28 Aralık 2015 Pazartesi

KÜRDÜN KANI


            Yıllardan beri PKK terör örgütünün  kürt halkına özgürlük vereceğini iddia ederek sürdürdüğü kanlı terör eylemleri; bölge halkına bırakın özgürlük getirmeyi, tam bir kabusa ve esarete neden olmakta.  Onlar halk hareketi yaptıklarını söylüyorlar, ama hakikatte tam bir çıkar savaşı!
            Yıllardan beri binlerce kürt çocuğu PKK'nın kimin yada neyin için yürüttüğü bilinmeyen kanlı savaşı neticesinde hayatından oldu. Kurulduğu 1974 yılından beri PKK saflarında, ama örgütün sempatizanı, ama militanı olarak faaliyet gösteren kürt çocukları neye yada kime hizmet ettiklerini bilmeden ve çoğunluğu orta yaşı göremeden Irak'ın, İran'ın, Suriye'nin  ve Anadolu'nun dağlarında yok olup gittiler. Oysa onların PKK'ya katılma gerekçeleri yada kendilerine göre nedenleri çok ama çok farklıydı. Kimine "özgürlük" vaat ederken, kimine şan şöhret ve para vaat ettiler. Ama sonuç hep hüsran oldu ve olmaya da devam ediyor. Resmi istatistiklere göre 1984 ten 2015 yılı Ağustos ayına kadar öldürülen PKK'lı sayısı 22 bin 374, bu zaman zarfında PKK'nın öldürdüğü sivil vatandaşların sayısı 6 bin 741 ve yaralanan sivil vatandaş sayısı 14 bin 257! Örgüt içi infazların tahmini rakamı 2 ile 17 bin arasında olduğu rivayet edilmekte! Yerlerini terk edenlerin sayısı? PKK terörü yüzünden  bulundukları yerlerden ülkenin batısına veya büyük kentlere göç edenlerin sayısı 386 bin!
             Ne kadar garip değil mi? Özgürlük vaat ettiğin insanları sırf terör baronlarının keyfi için ölüme göndermek, töre, aile, çevre baskısı diyerek kaçan kız çocuklarını hayvani hisleri için kullanmak ne kadar özgürlükçü acaba? Önderleri(!) tarafından özgürleştirilme adı altında namusları kirletilen kız çocuklarının hikayeleri çarşaf çarşaf gazetelerde dizi yazı olmuştu, kimse ne inkar etti, ne de tekzip!
            Yıllardan beri yaptıkları iki şey vardır; ya yalan yanlış propagandalarla, yada zorla kürt çocuklarını dağlara götürür PKK'nın kırsalda ve kentte yuvalanan  işbirlikçileri. Klasik propaganda işe yaramazsa zorunlu askerlik adı altında; oda ekseriyetle fakir kimsesiz ailelere baskı yaparak çocukları dağa çıkartır. Eğer aile çocuğunu vermek istemezse onların belirledikleri miktarı ödemesi istenir kendilerinden. Ödeyemeyenler ise ya oturdukları köyü, mezrayı, yada şehri terk eder, yada bir şekilde eşten dosttan bulmanın çarelerine bakar. Bunları da bulamayan ailelerin katledildiklerini, evlerinin, ahırlarının, ekinlerinin yakıldığını, hayvanlarının telef edildiğini bilmem tekrar anlatmaya gerek var mı? Bunları sanmayın ki gazetelerden okudum ve sanmayın ki kurgu; asla! Bizzat ülkemizin bu bölgelerinde görüştüğüm kişilerden ve batı vilayetlerine göçüp gelen ailelerden edindiğim bilgilerdir. Peki aile zenginse ne olur? PKK terör örgütü zengin ailelere de sözde askerlik bedeli keser ve ister. Bu aileleri adeta lojistik ikmali için kullanan terör örgütü, diş geçiremediği büyük aileleri de itibarsızlaştırmaya gayret eder. Onları kendince hareketin karşısında olmakla, kürt halkına ihanet etmekle suçlar. Ne kadar etkili olduğunu bizler çok iyi biliyoruz, ama ne demişler çamur at izi kalsın.
            Bütün bunlara karşın PKK ve onun uzantısı olan yapılanmaların lider kadrolarının yakınlarının ve onların çocuklarının nasıl bir hayat sürdüğünü gördüğünüz vakit; ölümün sadece fakir kürt çocuklarının alın yazısı olduğunu görüyorsunuz. Alın yazısı biraz iddialı bir terim oldu ancak ne yazık ki gerçek budur. Görev yaptığım yıllarda Hakkari, Van, Şırnak, Sivas, Bingöl, Bitlis gibi illerimizden gönüllü yada zorla PKK saflarına katılan çocukların nasıl Türk Silahlı Kuvvetlerinin önüne yem olarak atıldıklarını gerek rütbeli arkadaşların anlatımlarından  ve gerekse bizzat tanık olduğum olaylardan biliyorum. 14-15 yaşlarında henüz oyun çağındaki çocukların eline verdikleri silahlar ile ölüme gönderen terör baronları mağaralarda gününü gün ederken, çatışmada öldürülen veya korkudan teslim olan erkek çocuklarının bile tecavüze uğradıklarını görmüştük. Gerçekten de bu çocuklar kim yada ne için öldüklerini bile bilmeden Anadolu'nun yada Kuzey Irak'ın dağlarında yok olup gidiyorlardı.
            Birileri ısrarla Kürdün Kanına Ekmek Doğramaktaydı.  Yıllardan beri bu hiç değişmedi. Ölenler ne için öldüklerini bilemeden öldüler hep.
            Birisinin çocuğu Amerikalarda okur, öbürünü ki Avrupalarda...Gariban kürt çocuğu okulu sözde kendisi adına savaştığını söyleyen kansızlar tarafından yakıldığı için okuyamaz! Birisi akşam yemeğinde Fransız yemeği yer, öbürü Çin lokantasında arzı endam eder; gariban kürt iki üç şerefsiz yüzünden devletin vereceği ekmeğin yolunu gözler... Kimin savaşı bu? Kimin mücadelesi? Türkün ve kürdün kanına ekmek doğrayan emperyalist uşaklarının çok mu umurunda 12-13 yaşında 10 lira verip de askere Molotof attırdıkları çocukların hayatı? Eğer kutsal olan Yaşama Hakkına saygı duysalardı; bu çocukları  görevi sadece huzur ve güveni sağlamak olan, 24 saat aç susuz, ölümün karşısında vatandaşın can güvenliği için canını ortaya koyan güvenlik güçlerinin karşısına çıkartırlar mıydı ağzı süt kokan bebeleri? Eğer bu kürt çocukları için savaşıyorlarsa, üç aylık bebeği gözünün önünden, beş yaşındaki sabiyi ensesinden kurşunlarlar mıydı?
            PKK terörü basit bir vaka değildir! Birilerinin (madam  Danielle Mitterrand, Claudia Roth, Angela Merkel gibi teyzeler başta olmak üzere) şirin göstermeye, özgürlük savaşçısı gibi lanse etmeye çaba gösterdikleri eli kanlı örgüt, belki de dünyanın bir çok casusluk teşkilatı ile aynı anda çalışmakta olan taşeron bir örgüttür! Çünkü PKK artık 1974 te ki PKK değildir! En büyük marifeti tetikçilik yapmak olan bu eli kanlı örgütün   arkasında,  bu coğrafyada istikrarlı bir Türkiye istemeyen, Anadolu'nun ve Trakya'nın  zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahip olmak isteyen; görünende müttefik ama gerçekte Türkiye Cumhuriyetinin kan ve can düşmanları vardır. Eğer öyle olmasaydı; 30 senede  48 bin 435 uzun namlulu ve ağır silah, yaklaşık 80 bin el bombası, 43 bin tabanca ve 5 milyonun üzerinde mermisi güvenlik güçlerinin eline geçen PKK nasıl dayanacaktı? Bakınız lütfen rakamlara dikkat ediniz. 5 tümen askeri yani bir orduyu donatacak silah ve mühimmattan bahsediyorum. Bu denli bir silah ve silahlı güç nasıl teşkil edilir? Dışarıdan, daha Türkçesi organize bir güç yada güçler tarafından yardım almadan nasıl böyle bir güce ulaşabilirsiniz? Evet; yıllık yaklaşık 500 milyon dolarlık bir uyuşturucu trafiğini yönetiyor bu örgüt, ama ne olursa olsun bu denli bir gücü teşkil etmesi imkansız bir durum. Hele ki Irak'ın kuzeyinde, ABD, İngiltere, Çin, Fransa ve Rusya gibi ülkelerin istihbarat ve kontrterör kuruluşlarının cirit attığı bir ortamda, mümkün mü?
            Kim ne derse desin, kim ne iddia ederse etsin; bu gün Irak, İran, Suriye ve Türkiye'de ki kürtlerin en büyük düşmanı PKK terör örgütüdür. Çünkü; eğer öyle olmasaydı, binlerce kürdü yerlerinden yurtlarından etmez, binlerce kürdün kanına girmez, kürtlerin yaşadıkları, yüzyıllardan beri yurt tuttukları yerleri cehenneme çevirmezdi!
            Bunların yaptığı; Kürdün kanına ekmek doğramaktır! Eğer gerçekten kürt halkının selametini ve geleceğini düşünüyor olsalardı Ermeni bayrakları ile poz vermezler, Müslümanlara ait camileri, kürt çocuklarının okuduğu okulları, kürtlerin canı için kurulan hastaneleri kundaklamazlar, kamu görevlilerini öldürmezlerdi!
            Ortadoğu coğrafyasında hangi ülkede yaşarsa yaşasın, kürtlerin bilmesi, gereken çok önemli bir şey var; sizin kanınız ne kadar akarsa aksın, Irak'ta, İran'da, Suriye'de ve Türkiye'de ne kadar çok kürt öldürülürse öldürülsün, istatistikleri doldurmaktan öte bir işe yaramayacak! Çünkü emperyalizm sizin dökülen kanınızı, verdiğiniz canınızı değil, satacağı silahı, alacağı petrolü hesaplıyor! Dün terör örgütü listesine aldıkları örgütleri bu gün kara gücü olarak kullananların yarın Afganistan'da yaptıkları gibi onları hedef tahtasına dikmemeleri için hiçbir neden yoktur! Bu nedenle kürtler artık taraflarının emperyalist batı değil, yüzlerce yıldır bu coğrafyada bir ve beraber yaşadıkları insanlar olduğunu unutmamalıdır!

