerine, onu olduğu gibi kabul etmek ve hatta kazanabilmektir.
Bu ülke çok değil 37 sene önce her gün kardeş kanının döküldüğü bir yerdi. Kim neyi savunuyordu? Milliyetçiler sözüm ona Sovyet güdümünde kendilerine silah sıkan solcuları (sonradan anlaşıldı ki Sovyetler beş kuruş yardım bile etmemişlerdi.) vatan millet aşkına vururken, solcular Amerikan çıkarlarına hizmet ettiğini söyledikleri milliyetçileri emperyalizme uşaklık ettikleri için öldürüyorlardı! Her iki tarafında tek bir sloganı vardı; TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE! Hakikatte ise durum çok farklıydı. Bir yanda solcu bir genci vuran silah, öbür yanda sağcı bir genci de vuruyor, ölenlerin ismi yada fraksiyonu farklı olsa da öldürenlerin amacı tek ve net bir biçimde ortaya konuluyordu; KAOS İÇİNDE FAKİR BİR TÜRKİYE!
Gün gelip insanlar gözlerindeki at gözlüklerini çıkarınca, dünyanın sadece beyaz ve siyahtan oluşmadığını görünce, aslında düşmanın ortak ve tek, kendilerinin ise kullanıldıklarının farkına vardılar. Ama iş işten geçmiş, kaos yılları binlerce insanımızın canına  mal olmuştu.
Birilerinin yüz yıllardan beri süre gelen planlarını bozan Kızıloğuz Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları temelleri sağlam bir devlet, inançlı kadrolar ve hak ettiği yere gelmek isteyen bir millet ile dünyada başarılamayan, daha doğrusu denenmeyen bir şeyi yapmışlardı. Öyle ki; yanmış yıkılmış bir ülkeden bayındır bir ülkeye, tebaadan millet olan bir topluluğa,  geride kalmışlığı kader olarak görenlere inat, toplu iğne bile yapamaz  durumdaki bir devletten, dünyanın uçak üreten 5 inci devletine gelmek her babayiğidin harcı olmadığı gibi, elbette bu durumun ortaya çıkardığı sonuç kadim düşmanlarımız tarafından da dikkatle izlenecek ve gerekli tedbirler alınacaktır.
Genç Türkiye Cumhuriyetinin yaptığı atılımlar özellikle bu bölgede gözü olanlar tarafından dikkatlice takip edilmiş, bu devletin ileride başlarını ağrıtacağını bildikleri için inanç yada ırk  merkezli sorunlar çıkartılarak ülkenin karışıklık içinde olması istenmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında çıkartılan bazı isyan ve ayaklanmalar tesadüfi olaylar değildir. Bizzat İngiltere ve bağlaşıklarının desteklediği, isyancılara doğrudan silah ve para vererek çıkarttıkları karışıklılardır. Oysa Türkiye’nin o yıllarda en büyük derdi milli kalkınma ve diriliş hareketidir. Bunu gerek Atatürk’ün söylev ve demeçlerinde, gerekse yapılan devrimlerde açık bir şekilde görmek mümkündür. Ona göre savaş neticesinde kazanılan zaferler iktisadi zaferlerle taçlandırılmadığı sürece kalıcı olamazlar. Bundan dolayıdır ki; daha zafer kazanılmadan toplanan maarif kongresi (15-21 Temmuz 1921) ve  devletin şekli bile ilan edilmeden toplanan İzmir İktisat Kongresi, (17 Şubat-4 Mart 1923) yeni kadroların hiç de yabana atılacak kişiler olmadığını göstermiştir.
Atatürk yaptığı devrimlerde halkın doğrudan yer almasını zaruret olarak görmüştür. Çünkü ona göre “Halkın tabanına yayılmayan bir uygarlık sahtedir, kandırıcıdır. Türk Devrimin temeli yüksek Türk Kültürüdür.” Gazi Mustafa Kemal’in ebediyete intikalinden sonra da devam ettirilmesi gereken Türk Devrimi ne yazık ki Cumhuriyeti kuran kadroların arasında çıkan sorunlar nedeniyle devam edememiş, dünyanın buhran içinde geçirdiği dönemlerde bile yüksek kalkınma hızı ile iktisat ve ekonomi derslerinde konu olmuş Türk İktisadi Kalkınması durma noktasına gelmiştir.
