15 Haziran 2016 Çarşamba

TAHTA KILIÇLA İKLİMLERİ FETHEDENLER: ABDALLAR



Horasan'dan Rum'a zuhur eyleyen
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi
Binip cansız duvarları yürüten
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi?

Doksan altı bin Horasan Pirleri
Elli yedi bin de Rum erenleri
Cümlesinin servirazı serveri
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi?

Balım Sultan arkadaşı, yoldaşı
Kızıldeli Sultan dürür hem eşi
Abdal Musa Sultan dersen ne kişi
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi? 
Abdal Musa Sultan

            Âşık Paşazade Tarihinde zikredilen dört gruptan birisi olan Abdalan-ı Rûm ya da  Anadolu Abdalları kimdir? Başıbozuk, aylak ayak takımı mı, yoksa bu toprakları tahta kılıçla fetheden, İslam beldesi eden gizli fatihler mi?   Nereden gelip, hangi tarihi görevi üstlenmişler ve ne şekilde başarılı olmuşlardır? Anadolu Abdalları Osmanlı Devletinin fetih politikalarını nasıl şekillendirmiştir? Abdallar bazılarının iddia ettiği gibi çingene midir? Yersiz yurtsuz kişiler midir?
            Evvel emirde şunu çok iyi idrak etmek zorundayız ki; Abdalan-ı Rûm olarak adlandırılan Anadolu Abdalları ile bir Türkmen boyu olan Abdallar ayrı şeylerdir. Ülkemizde yaşayan bir Alevi Türkmen boyuna da, Çin’de Doğu Türkistan’da yaşayan bir Uygur boyuna da Abdal denilmektedir. Aynı şekilde Kuzey Hindistan’da yaşayan bir Müslüman topluma da Abdallar denilmektedir. Safavi hükümdarı Şah Tahmasp Şam ve Halep Türkmenleri ile beraber İran’a giden bir Abdal oymağı olduğunu bildirmektedir. Pek çok arşiv belgelerinde Anadolu, Suriye ve Irak içerisinde Türkmen boyları içerisinde Abdal oymaklarının bulunduğu kaydı mevcuttur. Ancak asıl konumuz olan Anadolu Abdalları bir boy olmaktan öte bir görevin temsilcileri olan kişilerdir.
            Bir abdal Allah hariç dünya da ki her şeyden vazgeçmiş kişidir Abdallık mertebesine ermiş kişi hakikatin mutlak ve doğrudan bilgisine erişebilmektedir. Toplumsal bir şahsiyet olarak abdal zayıf, ezilmiş ve baskı altında olanlara yardım elini uzatan ve dinsizlere (kâfirlere) karşı mücadele veren bir otoritedir. Daha ziyade göçebe Türkmenler arasında yaygın olan abdallar Selçuklu Devletinde ve Osmanlı İmparatorluğunda misyoner dervişler olarak çok önemli görevler üstlenmişlerdir. Abdallar sanıldığı gibi sadece Anadolu’ya has bir durum değildir. Daha önce Orta Asya’da Gök Tanrı dinine inanan Türklerde Şamanlara (kamlara) Abıdal şeklinde lakaplar takıldığını da görmekteyiz.