20 Aralık 2015 Pazar

TÜRKİYE'NİN YERİ



            Kasım ayında bir zirve gerçekleştirildi ülkemizde. G20 denilen bu iki günlük zirveye çevrildi dünyanın gözü. Ben zirvede alınan kararlara, Obama'nın süper lüks korunan konuk evine, Suudi kralının şatafatlı görgüsüzlüğüne değinmeyeceğim.
            Bu zirve başlamadan  hemen önce Türkiye Cumhuriyeti devleti 2013 yılında yaptığı ve o güne kadarki en büyük savunma ihalesini iptal ettiğini duyurdu.  Bu ihalenin iptal edilmesindeki olağanüstülük ihaleyi kazanan ülke yada şirketin kimliğiydi; ihale  Çinli bir şirket tarafından kazanılmıştı ve füze savunma ihalesiydi. Toplam tutarı ise 3 milyar 400 milyon Amerikan dolarıydı!
              G20 zirvesine saatler kala yapılan bu açıklama NATO üyesi ülkelerde ve özellikle ABD ile İngiltere'de memnuniyet verici olarak karşılanıyordu! Nasıl karşılanmasın ki? Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu boyutta bir silah alımı öncelikle NATO içerisinde en büyük silah ihracatçısı durumundaki ABD, Fransa ve İngiltere'yi rahatsız etmiştir. NATO üyesi Türkiye'nin ittifakın düşmanı durumundaki bir devletten bu denli büyük bir silah sistemi alması ittifakın hava savunma sisteminde sıkıntıya yol açacağı şeklinde askeri kanat tarafından dile getirilirken, siyasi kanat Türkiye'nin ittifakın düşmanlarıyla silah alış verişi yapmasını kabul edemiyordu. Kapalı kapılar ardında sürdürülen görüşmelerde ısrarla Türkiye'nin bu hatasından (!) dönmesi isteniyordu. Ve… Türkiye batılı dostlarını kıramayarak ihaleyi iptal ediyordu. Hem de G20 zirvesine saatler kala!
            Mesele sanıldığı gibi basit bir silah ihalesi değildir. Mesele çok daha derin, Avrupa ve Asya'nın ve hatta dünyanın gelecekteki 250 yılını alakadar eden bir meseledir. Şöyle ki; Türkiye son yıllarda özellikle terörle mücadele, Irak ve Suriye  konularında müttefikleri ile ciddi fikir ayrılıklarına düşmüş durumdadır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti geleceğinin şekillendirilmesinde kendi fikirlerinin ve kaygılarının dikkate alınmasını istemekte, bunun için uluslar arası arenada fikirlerini ve kaygılarını müttefikleri ve komşularına anlatırken tedbirlerini de kendi çapında almaktadır. Ancak müttefik olarak gördüğümüz yada öyle bildiğimiz batılı devletler için Türkiye'nin kaygılarından çok kendi çıkarları ön plandadır! Elbette bu böyle sürecek değildir. En küçük bir olayı kendileri için kullanmaya alışık olan batılı şımarık müttefiklerimiz böylesine büyük bir silah alımında şaşırmışlar ve hemen Türkiye'nin NATO üyeliğini öne sürmüşlerdir.
            Türkiye Cumhuriyeti 4000 senelik bir devlet geleneğinin mirasçısıdır. Bu miras kolay edinilmemiş, 136 devlete mal olmuş bir mirastır!
             Bu gün dost yada müttefik gibi görünenlerin yarın kendisini arkadan hançerlemekten geri durmayacağını çok iyi bilmektedir. Bu nedenle bu gün müttefik yada dost gibi görünenlerden azami yarar sağlamak devletimizin elbette ana prensibidir.  Devletlerin dostları olmaz, çünkü devletler bir mekanizmadır. Dostluk ve kardeşlik milletler arasında olur. Bu gün müttefik veya dost dediğiniz bir devletin yönetim veya politika değişikliği ile düşmanınız olmayacağını kimse garanti edemez!
            Türkiye yıllardan beri gerek NATO ve gerekse BM gibi örgütlerin ortak kararlarına azami katılmış bir devlettir. Kore örneği hala canlı bir hatıradır. Keza Somali, Bosna, Kosova, Lübnan, Makedonya, Gürcistan ve Afganistan  aynı şekilde ülkemizin askeri, siyasi ve ekonomik olarak katkı sağladığı bölgelerdir. Buna mukabil ülkemiz yanı başındaki Irak, Suriye ve benzeri ülkelerin siyasi boşlukları nedeniyle en çok zararı gören devlet durumundadır.
             Birinci körfez harekatında ve arkasından ikinci Irak savaşında binlerce Irak'lı mülteci ülkemize sığınmış, buna mukabil müttefiklerimiz (!) söz verdikleri halde kıllarını kımıldatmamışlar, "Çekiç Güç" adı altında yerleştirdikleri ihanet gücü yıllarca ülkemizin başına bela olan PKK terörünü adeta beslemiştir! En son Suriye örneğinde olduğu üzere Mister Obama tavşana kaç, tazıya tut demekte, çelişkili açıklamaları ile Türk halkının aklında soru işaretlerine neden olmaktadır. Mister Obama'nın Avrupa'da en önemli müttefiklerinden olan Frau Merkel büyük atası Bismarck gibi gözünü Anadolu ve Mezopotamya petrollerine, yer altı kaynaklarına dikmiş durumdadır. Silahlı Kuvvetlerimizin ve Polisimizin yaptığı son operasyonlarda ele geçirilen Alman menşeli silahlar, Amerikan yardımı uçak savar füzeleri müttefiklerimizin bize olan muhabbetlerini ayan beyan gözler önüne sermektedir. Sözüm ona Suriye'de PYD terör örgütüne 50 ton silah yardımı yapan ABD, sanki İŞID terör örgütünü elinde uçakları varmış gibi PYD terör örgütüne Stinger füzesi vermiştir. Peki bu STİNGER füzeleri ne işe yarar? Karadan havaya atılır ve jetlerin korkulu rüyasıdır. Askeri çevrelerde adı aircraft killer yani uçak katilidir. Menzili 4.8 km olan bu uçak katili füze kimin için verildi sizce? PKK bu füzeleri nazar boncuğu olarak mı kullanacak? Türkiye devleti ve halkı bunların arkasındaki art niyeti bilmiyor mu?
             Türkiye batılı müttefiklerinin hiçte şakaya gelmediklerini çok iyi bilmektedir. En son Rusya ile meydana gelen uçak krizi göstermiştir ki; Türkiye her hangi bir devlet ile harbe girişirse ne NATO, ne BM Türkiye'nin yanında olmayacaktır! Bunu bu gün çok daha iyi anlamaktayız. Bakınız ABD dışişleri bakanı John Kerry ne diyor; "Rus uçağının Türkiye tarafından Suriye sınırında düşürülmesinin, artık ABD-Rusya ilişkileri açısından gündemde olmadığını söyledi. Kerry, Amerikan yönetiminin olayla ilgili son bulguları görmeyi beklediğini dile getirdi." (Russia-1 Tv Kanalı) Bunun üzerine başka bir açıklama yapmaya gerek var mı dersiniz? Bence yok!
            Bundan 2 yıl kadar önce zamanın TC başbakanı Erdoğan şöyle bir açıklama yapıyordu; “AB bizi unutmak istiyor ama çekiniyor unutamıyor. Halbuki bir açıklasa biz rahatlayacağız. Oyalayacağına bizi, açıklasın biz de işimize bakalım. Geçenlerde Sayın Putin'e 'Bizi Şangay Beşlisi içine alın' dedim. Biz de AB'ye 'allahaısmarladık' diyelim, ayrılalım oradan. Bu kadar oyalamanın ne anlamı var?” dedi. (26 Ocak 2013-Hürriyet gazetesi) Bu sözlerin Avrupa ve ABD başkentlerinde nasıl bir depreme neden olduğunu hatırlayanınız var mı? Evet; Türkiye başbakanı bu açıklamayı yapınca bir anda "Türkiye'nin üyeliği gündemimizde yok!" diyen Avrupa Birliği üyesi ülkelerin devlet yada hükümet başkanlarından arka arkaya açıklamalar geliyordu. "Modern Türkiye'nin yeri batı medeniyetidir." diyerek…
            Peki ne olurdu ki Türkiye Şangay İşbirliği Örgütüne katılsaydı? Herhalde kıyamet kopmazdı değil mi? Sonuçta AB yıllardan beri bu ülkeyi bırakın kapıda bekletmeyi, sokağına bile katmıyordu. Bir gün Yunanistan, başka gün Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, derken Almanya veya Fransa; yani sabah kim erken kalktıysa "Türkiye'nin alınmasını düşünmüyoruz!" diyerek açıklama yapmıyor muydu? Peki neden Türkiye başbakanının açıklamaları keyiflerini kaçırıyordu ?
            Aslında mesele görünenden çok daha derin ve çok daha hayati öneme sahip. Çünkü Şangay İşbirliği Örgütü,  Türkiye birliğe katıldığı taktirde dünya enerji sektöründe tek olacaktı. Kıtaların arasında geçiş noktasında olan Türkiye Avrupanın ihtiyacı olan enerjinin vanalarını elinde tutacaktı. Örgütün hali hazırda üye ve gözlemci statüsünde bulunan ülkeleri dünyanın petrol üretiminin yarıdan fazlasını sağlamaktalar ve bu durum bile Amerikalı ve Avrupalı misterlerin uykusunu kaçırmaktadır! Ekonomik büyüklük ve pazar imkanları ile örgütü ele aldığınız zaman yüz yıllardan beri dünyayı sömürmeye alışık egemenleri ters yüz edecek derecede bir büyüklüğe şahit olmaktayız. Birde buna askeri büyüklüğü eklerseniz neden Türkiye'nin batı için vazgeçilmez olduğunu anlarsınız!
            Bu gün Rusya Federasyonu ve Türkiye arasında Rus savaş uçağının düşürülmesi ile ortaya çıkan kriz en çok Türkiye ve Rusya'yı vurmaktadır. Aynı şekilde bu krizden kârlı çıkacak olanlarda en başta İsrail, ABD, Almanya ve İngiltere olacaktır! Nedeni ise gayet açıktır; Türkiye ve Rusya birbirine muhtaç ve hatta mecbur iki devlettir. Bunların ayrılığı yada aralarındaki ihtilaflar bu coğrafyada barış ve huzur istemeyenlere yarayacaktır, başkasına değil!
            Türkiye'nin yeri şu yada bu ittifakın veya medeniyetin yanı değildir! Türkiye'nin yeri kendi milli menfaatleri nereyi yada kimi gerektiriyorsa orasıdır!
           
