Gerçek milliyetçilik
salt kendi ırkını, devletini, ülkesini sevmek ve ona çalışmak değildir. Gerçek
milliyetçilik; daha yaşanabilir bir dünya için çalışmak, bütün insanların
derdine çare olabilmek, insanları inanç, dil, din, ırk, mezhep yada başka
şekillerde tasnif ederek değil, iyi ve kötü olarak ayırabilmektir. Kısacası, ne
hayal peşinde koşmak, ne de olmayacak duaya amin demektir. Kendinden olmayanı
ötekileştirmek yerine, onu olduğu gibi kabul etmek ve hatta kazanabilmektir.
Bu ülke çok değil 37
sene önce her gün kardeş kanının döküldüğü bir yerdi. Kim neyi savunuyordu?
Milliyetçiler sözüm ona Sovyet güdümünde kendilerine silah sıkan solcuları
(sonradan anlaşıldı ki Sovyetler beş kuruş yardım bile etmemişlerdi.) vatan
millet aşkına vururken, solcular Amerikan çıkarlarına hizmet ettiğini
söyledikleri milliyetçileri emperyalizme uşaklık ettikleri için öldürüyorlardı!
Her iki tarafında tek bir sloganı vardı; TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE! Hakikatte ise
durum çok farklıydı. Bir yanda solcu bir genci vuran silah, öbür yanda sağcı
bir genci de vuruyor, ölenlerin ismi yada fraksiyonu farklı olsa da
öldürenlerin amacı tek ve net bir biçimde ortaya konuluyordu; KAOS İÇİNDE FAKİR
BİR TÜRKİYE!
Gün gelip insanlar
gözlerindeki at gözlüklerini çıkarınca, dünyanın sadece beyaz ve siyahtan
oluşmadığını görünce, aslında düşmanın ortak ve tek, kendilerinin ise
kullanıldıklarının farkına vardılar. Ama iş işten geçmiş, kaos yılları binlerce
insanımızın canına mal olmuştu.
Birilerinin yüz
yıllardan beri süre gelen planlarını bozan Kızıloğuz Gazi Mustafa Kemal ve
arkadaşları temelleri sağlam bir devlet, inançlı kadrolar ve hak ettiği yere
gelmek isteyen bir millet ile dünyada başarılamayan, daha doğrusu denenmeyen
bir şeyi yapmışlardı. Öyle ki; yanmış yıkılmış bir ülkeden bayındır bir ülkeye,
tebaadan millet olan bir topluluğa,
geride kalmışlığı kader olarak görenlere inat, toplu iğne bile yapamaz durumdaki bir devletten, dünyanın uçak üreten
5 inci devletine gelmek her babayiğidin harcı olmadığı gibi, elbette bu durumun
ortaya çıkardığı sonuç kadim düşmanlarımız tarafından da dikkatle izlenecek ve
gerekli tedbirler alınacaktır.
Genç Türkiye
Cumhuriyetinin yaptığı atılımlar özellikle bu bölgede gözü olanlar tarafından
dikkatlice takip edilmiş, bu devletin ileride başlarını ağrıtacağını bildikleri
için inanç yada ırk merkezli sorunlar
çıkartılarak ülkenin karışıklık içinde olması istenmiştir. Türkiye
Cumhuriyetinin ilk yıllarında çıkartılan bazı isyan ve ayaklanmalar tesadüfi
olaylar değildir. Bizzat İngiltere ve bağlaşıklarının desteklediği, isyancılara
doğrudan silah ve para vererek çıkarttıkları karışıklılardır. Oysa Türkiye’nin
o yıllarda en büyük derdi milli kalkınma ve diriliş hareketidir. Bunu gerek
Atatürk’ün söylev ve demeçlerinde, gerekse yapılan devrimlerde açık bir şekilde
görmek mümkündür. Ona göre savaş neticesinde kazanılan zaferler iktisadi
zaferlerle taçlandırılmadığı sürece kalıcı olamazlar. Bundan dolayıdır ki; daha
zafer kazanılmadan toplanan maarif kongresi (15-21 Temmuz 1921) ve devletin şekli bile ilan edilmeden toplanan
İzmir İktisat Kongresi, (17 Şubat-4 Mart 1923) yeni kadroların hiç de yabana
atılacak kişiler olmadığını göstermiştir.
Atatürk yaptığı
devrimlerde halkın doğrudan yer almasını zaruret olarak görmüştür. Çünkü ona
göre “Halkın tabanına yayılmayan bir uygarlık sahtedir, kandırıcıdır. Türk
Devrimin temeli yüksek Türk Kültürüdür.” Gazi Mustafa Kemal’in ebediyete
intikalinden sonra da devam ettirilmesi gereken Türk Devrimi ne yazık ki
Cumhuriyeti kuran kadroların arasında çıkan sorunlar nedeniyle devam edememiş,
dünyanın buhran içinde geçirdiği dönemlerde bile yüksek kalkınma hızı ile
iktisat ve ekonomi derslerinde konu olmuş Türk İktisadi Kalkınması durma
noktasına gelmiştir.