           
Abdal deyiminin temel çıkış noktası Yeseviye yolu ya da tarikatı dediğimiz ve kurucusu Hazreti Piri Türkistan’ı Hace Ahmet Yesevi Ata isimli bir Türk düşünürü olan öğretidir. Hace Ahmed Yesevî, babası İbrahim Şeyh ve Arslan Baba'dan tasavvuf eğitimi aldı ve hocasının ölümünden sonra Yusuf Hemedani'nin yanında eğitimini tamamladı. Türkistan'da faaliyetlerini sürdüren Ahmed Yesevî'nin yolu zamanla Yesevîlik adını aldı. "Horasan Okulu" olarak da adlandırılan tasavvuf akımının en önemli temsilcisi olan Hoca Ahmed Yesevî'den adını alan Yesevîlik yolu, Türklere İslâm'ı ve dervişliğin yollarını öğretmeyi amaçlamıştır. Bunun için İslâm inancını, Türk gelenek, inanç ve yaşam tarzı ile sentezleme yolu seçilmiştir. Yesevilik yolu her şeyden evvel İslam’da kadın ve erkeğin denk olduğunu iddia eder. Bunda en önemli etken ise Tengri inancından gelen ve İslam öncesi Türk içtimai hayatıdır. Türk kadını İslam öncesinde erkek ile denk olarak hareket etmiş, bunu İslam inancı ile tanıştıktan sonra da devam ettirmeye gayret etmiştir. İşte bundan dolayıdır ki Hace Ahmet Yesevi ilk Müslüman olan Türkler arasında çok derin etkiler bırakmıştır. 
           Türklerin İslam ile tanışmaları ve geçiş süreci esnasında Türkler kendilerine dayatılan İran ve Arap kültürü ile adeta bunaltılmıştır.  Özellikle Emevi halifeleri ve komutanları Türkleri zorla Araplaştırma çabasına girişmişler, İslam adı altında Arap yaşam tarzını Türklere dayatmışlardır. Arap ve İran kültürlerinin Türk Milletine dayatılması Hace Ahmet Yesevi tarafından fark edilmiş talebelerini halkın içine salarak geleneksel Türk kültürünün yaşaması için gayret göstermiştir. Özellikle kendisinin yazdığı ve daha sonra Divan-ı Hikmet adıyla kitaplaştırılacak olan şiirlerini halk meclislerinde okutturmuştur. Hace Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri yoğun bir kültür emperyalizmi yaşayan Türkler arasında düşünce, dil ve inanç birliği konusunda adeta birleştirici bir etki oluşturmuştur.

           Yesevilik çıktığı Türkistan’dan dalga dalga bütün Türk yurtlarına yayılmıştır. Kıpçak yurtlarından Azerbaycan’a, Anadolu’ya, hatta Hindistan’a kadar yayılmıştır. Bu inanç kültürünü bu kadar geniş bir coğrafyaya ulaştıranlar ise Horasan Erenleri ya da  Abdallar olmuştur. Anadolu Selçuklu sultanlığı zamanında Abdalan-ı Rûm olarak adlandırılan bu dervişler Osmanlının kuruluşunda da aktif olarak rol oynamışlardır. Mesela pek çok efsaneye konu olan Sarı Saltuk –ki kendisinin tahta kılıçla cihat ettiği rivayet edilir.- daha Anadolu Selçuklu Devleti zamanında Balkanlara geçerek adeta  Osmanlının fütuhatına zemin hazırlamıştır.  Bu gün Anadolu’nun pek çok ulu doruğunda genel olarak o dağın ya da dağ grubunun ismi ile anılan ve Eren tabir edilen evliya makamlarında bu Urum Abdallarının yattığını biliyoruz. Kendisi de bir Urum Abdalı olan ve Antalya Elmalı tekke Köyünde medfun olan Abdal Musa Sultan; Hace Bektaş-ı Veli için söylediği bir deyişinde doksan altı bin Horasan piri, elli yedi bin de Rum yani Anadolu erenlerinden bahsetmektedir. Osmanlı Devletinin kuruluşunda Osman Gazi adına ilk hutbeyi okuyan Dursun Fakih’de bazı kaynaklarda Anadolu Abdallarından sayılmaktadır.