Özellikle Atatürk’ün vefatından sonra Türkiye’de belirgin bir siyasi ayrılık görülmektedir. Bir yanda yükselen Alman faşizmi ve onun hayranları, öte yanda Sovyet Komünizmi ve ona hayranlık duyan sözüm ona romantik sosyalistler, diğer yanda ise her iki kanadı da izleyen Milli Şef İnönü ve hükümeti. Temelinde bazı şair ve yazarların da gazete ve dergilerde şiddetli atışmalarının yattığı sağ-sol çatışması tam da bu yıllarda başlamıştır ülkemizde. Meşhur şair ve yazarların atışmaları gerek üniversite ve gerekse lise gençliğinde hararetli taraftarlar da toplamış, iş nümayişlere kadar gitmiştir. Aslına bakıldığında çok derin ayrılıkların olmadığı bu kırılmalar ileride çok daha büyük kırılmalara ve hatta kopmalara kadar gitmiştir. Oysa temelde tek bir sorun vardır; egemen devletlerin yeni oyun sahasının artık Ortadoğu olduğu ve güçlü bir Türkiye’nin bu coğrafyada istenmediği gerçeği! Çok partili hayata geçişimiz artık aradaki siyasal çatlakların iyice derinleştiği zamanlardır. CHP ve DP arasındaki gerginlikler memleket geneline de yayılırken, kanaat önderlerinin çabaları da hep boşa gitmektedir. Neticede gelinen noktada 1957 olayları ve ardından 1960 darbesi toplumun bünyesinde artık kapanmayacak yaraların açılmasına neden olacaktır.
Türkiye artık iyice birileri tarafından dizayn edilmeye başlanmış, gençlik karşı karşıya getirilir olmuştur. 1960’lı yılların sonlarında ortaya çıkan olaylar ve ardılı 12 Mart muhtırası neticesinde gelinen nokta; birilerinin eline fırsat geçtiğinin resmidir aslında. Bir yanda Komünist Rusya’ya karşı ülkeyi savunan milliyetçiler, öbür yanda Amerikan emperyalizmine karşı memleketi korumaya ant içmiş solcular… Ama ne hikmetse ölen de, yaralanan da, sakat kalan da bizim çocuklar! Basılan okullar, yakılan araçlar, kundaklanan evler, bombalanan sinemalar, grev yapılan fabrikalar ne Washington’da, ne Moskova’da, ne Londra yada Paris’te; hepsi de bizim öz yurdumuz, tek vatanımız Türkiye’de! O halde mesele ne? Yada çözülemeyen konu ne? Üleşilemeyen, paylaşılamayan zenginlik nerede? Sokaklarda ne Amerikan ordusunun, ne Sovyet Kızıl ordusunun askerleri değil, Anadolu ve Trakya’nın yanık tenli, kavruk Mehmetleri vardı!  Maraş, Çorum, Sivas, Malatya gibi yerlerde katliamlar yapılırken  kime hizmet ediliyordu? Sovyetlere mi? İngilizlere mi? Çine mi? Amerikaya mı? Yoksa hepsine birden emperyalizme mi?
12 Eylül darbesini getiren aslında sağ-sol çatışmasından ziyade; birbirini dinlemek, anlamak ve karşısındaki ne düşünüyor diye merak etmek zahmetine katlanamayan bir zihniyettir. Birbirimizi dinlemek, derdimizi bölmek yerine ötekileştiren bir yabanilik ve bencillik çerçevesinde öz kardeşini düşmanı olarak görmek acaba neyin nesidir? Hangi üleşilemeyen bir servetin yada durdurulamayan bir kan davasının sonucudur? Oysa gerçekte karşımızdakini dinleme zahmetine katlansak, en azından kendimizi onun yerine koysak ne kaybederiz ki?
Aslında çok şey kaybederiz karşımızdakini dinlersek; kinimizi, nefretimizi, ülkemizdeki ve dünyadaki sefaleti, insanın insana zulmünü, çocuk ölümlerini, ilaçsız kalan insanların ölümlerini, güçlülerin zayıflara ettikleri eziyetleri, fakirliği, muhtaçlığı… Ondan dolayı dinlemek, anlamak ve düşünmek gelmez işimize. Oysa aynı sosyal çevrenin, aynı şehrin, aynı ülkenin ve gezegenin insanları değil miyiz?  Hangi rezidanstan çıkar sosyalist yada milliyetçilerin cenazeleri? Hangi zengin semtinde birbirine silah sıkar o semtin çocukları? Oysa düşmanımız bir değil mi? Bizi birbirimize düşürerek kanımızla beslenen emperyalizm için ölen kim olursa olsun kendinin yaşaması esas değil mi? Dün Arap baharı denilerek Kuzey Afrika ve Orta Doğuyu kan gölüne çevirenler aynı düşmana hizmet edenler değil mi?
Bu gün ülkemizin ve içinde bulunduğumuz coğrafyanın en tehlikeli düşmanı ne Amerika, ne İngiltere, ne Çin yada Rusya veya Almanya değil; kendi içimizde yaşattığımız ve kinimizle beslediğimiz ötekileştirme ve kendimizi her konuda haklı görmedir. Lütfen düşünelim, aklımızı kullanmayı öğrenelim. Biz birbirimizi düşman yerine koyduğumuz sürece düşmana ihtiyacımız olmayacaktır. Unutmayalım; her canlı akıllıdır, ama gerçek akıllı olanlar aklını kullanmayı bilenlerdir!