                                         Kudret HARMANDA
                                         20.12.2015-Pazar


17 Aralık 2015 Perşembe

TÜRK RUS AŞKI

Русские любят Турцию
-Russkiye lyubyat Turtsiyu-



            Devletler tıpkı insanlar gibidir, küserler, barışırlar, kavga ederler, muhabbet ederler. Ama devletler insanlar gibi ömür boyu küs kalamazlar. Bazen düşman oldukları halde aynı siperde omuz omuza karşıdaki öbür düşmana karşı işbirliği yaparlar. Bazen de bahar havasında aralarına kara kış girer. Tıpkı şu anda yaşanan Türkiye-Rusya münasebetleri gibi.
            Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu arasındaki ilişkiler dünden, bu günden değildir. Eğer bu ilişkileri tam boy görmek isterseniz Türkiye Cumhuriyetinin öncüsü olan Osmanlı İmparatorluğu başta olmak üzere diğer Türk hanlıkları ve İmparatorlukları ile Rus Knezlikleri (prenslikler) döneminden Çarlığa, Komünist Sovyet dönemine ve en nihayetinde Federasyon dönemine  bir bütün olarak bakmak gerekir. Türkler ve Ruslar yaklaşık olarak  bin senedir ortak bir kaderi paylaşmaktadır. Gün olur husumetle, gün olur muhabbetle!
            Bu gün Rusya ile krizin adı sadece uçak meselesi değildir. Son yıllarda seyreden dalgalı politikaların tezahürüdür. Rusya ve Türkiye hem komşu, hem de ekonomik partner olmaları hasebiyle izlenecek politikanın da dengeli olması gerekmektedir. Oysa yapılan en temel yanlış;  tek yanlı olarak ticarette ortaya konulan durumdur. Türkiye enerji konusunda Rusya’ya mahkum hale gelmiştir. Yıllık 30-31  milyar dolarlık ticaret hacminde Türkiye 6-7 milyar dolar ihracat gerçekleştirirken, Rusya Federasyonu başta doğal gaz olmak üzere Türkiye’ye 25-26 milyar dolarlık bir ihracat gerçekleştirmektedir. Aradaki fark18-19 milyar dolar düzeyindedir ve bu durum Türkiye’nin elini zayıflatmaktadır. Türkiye’ye her yıl gelen Rusya vatandaşlarının sayısında gözle görülür bir artış olmasına rağmen bıraktıkları döviz miktarında aynı artıştan bahsedilmemektedir. Bunun nedeni ise Türkiye’ye gelen Rus turistlerin her şey dahil sistemi çerçevesinde ülkemize gelmeleri ve neredeyse havaalanı-otel-havaalanı zincirini takip etmeleridir. Türkiye’nin Rusya federasyonuna yaptığı ihracatın temel ürünleri yaş sebze meyve ve inşaat malzemeleridir. Rusya’da bulunan Türk yatırımlarının toplam tutarı 61 milyar dolar iken, Türkiye’de bulunan Rus yatırımlarının tutarı 10 milyar dolardır. Buna yanında Ruslara Akkuyu’da yapılacak olan Nükleer santralin ihalesi de verilmiş durumdadır.
            Eğer yukarıda verdiğim rakamlar dikkatlice incelenirse Türkiye’nin ticaret olarak Rusya ile aleyhine bir durumun olduğu hemen göze çarpacaktır. Gerçekten ticari olarak eksi durumdayız. Bunun en önemli nedeni ise enerji açığımız ve bu açığı kapatmak için uzun vadeli düşünmeyip kısa vadeli hesaplar yapmamızdır. Oysa Azerbaycan ve Türkmenistan Doğal gaz boru hatları şimdiye kadar çoktan faaliyete geçmeliydi. Çünkü Rusya istediği anda lehine olan durumu bizim açımızdan daha da kötüye çevirmekten geri durmayacaktır. Öte yandan İran asla Rusya’nın alternatifi olamaz. Biz Ruslar ile ne kadar dost isek, Farslar ile de aynı derecede dostuz. Bunu asla göz ardı etmemeliyiz. İran her fırsatta Türkiye’nin uluslar arası arenada elinin zayıflamasını, kendisine mahkum olmasını istemektedir. Biz 1979 devrimi ile yıllarca mollaların ülkemize devrim ihraç etmek istemelerin unutmuş değiliz. Rusya ise yüzyıllar boyu Tükler ile mücadele etmiştir. Karadenizi bir Rus gölü haline getirmek, Türk Boğazlarına sahip olarak Akdenize inmek Rusya’nın gerek Çarlık ve gerekse Sovyet dönemlerinde hep hayali olmuştur. Buna mukabil Ortadoğuda güçlü bir Türkiye Rusya’nın 1917-1922 yılları hariç olmak üzere hiçbir zaman işine gelmemiştir. Çünkü güçlü Türkiye daima Rus çıkarlarına ve yayılmacılığına aykırı görülmüştür.
            Türk Milli Mücadele savaşı sürdürülürken Bolşevikler mecburen Türkiye’ye yardım etmişlerdir. Çünkü Rusya’nın güneyinde Türk İstiklal Harbi bizim aleyhimize gelişmiş olsaydı; Sovyetler Birliği kurulmadan dağılacaktı! (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği 1922 yılında kurulmuştur.) Çünkü Bolşevikler hem Polonya ile hem de itilaf devletleri ile savaşıyorlardı ve TBMM ordularının yenilmesi komünist devrimin başarıya ulaşmasını imkansız kılacaktı. Bu nedenle komünistler ve önderleri Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin “Rus İç Savaşı” ve “Beyaz Terör” adını verdikleri iç savaş esnasında tabiri caizse inanamadıkları Tanrıya Türklerin başarısı için dua etmişlerdir. Türk ordularının başarıları ile Bolşevikler Kafkasya cephesinde ciddi bir şekilde rahatlamışlardır.
            Lenin’in ölümünden sonra iktidara gelen Josef Vissarionovitch Djugashvili Stalin Türkiye ile ilişkilere çok önem vermiştir. Çünkü Türkiye Sovyetler Birliğinin nefes alması demek olan sıcak denizlere inilecek en kısa yolun, Türk Boğazlarının sahibidir. Stalin, 1936 yılında yani Ekim devriminin 19 uncu yıldönümünde yaptığı bir konuşmada “Sovyetler Birliğinin Türk Boğazları üzerinde hakkı olduğunu” ima eden  bir konuşma yapar. Bu konuşma ajanslara düşer ve  Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’e ulaşır. Atatürk Sovyet Büyükelçisi Karahan’a bu olayın aslını sorar ve Sovyet liderini diplomatik teamüllere uymayan bir şekilde kınar. Bu bile Stalin’in Türkiye’ye karşı izlediği sinsi politikayı açıklamaya yeterlidir. 1946 yılına gelindiğinde Stalin’in tekrar Türkiye’den Kars, Ardahan’ı istemesi, Boğazlar üzerinde hak iddia etmesi bir anda Türkiye’yi ABD’nin başını çektiği batı bloğunun yanına itecektir. Sovyetler Birliğinin tarih sahnesinden çekilmesine kadar Türkiye ve Rusya birbirine karşı hassas bir politika izleyecek, hudut komşusu olan iki ülke karşıt kutuplarda yer almalarına rağmen bazen işbirliğine de gideceklerdir.
            Bu gün için Rusya Federasyonunun Türkiye ile işbirliği bu ülke için hayati öneme haizdir. Çünkü Türkiye sadece ekonomik olarak değil dış politikada da Rusya’nın vazgeçemeyeceği partneridir. Bunu Kremlinde oturan sayın tovarishch Putin (tavariş-Yoldaş) sokaktaki halktan çok daha iyi bilmektedir. Ancak azalan petrol ve gaz gelirleri, artan hayat pahalılığını Rus halkına anlatamayan Yoldaş Putin için düşen uçak adeta kurtarıcı olmuştur. Dış politikayı içeriye kullanarak ekonomik olarak batma noktasına gelmiş olan Rus ekonomisinin durumunu gizleme gayretindedir yoldaş Putin!  Ancak mızrak çuvala sığmamaktadır. Çünkü 2014 yılında 195 Milyar $ petrol ihraç eden Rusya’nın 2015 rakamı 90 Milyar dolardır! Petrolün varilinde meydana gelen her 10 dolarlık düşüş Rus ekonomisine 20 Milyar dolara mal olmaktadır! Bu gün Rusya’nın en büyük buğday alıcısı Türkiye’dir. Rusya’nın ihraç ettiği toplam buğdayın %20 si Türkiye tarafından alınmaktadır. Bunun alınmaması bile Rus bürokratlarının uykularını kaçırmaktadır. Aynı şekilde Türkiye ithal ettiği doğal gazın %54,8 ini, petrolün ise %35 ini Rusya’dan almaktadır. Türkiye Almanya’dan sonra Rusya’nın en büyük doğal gaz müşterisi! Bu rakamlar bile Türkiye’nin Rus ekonomisi için neden kaybedilemeyecek bir ortak olduğunu açıklamaya yeter sanırım. Ayrıca Ruslar otomotiv imalatında Türk yedek parçasına muhtaçtır. Bütün bu bilgileri Türkiye’nin Moskova Büyükelçiliği internet sitesinden edinebilirsiniz.
            Kısacası; Ankara ve Moskova birilerini sevindirmekten derhal vazgeçmeli, MECBURİ TÜRK RUS İŞBİRLİĞİNE geri dönmelidir! Bizimkisi bir aşk hikayesi değildir çünkü!


15 Aralık 2015 Salı

RİCAT

            Son iki gündür yazılı ve görsel basında can sıkıcı bir haber dolaşıyor. Şırnak vilayetimizin Cizre ve Silopi ilçelerinde vazifeli öğretmenlerimize İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri tarafından kısa mesaj gönderildiği, öğretmenlerin bu mesaja binaen ilçeleri terk ettikleri yazılı ve görsel basında yer aldı.
Mesajın tam içeriği şöyleydi; “Tüm öğretmen ve idarecilerimiz bakanlığımız tarafından 14.12.2015 tarihinden itibaren hizmet içi eğitim seminerine alınmıştır. Öğretmenlerimiz seminerlerini memleketlerinde alabilir.” Bu kısa mesaj saat 12:54’te bir öğretmen arkadaşın GSM telefonuna düşmüş, o da bize gönderdi. Mesajı aldığımda şaka sandım. Telefon açtığım bu delikanlıya konunun ne olduğunu sordum; “Ağabey bize mesaj geldi. Şu anda ilçeyi terk ediyoruz. Otogar tıklım tıklım.Otobüs bulamayan yada arabası olmayan öğretmen arkadaşlar İpek yoluna çıktılar, otostop çekiyorlar.” dediğinde inanın göz yaşlarım kendiliğinden aktı.
Bendeniz yıllarca doğu ve güney doğu vilayetlerimizde bulunmuş, buralarda vazifemi ifa ederken hakikaten gurur duymuş, memleketin bu uzak köşelerinde vazife yapmayı kendime ayrıcalık ve gurur vesilesi görmüş bir insanım. 1989-1994 yılları arasında bölücü terörün nasıl azdığını, nice öğretmenlerimizin faşist pkk terörü ile şehit edildiğini, okulların nasıl yakıldığını, köyden YİBO’lara (Yatılı Bölge Okulları) öğrenci gitmemesi için terör örgütünün köprüleri sabote ettiğini, yolları mayınladığını bizzat gören ve yaşayan bir insanım. Zoruma gitti bu haber. Çünkü biz ilçe merkezlerinde çalışırken; köylerde, mezralarda görev yapan öğretmen arkadaşlarım hafta sonları yanıma gelir ve beraber kalırdık. Pazar akşamları onları bırakmaya giderken çok kez köprülerin üstünden değil suların içinden geçmişliğimiz vardır.  Daima saygı duyar, onları görünce önümü ilikler ve buyur ederdim. Bana ne den böyle davrandığımı sorduklarında her zaman aynı cevabı verirdim; “Sizi gördüğümde Peygamber Efendimizi (SAV) görmüş gibi oluyorum. Çünkü sizin mesleğiniz dünyanın en kutsal mesleği. Aldığınız üç kuruş maaşa rağmen canınızı ortaya koyuyorsunuz. Bence dünyada en büyük saygıyı siz hak ediyorsunuz!”  Hoşlarına giderdi bu cevabım. Ama gerçek buydu. Çünkü onlar Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşa gösterdiği güler yüzü, teröre ve terörden nemalanan asalaklara verdiği en güzel cevaptılar. Canları pahasına, hatta geleceklerini karartmak, sakat kalmak  pahasına köy, mezra demeden gidiyor ve devletimizin güler yüzünü minicik beyinlere nakşediyorlardı. Yıkık duvarların altında kalmak pahasına, eksi 37 derece soğukta donmak pahasına, bunca meslektaşları şahadet şerbetini içerken; onlar bir şevkle, imanla öğrencilerine koşuyorlardı.  Onları ne kurşun, ne tehdit, ne de imkansızlıklar yıldıramamıştı. Sadece terör değildi benim çilekeş öğretmenlerimi tehdit eden; yüzyılların kurulu düzeni, köylünün aydınlanmasını istemeyenler de aynı şekilde tehdit ediyorlardı. Körpe beyinlerin aydınlanmasından korkanlar, bağnazlığı ve körü körüne inanmayı kendilerine şiar edinenler için en büyük düşman öğretmenlerimizdi. Çünkü onlar körpe fidanları eğittikçe ne terör örgütü, ne ağalar nede meleler okuyan, okuduğunu anlayan, sorgulayan ve hüküm veren gençleri kendi sapık fikirleri ile avlayamıyor, haliyle aydınlanmanın kaynağı olan öğretmenlere her fırsatta kin kusuyorlardı.