            Osmanlının ilk kuruluş yıllarında gazalara katılan Anadolu Abdalları daha Anadolu Selçuklu devleti devam ederken Bizans köylerine ve şehirlerine, hatta Trakya’ya geçerek İslam dinini tebliğ etmişlerdir. Gerek yaşamları ve gerekse yüksek karakterleri ile gittikleri her yerde çok kısa sürede sevilmişler ve İslam dinini yaymışlar, hem Selçuklu ve hem de ardılı Osmanlı ordularının fütuhatlarını kolaylaştırmışlardır.
            Moğolların Anadolu’yu istila ettikleri zamanlarda Anadolu Abdalları, Ahi Evran Hace Nasuriddin’in Ahileri yani Ahiyan-ı Rûm (Anadolu Ahileri) ve Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacının kurduğu Bacıyan-ı Rûm olarak adlandırılan Anadolu Bacıları Teşkilatı ile birlikte hareket etmişlerdir. Özellikle 1261 den sonra Anadolu’da Moğollara karşı yapılan ayaklanmalarda bu üç grubun ittifakla hareket ettiklerini görmekteyiz. Özellikle Kırşehir’de Moğol hâkimiyetine karşı isyan eden Ahi Evran Hace Nasuriddin’in isyanı kanlı bir şekilde bastırılıp Ahi Evran’da şehit edilir. Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacı eşinin şehit edilmesine müteakip,  Abdalan-ı Rûm’un en önemli temsilcisi Hace Bektaş-ı Veli’ye sığınır. Abdalan-ı Rûm dediğimiz Anadolu Abdalları büyük bir kıyıma uğramalarına rağmen tebliğ vazifesinden geri durmamışlardır. Anadolu’nun bu buhranlı döneminde dahi tebliğ ve gaza ruhundan ayrılmayan Abdallar,  Domaniç yaylasında kurulan o küçük uç beyliğini cihan imparatorluğu yapacak temelinde harcını karmıştır.
            Osmanlı İmparatorluğunun ilk zamanlarında özellikle Trakya ve Balkanları fethe hazırlayan ve daha sonra yeni fethedilen yerlere yerleşen Abdallar, bulundukları yerleri cazibe merkezleri yapmışlardır.  Anadolu’dan Balkanlara göç eden veya devletin yerleştirdiği ve daha sonra adları Taife-i Yörükan yada Evlad-ı Fatihan olacak olan kolonilere rehberlik ve öncülük etmişlerdir.
            15 inci yüzyıldan itibaren Abdalların Osmanlı’dan kopuşunu görmekteyiz. Sünnileşen devlet bürokrasisi özellikle 1453 yılından sonra Abdalları ikinci plana itmiştir. Netice itibariyle Anadolu ve Balkanları ilmek ilmek dokuyan, Türkleştiren ve İslamlaştıran abdalların sessizce tarih sahnesinden çekildiklerini görmekteyiz. Anadolu coğrafyasında isimleri unutulmuş olan ve hiçte hak etmedikleri halde “Başı bozuk, serseri, yeri yurdu olmayan avare” gibi tanımlamalara maruz kalan Abdalların, Ahiler, Gaziler, Alperenler kadar anılmayı ve yâd edilmeyi hak ettikleri de bir gerçektir!

