20 Kasım 2014 Perşembe

KAŞINAN YARA: TUNCELİ HAREKATI-2

(Cumhuriyet Dönemi Dersim İsyanları)

            Yazımızın birinci bölümünde Osmanlı Devletinin son zamanlarında çıkan Dersim İsyanlarının analizini yapmaya çalışmıştık. Bu bölümde Osmanlının Türkiye Cumhuriyetine bıraktığı  sorunlardan  bir diğeri olan Cumhuriyet dönemi Tunceli isyanlarını inceleyeceğiz. Osmanlı Devleti 1839’da Gülhane Hatt-ı Hümayunu (Tanzimat-ı Hayriye) ile başladığı âdemimerkeziyetçilik hareketi ile yeni bir devlet nizamı inşasına yönelmişti. Bu tarihten sonra devlet otoritesi ile tanışan Dersim aşiretleri, 1847 den 1916 ya kadar  onlarca defa başkaldırı ve asayişi bozucu eylemleri münasebetiyle tedip ve tenkile uğramış, ıslaha çalışılmıştır. Derebeyleri takribi dört yüz yıllık saltanat ve kazanımlarını kaybetmemek adına sürekli direniş içinde olmuşlardı. Devlet ise merkezî otoriteyi buraya taşıma gayreti içinde olunca karşılıklı mücadele Osmanlıdan Cumhuriyet’e miras kalmıştı.
            Seyyid Rıza 1916 senesinde Dersim’in bağımsızlığı için isyan çıkartır. Bu isyan Osmanlı devletinde çıkartılan son dersim isyanıdır. Birinci paylaşım savaşı nedeniyle 7 büyük cephede savaşmakta olan Osmanlı Devletinin Dersim’deki isyanla uğraşacak ne vakti, ne de askeri vardır. Görünende Seyit Rıza amacına ulaşmış, Dersim bağımsız olmuştur. Oysa bağımsızlık falan yoktur. Çünkü kendisine “Dersim Generali” ünvanını veren Seyid Rıza’nın tek derdi vardır; halk üzerinde yüz yıllar boyu süre gelen imtiyazlı durumunun devamı!
            Genç Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı gibi olmadığını daha kuruluş aşamasında dosta düşmana göstermiştir. Şöyle ki; 1925 Şeyh Sait İsyanı, 1926 Koç Uşağı tedibi, 1926 Zilan ve Ağrı olayları, 1930 Pülümür olayları ve Ağrı isyanı esnasında  Türkiye Cumhuriyeti Mülkiyesi, Askeriyesi ve Siyasi iradesi hiçbir şekilde isyan edenlere karşı hoş görüde bulunmamışlardır.  Cumhuriyet’e başlangıçta sıcak bakan Dersim aşiret ağaları, uygulamalarda kendilerinin bir rolü kalmayacağını görünce devlet otoritesi ve kurumlarını Dersime sokmama çabası içine girip direnmeye çalıştılar.
            Şimdi şunu kendimize soralım; Dersim ya da Tunceli’de yaşananlar neydi? 1937 – 1938 yıllarında cereyan eden  olaylar başkaldırı mı? İsyan mı? Tedip ve Tenkil mi? Islah hareketi mi? Asayiş meselesi mi? Bu sorular etrafında şekillenen konu, herkes ve her kesim tarafından kendi siyasetleri, etnik, dinî, ekonomik ve sosyal çıkarları için kullanılmaktadır. Dolayısı ile herkes kendi gayesine hizmet için uygun ifadelerle kendi sözlüklerinde bu meseleye yer vermektedir. Biz bu olayların gelişimini daha doğrusu oluş biçimini anlatmaktan ziyade, olayların neticelerine bakacağız. Çünkü bir kesim tarafından “mazlum” olarak gösterilen kişilerin hiçte masum ve mazlum olmadıkları aşikardır. Şöyle ki; isyanın elebaşı olan 1863'te Dersim'in, Ovacık ilçesine bağlı Lirtik köyünde Şeyh Hesenan (Şixhesenu) aşiretinin Yukarı Abbasan kolundan Seyit İbrahim'in çocuğu olarak doğan Seyid Rıza hiçte sanıldığı gibi masum birisi değildir. Bunun en bariz örneği aşağıda vereceğim mektuptur ki, hakikaten çok ilginçtir. Lütfen tamamını verdiğim mektubu dikkatlice okuyunuz, masum ve mazlum(!) Seyid Rıza İngiltere Dış İşleri Bakanına yazdığı mektupta neler istemektedir bir bakınız!
 “İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na
   Sayın Bakan,
Yıllardan beri Türkiye Hükümeti, Kürt halkını asimile etmeye çalışmakta, gazete ve yayınlarını yasaklamakta, anadillerini konuşanlara eziyet ederek, Kürdistan’ın bereketli topraklarından gidenlerden büyük bir bölümünün telef olduğu Anadolu’nun çorak topraklarına zorunlu göçler düzenleyerek bu halka zulmetmektedir.
Son olarak Türkiye hükümeti kendisiyle yapılan bir antlaşma sonucu bu baskılardan arındırılmış Dersim bölgesine de girmeye kalkışmıştır.
Bu olay karşısında Kürtler göçün uzak yollarında can vermek yerine kendilerini korumak için 1930′da Ararat Tepesi’nde, Zilan ve Beyazıt Ovası’nda olduğu gibi silahlara sarıldılar.
Üç aydan beri ülkemde tüyler ürpertici bir savaş sürüyor.
Savaş olanaklarının eşitsizliğine, yangın bombalarının, boğucu gazların kullanılmasına rağmen ben ve yurttaşlarım Türkiye ordusunu başarısızlığa uğrattık.
Direnişimiz karşısında Türkiye ordusu kasabaları bombalıyor, yakıp yıkıyor…
Zindanlar yumuşak başlı Kürt halkıyla dolup taşıyor, aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor ya da Türkiye’nin tecrit edilmiş bölgelerine sürülüyor.