            Bir devletin büyüklüğü  onun halkına götürdüğü hizmet ile ölçülür. Bir memlekette ne kadar eğitimli iş gücüne ve beyne sahip olursanız devletiniz büyük, memleketiniz mamur olur.   Ulu Önder Gazi Mustafa kemal ATATÜRK bunun bilinci ile her fırsatta Türkiye Cumhuriyetinin temelinin kültür olduğunu belirtmiş, koyu bir cehalet içerisinde yaşayan milletin aydınlanması için yurdun her köşesinde "Millet Mekteplerini" açmıştır.  Milletin geleceği için gecesini gündüzüne katan (meşhur sofrasında rakı içip kafa çekmiyor, yanına topladığı eğitimci, şair, yazar ve bürokratlarla Türk milli eğitimi için kafa patlatıyordu.) Atatürk,  eğitimin temel ilkeleri olarak milli, merkeziyetçi ve laik bir eğitimin halka benimsetilmesini istiyordu. Çünkü yüzyıllar boyu koyu bir cehaletin içerisinde kalan Türk Milletinin din kisvesi altında dogmalardan, saplantılardan arındırılmış, temeli Türk Kültürü ve ülküsü olan bir eğitimin benimsenmesini, milleti eğitecek öğretmenlerin buna göre yetiştirilmesini,  eğitimin cumhuriyetin en temel meselesi olduğunu özellikle genç öğretmenlere öğretilmesini istemiştir. Bu konuda gayet hassas olan ulu önder; zamanında öğretmenlere karşı pozitif bir ayrımcılık da yapmıştır. Çünkü ona göre "Dünyanın her tarafında öğretmenler insan topluluğunun en özverili ve saygıdeğer unsurlarıdır." (01. 03. 1923) ve  "Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet henüz millet namını almak yeteneğini elde edememiştir. Ona basit bir kütle denir, millet denmez." ( 14.10.1925, İzmir Erkek Öğretmen Okulunda.) Bundan dolayı milleti eğitecek olan öğretmenlerin yurdun en ücra köşelerinde bile Türkiye Cumhuriyetinin birer meşalesi olduğu bilinci ile hareket etmesini istemiştir. "Öğretmenler her fırsattan istifade ederek halka koşmalı, halk ile beraber olmalı ve halk, öğretmenin çocuğa yalnız alfabe okutur bir varlıktan ibaret olmayacağını anlamalıdır." (07.071927, Dolmabahçe Sarayı, İstanbul Öğretmenler Heyetine Demeç.) ATATÜRK için her okul bir kaledir! Öğretmen ise bu kalenin yegane muahafızı!
            Biz bu ülkeye 1071 de gelmedik, bu memlekette Nuh Tufanından bu yana vardık ve hala da varız. Bizim ordumuz işgal ordusu, polisimiz işgal zaptiyesi değildir. Bu nedenle elbette memleket dahilinde ortaya çıkan anarşi ve terörü devletimizin güvenlik güçleri engelleyecekler, kaosa izin vermeyeceklerdir. Memleket dahilinde kargaşa çıkarmak isteyenler amaçlarına ulaşmak için her türlü yolu deneyeceklerdir. Çünkü efendileri bu maşalara bunu emretmektedirler. Ordumuz her türlü plan dahilinde taarruz yada ricat edebilir. Bu gayet normaldir. Çünkü askerlik bir harp sanatıdır. Polisimiz yani zaptiyemiz yaptığı operasyonlar esnasında taktik gereği geri çekilebilir veya ileri atılabilir. Bu elbette polis şeflerinin bileceği bir iştir. Ancak; Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içerisinde hiçbir eğitimci, memur veya başka bir kamu görevlisi peyderpey yerini terk edemez! Hele hele bunun için eğitim, seminer, toplantı adı altında hiçbir mazeret kabul edilemez! 
            Kapanan her okul düşen bir kaledir.  Birkaç kanı bozuk şerefsizin "TiCinin örgetmenleri goçmiştir" demesi  ile öğretmenlerimiz RİCAT edecek değildir! Türk öğretmeni yüklendiği kutsal görevin bilincindedir. 

            Türkiye Cumhuriyeti kökü dışarıda birkaç beslemeye pabuç bırakacak aciz bir devlet değildir. Biz bunun canlı örneğini 25 sene önce yaşadık.  Açılan hendekler, açanlara mezar olacaktır.Yaktıkları okullar yakanların karakterini çok güzel bir şekilde anlatmaktadır. Kimse unutmamalıdır ki; Toroslarda  Yörüklerin, Menteşelerde Efelerin,  Baran Dağında Abdalların,  Palandökende Dadaşların, Nur dağlarında Rafıkların yaktığı ocaklar hala tüter. O ocaklar söndürmeye de kimsenin gücü yetmez!

2 Aralık 2015 Çarşamba

TÜRK AMERİKAN İLİŞKİLERİ-3-

 (ATATÜRK DÖNEMİ 1922-1938)
          Daha önceki yazılarımızda Osmanlı dönemi ve İstiklal Harbi yıllarında Türk Amerikan ilişkilerini anlatmıştık. Bu yazımızda Cumhuriyet dönemi, daha doğrusu İstiklal Harbimizin bitiminden Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ölümüne kadar geçen sürede Türk Amerikan münasebetlerini inceleyeceğiz.
            Dizi yazımızın ikincisinde belirttiğimiz üzere ABD İstiklal harbimiz boyunca TBMM ile ilişkileri en alt seviyede tutmaya özen göstermiştir.  Ankara Hükümetinin; kapitülasyonların kaldırılarak ABD ile TBMM hükümetleri arasında resmi ilişkiler kurulması talebi ABD İstanbul yüksek temsilcisi Amiral Bristol’e iletilmiş,  ne hikmetse Wahington’dan bir ses çıkmamıştır. [1] Ancak Amiral Bristol Ankara hükümeti ile ABD arasında ilişkilerin başlaması konusunda ısrarcıdır.  TBMM hükümetinin Fransa ile yaptığı Ankara antlaşmasından sonra Amerikan hükümeti İstanbul’daki Ticaret Temsilciliğinden bir kişiyi Ankara’ya göndermiştir. [2]
            Mustafa Kemal Paşa ABD ile TBMM arasında diplomatik ilişkiler kurulmasını özellikle istemektedir. Çünkü ABD hem ekonomik, hem de sanayi olarak büyük bir devlettir ve 1921 yılında göreve gelen Cumhuriyetçi partiden Warren Gamaliel Harding,  Monreo Doktrinine sadık kalınacağını açıklamıştır.[3] Bazı aklı evvellerin Amerika Birleşik Devletleri o günün egemen (süper) gücüdür tanımlaması sadece gülünecek bir olaydır. Evet, ABD o günkü şartlarda bir Avrupa yada Asya kıtası gibi yıkım görmemiştir. Ama yine de 20 inci yüzyılın ilk çeyreğinde egemen güç Büyük Britanya (İngiltere) imparatorluğudur. Mustafa Kemal ATATÜRK İngiltere devletine karşı ABD kartını oynamak istemiştir. Bu nedenle önemlidir ABD. Buna karşın ABD,  TBMM hükümeti ile ilişkilerinde daima tedbiri elden bırakmamıştır.
            ABD her ne kadar TBMM hükümeti ile olan münasebetlerini en alt seviyede tutmaya özen göstermişse de;  tabiri caiz ise her taşın altından çıkmaya, her fırsatta TBMM hükümetinin işlerini bozmaya gayret göstermiştir. Türkiye'nin e buhranlı günlerinde ABD hem Pontus hem de Ermeni hareketlerini açıkça desteklemiştir.  
            İstiklal Harbimizin kesin zafer ile sonuçlanmasının ardından toplanan Lozan Barış Konferansı,   Karlofça ile başlayan ve her zaman aleyhimize sonuçlanan barış anlaşmalarının bitmesi mi, yoksa devamı mı olacağı konusunda ciddi bir sınavdır. TBMM hükümeti delegasyonu;  Türk Milletinin tek  yasal temsilcisi sıfatı ile gittiği Lozan'da ciddi bir direnişle karşılaşacak, gözlemci olarak katılan devletlerin bile Türkiye'nin egemenlik hakları ve kapitülasyonlar konusunda taraf devletler ile iş birliğine gittiklerini görecektir.  Sözde Monroe Doktrinine bağlı kalacağını açıklayan Amerika Birleşik Devletleri ne hikmetse Lozan Konferansında Monroe Doktrinini unutacaktır!
            Lozan Barış Konferansında ABD,  Osmanlı Devleti yada TBMM hükümeti ile doğrudan harp halinde olmamasına karşın “Gözlemci Ülke” sıfatı ile katılmış, ancak her konuda konferansa aktif rol oynamıştır. Açık Kapı ilkesi, kapitülasyonlar, teşkilatlandırdığı Misyoner Okulları nedeniyle adeta taraf ülke hüviyetine bürünmüştür. Fener Rum Patrikhanesi konu olunca ABD delegasyonu yetkilendirilmediği halde Türk delegasyonunun karşısında Lord Curzon ile hareket etmiştir. Boğazlar konusunda ABD tam anlamıyla İngiliz görüşlerini desteklemiştir. Hiç şüphesiz Amerika Birleşik Devletlerinin Lozan'da TBMM delegasyonunu sıkıştırmaya çalışmasının altında çok ciddi konular bulunmaktadır. Bunların en önemlileri yıllar boyu adeta kanser misali açtıkları Misyoner Okullarının akıbeti, Ermeni tezleri ve kapitülasyonlar meseleleridir.
             24 Temmuz 1923 tarihinde Türkiye ile itilaf devletleri arasında imza edilen Lozan  Anlaşmasının akabinde 6 Ağustos 1923 de Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye arasında ikinci bir anlaşma imzalanır. Bu anlaşmanın en önemli tarafı 1917 yılından itibaren kesilen Türk-Amerikan resmi ilişkilerinin başlaması ve kapitülasyonlar konusunda ABD'ye tanınan ayrıcalıkların sona ermesidir. Yine 6 Ağustos 1923 tarihinde Türkiye ve ABD arasında suçluların iadesi, anlaşması imzalanacaktır. Her iki ülke parlamentolarında onaylandıktan sonra yürürlüğe girecek olan ilk anlaşma Amerikan kongresinde 3,5 yıl bekletilmesine rağmen onaylanmamıştır. Bunun en önemli nedeni ise Lozan'da istediklerini alamayan Ermeni diasporasının etkili çalışmalardır. O kadar sistemli çalışmışlardır ki; 1918 yılında Vahan Kardaşyan ile James W. Gerard tarafından kurularak Milli Mücadele döneminde Türk karşıtlığıyla tanınmış ve kara propaganda üzerinde uzmanlaşmış ilk örgüt; ACIA (American Committee for the Independence of Armenia - Amerika Ermenistan’ın Bağımsızlığı Komitesi) artık bağımsızlığa kavuşturacak bir Ermenistan kalmadığı için Lozan Antlaşmasına Karşıt Amerikan Komitesi ACOLT (The American Committee Opposed to the Lausanne Treaty-Lozan Antlaşmasına Karşı Amerikan Komitesi) adını alır ve tüm gücü ile Lozan anlaşmasının ABD temsilciler meclisi ve kongreye gelmemesi için çalışır.[4] Ermenilerin ve Demokrat Partinin yoğun kulisleri neticesinde Türk-Amerikan anlaşması 1927 yılında ABD senatosu tarafından ret edilir. Türkiye'nin başına ileriki yıllarda "Ermeni Meselesi" olarak çıkacak olan suni mevzunun taraftarları ilk zaferlerini kazanmışlardır. Temelinde Amerika Birleşik Devletlerinin misyoner okullarının ve Protestan Ermeni cemaatinin yattığı bu suni mesele Türkiye Cumhuriyetinin de çok başını ağrıtacaktır. [5]
            1927 yılı Şubat ayında  uluslar arası literatürde "Modus Vivendi" (Yaşama Biçimi) olarak adlandırılan "Geçici Anlaşma" ile Türkiye Cumhuriyeti ve Amerika Birleşik Devletleri arasında ilk diplomatik ilişki kurulur ve Ekim 1927 de ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Joseph Grew Türkiye Cumhurbaşkanı Atatürk'e güven mektubunu verir. ABD ile 1 Ekim 1929'da imzalanan "Ticaret Seyriseferin Anlaşması" haricinde kayda değer bir diplomatik ilişki kurulmamıştır.
            Gazi Mustafa Kemal Atatürk ABD'den özellikle teknoloji ve eğitim konularında yararlanmak istemiştir. Ancak ABD'nin Türkiye'ye bakışı kolay kolay değişmemiş, özellikle İngiliz destekli isyanlar ile yeni kurulan Türk Devletinin yıkılacağı beklentisi Washington kulislerinde sıkça dile getirilmiştir. Ancak genç Türkiye Cumhuriyeti ve onun dahi önderi Atlantik ötesi müttefikimiz(!) Amerika'nın hevesini kursağında bırakmıştır!
            Dizi yazımızın bir sonraki bölümünde Milli Şef İnönü dönemi  Türk-Amerikan İlişkilerini ele alacağız.