10 Haziran 2016 Cuma

YÖRÜK TÜRKMENLERİN KISA HAL TERCEMESİ

Yörük Türkmen terimini incelemeden önce bu terimin anası olan Türk tanımlamasının çözülmesi şarttır. İnsanlığın yazılı olan 6 bin yıllık tarihi boyunca hep varlık göstermiş olan Türk Milletinin kökü nedir? Nereye dayanır? Pek çok batılı tarihçinin yüz yıllar boyu büyük bir merakla araştırdıkları, gerek sosyal hayatları, gerek savaşçı yaşam kültürleri ve gerekse tarih yazan müthiş devlet kurma becerileri ile Türkler nerede ve nasıl tarih sahnesine çıkmışlardır? Türkler pek farkında değil ama Avrupalılar şu gerçeğin farkındadır. Tarihten Türkler çıkarılırsa ortada tarih diye bir şey kalmaz der Alman iktisatçı Fritz Neumark. Hakikaten de yazılı tarihi incelediğimizde görmekteyiz ki son iki bin yıl boyunca tarih adeta Türkler tarafından yazılmıştır. Büyük kavimler göçü, doğudan batıya yapılan Oğuz göçleri, İslam’la tanışmalarının akabinde bu dinin bayraktarlığını yapmaları, doğu ve batıda kurdukları hâkimiyet ile Türk Milleti tam anlamıyla tarih yazan millet unvanını hak ederek almıştır.
İlk Türk ismine antik Çin kayıtlarında Tue-Kue şeklinde rastlamaktayız. Bu durum özellikle Türk Milletinin yazılı tarihini 7 inci yüzyıla dayamaya çalışan birçok tarihçinin kasıtlı ve uydurma tezlerini çürütmektedir. Çünkü bu gün yapılan pek çok bilimsel araştırma neticesinde Hun devletinin ilk Türk devleti olmadığı, Türk Tarihinde bilinen ilk kağanın Teoman olmadığı ortaya konulmuştur. Macar tarihçi Prof. Dr. László Rásonyi;  sanıldığı gibi Hunların ilk Türk devleti olmadığını, Çu Türklerinin Çin ülkesine 891 yıl hükmettiklerini yazarken,  Alman tarihçi Profesör Doktor Wolfram Eberhard 1947 de yayımlanan “Çin Tarihi” adlı eserinin 32-76sayfalarında Çu hükümdar soyunun bütün kurumlarından söz etmektedir. Yine aynı eserin 17. sayfasında Proto Türklerden, bunların İ.Ö. üçüncü bin yıllarına ait niteliklerinden, tarihlerinden söz etmektedir. Yine o, Çuların Çinlilere tarım, hayvancılık, avcılık, at kültürü ve başka konularda çok etki yaptıklarını yazıyor. Bütün bunları anlatmamızın tek nedeni şudur; hala ısrarla Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı Türk Tarihini Hun devleti ve onun Kağanı Teoman ile başlatmaktadır. Bu tamamıyla yanlışta ısrardır. Bu yanlıştan derhal dönülmelidir.