Üç milyon Kürt, sesimden ekselanslarına sesleniyor ve hükümetinizin manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı sizden istirham ediyor.
Sayın Bakan en derin saygılarımın kabulünü rica ederim.
Dersim Generali
Seyid Rıza”
            Şimdi bana birisi bunu bir zahmet açıklasın; bu nedir? Vatana ihanet değildir de nedir? Bilmez misin ki be hey cahil, İngiltere’nin dostu olmaz! İngiltere’nin düşmanı da olmaz, ancak çıkarları olur! Sen hangi akla hizmetle İngiliz devletinden yardım talep edersin? Daha 12 sene önce yanına gelip senden yardım isteyen Şeyh Sait’in İngiltere’ye güvenerek çıktığı yolculuğu Diyarbakır’da dar ağacında bitmedi mi? Yıllarca Hindistan’da, Arabistan’da, Filistin’de milleti birbirine katan, kafatası dağları kuran İngiltere acaba sana ne kadar kucak açacaktı? Hakikaten çok ilginç bilgilere ulaşıyoruz araştırdıkça, derinlere indikçe… Seyid Rıza’nın,  Şeyh Sait’in yardım talebine ret cevabı vermesinin en önemli nedeninin aşağıda nakledeceğimiz olay olduğu halk arasında yıllardan beri konuşulur.  Hikaye şudur; Şeyh Sait yanına geldiğinde Seyid Rıza’nın adamlarının kestiği koyunları yemek istemez, “Bizim yiyeceğimiz koyunları, bizim adamlar kesse uygun mudur?”  diyerek Seyid Rıza’dan izin ister. Seyid Rıza  sessiz kalır. Şeyh Sait koyunları adamlarına kestirir.  İş destek istemeye gelince Seyid Rıza “Sen desteği adamlarına kestirdin Saydo!” der ve Şeyh Sait’in isyanına destek vermez. Ne kadar doğrudur bilinmez, ama gerçekte Şeyh Sait isyanına Seyid Rıza’nın dolaylı olarak katkıda bulunmak istediği, ancak isyancı Sait kuvvetlerinin Cumhuriyet Orduları karşısında yenilince bundan vazgeçtiği  yakın çevresince anlatılmıştır.
            İsyanın temelinde daha önce de belirttiğimiz gibi feodal ağaların yüzyıllardan beri süre gelen hegemonyasının devamı sevdası yatmaktadır. Bakınız 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı öncesinde Rus Ordu istihbaratının yazdığı rapor neredeyse tüm Dersim-Tunceli ayaklanmalarının nedenini gözler önüne sermektedir. Şöyle demektedir Rus İstihbarat raporu: “Harp vukuunda Türkler, Dersim ve Kazuçan Kızılbaşlarından yardım görmezler, bunların
Rusların hesabına çalışacakları da şüphelidir. Galibiyet sağlandıktan sonra bunların Rusların
hesabına hareket etmeleri sağlanır. Bunun için de Dersimlilerin asırlık iç işlerine karışmamak ve kendilerini kendi itiyatlarına terk etmek gerekir.”(1)
                 Türkiye Cumhuriyeti memleket dahilinde devlet otoritesinin tam anlamıyla tesisi için her türlü tedbiri almaktaydı. Osmanlının son zamanlarında başına bela olan, her türlü kalkışmadan yeterince ders almış olan hükümetler milli istiklal harbinde ve öncesinde devlet otoritesine isyan eden bölgelere özel önem vermekteydi. Bu bölgelere en seçkin asker ve memurlar ile öğretmenler görevlendirilmekte, devletin “Baba” yüzü halka gösterilmekteydi. Dersim’de yoğun bir feodal yaşam tarzı ve aşiret sistemi olduğundan dolayı devlet otoritesi sözü edilen aşiret liderlerinin şeyhlerin ağaların ve seyitlerin nüfuzunu kırmak için topyekûn bir mücadeleye girişmişti. Bu mücadelede devleti Dersim’e getirecek yollar köprüler yapılmaya çalışılırken bir taraftan da askerî olarak bölgeyi güçlendirmek amaç edinilmişti. Hatta halkın hatırasında kötü bir yer tutmaması için dersim ismi Tunceli olarak değiştirilecektir. Baytar lakaplı Nuri Dersimi isimli kürt veteriner ve ideoloğu bu durumun aşiret ağalarının hiç hoşuna gitmediğini yazmaktadır. Bu nedenle aşiret ağalarının mevcut durumdan kurtulmak için Seyit Rıza önderliğinde kendi aralarında anlaştıklarını ve bununla ilgili dış ülkelerle bağlantılar kurma işini bizzat Baytar Nuri’ye verdiklerini yazmaktadır.(2)   Aşiretlerin 1930’lardan beri bir örgütlenme amacıyla aralarındaki kan davası gütmeye ara verdiklerini askeri ve sivil istihbarat raporlarında görmekteyiz.(3)  Devlet yandaşlığı düşüncesine genel olarak mesafeli duran ve Devlet görevlilerinin raporlarında da sık sık ismini andıkları Seyit Rıza 1917’de Erzincan’ın kuruluşu sırasında Dersim’de lider olarak benimsenmiş, manevi ve maddi otoritesi kabul edilmişti. Seyid Rıza hem ağa hem de seyid olması nedeniyle bölgenin tek hâkimi konumundaydı. Bu durum resmî otoritenin hoşuna gitmiyordu.(4) Nitekim Naşit Hakkı Uluğ 1925-1928 yılları arasında bölgeye yaptığı ziyaretlerde Seyit Rıza’nın gücünü kavramıştı. “Bu adam Dersim’in karanlık vicdanında bir urdur. Seyit Rıza varken bunların ne Türklüğü ne insanlığı kalır.” (5) diyerek bölgedeki asıl tehlikenin Seyit Rıza olduğunu açıkça ifade etmiştir