Özellikle Atatürk’ün vefatından
sonra Türkiye’de belirgin bir siyasi ayrılık görülmektedir. Bir yanda yükselen
Alman faşizmi ve onun hayranları, öte yanda Sovyet Komünizmi ve ona hayranlık
duyan sözüm ona romantik sosyalistler, diğer yanda ise her iki kanadı da
izleyen Milli Şef İnönü ve hükümeti. Temelinde bazı şair ve yazarların da
gazete ve dergilerde şiddetli atışmalarının yattığı sağ-sol çatışması tam da bu
yıllarda başlamıştır ülkemizde. Meşhur şair ve yazarların atışmaları gerek
üniversite ve gerekse lise gençliğinde hararetli taraftarlar da toplamış, iş
nümayişlere kadar gitmiştir. Aslına bakıldığında çok derin ayrılıkların
olmadığı bu kırılmalar ileride çok daha büyük kırılmalara ve hatta kopmalara
kadar gitmiştir. Oysa temelde tek bir sorun vardır; egemen devletlerin yeni
oyun sahasının artık Ortadoğu olduğu ve güçlü bir Türkiye’nin bu coğrafyada
istenmediği gerçeği! Çok partili hayata geçişimiz artık aradaki siyasal
çatlakların iyice derinleştiği zamanlardır. CHP ve DP arasındaki gerginlikler
memleket geneline de yayılırken, kanaat önderlerinin çabaları da hep boşa
gitmektedir. Neticede gelinen noktada 1957 olayları ve ardından 1960 darbesi
toplumun bünyesinde artık kapanmayacak yaraların açılmasına neden olacaktır.
Türkiye artık iyice
birileri tarafından dizayn edilmeye başlanmış, gençlik karşı karşıya getirilir
olmuştur. 1960’lı yılların sonlarında ortaya çıkan olaylar ve ardılı 12 Mart
muhtırası neticesinde gelinen nokta; birilerinin eline fırsat geçtiğinin
resmidir aslında. Bir yanda Komünist Rusya’ya karşı ülkeyi savunan
milliyetçiler, öbür yanda Amerikan emperyalizmine karşı memleketi korumaya ant
içmiş solcular… Ama ne hikmetse ölen de, yaralanan da, sakat kalan da bizim
çocuklar! Basılan okullar, yakılan araçlar, kundaklanan evler, bombalanan
sinemalar, grev yapılan fabrikalar ne Washington’da, ne Moskova’da, ne Londra
yada Paris’te; hepsi de bizim öz yurdumuz, tek vatanımız Türkiye’de! O halde
mesele ne? Yada çözülemeyen konu ne? Üleşilemeyen, paylaşılamayan zenginlik
nerede? Sokaklarda ne Amerikan ordusunun, ne Sovyet Kızıl ordusunun askerleri
değil, Anadolu ve Trakya’nın yanık tenli, kavruk Mehmetleri vardı! Maraş, Çorum, Sivas, Malatya gibi yerlerde
katliamlar yapılırken kime hizmet
ediliyordu? Sovyetlere mi? İngilizlere mi? Çine mi? Amerikaya mı? Yoksa hepsine
birden emperyalizme mi?
12 Eylül darbesini
getiren aslında sağ-sol çatışmasından ziyade; birbirini dinlemek, anlamak ve
karşısındaki ne düşünüyor diye merak etmek zahmetine katlanamayan bir
zihniyettir. Birbirimizi dinlemek, derdimizi bölmek yerine ötekileştiren bir
yabanilik ve bencillik çerçevesinde öz kardeşini düşmanı olarak görmek acaba
neyin nesidir? Hangi üleşilemeyen bir servetin yada durdurulamayan bir kan
davasının sonucudur? Oysa gerçekte karşımızdakini dinleme zahmetine katlansak,
en azından kendimizi onun yerine koysak ne kaybederiz ki?
Aslında çok şey
kaybederiz karşımızdakini dinlersek; kinimizi, nefretimizi, ülkemizdeki ve
dünyadaki sefaleti, insanın insana zulmünü, çocuk ölümlerini, ilaçsız kalan
insanların ölümlerini, güçlülerin zayıflara ettikleri eziyetleri, fakirliği,
muhtaçlığı… Ondan dolayı dinlemek, anlamak ve düşünmek gelmez işimize. Oysa
aynı sosyal çevrenin, aynı şehrin, aynı ülkenin ve gezegenin insanları değil
miyiz? Hangi rezidanstan çıkar sosyalist
yada milliyetçilerin cenazeleri? Hangi zengin semtinde birbirine silah sıkar o
semtin çocukları? Oysa düşmanımız bir değil mi? Bizi birbirimize düşürerek
kanımızla beslenen emperyalizm için ölen kim olursa olsun kendinin yaşaması esas
değil mi? Dün Arap baharı denilerek Kuzey Afrika ve Orta Doğuyu kan gölüne
çevirenler aynı düşmana hizmet edenler değil mi?
Bu gün ülkemizin ve
içinde bulunduğumuz coğrafyanın en tehlikeli düşmanı ne Amerika, ne İngiltere,
ne Çin yada Rusya veya Almanya değil; kendi içimizde yaşattığımız ve kinimizle
beslediğimiz ötekileştirme ve kendimizi her konuda haklı görmedir. Lütfen
düşünelim, aklımızı kullanmayı öğrenelim. Biz birbirimizi düşman yerine
koyduğumuz sürece düşmana ihtiyacımız olmayacaktır. Unutmayalım; her canlı
akıllıdır, ama gerçek akıllı olanlar aklını kullanmayı bilenlerdir!