Konumuz olan Yörük Türkmen teriminin dayandığı nokta Türk ismidir. Yaklaşık olarak 3500 yıl Orta Asya bozkırlarında yaşayan Türk Milleti zamanla yeni yaşam alanlarına ihtiyaç duymuştur. Bu ihtiyacın neticesinde büyük kavimler göçünü başlatan Hun Türkleri  dünya tarihini temelinden değiştirmiş, yeni yeni toplumları ve bu toplumların kaynaşması ile halkların ortaya çıkmasına neden olmuşladır. Orta Asya Türk devletlerinin ardı ardına tarih sahnesinden çekilmeleri, bölgede ortaya çıkan Çin baskısı ve buna bağlı istikrarsızlık yeni yerlerin aranması neticesini doğurmuştur. Arapların Maveraünnehir, Türklerin ise Çay Ardı  dedikleri Ceyhun (Amuderya) ve Seyhun (Siriderya) nehirleri arasında kalan bölgede meskun olan Oğuz Türkleri ilk olarak Halife Osman zamanında Araplar ile temasa geçmiş ve işgalci Arap akınlarına yıllarca direnmişlerdir. Daha sonraki yıllarda Emevi hanedanı ile Arap akınları devam etmiş, ancak Oğuz Türkleri Tengrici dinlerini değiştirmede çok da istekli olmamışlardır. Araplar tarafından fethedilen Türk kentleri (Lütfen buraya dikkat; 644-757 yılları arasında Araplar Türk ülkesine akınlar yaparken göçebe bir millete değil, o günün en modern ve zengin Türk kentlerine akınlar yapmaktadır!) yağmalanırken, esir edilen Türkler Müslümanlaştırılmak istenmiş, görünende Müslümanlaşan Türkler Arap baskısı ortadan kalkınca yine Tengri inancına geri dönmüşlerdir! (Halife Hişam Bin Abdülmelik (724 – 743) döneminde çok kalabalık cihat orduları karşısında Müslümanlığı kabul etmek zorunda kalarak Araplarla barış yapmışlar (737), Araplar bölgeden çekildikten sonra tekrar eski Tengri dinlerine dönmüşlerdir!) Türklerin zorla Müslümanlığı kabul etmeyeceğini gören Arap idareciler bu kez  Müslümanlığı kabul eden Türklere ekonomik çıkarlar sağlamaya, cizye olarak alınan vergileri düşürmeye, çok daha yumuşak politikalar uygulamaya başlarlar. Bütün bunlar olurken Tengri inancına sahip Türkler ile Müslüman olan Türklerin ayrılması amacıyla Müslüman olan Türklere Türk-İman (İman etmiş Türk) denilmeye başlandığını İbni Kesir’in el Bidaye ve'n Nihaye fi't Tarih isimli eserinden öğrenmekteyiz. Ebul Gazi,  İranlıların Müslüman Oğuz Türklerini Tengri inancına sahip Oğuz Türklerinden ayırmak için Türk Manend-Türki İman (İmanlı Türk) olarak isimlendirdiklerini yazar.  Bu terim zamanla Türkmen olarak dilimize yerleşmiştir. 
Fransız Türkolg Jean Deny ise “men” ekinin güç anlamı ifade ettiğini belirtmekte olup, Türkmen teriminin güçlü Türk anlamına geldiğini söylemektedir. Fuad Köprülü’nün başını çektiği ve bu konuda yaygın olan kanaate göre; Maveraünnehir Müslümanlarınca Müslüman olan Oğuzlara, Müslüman olmayan Oğuzlardan ayırmak için  “Türkmen” adı verilmiştir. Oğuzlar ise kendilerine “Türkmen” demiyorlardı. Faruk Sümer’in ifadesine göre 13. Yüzyıla kadar atalarının Oğuz ismini yaşattılar. Bundan sonra ise “Türkmen” kelimesi “Oğuz” kelimesinin yerini aldı. İbrahim Kafesoğlu Oğuzlar arasında ‹İslamiyet’ten önce siyasi bir tabir olarak Türkmen adının kullanıldığını ‹İslamiyet ile birlikte bu Türkler için kullanılan Türkmen tabirinin Kök-Türk tabiri gibi kabilevî değil siyasî bir hüviyet kazandığını söyler. Karlukların en kudretli zamanlarında Oğuz değil bu ismi kullandıklarını söylüyor. Kafesoğlu burada Kaşgarî’nin sözlerini dayanak göstermiştir. Kaşgarî, “Karluklar Oğuzlardan ayrı, fakat onlar gibi Türkmendirler” şeklinde beyan etmiştir.
Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu İmparatorluklarında etkin bir güç olan Oğuz Türkleri yani Türkmenler Selçuklu fütuhatlarının bel kemiğini oluşturmuşlardır. Anadolu, Kafkasya, İran ve Suriye ile Irak’a akın akın yerleşen Türkmenler Ön Asya’nın Türkleşmesinde en temel etken olmuşlardır.