            Kendisine aşırı güven, insanı kör eder. Eğer bu güven bir de gurur ile birleşirse, insan gerçekleri ne görebilir, ne de idrak edebilir. Dersimli Seyid Rıza kendisine o kadar güvendi ki, artık gücünü sınamasının, Kemalist Türkiye Cumhuriyetine meydan okumanın zamanının geldiğini düşünür oldu. Bu nedenle 1937 senesinin Nisan ayında Rızan, Haydaran, Yusufan, Kureyşan, Abbasuşağı, Bahtiyaruşağı Aşiretlerinin reisleri ve Seyit Rıza bir araya gelerek hükümete bir ültimatom gönderirler.(6) Neler yoktur ki bu ültimatomda? Karakol yapmayacaksınız, köprü kurmayacaksınız, kaza ve nahiye kurmayacaksınız, silahlarımıza dokunmayacaksınız, vergilerimizi pazarlık usulü vereceğiz gibi.(7)

                1937 senesinde Singeç köprüsünü korumakla görevli 33 askerin başlarında İsmail Hakkı adındaki yedek subay ile birlikte şehit edilmeleri ile başlayan ve Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün “Bu işi kökünden hallediniz!”(8) talimatı ile bitirilen Cumhuriyet tarihinin en büyük isyanı sanılanın aksine bir anda çıkmış bir olay olmayıp,  yıllar boyu hazırlığı yapılan büyük bir kalkışmadır. 13 Bin isyancı ve sivil ile 110 askerin ölümüne, 12 bin vatandaşın yerlerinden ayrılmalarına sebep olan büyük kalkışmanın temelinde sanılanın aksine mezhep değil, şahsi iktidar hırsı yatmaktadır.