DİP NOTLAR                                   :
[1]-1921 Ocak ayı
[2]-Temsilcinin adı Julian Gillespie olup 1921 Aralık Ayında gittiği Ankara’dan 1922 Şubatında ayrılmıştır. (y.n)
[3]-HARMANDA, Kudret Türk Amerikan İlişkileri-2- YÖRTÜRK Dergisi 2015 Eylül-Ekim Sayı :123
[4]- ŞİMŞİR, Bilal; (1977), "Türk-Amerikan İlişkilerinin Yeniden Kurulması ve  Ahmet Muhtar Bey' in Vaşington Büyükelçiliği (1920-1927), Belleten (162)
[5]- HARMANDA, Kudret Türk Amerikan İlişkileri-1- YÖRTÜRK Dergisi 2015 Temmuz-Ağustos Sayı :122

11 Ekim 2015 Pazar

96-246

           
          Barış için toplananlara yapılan saldırının bilançosu bu; 96 ölü, 246 yaralı... ne kadar kolay değil mi, 96 ve 246 rakamlarını okumak. Bir de bu rakamları birer birer, teker teker  düşünün hele. Bir anne, bir baba, bir evlat... Yüreklere yangın, gözlerde yaş olur, uzar gider bu birler.
            10 Ekim 2015 Türkiye tarihinde kara bir leke olarak yerini aldı. Tıpkı 11 Mayıs 2013 gibi, 20 Temmuz 2015 gibi. Türkiye son yıllarda çok çetin bir sınava tabi tutuldu. Bunu aklı başında herkes görmekte ve ne gibi tedbirler alınması gerektiği konusunda  fikirler üretmekte. Terörün her türlüsünün tek bir amacı vardır; korku ve kaos yaratmak. Bunun için de her şeyi kullanmaktan çekinmez terör örgütleri ve bunların beslendikleri baronları. Kaos yaratmak, toplumsal barışı bitirmek, toplumda çatışma çıkartıp zayıflayan devlet otoritesini çökertmek. Akabinde ortaya çıkan yeni durumu kendileri için kullanmak. Terör baronlarının amacı budur. Ölenlerin, yaralananların, sakat kalanların kimlikleri, milliyetleri ve inançları onları hiç alakadar etmez. Onlar için 90 yaşındaki bir ihtiyar ile, anne karnındaki bebeğin hiç bir farkı yoktur. Sadece rakamdır çünkü. İstatistiksel bir rakam!
            Dün Hatay Rayhanlı'da, Şanlı Urfa Suruç'ta kimler bombayı patlatmış ise, bu gün Ankara'da aynı eller gitmiştir o pimi çekmeye! Dün Dağlıca'da, Iğdır'da, Diyarbakır'da, Şırnak'ta askerimize ve polisimize kurşun sıkanlar hangi eller ise, bu gün Ankara'da bombayı patlatanlarda aynı ellerdir. Kimse hamasi nutuklar atmasın. Yapılmak istenen açık ve nettir. Ortadoğuda istikrarlı, barış adası bir Türkiye istenmemektedir. Olayın analizini yaptığınız vakit yapılan saldırının ne kadar profesyonelce ve düşünülerek yapıldığını çok rahat görebilirsiniz. Bunun için terör uzmanı olmaya gerek yoktur. Polis yada güvenlik şefi olmanızda gerekmez. Mantıklı düşünen herkes görecektir ki; insanları Türkiye'nin kalbi olan Ankara'ya, yani başkente toplayarak orada bu saldırının yapılmasındaki mesaj açıktır. Ülkedeki bütün vatandaşlara korku yaşatmak, herkese sizinde canınız emniyette değil demek! Terörün vurduğu insanlar tek bir grup yada kişiler değildir. Hedef terörün yarattığı acının tüm ülkede, tüm şehirlerde hissedilmesini sağlamaktır. Bu şekilde tüm ülkedeki vatandaşların içerisinde korku salmak, insanlar arasında kin ve nefret oluşturmak amaçlanmaktadır.
            Korku salmak amaçlanmaktadır; ülkenin başkentinde, Türkiye Cumhuriyetinin kalbinde bile vatandaşın can güvenliğinin olmadığı bilinçaltına işlenmektedir. Halk adeta ölüm gösterilerek sıtmaya razı edilecektir. Son üç ayda yoğun bir biçimde terör örgütünce halkın güvenliğinden başka bir şey düşünmeyen ve bu uğruda gece gündüz çalışan askerimiz ve polisimiz terörist saldırılara uğramakta, hemen her gün güvenlik güçlerimiz şehit vermektedir. Halkımıza,  polis ve asker kendini koruyamaz durumdadır denilerek vatandaşın can ve mal güvenliğinin olmadığı bilinç altına yerleştirilmek, Türkiye Cumhuriyeti devletine olan inancın sarsılması istenmektedir. Bu şekilde hareketle bir vakit sonra, aman ne olacaksa olsun, gidecek gitsin, kopacak kopsun diye bir algı, toplumsal bir bezginlik oluşturmak istenmektedir.  Amaç toplumsal kaostur. İnsanlar arasında kin ve nefret oluşturmak amaçlanmaktadır; bin yıldır bu topraklarda yaşayanlar ırki, mezhepse, siyasi ve ekonomik faktörlerle ayrıştırılmak, ayrıştırılırken nifak tohumları ekerek ötekileştirip toplumu birbirine düşürmek, en nihayetinde Türkiye'nin bir Ortadoğu ülkesi gibi adının katliamlarla, cinayetlerle anılmasını sağlamak istenmektedir. Nihai hedef bellidir; bu ülkede oluşan birlik bitirilmek istenmektedir.
            Türk milleti tarihin hiçbir döneminde şehit kanları ile suladığı mukaddes vatan topraklarını peyderpey terk edip çekilmemiş, şehit kanı ile sulanan toprağın bedelinin yine kan olduğunu yüzyıllarca düşmanlarına anlatmıştır. Terörist saldırılar ile Türk milleti yılacak, bezginleşecek diye bekleyenlere şu söylemek isterim ki; ÇOK BEKLERSİNİZ!
            Türk Milleti tarihin her döneminde içeride ve dışarıda düşmanları ile mücadele etmiş ve her defasında kazanmıştır. Başka hiç bir millette olmayan bir haslet ile, vatan toprağını kutsal bilmiş, yurt tuttuğu toprakları şehitlerinin yadigarı bilmiştir. Gittiği her yerde kendi kültürünü götürürken, diğer milletlerin kültürünü de aynı potada eritmiş ve temeli kardeşlik olan yepyeni yaşam şekilleri ortaya çıkartmıştır. Dün Osmanlı Türk İmparatorluğunun tebaası olan  Arnavut, Boşnak, Arap, Nasturi, Grek, Bulgar, Berberi, Romen, Macar yada Kürt   hiç birisi de Türkler katliam yaptı, yok etti, eziyet ve işkence etti demez, diyemez.  Çünkü milletimiz gittiği her yere engin hoş görüsünü ve adaletini de götürmüştür. Oysa bu gün hangi devlet olursa olsun gittikleri ve çıktıkları yerlerden kan, göz yaşı, katliam ve insan hakları ihlalleri ayyuka çıkmaktadır.
             Vietnam'a sözüm ona demokrasi götüren ABD, daha Vietnam'da akıttığı kan kurumamışken Nikaragua'da, El Salvador'da, Libya'da, Irak ve Afganistan'da sözüm ona demokrasi götürürken ne hikmetse çıkıp gittiğinde arkasında kan ve göz yaşından başka bir şey bırakmamıştır. Afganistan'a sosyal adalet (!) götüren Rusya'nın daha bir kaç gün önce Suriye'de yaptıkları her ne kadar cevval Türkiye basınında çıkmamışsa da bizzat kendim Bayır Bucak bölgesinde bombalanan Türkmen köylerinden ve şehit edilen Türkmenlerden haberdarım ve kendi sosyal paylaşım sayfamda bunları insanlara görselleri ile birlikte anlattım. Hindistan'da, Avustralya'da, Afrika'da milyonlarca insanın kanına giren İngiliz aristokrasisi, ne hikmetse demokrasinin beşikliğini yaparken meşhur atasözünü tekrar tekrar yinelemektedir. Ya Fransa? Belçika ve Almanya? Çok mu masumlar sizce?
            Gariban Kürtlerin üzerine silahlandırıp gönderdikleri Ermeni terör örgütü Kara Haç (Sev-Haç) devamı PKK'yı destekleyen hangi ülke masumdur? Sözde Marksist-Leninist ideolojiye sahip olduğunu söyleyen ama gerçekte büyük Ermeni yalanına hizmet eden faşist PKK neden Avrupa ve Amerika tarafından adeta kundaktaki bebek misali desteklenir ve kabul görür? Soruların cevabı çok bildik, çok tanıdıktır aslına bakarsanız; emperyalizm kendi çıkarları için, varmak istediği hedefler için insan canına, başkalarının hak ve hürriyetlerine önem vermez ve hedefine ulaşmak için her yolu mubah görür!

            Anadolu ve Trakya'da bin yıldır bir arada yaşamış Türkler ve Kürtler; eğer bir arada yaşamaya devam etmezseniz, ölenlerin istatistiklerini tutmaktan keyif alırsanız, ölen kim olursa olsun bizden olmasın derseniz; Suriye'den yada Irak'tan daha beter bir duruma düşeceğimizi aklınızdan çıkarmayın! 95 canın ölümü, 246 canın yaralanması sadece Anadolu ve Trakya'da yaşayanları değil, bütün Türk dünyasını derinden sarsmıştır. Kendi ülkemizde, kendi başkentimizde vatandaşlarımızın saldırıya uğraması kabul edilebilir bir şey değildir. Bu saldırının ve güvenlik güçlerimize yapılan saldırıların tek bir amacı vardır: Türkiye'de bir Türk-Kürt çatışması çıkartarak Türkiye Cumhuriyeti devletini yıkmak,  Türk Milletini mülteci haline getirmek! Eğer fail arıyorsanız, son bir haftalık haber sitelerine bir girin derim. Fail bellidir, ama kurbanın kim olacağı belirsizdir!
            Türk halkı bu oyuna gelmemeli, bu gibi şeylerin  kökü dışarıda olanlara yarayacağını unutmamalıdır. Halkımız teröre prim vermeyecektir. Kimden ve nereden gelirse gelsin bu ülkede bin senede tesis edilen kardeşlik bozulmayacaktır! Türkiye'de yaşayan Kürtlere de şunu demek istiyorum; sizlere demokratik haklar, barış diyerek sizden oy isteyen, gözünüz gibi baktığınız çocuklarınızı ölüme gönderenlerin amacı bellidir. Lütfen oyuna gelmeyin. Gever'in Doski köyünden dağa kaldırılan Rojin'in yaşamaya hakkı olduğu gibi, kendi kanı üzerinden politika yapanların çocukları gibi kolejlere gitmesi de hakkıdır!
            Türkün Kürdü, Kürdün Türkü kırmasından en büyük zevki bu toprakları yüzlerce yıldır sömüremeyenlerin alacağını unutmayın! Biz birbirimize düştüğümüz anda bu topraklarda yükselecek ağıtlar Türkçe ve Kürtçe olacaktır. Ama sevinç çığlıkları kesinlikle Türkçe ve Kürtçe olmayacaktır! Emin olun…
             


8 Ekim 2015 Perşembe

SARI ÖKÜZ MÜ, GÖK BÖRÜ MÜ?