YÖRÜK TERİMİNİN ORTAYA ÇIKIŞI

Yörük kelimesi Türkçe’de yürümek kökünden çıkartılmıştır. Meninski sözlüğünde gezgin olarak tanımlanmaktadır. “Yörük”, kelimesi “yürümek” fiilinden gelip o dönemde hala yerleşmeyip konargöçer hayatlarını devam ettiren Türkmenler için kullanılan bir kelimedir. Yörükler de esasen göç vakti, göç kondu gibi tabirleri kullanmaktadırlar. Göçebe sözü tek başına bu insanların hayat tarzlarını açıklamamaktadır. Çünkü onlar konar-göçer bir yaşam sürmektedirler. Yazlık ve kışlık ikamet alanları mevcuttur. Bu nedenle konar-göçer tabirinin kullanılması daha doğrudur. İlk dönem Osmanlı tarihçilerinden Aşık Paşazade onlar için “göçer halk, göçer il” tabirini kullanırken, Oruç Bey ise “göçküncü Yörükler, göçer Yörükler” demiştir.  Osmanlı tarihçileri Yörükler için Oğuz boylarına mensup olduklarını yazmaktadır. Osmanlı kaynaklarında ilk defa tahrir defterlerinde rastladığımız Yörük terimi “Konar-göçer Türkmen aşiretleri” şeklinde tanımlanmıştır. Kızılırmak nehrinin doğusunda kalan Oğuz Türklerine Taife-i Türkman denilirken, batısında kalanlara Taife-i Yörükan denilmiştir. Osmanlı kayıtlarında Yörükler için Yüvrük veya Yüğrük  (Güçlü, çevik, çalışkan, eline ayağına çabuk), gibi tanımlamalar da kullanıldığını görmekteyiz.
Antropolojik olarak bunun tanımlamasını yapmamız gerekirse; Sosyal Antropoloji açısından yerleşik hayata geçen Türk’e; ”Türkmen”, transhümans (konar-göçer) halindeki Türk’e de “Yörük” adının verildiğine antropologlar hem fikirdir. Genelde Yörüklük, ekonomik uğraşının, hayat tarzına dayalı olarak gelişen beşeri bir durumdur.
Bu gün yaygın olarak ve ne yazık ki yanlış olarak kullanılan bir konuya değinmek istiyorum. Sanıldığı gibi Türk milleti göçebe bir millet değildir! Hal böyleyken ısrarla bazı tarihçi geçinen zevat Türkler göçebe bir millettir demekte, Nuh tufanından bu yana var olan bir milleti ve kültürünü adeta yok saymaktadır. Oysa en eski Çin ve İran kayıtlarında, Helenistik dönem tarihlerinde Türk Milletinin göç eden, yazlık ve kışlık kültürüne sahip bir millet olduğu, çok büyük bir kültürün sahibi olduğu yazılıdır. Bu gün Orta Asya kazılarında elde ettiğimiz bulgular Türklerin hiçte sanıldığı gibi göçebe kültüre sahip olmadığını, bu kültürden çok daha ileri bir kültürün kurucusu olduklarını göstermektedir. Hal böyleyken kendi milletine göçebe millet demek evvel emirde aldıkları tarih eğitimine ve Türklüğe ihanettir.
            Yukarıda zikrettiğimiz gibi bu gün Yörük denildiği zaman ne hikmetse herkesin aklına (ki acı olanı da şudur ki bu adla anılanlar dahil olmak üzere) göçebe, davar yetiştiren, belirli bir adresi olmayan, yeri bucağı belirsiz kişi yada oymaklar diye haksız bir tanımlama gelmektedir. Öncelikle şunu aklımıza koymak zorundayız; Yörük bir kavim adı değildir! Yörüklük ekonomik gerekçelerle ortaya çıkmış bir yaşam felsefesinin, bir kültürün adıdır. Sırf siyasi bir tanımlamadan dolayı insanımızı hiçte hak etmediği sıfatlarla anlatmaya çalışmak kendi insanımıza yapabileceğimiz en büyük saygısızlıktır. Çünkü Yörük Türkmen tanımlaması askeri ve iktisadi olarak ortaya çıkmış bir tanımlamadır. Aslı ve temeli Türk’tür! Tanımadığımız, daha doğrusu tanımak istemediğimiz bazı gerçekler vardır ki bunları gördükçe ve öğrendikçe yüz yıllardır haksız olarak, hiçte hak etmedikleri şekilde tanımladığımız bu insanlardan özür dilememiz gerekmektedir.