            Şimdi birileri kalkar der ki “Devlet Seyid Rıza’dan özür dilesin!” Hay hay, derhal efendim. Peki Türkiye Cumhuriyeti hainden özür dilerse, devleti uğruna şehit olanlar ne olacak? Milletin bekası için sakat kalanlar ne olacak? Onlardan kim özür dileyecek? Evet Tunceli ilimizde devlete kalkışmada bulunulmuş ve Türkiye Cumhuriyeti devleti asilere gereken cevabı vermiştir. O zamanın şartlarında yapılan bir uygulamadan dolayı bu gün kalkıp da ihaneti tescillenmiş birinden Türkiye Cumhuriyeti devletinin özür dilemesi akıl tutulmasından başka bir şey değildir!



             
DİP NOTLAR                                                                                                                    :

1-Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar,1972: 371.
2-Vet. Dr. M. Nuri Dersimi, Hatıratım 2004-s.279
3-Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi  030 10 110. 740. 20.-21
4-Akyürekli,2011: 130.
5-Uluğ, 2009: 34,49.
6-Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi 030. 10. 111. 744. 3.
7-Cumhuriyet Gazetesi 16 Haziran 1937
8-İhsan Sabri Çağlayangil -Anılarım



19 Kasım 2014 Çarşamba

KAŞINAN YARA: TUNCELİ HAREKATI-1


(Osmanlı Dönemi Dersim İsyanları)