Hikaye meşhurdur; bir ormanda yaşayan aslanlar ve sığırlar daima mücadele halindedir. Ancak sığırların başında olan yaşlı sarı öküz kurduğu sistemle sürüye aslanların yaklaşmasını engeller ve örgütlediği sığırlar ile hiçbir kayıp vermeden yaşar. Bu durumda artık açlıktan ölecek hale gelen aslanlar kendilerince bir çözüm yolu ararlar ve şöyle bir hile geliştirirler; sürünün genç boğalarına “Bizim sizinle bir meselemiz yok. Şu huysuz ve yaşlı sarı öküzü bize verin, bir daha size ilişmeyelim. Sizinle barış yapalım!”  diyerek barış teklif ederler. Sürünün ihtiyar öküzleri ve inekleri buna karşı çıkarken, rahatlayacaklarını sanan genç düveler ve boğalar bu teklife sıcak bakarlar ve sarı öküzü verirler. Sonu ne mi olur? Aslanlara gün doğar tabi ki!
            Yüzlerce yıl boyunca barış ve huzur içinde yaşayan Ortadoğu coğrafyası “Sarı Öküzü” birilerine yem etmiş gibi 150 senedir isyan ve savaşlarla adeta kan deryasına dönmüş durumda.  Nedendir bilinmez, başında Osmanlıdan bağımsızlık isteyen aşiretler bu gün Osmanlıyı arar olmuşlar.
            Mısır ne krallık, ne de cumhuriyet ile huzura kavuşmamış. Arap dünyasının en büyüklerinden ve hatta nüfus olarak en büyüğü olan bu Nilin bereketli ülkesi sözde bahar ile adeta cehenneme çevrilmiş, yönetim sorunu mezhep ve ırki meselelere kadar uzanmış vaziyette. İdam edilenlerin sayısını kimse bilmiyor. Firavunların ve piramitlerin ülkesi artık huzuru mumla arar olmuş.
Kuzey Afrika’nın varlıklı ülkesi  Libya,  tam bir ibret abidesi gibi duruyor. Abu Minyar’ın ülkesi artık yabancı misyonerlerin, kelle avcılarının, bir damla kan, bir damla petrol diyen paralı lejyonerlerin cirit attığı kabuslar ülkesi halini almış. Dün Arap ve Afrika Uluslar Topluluğunda halkına yaşattığı refahı ile tek olan, 150 den fazla aşireti arasında tek bir mesele bile yokken  bu gün hepsi birbiri ile  kan davalı olan Libya… Muammer Muhammad Abu Minyar el-Kaddafi öldürülmeden 4 ay önce şöyle diyordu bir röportajında “Ben ölürsem sadece Libya değil tüm bölge karışır. Çünkü bu ülkede herhangi biri ne El Kaide'yi ne de aşiretleri benim gibi kontrol edebilir"… ve dediği gibi çıkıyordu. Bu gün Libya’da silahlı gruplar parlamentoyu basıp milletvekillerini kaçırır duruma geliyordu. Sahi 2011 yılında ABD nasıl bir açıklama yapmıştı hatırlar mısınız? “Bir ülke daha sayemizde özgürlüğüne kavuştu!” Güler misin ağlar mısın derler ya, tam o şekilde işte! Özgürleşen Libya!
2003 yılında Irak özgürleştirilmişti ya, özgürleşmenin bedelini pek ağır ödedi. Saddam Hüseyin Abdülmecid El-Tikriti’den özgürleştirilen   Irak fiilen birkaç parçaya bölünürken, bu özgürleşmenin  bedelini 1,5 milyon insanın canı, yüz binlerce kadının kirletilen namusu, 1 milyon hasta ve sakat ile ödüyordu. Irak özgürleşmişti (!)
Suriye Cumhuriyeti 5 yıldır özgürleşemedi! 22 milyon 850 bin kişilik ülkeden olayların başladığı 15 Mart 2011 den bu yana 4 milyon 13 bin Suriye vatandaşı mülteci olarak komşu ülkelere sığınırken, 7 milyon 600 bin Suriye’li kendi ülkelerinde yerlerinden oluyordu. Ölenlerin sayısı çeşitli kaynaklarda farklı farklı verilirken 250 binin üzerinde insan hayatını kaybediyordu. Neden özgürleşemedi(!) bu ülke derseniz, Esad kardeş akıllı çıktı! Babasından miras yöneticiler akıllıca davrandılar. 1991 de ki komünist yıkımlardan, Saddam ve Kaddafi’den iyi ders almışlardı. Bu nedenle Suriye 4 yıldır hala özgürleşememiştir!
Ya Yemen? Sudan? Fas? Afganistan? Hiç merak etmez misiniz, neden bu özgürleşmeler İslam ülkelerinde ortaya çıkıyor diye? Neden İngiltere özgürleştirilmez? Bin senedir İngilizlerin üzerinde monarşik bir hakimiyet kuran Elizabeth ve varisleri başka bir ülkeye göç ettirilmez? Yoksa İngilizler özgür mü? Almanya neden özgürleşmez? Ya Fransa? Demokrasi havarisi kesilen ABD? 20 tröstün esaretindeki ABD özgürleştirilmeyi hak etmiyor mu?
Sizce nereden çıktı bu yalancı Arap Baharı? Nasıl oldu da bir anda Kuzey Afrika’dan Suriye’ye, Yemen’den Afganistan’a ateş topu komple İslam coğrafyasını sardı? Düşündünüz mü? Dünün muktediri olan Arap diktatörler yerle bir olurken, onların iktidardan uzaklaştırılmaları neden kaosun önüne geçemedi? Sözde özgürleşen ülkeler neden hala kan deryası? Oluk oluk insan kanı akarken, bu akan kan yoksa bir yerlere petrol olarak mı dönüyor? Milyonlarca insan mülteci durumuna düşerken, birileri bunu nasıl  ranta çevirebiliyor?
Aslına bakarsanız olayların tek bir açıklaması var. “Bir damla kan eşittir bir damla petrol!”  Bunun için de savaş makinesinin durmadan çalışması, değirmen gibi insan öğütmesi gerek. Kalem ile çizilen haritaların bozulup, kanla çizilmesi gerek. Koyun koyuna yaşayan milyonlarca insanın dil, din, mezhep, aşiret gibi kavramlarla bölünmesi ve birbirine düşürülerek yok edilmesi gerek. Bunun için de güçlü olan, bu coğrafyada söz sahibi olan kim varsa emperyalistlerin önünde çekilmesi, bertaraf edilmesi gerek.
Bu saydıklarım sanılmasın ki bir anda ortaya çıktı. Hayır! Önce İslam Coğrafyasının Sarı Öküzünün kurban edilmesi gerekti. Sarı öküz kurban edilecek, sonra aslanlar sürünün içine dalacaktı. Nitekim öyle de oldu! Ortadoğuda dosta hakikaten güven, düşmanına ise korku veren Türk Silahlı Kuvvetleri adeta sarı öküzün durumuna düşürüldü. Bu bir sav değildir, hakikattir. Bakın ne diyor Amerikalı CIA’nın Türkiye uzmanı Henri J. Barkey “Yaptığımız görüşmelerde bize, ’AB’ye girmek ve demokrasi istediklerini, bunu kendileri için bir rönesans olduğunu’ söylediler. Türk Ordusu ise ABD’ye güvenmiyordu. Irak’a ABD’den bağımsız girmek istediler. Avrupa Birliği adaylık sürecinde müzakereler yoluyla orduyu çok sıkı bir kafese kapattık!” yani sarı öküz kurban verilmişti! Ortada  müthiş bir kumpas vardı. Türk Silahlı Kuvvetleri halkının ve İslam aleminin nazarında kötü bir duruma düşürülecek, ardından ordu kendi meseleleri ile uğraşırken, emperyaller Ortadoğu’da istedikleri şekilde at oynatacaklardı ve oynattılar da! Sadece AB vasıtası ile değil, iç dinamiklerle de(!) TSK moral olarak çökertilmek istendi. "Türkiye bağırsaklarını temizlerken" Kuzey Afrika üzerinden Arap yarımadası ve arkasından Levant bölgesine yalancı bir bahar gelmeye başladı.
Arap Baharı denen uyduruk bahar nereden çıktı? Durduk yerde bir anda nasıl ortaya çıktı bu kanlı bahar? Birileri kalkıp bunun İsrail devletinin yerini sağlama almak gayesi ile ortaya koyduğu Mossad tabanlı bir hareket olduğunu söylemektedir. Bir diğer grup ise bu gün yaşananların Arz-ı Mevdut (vaat edilen topraklar) meselesi olduğunu, Medinat Yişrael'in büyüme gayreti olduğunu iddia etmektedir. Bir başka kesim ise bu gün yaşananların Armegeddon (Melhame-i Kübra) için hazırlık olduğunu, ne kadar çok insan ölürse bu savaşın daha tez kopacağını söylemekte, bu işin müsebbiplerinin Kabbalistler olduğunu beyan etmektedir. Olaylara farklı açıdan bakan bir diğer grup ise Ortadoğunun ve İslam aleminin tekrar dizayn edilerek, Hristiyan batı ve müttefiklerince yeni sömürülecek kaynaklar için bu savaşların ve isyanların  çıkartıldığını söylemektedirler. Aslında hepside kendi çapında doğruyu söylemekte, ancak parçaları tam yerine oturtamamaktadır.
İsrail yaşamak için, bu coğrafyada var olabilmek için daima savaşmak zorundadır. Saldırganlığının altında yatan gerçek budur. Bunun için de düşmanlarını ortadan kaldırmak, 5 bin senelik Arz-ı Mevdut hayalini gerçekleştirmek zorundadır. Bu nedenle bölgede kendinden güçlü, hele hele güçlü Müslüman bir ordu istememektedir. Öte yandan  Kabalistlerin büyük savaşı çıkarma gayretleri artık komplo teorisi olmaktan çoktan çıkmıştır.  İşıd (Isıs-Daeş) terör örgütünün bir anda ortaya çıkması, ortalığı kasıp kavurması, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da çıkan terör örgütlerinin yabancı istihbarat servislerinin birer projesi olduğu artık gün gibi aşikardır. Hedef büyük savaşın (Armegeddon-Melhame-i Kübra) çıkartılmasıdır.  Öte yandan Batı dünyası Ortadoğu’da sadece petrolün peşinde değildir. Yeni yaşam kaynakları ve alanlarının da peşindedir. Şimdi aklınıza şu soru gelebilir; ne yapacaklar ki orta doğunun çöllerinde? Ben de diyorum ki Ortadoğu sadece çöllerden oluşmuyor. Verimli Mezopotamya ve Anadolu’da aynı bölgenin içerisinde! Avrupa ve Amerika’ya sadece petrol değil, başka yer altı ve yer üstü zenginlikleri de gerek.  Bunların rahat rahat ele geçirilmesi ise ancak bölgenin emniyet sübabı olan TSK’nın Sarı Öküz misali aslanlara teslim edilmesi ile mümkündü!
İslam dünyası bu gün 100 yıl önce işlediği hatanın diyetini vermektedir. 100 sene önce Türk Ordusunu arkasından vuranlar, bu gün aynı ordunun varlığına muhtaç hale gelmiştir.
Hıristiyan batının ve bağlaşıklarının bir yandan demokrasi adı altında TSK’yı kafeslerken, diğer yanda bölücü terör örgütüne destek vermelerinin altında da Sarı Öküzün hala kesilememiş, yok edilememiş olması gerçeği yatmaktadır. Türk Milleti ordusuna daima güvenmiş, ordusunu peygamber ocağı görüp, Ulu Başbuğu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün dediği gibi "Biz Türkler ordusu olan bir millet değil, milleti olan bir orduyuz!” düsturunu unutmamıştır! Türk Silahlı Kuvvetleri binlerce senelik bir geleneğin temsilcisi, milletinin ve vatanının yılmaz bekçisidir. Türk Silahlı Kuvvetleri yaşlı Sarı Öküz değil, dosta güven, düşmana korku veren GÖK BÖRÜ’dür! Ölmesini bekleyenlerin de ömürleri yetmeyecektir!



25 Eylül 2015 Cuma

MERHAMET...











Sınırları kim çizdi?
mavi gökyüzünü kim boyadı karaya
kim vurdu ayaklarımıza prangaları
Kim taktı ellerimize kelepçeleri?
Kan olmuşken kıpkırmızı ufuklar...
mavilikler açar mı dersiniz?
Suriyeli mülteci son nefesini verirken
tel örgülerde, balık gibi vururken sahile...
sahi dayanır mı yüreğiniz?
Şehit düşerken insanlık, kapitalin kollarında
bir komünist küfrü ile lanet eder misiniz?
Fatihaya muhtaç binlerce mülteci ölüye,
Bir Müslüman gibi göz yaşı döker misiniz?
Sanmayın ölen, sadece bir cesettir...
Ölen aslında gözünüzdeki son damla,
yüreğinizdeki son kırıntısı...
Ölen, insanı insan yapan;
merhamettir!
25.09.2015 01:50
Kudret Harmanda


9 Eylül 2015 Çarşamba

KIRIL-MA!