Selçuklu İmparatorluğunun batıya doğru devam eden fütuhatlarında Türkmenler çok etkili bir rol oynamışlardır. Sadece İran’da değil, Irak, Suriye ve Anadolu’da gittikleri her yerde yerli halk ile kaynaşan Türkmenler hem yeni yurtlar edinirken, hem de yeni bir kültürün doğmasına neden olmuşlardır. Anadolu Selçuklu devletinin yıkılması ile ortaya çıkan siyasi durum; bulunduğu konum itibarıyla en küçük uç beyliği olmasına rağmen Osmanlı Beyliğinin gelişmesin ve devletleşmesine zemin hazırlamıştır.  Gerek Osman Bey, gerek Orhan bey ve ardılı Osmanlı Sultanları daima batıya doğru fetih hareketlerinde bulunurken, fethedilen her yere öncelikle konargöçer Türkmenleri yani Yörükleri yerleştirmeye büyük önem vermişlerdir. Bu politika ile Osmanlı girdiği yerlerde kalıcı olduğunu göstermiş ve askeri olarak fethettiği yerleri iktisadi ve sosyal anlamda kendine bağlı hale getirmiştir. Şunu özellikle unutmamalıyız ki; Osmanlı Devleti kuruluşunda sanıldığı gibi tek bir oymak olarak sahneye çıkmamıştır! Her şeyden evvel Osmanlı Beyliği bir aşiretler birliğidir. Sadece tek bir aşiretten bir devlet çıktı demek tarihi gerçeklerle bağdaşmayacağı gibi Osmanlı ailesinin mensubu olduğu Kayı aşiretinin önder aşiret olarak tarihi rolü de inkâr edilemez!
Osmanlı Devleti, İnsanlık Tarihinin beklide en detaylı kayıtlarını tutan bir devlet sistemi oluşturmuştur. Devlet olmanın gereği kayıt ve arşivlerde ise, Osmanlı devleti bunu tarihi süreçte ender denilebilecek bir şekilde başarmıştır.  Osmanlı vergi ve askeri sistemi gereği, esnafın kullanacağı hammaddeden, pazarda satılacak ürünlerin rayiç bedellerine varıncaya kadar  en küçük ayrıntıya kadar kayıt altına alınmış, en ücra mezralarda yaşayan halkın günlük ihtiyaçları, neyle geçim sağladıkları, vatandaşın medeni haline varıncaya kadar devletin kayıtlarına alınmıştır.  623 yıllık devlet hayatının beklide en önemli özelliği çok titiz bir şekilde devlet unsurlarının envanterini çıkarmış olması ve bu sayede bütün unsurlarına hâkim olmuş olmasıdır. Osmanlı Devleti, kendi uhdesi altındaki konargöçerlerden, yerleşik hayata dâhil olan bütün unsurlarını da kayıt altına almıştır. Tahrir Defterleri, Mufassal Defterler, İcmal Defterleri (özellikle Muhasebe İcmal Defterleri) anlattığımız durumun kanıtlarını teşkil etmektedir. Tahrir Defteri; Arazi yazılırken tutulan defterler hakkında kullanılan isimlendirmedir. Tahrir Defterinin tutulmasının en büyük gerekçesi tımar sisteminin işleyişini sağlayacak olan devletin gelirleri ile ilgilidir. Tahrir Defterinde Osmanlı yerleşim birimleri, görevlilerce titiz bir çalışmayla mukim insanların, vergi mükellefleri, içlerinde vergiden muaf olanlar varsa hangi vergiden ne sebeple muaf oldukları yazılır; bunun yanında topraklı ve topraksız köylüler, evli ve bekâr haneler, meslek gurupları, ilmiyeye mensupları, ihtiyar ve sakatlar defterdeki hanelerine yazılırdı. Her köyün merası, ormanı, korusu, yaylağı, kışlağı, çayırı ayrıntılı olarak gösterilerek yetiştirilen mahsuller ve senede vermekle mükellef olunan vergi miktarı deftere geçirilirdi.