            Doğu Anadolu Bölgesi'nde yer alan Tunceli; doğusunda Bingöl, batısında Malatya, kuzeyinde Erzincan, kuzey-doğusunda Erzurum, güneyinde Elazığ illeri arasında kalan küçük bir vilâyettir. 1938 yılına kadar bu vilâyete verilen Dersim veya Tunceli ismi bu sahaları kapsamaktadır. Bölgenin tarihî dönemler içerisindeki en eski yerleşim merkezleri, Hozat, Çemişgezek, Mazgirt, Pertek ve Sağman olup, tarihte bu bölgeler "Dersim" adıyla bilinmektedir. Esasında tarihî dönemler içerisinde Dersim iki mıntıkaya ayrılmıştır.
1. Batı Dersim: Hozat, Çemişgezek, Pertek, Ovacık, Kemah, Gürcanis ve Kuruçay kazalarını,
2. Doğu Dersim: Mazgirt, Kiğı, Çarsancak, Nazımiye ve Pülümür kazalarını kapsamaktadır.
Anadolu'nun Türkleşmesine paralel olarak uzun bir dönem Orta Asya ve İran’dan gelen aşiretlerin önemli uğrak yerleri arasında olan Dersim bölgesi, bu önemini 1514 tarihinden itibaren kaybetmiştir. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti'nin özellikle şi'îlere karşı başlatmış olduğu takip politikası, bir kısım aşiretlerin yeniden İran ve Azerbaycan'a dönmesine yol açmış, bir kısmı da Doğu Anadolu'da bulunan dağlık arazilere çekilmişlerdir. İşte bu dönemlerde Dersim bölgesi de bazı aşiretlerin sığındığı bir bölge haline gelmiştir. Bu tarihlerden sonra uzun bir dönem Osmanlı Devleti bu bölge ile pek fazla ilgilenmemiştir.
Dersim isminin kökenini araştırdığımızda  Osmanlı İmparatorluğunda bir bölgenin adı olduğunu görmekteyiz.  Bazı kaynaklarda Zengin maden yatakları nedeniyle bölgeye Dersim adı verildiği,  Kelime anlamı olarak Farsça  "gümüş" (sim) ve "kapı" (der) sözcüklerinden oluşmuş olduğu yazılıdır. Der Simon isimli bir Ermeni önderin adı ile ilişkilidir.(1) Bazı kaynaklarda Desumlu aşiretlerinin yaşadığı bölgeye izafeten Desim isminin verildiği, 1847 yılından sonra Dersim olarak değiştirildiği yazılıdır.(2) Osmanlı Tapu tahrir kayıtlarında ve salnamalerde bölgenin adı Desim olarak yazılıdır. Ancak 1848 de Dersim Sancağının teşkili ile Desim ismi yerine Dersim ismi kullanılmaya başlanmıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti, Tanzimat Fermanı ile uygulamaya çalıştığı bir kısım yeni düzenlemeleri bütün ülkeye teşmil etmek için uğraşmaya başlamıştır. Bu cümleden olmak üzere 1848 tarihinde Diyârbekir Eyaleti yeniden teşkilâtlandırılmış ve Harput ayrı bir eyalet haline getirilerek, Dersim Sancağı teşkil edilmiştir.(3)
Bölgede 1848 tarihinden Osmanlı Devleti'nin dağılmasına kadar geçen süre içerisinde, bir kısım yeni düzenlemeleri gerçekleştirmek mümkün olabilmiş ise de, tam manası ile aşiretleri ıslah etmek mümkün olmamıştır. Bunun başlıca sebebi ise bu bölgede görülen aşiret hayatının devam etmesidir. Özellikle aşiret reisleri ve seyyidlerin bölge halkı üzerindeki tesirleri büyük olup, bu kişiler halkı istedikleri gibi yönetmişlerdir. Yapılmak istenen yeniliklerin kendi durumlarını tehlikeye düşürdüğünü görünce de, yeni uygulamalara karşı çıkmışlardır. Uzun bir dönem devlet otoritesinden uzakta yaşayan bir kısım aşiret reisleri ve seyyidler, yeni uygulamalara devamlı olarak karşı çıkarken, devletin yanında görünen bir kısım aşiret reisleri de, bu niyetlerinde bir türlü samimi olmamışlardır. Dolayısıyla 1848 yılından itibaren bölgede yeni düzenlemeler yapmaya karar vermiş ise de Osmanlı Devleti'nin dağılmasına kadar geçen süre içerisinde bölgede ciddî manada, bir ıslahat yapılamamıştır. Bunun en büyük zararı ise bölgede yaşayan halka olmuş ve bölge halkı özellikle aşiret reisleri ve seyyidlerin engellemeleri yüzünden bir türlü cehalet zincirini kıramamışlardır.(4)
Seyyidler ve aşiret reislerinin derdi yüz yıllar boyu koyu bir taasubun ve cehaletin içinde yüzen halk değildir elbette. Çünkü onlar için halktan ziyade kendi isimleri ve çıkarları önce gelmektedir. Bunu yazımızın ileriki bölümlerinde daha iyi göreceğiz.