            Terör örgütlerinin  en büyük amacı toplumu anarşi ve kaos ile umutsuz ve çaresiz duruma düşürmek, bezdirmektir. Bu şekilde hedeflerine ulaşacaklarını sanırlar. Eğer toplum akıllıca davranır, birlik ve beraberliğinden taviz vermezse terör örgütleri başarısız olur, silinip giderler.
            Pek çok ülkede zaman zaman ortaya çıkan terörist gruplar amaçlarına ulaşabilmek için düşmanla işbirliğine girmekten geri durmazlar. Sırf amaçlarına ulaşabilmek için kendi savundukları ideolojilerini bile bir tarafa bırakırlar ve sözüm ona düşmanı oldukları karşıt fikirleri savunan yapılarla bile işbirliğine giderler. Bunda her iki tarafta sözde kazanan olduğunu sanır, ama gerçekte kazanan burada terör örgütleri değil, onların hamiliğini yapan ve onları maşa olarak kullanan devlet yada organizasyonlardır. Tarihin tozlu yaprakları böyle kirli işbirliklerini hala yazmaktadır.
            Osmanlının son zamanlarında ortaya çıkan Ermeni, Rum, Bulgar ve Arnavut tedhiş örgütleri en büyük yardımları ne hikmetse hep Rusya, İngiltere, Venedik, ABD gibi zamanın güçlü devletlerinden görürken, günü gelince en büyük kazıkları da yine bu ülkelerden yemişlerdir. Öyleki Rusya sözde Doğu Anadolu'da  Ermeni devleti kurma hayalindeki Ermenilere yardım ederken, kendi işgali altındayken (tarihimizde meşhur 93 harbinden 1918'e kadar 40 yıl boyunca) ne hikmetse Ermenilere alın devletinizi kurun diye işgal ettikleri toprakları vermemişlerdir. Aynı şekilde Amerika Birleşik Devletleri misyoner okulları ve sözde yardım dernekleri ile Protestan ettikleri 70 bin Ermeni'yi tekrar Anadolu'ya gönderirken niyetleri bağımsız bir Ermenistan değil, sömürü kolonizayonu kurmaktır. Birinci Paylaşım Savaşında yükselen Arap Milliyetçiliğini lehine kullanmaya çalışan İngilizlerin savaşın bitiminden sonra bunları Arapların kara kaşına, kara gözüne vurgun oldukları için yapmadıkları, Arap coğrafyasını yüz yıldır sömürmelerinden bellidir.
            Türk Milli İstiklal Harbi esnasında ayrılıkçı Pontus, Ermeni ve Kürt örgütlerine en büyük desteğin İngiltere ve bağlaşıkları tarafından verildiğini bilmem söylemeye gerek var mı? Türk Milletini Anadolu bozkırına gömmeyi kendisine görev addetmiş olan Büyük Britanya Krallığı en küçük kıvılcımı bile değerlendirmiş, adeta ortalığı yangın yerine çevirmiştir. Çünkü "İngiltere'nin düşmanları yoktur, İngiltere'nin dostları da yoktur; İngiltere'nin çıkarları vardır!"
            Yeryüzünde canları sıkıldıkça başka ülkelere demokrasi (!) götüren emperyalistler götürdükleri sözüm ona demokrasi ile bu ülkelerin yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürmekte, çıkıp gittiklerinde tabiri caizse bu ülkeleri sıkılmış limon gibi posa halinde ve kargaşa içinde bırakmaktadırlar. Yanı başımızda Irak devletinin ve Suriye’nin durumu bellidir. Sözde Kaddafi diktatörlüğünü yıkanların Libya’yı kaça böldükleri ortadadır. Yemen’de demokrat (!) Katar ve Suudi Arabistan bir bataklığa saplanmışlardır. Büyük ağabeylerinin emri ile Yemen’e giren aklı evveller bu gün yaktıkları ateşin kendilerini yakacağından bihaberdir!
Sadece İslam coğrafyasında değil, dün Vietnam’da, Kamboçya’da, Guatemala’da bataklığa saplananlar, milyonlarca insanın kanına giren küresel çeteler bu gün aynı oyunu ülkemizde sahnelemek istemektedir. Görünende Marksizm arkasına maskelenmiş faşist pkk terörü, ama gerçekte arkasında sayısı onları bulan yabancı istihbarat çetelerinin yürüttüğü kirli bir savaşın içindeyiz. Bunun yaygınlaşması için de sözüm ona kendilerine durumdan vazife çıkaran bazı çevreler yoğun bir çaba sarf etmekteler. Birkaç slogan ile kitleleri harekete geçirenler ikinci hedef olarak ülkede etnisiteye dayalı bir iç savaş gayreti çıkarma içindeler. Sizce kime yada neye hizmet ediyor dersiniz bu cevval vatandaşlar? Sosyal ağlar üzerinden kitleleri harekete geçiren, terörü ve terörist saldırıları protesto ettiğini, şehitlerden dolayı tepki verdiğini söyleyen bu şahıslar kime hizmet ettiklerini biliyorlar mı dersiniz? Tepki ve protesto demokratik yollardan olduğu sürece kimse ses çıkartamaz! Ancak; tepki vermek adına işi yağmaya, çapula ve Vandalizm’e götürürseniz adama “Sen kimin askerisin?” diye sorarlar!
Ülkemiz hakikaten çok zor bir süreçten geçmektedir. Malum bir siyasi partinin sorumlu konumundaki kişisi BM, NATO ve Avrupa Birliğinin Türkiye’de ki duruma müdahale etmesini istemektedir. Bu ne demektir derseniz; Bölünmüş Ortadoğu Projesinin son ayağı olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin parçalanması için uluslararası bir ittifak kurulmasını istemektedirler. Amaçları tıpkı Irak, Libya, Mısır, Suriye örneklerinde olduğu gibi ülkemizi uluslar arası arenada suçlu konuma düşürmek, “Türkler Kürtleri öldürüyor, gelin kurtarın!” diyerek milletimizi katil, devletimizi otoriteyi sağlayamayan kabile devleti gibi göstermektir.
Bizim milletimiz böyle ucuz oyunlara ve provokasyonlara kapılacak bir millet değildir. Devletine ve onun kurumlarına güvenir. Bu nedenle birilerinin özellikle tahrik etmelerine kapılarak birilerine saldırılmaması gerektiğini, adalet, asayiş ve güvenliği devletinin yetkili organlarının sağlayacağını da gayet iyi bilmektedir. Türk Milleti derleme toplama bir toplum değil, 4 bin yıllık devlet geleneği olan bir millettir. Tarih boyunca kurduğu devletler ile teşkilatçılığını cümle cihana göstermiş bir millettir.
Bu kirli oyuna gelmeyerek, Türklerin ve Kürtlerin akıllıca davranıp birbirine düşmesini bekleyenleri hayal kırklığına uğratması gerekmektedir. Eğer bu oyunlar boşa çıkartılmazsa yakılacak ağıtlar Türkçe ve Kürtçe olacaktır. Atılacak sevinç çığlıklarının İngilizce, Almanca, Fransızca, İbranice, Farsça, Yunanca, Rusça olacağını da unutmamak gerekiyor! Bizler yani Anadolu coğrafyasında yüzlerce yıldır bir arada yaşayan insanlar etle tırnak gibi değil, baş ve gövde gibiyiz. Unutmayalım, kız aldık, kız verdik. Bu gün çoğumuzun ister Türk, ister Kürt olsun dayı, teyze, hala çocuklarının birbirine kırdırılmak istenen taraftan olduğunu unutmayalım!
Son olaylarda ortaya çıkan büyük bir gerçek var; PKK terör örgütü bu kadar büyük saldırıları yapacak ne teknik alt yapıya, ne de lojistik imkana sahip. Buda göstermektedir ki, anılan örgüte yardım eden çok derin yapılar var. Türk Milleti bunu göz ardı etmemelidir. PKK ve işbirlikçilerinin asıl amacı Ortadoğuda istikrarlı bir Türkiye’nin olmaması, terörden beslenen emperyalist güç odaklarına sömürecekleri yeni alanların  açılmasıdır. Öyle olmasaydı 1974 yılında kurulan bölücü örgüt şimdiye kadar kaç defa bitme noktasına geldi ise bir şekilde tekrar dirilmezdi. 2 aylık bebeklere bile kurşun sıkmaktan imtina etmeyen bu canilerin asıl hizmet ettikleri yer Kürt halkı değil, bu coğrafyayı sömürmek isteyen emperyalist devletlerdir. Türk Milleti uyanık olmak zorundadır. Bu gün sadece doğu ve güney doğu bölgelerimizde gerçekleşen anarşi olayları doğrudan milletimizin sağ duyusu yok edilerek  bütün ülkeye yayılmak istenmektedir. Burada halkımız akıllı davranıp silahlı kuvvetlerine ve emniyet güçlerine güvenmek, sağ duyulu olmak zorundadır.
Ülkeyi yönetmeye talip olan kim olursa olsun halkın öfkesini yatıştırmak gibi bir zorunluluğu vardır. Üstte çatışma çıkartılıp, altta halkın sakin olması beklenemez. Bu konuda görev mevcut tüm sivil toplum kuruluşlarına, siyasi partilere ve kanaat önderlerine düşmektedir.
Kimse şunu unutmasın; bu gün bölücü örgütün şehit ettiği gerek asker ve gerekse emniyet güçlerimizin içinde Türk asıllılar olduğu kadar Kürt ve hatta başka kökenden olan kardeşlerimizde bulunmaktadır. O halde yapılacak tek şey; ülke olarak derdimize, kederimize ve sevincimize sahip çıkmak, yüz yıllardır bir arada yaşadığımız, ekmeğimizi bölüşüp, suyunu içtiğimiz, ölüsüne ağlayıp, birlikte halay çekip horon teptiğimiz insanlarımızı ötekileştirmemek, birbirimizin yaralarını sarmaktır. Zaman kırılma, darılma, düşmanlaşma zamanı değil, kardeşlik zamanıdır! Bunu başardığımız anda kazanan biz, kaybeden rezidanslarda oturan küresel çeteler olacaktır!

            Haydi Türkiyem; sen bunu başarırsın! Düşmanına koz verme, yüz yıl önce başaramadılar, şimdi başarmalarına izin verme!