Osmanlılarda göç ve iskân hadisesine baktığımızda şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır: Fethedilen her toprak parçasına özellikle Moğol baskısı ile gelen Yörük Türkmen aşiretleri yerleştirilmekte, Osmanlı hâkimiyeti pekiştirilmektedir. Osmanlı devleti Balkanlarda gerçekleştirdiği fetihlerin sonucunda ele geçirdiği toprakların Türkleşmesi için Yörüklerden yararlanmıştır. Özellikle Yörük Türkmenler Balkanlara gönderilmiş, bu toprakların Türkleşmesi için çaba gösterilmiştir. Yörüklerin sade yaşantısı, yerli halka davranışları neticesinde fethedilen yerlerde kısa sürede devlet hâkimiyeti tesis edilmiştir. Özellikle Trakya, Balkanlar, Macaristan, Bosna Hersek, Romanya gibi bölgelere yerleştirilen Yörük Türkmen taifesi çok kısa sürede buralarda bulunan gayrı Türk unsurlar ile kaynaşmış, sadece hayvancılık değil tarımın ziraat kolunda da çok başarılı olmuşlardır. Öyle ki 93 harbinden sonra başlayan tersine göç ile Anadolu içlerine yerleştirilen Evladı Fatihan olarak anılan Muhacir Yörük Türkmenler, kullanılamayan pek çok bataklık alanları kurutarak tarıma kazandırmışlardır. Şunu net bir biçimde ifade edebiliriz ki, Anadolu’daki modern tarıma geçişi Balkanlardan gelen muhacir olarak adlandırdığımız Yörük Türkmenler sağlamıştır.  Bir kısım Yörük Türkmenler Osmanlı Devleti tarafından özellikle maden sahaları etrafına yerleştirilmiş ve buralardaki madenlerin hem korunması hem de işlenmesinde çalışmışlardır. Mesela Kocacık Yörükleri Rudnik madeni hizmetinde, Tekirdağ Yörükleri Bosna madeni hizmetinde tayin olunmuşlar, bu alanlarda iskan edilmişlerdir. Bu insanların özellikle tersine göç sonrası maden sahalarına yerleştirildiklerini söylersek ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
            Yaşam tarzlarının en büyük özelliklerinden birisi de ihtiyaçlarını kendilerinin gidermesi –kendilerine yeten- insanlar olmasıdır. Bu durum Yörüklerin tamamen kapalı bir ekonomik yapıya sahip olduğu kanısını getirmemelidir. Çünkü Yörük Obaları Anadolu’da kara ulaşımını –nakliyeyi- ellerinde bulunduruyorlardı. Yörükler aynı zamanda Osmanlı ordusunun da en büyük at ve deve yetiştiricileriydiler. İç Anadolu’da Atçeken Yörükleri ve Halep Yörükleri geçimlerini bu yönden yetiştiricilikle sağlarlardı.
            Yörükan Taifesi olarak kayıtlarda rastladığımız Yörükler Osmanlı Devleti için önemli bir asker ve vergi kaynağıdır aynı zamanda. Konargöçerler Osmanlı Devleti’ne şu vergileri vermektedir. Adet-i Ağnam (Koyun ve keçi adedine göre alınırdı. Genelde iki koyuna bir akçedir. Yörenin ekonomik yapısına göre ağnam vergisindeki oran değişebilirdi.), Resm-i Yaylak (Bir Yörük aşireti yaylada üç günden fazla kalırsa bu vergiyi vermek zorundadır. Her sürüden bir koyun veya hane başına 200 dirhem yağ alınmasıdır.), Resm-i Kışlak ( Resm-i Yaylak bedeli kadar alınırdı.) Resm-i otlak ( Devlet ricalinin belirlediği güzergah dışına çıkan Yörüklerden ceza niteliğinde alınırdı. Sürü başına bir koyundur.) vergileridir. Bu vergilerin yanında Bennak, mücerred (Bekarlardan gücü kuvveti yerinde olanlardan alınırdı. Üç nefere 1 kuruş şeklinde raiçlenirdi.), avarız ve bad-ı heva vergileri de istenirdi.
XV. yüzyıl ortalarından itibaren askeri ve stratejik vazifelerde önemli roller üstlenmeye başlayan Yörükler, sorumlulukları kanunlarla belirlenerek, XVI. yüzyıl ortalarında orduda hizmet eden ve devlet işlerinde önemli görevler alan bir askeri sınıf haline gelmişlerdir. Bu gruplar ile ordunun iaşesi kolaylaşıyor ve fetihler ilerledikçe ordunun arkası emniyet altına alınmış oluyordu. Bu itibarla Rumeli’de Yörük sözü, Anadolu’dakinden farklı olarak etnik bir grubu ifade etmekten çok, ordu ve devlet teşkilatında görevler alan, bazı imtiyaz ve muafiyetleri olan askeri bir sınıfı anlatıyordu.
Bütün bunları anlatmamızın nedeni birilerinin ısrarla Yörük Türkmenleri sadece davar yetiştiren, peynir yapan, göçebe, yersiz yurtsuz gibi göstermelerine tarihin ışığında cevap vermek içindir. Eğer dünya tarihi baştan aşağı değişmişse; küçücük bir uç beyliği, üç kıtaya hükmeden bir cihan imparatorluğu olmuşsa bunun temelinde Yörük Türkmenler vardır! Askeri, ekonomik ve siyasi anlamda devletin temel harcı olmuş bu insanlar daima devleti kendilerinin bilmiş, devletin yanında yer almışlardır.
            Türk Milletinin ateşten gömlek giydiği o buhranlı ve karanlık günlerde "Yörükler Türk milletinin çalışkan ve üretken evlatlarıdır. Babam Ali Rıza Efendi yerli olarak Selaniklidir. Kendileri Yörük sülalesinden gelir. Annem her zaman Yörük olmaktan iftihar ederdi." diyerek  kendisi de gururla bir Yörük olduğunu söyleyen Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı vatanın ve milletin kurtuluşu için Samsun'a çıkaran güç " Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez." sözünde saklıdır.