1847 yılından 1916 yılına kadar Dersim Vilayetinde Osmanlı merkezi otoritesine karşı çeşitli ayaklanmalar çıkartılır. Bunların en önemli nedenleri yukarıda da belirttiğimiz gibi feodal ağaların yani aşiret reislerinin ve seyyidlerin ellerindeki imtiyazı bırakmak istemeyişleridir. Öyle ki; bu uğurda üzerlerine gönderilen Osmanlı güçleri ile savaşmaktan çekinmeyecekler, merkezi yönetime her fırsatta baş kaldıracaklardır. 1847 yılında patlayan isyan 1851-52 yılları içerisinde bastırılır. Dersim aşiret ağaları eski günlere dönmenin hesabını yapmaktadırlar. Beklenen fırsat 93 harbi olarak tarihimizde yer alan 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı ile çıkar. Daha önce çeşitli vilayetlere sürgün edilen aşiret reislerinin geriye dönmeleri için devlete müracaat eden aşiretler istekleri yerine getirilmediği taktirde  Ruslarla işbirliği yapacaklarını söylemişlerdir. Aşiret liderlerinin geri dönmesine rağmen yine de aşiretler Ruslarla temasa geçmişlerdir.(5) Gazi Ahmet Muhtar Paşa kumandasındaki Kafkas ordusu Dersim’deki isyancılarla uğraşmak zorunda kalır. Ordu isyancılar ile epey uğraşır . İsyancı aşiretler nedeniyle  Kafkas Ordusu çok yıpranmış,  şark cephesinde Ruslara karşı eşit şartlarda   savaşamamış buna rağmen zor şartlar altında dahi verdiği bunca kayba rağmen görevini hakkıyla yerine getirmiştir.
Vatan elden giderken bile düşmanla işbirliği yapmak acaba hangi mantığın, hangi vatanseverliğin tezahürüdür? Düşünülmesi gereken çok enterasan bir durum…
Osmanlı devleti Dersim’de süre gelen asayişsizliğin önüne geçmek ve devlet otoritesini sağlamak için 1879 senesinde Hozat merkezli olmak üzere Dersim vilayetini kurar. Ancak çok geçmeden 1886 yılında mutasarrıflığa indirdiği Dersim bölgesini, 1892 senesinde tekrar sancak yaparak Mamuret-ul-Aziz Vilayetine bağlamıştır.(6)
12 Ağustos 1892 tarihinde "Dersim hakkında ba'zı mütalâ'âtı havî Erzincan Mûdde'î-i 'Umûmî Mu'âvini" tarafından sunulan bir lâyihâ'da Dersim Sancağı'nın idarî, iktisadî ve sosyal durumu hakkında önemli bilgiler mevcuttur. Özellikle, Dersim'de yapılan ıslahatların başarısız olmasının sebebini, halkın Dersim ağalarının elinde kaldığı ve bunların ağa ve seyyidlerin sözünden çıkmadığı da ilâve edilmekte, yaz aylarında şekavette bulunanların kışın köylerine çekildikleri kaydedilmektedir. Dersim'deki ağaların Ermenilerle ilişkilerinin de gayet iyi olduğu, ağaların yumuşak gibi görünüp, hükümet ile halk arasında aracı olmalarına rağmen dessas (düzenci, entrikacı) kişiler olduğu yazılmaktadır. Ayrıca bu ağaların Dersim’de görevli memurları rahat bırakmadıkları, diğer aşiret liderleri ile savaşmalarına rağmen, hükümetten bir kuvvet sevk edildiği taktirde birleşerek merkezi otoriteye isyan ettikleri belirtilmektedir.(7) 
Can düşmanları Ermeni komitacılarla işbirliği yaparak merkezi otoriteye karşı gelmek, isyan etmek, çevre il ve ilçelerde yağma ve çapul yapmak aşiret liderlerinin tebaalarını ne kadar çok düşündüklerinin açık bir delilidir.
1877-1878 Osmanlı Rus harbi arkasından bölgede askeri hareketlilik ve  Ermeni çetecilerin kışkırtmaları ile yeniden bir ayaklanma baş gösterir. Kısa sürede diğer aşiretlerin katılımı ile bu isyan 1895 yılına kadar sürer.
1877–1878 Osmanlı-Rus Harbinden hemen sonra, II. Abdülhamit Doğu
Anadolu'da bulunan aşiretlerle iyi ilişkiler kurmuş ve onlardan devlet hizmetinde
istifade yoluna gitmiştir. 1891 yılında II. Abdülhamit tarafından Doğu
Anadolu'daki aşiretlerden teşkil edilen alaylara "Hamidiye Alayları" adı verilmiştir.
Hamidiye Alayları Dördüncü Ordu Müşiri Mehmed Zeki Paşa'nın girişimleriyle
1891 ilkbaharında teşkil edilmeye başlanmış, 1896 yılından itibaren Dersim
mıntıkasındaki aşiretler de uygulamaya dahil edilmiştir. 
(8)
 Osmanlı Padişahı Sultan II.Abdülhamit’in 1891 yılından itibaren uygulamaya koyduğu “Hamidiye Alayları” fikri bölgede bulunan aşiretlerin Osmanlı’ya bakış açısını değiştirmemiş, bilakis alay teşkili yapılmayan aşiretler devlete karşı içten içe kin beslemişlerdir.
Ne zaman ki Osmanlı Devleti bir başka devletle harbe tutuşsa, o zaman Dersim aşiretlerinin ayaklandıklarını görmekteyiz. Osmanlının yıkılışına kadar geçen süreçte bu isyanların devam ettiğini, devlet otoritesinin savaşlar nedeniyle zayıflamasının hep fırsata çevrildiğini görürüz. Dersim isyanları öyle sanıldığı gibi mezhepsel isyanlar değildir. Eğer hakikaten olay mezhepsel bir başkaldırı olsaydı, isyanlar sadece Dersim ile sınırlı kalamazdı. Gerçekte bu isyanların temelinde yukarıda da açık bir biçimde yazdığımız gibi aşiret ağalarının ve kendilerine seyyid diyen kişilerin yüz yıllar boyu süren halk üzerindeki hegemonyalarının devamı kaygısıdır. Osmanlının son zamanlarında patlak veren Dersim isyanları 1907, 1911, 1914 ve 1916 yıllarında da çıkartılır. Genç Türkiye Cumhuriyeti devletine Osmanlı Devletinin bıraktığı kötü mirastan birisi de yazımızın ikinci bölümünde yazacağımız Tunceli İsyanları olacaktır.





DİPNOTLAR                                                                                                                                 :
1-Ermeni Bilimler Akademisi Yayını, Erivan, 1973
2-Mehmet Yıldırım, "Desimlu Aşireti'nden Dersim Sancağı'na", Tunceli Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Cilt 1, Sayı 1, Güz 2012
3-İbrahim Yılmazçelik, XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Dersim Sancağı, Elazığ 1999
4-Suat Akgül, Amerikan ve İngiliz Raporları Işığında Dersim, İstanbul, 2000, s. 56-63.
5-Ali Kemalî, Erzincan Tarihi, İstanbul, 1932
6-Dah. Vek. Jan. Umum. Kom., Dersim, s. 131.
7-Yıldız Tasnifi, Sad. Res.Mar. Ev. Dosya No: 60, Sıra: 27.
8-Bayram Kodaman, "Hamidiye Hafif Süvari Alayları II. Abdülhamit ve Doğu Anadolu Aşiretleri ", Tarih Dergisi, Sayı: XXXII, Mart 1976

5 Kasım 2014 Çarşamba

ATATÜRK’ÇE DÜŞÜNMEK




            Yıl 1939 Avrupa kaynaklı buhranlar neticesinde dünya sonu belirsiz bir maceraya sürüklenmektedir. Dünyanın üzerinde dolaşan kara bulutlar sanki kopacak fırtınanın, fırtına ne kelime kasırganın habercisidir. Amerikalı 5 yıldızlı Ordu generali  (Mareşal) Douglas MacArthur 1937 senesinde Amerika Birleşik devletleri ordusundan ayrılmış, Filipinler devletine Askeri Danışman ve Filipin Mareşali olarak bu ülkede bulunmaktadır. MacArthur gelen cihan harbini görmüş, bunun için danışmanı olduğu Filipinler hükümetinin isteği ile bir savunma gücü oluşturma çabasındadır. 120 danışmanı ile kurulacak ordunun tüm detaylarını düşünürken, yaptığı işin ne kadar zor olduğunun bilincindedir. Yine bir gün tüm kurmayları ile çalışırken şöyle der General MacArthur  "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal' i görmek için neler vermezdim." Elbette böyle bir çıkış, hele hele  Mac Arthur gibi bir askeri dehadan böyle itiraf gibi bir çıkış maiyetini şaşırtmıştır. Oysa Amerikalı general daha 7 yıl önce bir araya geldiği büyük dahinin uzak görüşlülüğündeki isabete hayrandır. Buhranlı dönemlerde verdiği isabetli kararlar onda Atatürk’e karşı çok derin bir hayranlık uyandırmıştır.
            1932 yılında Gazi Mustafa Kemal ile bir araya gelen Amerikalı general Douglas MacArthur, Atatürk’ün nerdeyse yüzyıl sonrası için öngördüğü görüşleri nedeniyle ona karşı derin bir hayranlık duymaktadır. Mesela MacArthur Atatürk’e Avrupa’nın 1932 deki durumunu sorduğunda Gazinin verdiği yanıt fevkaladedir. “Dün olduğu gibi yarın da Avrupa’nın mukadderatı Almanya’nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Fevkalade bir dinamizme malik olan bu 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik milli ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasi bir cereyana kendisini kaptırdı mı, ergeç Versailles Muahedesinin tasfiyesine girişecektir” (Whitney, Courtney. MacArthur: His Rendezvous with History, New York 1956.) Atatürk akıllı bir devlet adamı olmanın ötesinde mükemmel bir asker, müthiş bir stratejisttir. Çünkü daha 1932 senesinde Almanya’nın Versailles (Versay) anlaşmasının intikamını alacağını ve bunun için her yolu deneyeceğini görmekte, Amerikalı Generale bildirmektedir. Atatürk’ün İtalya için öngörüsü Amerikalı generali hakikaten şaşırtacak, öngörüsü gerçekleşince MacArthur bu büyük dahinin olmayışını acı bir şekilde anacaktır. Şöyle demektedir Gazi İtalya hakkında “İtalya, Mussolini’nin yönetiminde unutulmayacak aşamalar yapmıştır. Eğer, Mussolini, gelecekteki savaşın dışında kalabilmek başarısını gösterebilirse, barış masasına güçlü bir devlet olarak oturabilir. Ama korkarım ki, İtalya’nın bugünkü lideri Sezar rolünü oynamaktan kendini alamayacaktır. Bu da İtalya’nın askerî bir gücü olmadığını hemen ortaya çıkaracaktır.” Yine yaklaşan savaşı şöyle anlatmaktadır Atatürk; “Avrupa da çıkacak savaşı kazanan ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya olacaktır. Savaşı Bolşevik Rusya kazanacaktır. Rusya’nın yakın komşusu ve onlarla en çok savaşmış bir ulus olarak biz Türkler, oradaki olayları yakından izliyoruz. Tehlikeyi bütün açıklığıyla görüyoruz. Uyanan Doğu halklarının duygularını pek güzel kullanan, onları okşayan ve kinlerini dile getirmesini bilen Bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil, Asya’ya da gözdağı veren bir güç haline gelmektedir.” Ne büyük bir istidat, ne büyük bir ön görü!


            Tarih pek çok büyük insanı kayıt etmiştir. Bunlardan kimisi yaşadığı yüzyılı, kimisi de kendinden sonra gelen yüzyılları etkilemiştir. Öyle insanlar, öyle yöneticiler, devlet adamları, askerler, düşünürler, din adamları gelip geçmiştir ki yaptıkları ile bazıları taktirle anılırken, bazıları da anılmayı bırakın unutulmak istenmişlerdir. Oysa Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK yüksek karakteri, uzak görüşlülüğü ve devrimciliği ile sadece dostları veya taraftarları değil, düşmanlarının bile taktirini kazanmış nadir kişilerdendir. Mesela Fransız Başbakanı Aristide Briand Ankara antlaşmasını imzaladığı için eleştiren senato üyelerine şöyle demektedir; “Dağ başındaki haydutlar diye isimlendirdiğiniz kahraman Mustafa Kemal ve O'nun tüm askerleri burada olsalardı, teker teker hepsinin heykellerini dikerdik. Böylesine kahraman bir andlaşma imzalamaktan gurur duyuyorum."  Düşmanının bile övgüsüne mazhar olmak için acaba Mustafa Kemal ne yapmıştı dersiniz? Neden gırtlak gırtlağa çarpıştığı ve mağlup ettiği düşmanı tarafından övülüyordu sizce?
            Yine 1921 yılında Rus ihtilalinin lideri ve Sovyetler Birliği Komünist Partisinin öncülü olan Rus Komünist Partisinin  genel sekreteri Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin Türk İstiklal savaşı devam ederken şöyle demektedir: “Mustafa Kemal sosyalist değildi. Fakat görülüyor ki iyi bir teşkilatçı, yüksek anlayışlı, ilerici, iyi düşünceli ve akıllı bir önderdir. O, soygunculara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına ve Sultanı da yaranıyla birlikte alt edeceğine inanıyorum.”  İyi bir teşkilatçı, yüksek anlayışlı, ilerici, iyi düşünceli akıllı bir önder olabilmek. İşte bu meziyetleridir ki Samsun limanında bir köşede ağlayan askere “Ordu yoksa kurulur, para yoksa bulunur, düşman çoksa yenilir!” diyen çelikleşmiş iradedir.
            Yokluklar içindeki bir milleti tekrar ayağa kaldırmak, işgal altındaki bir vatanı kurtarmak, yüzyılların koyu karanlığında yüzen milyonları aydınlığa çıkarmak, işte ben buna ATATÜRK’ÇE DÜŞÜNMEK ve uygulamak diyorum. Tarihin nadir yazdığı önderlerden birisidir Atatürk. Daima milletine güvenmiş, milletinin arkasında olduğu bilincini asla unutmamış, başka devletlerin yada o günün şartlarında kendine medeni diyen milletlerin yapamadığı pek çok şeyi kısacık ömründe başarmış bir önderdir. Düşünün ki daha pek çok Avrupa ülkesinde kadınların seçme ve seçilme hakkı yokken Türk kadınına bu hakkı tanımış bir önderdir o! Yüzyıllar boyu kendi dilini yazamamış, Arap ve Fars kültürü gölgesinde kalan kültürünü tekrar canlandırmış, kendi dilini anlayacağı bir biçimde okur yazar hale gelmiş bir ulusu meydana getirmek sadece dahilerin yapabileceği bir iştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk yapmış olduğu devrimleri, koymuş olduğu ilkeleri ile sadece Türkiye Cumhuriyetinin değil, o günün mazlum milletlerinin de umudu ve bağımsızlık önderi olmuştur.

            Bu gün vücudunun aramızdan ayrılışının 76 ıncı yılında saygı ve özlemle andığımız bu büyük önderin ilke ve devrimlerine sıkı sıkıya sarılmak ve tekrardan ATATÜRK’ÇE DÜŞÜNMEK ülkemizi ve milletimizi 21 inci asırda hak ettiği yere getirmeye yetecektir. Atatürk’ün sadece bedeni bizden ayrıdır. Onun ilke ve devrimleri ebediyete kadar Türk Milletinin yolunu aydınlatmaya devam edecektir.

            Aziz Atatürk, kabrin nur, mekanın cennet olsun!