3 Eylül 2015 Perşembe

KURANSIZ İSLAM


Kuransız İslam olur mu? Allah kelamı olmadan, Allah’ın ilahi yasalarının yazılı olduğu Kuran olmadan İslam olur mu? Hazreti Muhammed Müslüman inancına göre Allah’ın insanlığa gönderdiği son peygamberdir, o halde Onun sünneti olmadan İslam olur mu?
Denilir ki, İslam geldi bütün dinler batıl (Allah katında geçersiz) oldu. Peki bu gün yaşanan nedir? Allah’ın kitabı, peygamberi olmadan yaşanan hangi dindir? Barış dini İslam nasıl bir anda sapık ideolojilerle anılır oldu? Sevginin ve kardeşliğin salık verildiği bir din nasıl oldu da terörizmle anılır oldu? Sorular uzayıp gidiyor…Cevaplar ise soruların çokta uzağında değil.
Evvel emirde bu soruları sorduran neyse, cevabı da onda gizli. İslam alemi ne zaman ki kutsal kitabının ilk emri olan “Oku!” ve peygamberinin “İlim Çin’de dahi olsa gidip alınız!” emrini unuttu, hayatından Allah’ın kitabını, Resulünün sünnetini çıkardı. İşte o gün kutsal kitabının “Allah’ın üzerinizdeki nimetini, size kendisiyle öğüt vermek üzere indirdiği kitap ve hikmeti hatırlayıp, düşünün”(Bakara-231) ve Allah Resulünün "Ey kızım Fatıma! Babam Peygamber diye güvenme Rabbine karşı kulluk vazifeni yap, Eğer Allah’tan nefsini satın alamazsan vallahi ben bile senin namına hiçbir şey yapamam!” (Müslim, İman,89, Hadis no:351) sözlerini bir kenara itti, dinini başkalarının isteği üzerine yaşamaya başladı. Peygamberin kızı olması bile kurtaramaz dediği evladına verdiği nasihati unutan İslam alemi, kurtuluşu şıhların, şeyhlerin ve tarikat liderlerinin iki dudağı arasında aramaya başladı. O vakit beğenmediğimiz ve her zaman orta çağ karanlığında dediğimiz batı alemi bilim ve teknolojide üstünlüğü ele geçirdi. Kimsenin suçlu aramasına gerek yok. Suçlu muskadan, nefesten, şıhların şefaatinden medet uman anlayıştır. Bilim ve teknolojide altın çağı yaşayan İslam coğrafyası bu gün savaşlar, karışıklıklar, kan ve göz yaşı ile anılıyorsa bunun tek suçlusu yine İslam dinini bilmeyen Müslümanlardır!
İslam alemi kendisine gönderilen Kuranı okumak, idrak etmek ve anlamak zorundadır. Yoksa bu coğrafyada kan ve göz yaşı kıyamete kadar dinmeyecek, Müslümanlar emperyalistlerin oyuncağı olmaya devam edecektir. Kökü dışarıda terör örgütlerinin avı olan gençler kim ve ne için öldüklerini bilmeden ölmeye devam edeceklerdir. Düşünün; yüz yıldan bu yana dünyada en fazla kıyım İslam coğrafyasında yaşanmakta, Müslümanlar adeta birbirini boğazlamada yarışmakta. Sözde İslam adına cihat için ortaya çıkan sözüm ona İslamcı(!) oluşumlar ne hikmetse Müslüman kanı dökmekte, cihat yaptığını söyleyenler karşı olduklarını söyledikleri gayrı müslim devletlerde bırakın eylem yapmayı mantar tabancası bile patlatmamaktadır!
Yazdıklarımdan terörü hoş gördüğüm anlamı çıkartılmasın, asla! Hiç bir canlının bir başkasının hayat hakkına kastını asla hoş görmem. Ancak sözde İslam adına çıktığını söyleyen terör organizasyonları cahil Müslümanların kanı üzerinden beslenirken, neden cihat ettiklerini söyledikleri kafir devletlerde varlık göstermez de hep dökülen Müslüman kanı olur onu sorgularım. Nedeni gayet açık ve nettir; Allahın kitabını, Onun resulünün yolunu terk etmek, Allaha inandığını söylerken Allahı unutmak, peygamberin yolundan gittiğini söylerken onun felsefesini bilmemek, İslam dininin hakiki anlamını bilmeden şıhların telkini ile hareket etmek, Müslüman olduğunu söylerken okunan Kuranı bile anlamamak… Bütün bunları üst üste koyduğunuz zaman sözde İslam adına kan dökenlerin neden ve nasıl beslendiklerini ve kimlere hizmet ettiklerini gayet iyi anlamaktayız.
Gerçek dinini bilen, İslamın felsefesini tam olarak idrak eden hiçbir kimse eline silah alıp bir başkasının canına kıymaz. Asıl can alıcı mesele buradadır. Biz dinimizi Allahın ve Resulünün getirdiği anlayışa göre değil, bu işin ticaretini yapanların direktiflerine göre yaşıyoruz. Bunun neticesinde de İslam coğrafyasında kan ve göz yaşı dinmiyor.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, Türk Milletinin yüz yıllar boyu akıl ve mantık dini İslamı sırf birilerinin telkini ile yaşadığını gördüğü için 1924 yılında 29 merkezde İmam Hatip Okullarını açtırmış, bu okulların öncelikli müfredatı olarak yabancı dil ve bilim dersleri konulmasını istemiştir. Çünkü Gazi Mustafa Kemal ve Cumhuriyeti kuran kadronun 31 Mart gibi gerici bir ayaklanmanın sonuçlarını görmesi, din eğitiminin bilimsel temellere oturtulması gerektiğini bilmesine yetip artmaktadır. Atatürk inanç konusunda da aydın fikirli din adamlarının toplumu yönlendirecek kişiler olduğunun bilinciyle hareket etmiş, açtırdığı İmam Hatip Okullarının başına aydın görüşlü deneyimli eğitimcilerin getirilmesini özellikle istemiştir. 21 Nisan 1924 tarihinde İstanbul Daru’l-Fünûnunun hükmi şahsiyeti hakkındaki kanun ile İstanbul Üniversitesi bünyesinde İlahiyat fakültesi kurulmuştur.
Gazi Mustafa Kemal, Türkiye’nin akıl ve fen ile ilerleyebileceğini her fırsatta dile getirirken, toplumun İslam dinini hurafelerle, dogmalarla değil, gerçek din eğitimi almış akıl ve bilim süzgecinden geçmiş din adamları vasıtasıyla öğrenmesini istemiştir. Sadece Kurtuluş savaşı sırasında 17 bin medrese talebesinin askere gitmediklerini söylersek her halde Atatürk’ün neden din eğitiminin bilimsel temellere oturtulmasını istediğini anlayabiliriz. Türk Milletinin ölüm dirim savaşında bir kolordu kadar kişinin askere gitmemesi demek, sırf bunu Osmanlının talebeler askere alınmaz adetinden kaynaklanması, birde üstüne üstlük medrese hocalarının Gazi Mustafa Kemal’den medrese sayısını arttırmasını talep etmesi durumun vahametini açıklamaya yeter sanırım.
Unutmayın; Allah’ın kitabı Kuran olmadan, peygamberin sünnetleri olmadan, şıhlarla, şeyhlerle, melelerle efendilerle İslam olmaz! Sırf dinimizi akıl ve mantık dairesinde öğrenmemizi istedi diye Atatürk’e düşmanlık etmek, birilerinin gelir kanallarını kapattığı için Atatürk’e dinsiz demek cehaletin dik alasıdır! Bu gün din bezirganlarının yegane korkusu gerçek İslamın öğrenilmesi, Müslümanların kutsal kitapları Kuranı okumaları, anlamaları ve idrak etmelerdir! Çünkü gerçek İslam’ı öğrenen cennete girmek için şıhın eteğine değil, Allahın kitabına sarılacağını bilir!
Allah Türk Milletine dininin kutsal kitabı Kuranı Kerimi okuyup anlama ve ebedi önderi Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün Nutkunu okuyup düşmanlarını tanıma basireti versin!

6 Ağustos 2015 Perşembe

BİRLEŞİK ORTADOĞU PROJESİ


            Bir coğrafya düşünün ki; yüz yıldır hiç suların durulmadığı…insan kanının oluk gibi aktığı…insan hayatının bir tavuk canı kadar değerinin olmadığı…bir damla kanın bir damla petrol etmediği…yüz yıldır kan, göz yaşı ve kaosun hakim olduğu… Ortadoğu; dünyanın göbeği, kutsal kitaplara ve söylencelere göre ilk insanın medeniyetler kurduğu, semavi dinlerin merkezi, çıkış noktası… Tek bir  Tanrıya inandığını söyleyen  ama aynı Tanrı adına 5 bin yıldır kan akıtan insanların coğrafyası. Camideki Ezanın kilise çanlarına, Musevi ilahilerine karıştığı topraklar. Bu topraklar üzerindeki insanların kanına ekmek doğrayan yeni projeler…     
Meşhur BOP yani Bölünmüş Ortadoğu Projesi son sürat devam ederken, Ortadoğu kan gölüne dönmüş, milyonlarca insan sefil ve perişan aç biilaç vatanlarından olurken, taşeron örgütler İslam coğrafyasında tozu dumana katarken Bölünmüş Ortadoğu Projesinin detaylarını araştırırken; yaşadığı çağa değil, gelecek yüzyıllara bile ışık tutan Atatürk acaba Ortadoğu hakkında neler düşünüyordu diye düşünmeden edemiyor insan. Atatürk zamanının tanıklarının hikayelerini okumak, Türkiye Cumhuriyetinin o günün şartlarında izlediği Ortadoğu siyasetini incelemek için kaynaklarımı karıştırmaya başladım. Gördüm ki, bizden özellikle bazı şeyler saklanmış, gösterilmemiş. Sanki Atatürk sadece Türkiye ve batı ile alakadar olmuş ve hiçbir şekilde Müslüman ülkelerle ilgilenmemiş. Hoş, o günkü şartlarda kaç Müslüman ülke bağımsızdı ki? Ama kazın ayağı öyle değil işte!
            Atatürk;  Ortadoğu olarak adlandırılan uydurma İngiliz teriminin kapsadığı coğrafyada Türkiye’nin var olabilmesi için emperyalistlerin buradan çıkıp gitmesi ve bu bölge halklarının kendi kaderlerini tayin etmesi gerektiğini bilen bir liderdi. Çünkü gerek bölge ülkelerinin ve gerekse Türkiye’nin birinci paylaşım savaşında uğradıkları zararın ve açılan yaraların ancak kendi imkanları ile kapanacağını, orada bulunan emperyalistler için insan hayatının hiçbir öneminin olmadığını görüyordu. Ortadoğu ülkelerinin geleceklerini emperyalistlerin insafına bırakmanın hayalcilik olduğunu bilen Atatürk için Ortadoğu kaynayan bir cadı kazanıdır. Emperyalistlerin buradan kendi rızaları ile çekilmeyeceği de aşikardır. “Fransızların, Suriye ve Lübnan'a öyle kolay kolay istiklâl vereceklerinden emin değilim; binaenaleyh biz, hareketimizi onlara da teşmil ederek, kısa yoldan gerek Suriye ve gerekse Lübnan'a özledikleri istiklâllerini temin edebiliriz.'' (1) diyerek bu ülkelerin halklarının Türk İstiklal mücadelesinden örnek almalarını sağlamak gerektiğini belirtmektedir.
            Irak ve Suriye delegasyonu daha Türk İstiklal Savaşı devam ederken Gazi Mustafa Kemal Paşaya gelerek, TBMM ordularının yaptığı ulusal savaşta kendilerine de yardım etmesini istemişlerdir. Buna Gazi’nin cevabı aynen şu şekildedir; “Gücümüz ancak kendimizi kurtarmaya yetecek kadardır; siz de bizim yaptığımızı yapıp, bağımsızlığınızı elde ediniz; bilâhare, Federasyon mu olur, Konfederasyon mu olur, bir örgütte birleşiriz.”(2)  Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK Ortadoğu halklarının emperyalizme karşı uyanık olmaları gerektiğini, parçalı siyasetin bu halkların esareti ve mahvolması demek olduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Özellikle İngiliz ve Fransız  işgal güçlerinin Irak ve Suriye’de halka ettikleri zulüm Türk toplumunda da rahatsızlık yaratmıştır. Çok değil 15-20 yıl önce birlikte yaşadıkları komşularının, soydaşlarının yaşadıkları elbette Türk halkını da, hükümetini de rahatsız edecektir.
 Atatürk Osmanlı’nın enkazı üzerinde kalan ülkelerin bir şekilde istiklallerine kavuşarak birlikte hareket etmelerini, tekrar bir imparatorluktan ziyade federasyon veya konfederasyon şekliyle bir araya gelmelerini arzulamıştır. Ona göre bu coğrafyada başka türlü barış gelmesi imkansızdır. Ayrıca dün birlikte yaşayan Türk ve diğer unsurların yine bir ve beraber olmamaları için bir neden yoktur.
''...ben bu işi yaparken emindim ki, asırlardan beri beraber yaşamış, dindaşlık yapmış insanlar, ayrılamazlar. Yalnız imparatorluğun yarattığı birtakım su-i tefehhümlerin (kötü anlayışların) unutulabilmesi; ve nihayet, beraber yaşamış bu insanların birbirini anlayabilmesi için, muayyen bir zaman geçmesi lâzımdı. (…) fakat bu hakiki güneşin doğduğu günü anlamak için, biz ve dostlarımız, güneşi saymayanların haksız tazyiklerinden mülhem olmak için, daha fazla beklememeliyiz...'' (Suriye Dışişleri Bakanı ile konuşması)(3)
            Ortadoğu ülkelerinin kurtuluşa erebilmesi, halkların huzurlu, bağımsız ve müreffeh olabilmesi için ancak ve ancak milli uyanış ile mümkün olabilecektir. Asıl sıkıntılı mesele ise kazanılan bağımsızlığın korunması ve sürdürülebilmesidir.  Kukla hükümetler ile bunun olamayacağı aşikardır. Dünün galiplerinin buna müsaade etmeyecekleri de yadsınmaz bir gerçektir. Cetvelle çizilen sınırların ne kadar sağlam olacağı, kin ve nefret üzerine inşa edilen hükümetlerin ne kadar adil olacakları, sözde parlamentoların ne kadar demokrat olacakları, silah zoru ile birbiriyle yaşamak zorunda bırakılan  düşman mezhep yada kabilelerin ne kadar kardeşçe yaşayacakları,   siyaset biliminden anlamayan insanlar için bile tahmin edilemeyecek şeyler  değildi. Mustafa Kemal Paşa bu nedenle istiklalini kazanan  Ortadoğu ülkelerinin Türkiye ile birleşmesini açık bir biçimde teklif etmiştir.

            Özellikle kutsal beldelerin yabancı asker çizmesi altında bırakılması gerek Mustafa Kemal Paşa ve gerekse genç Türkiye Cumhuriyetinin idarecileri için onur meselesi olmuş, Ankara mukaddes beldelerin esaretine izin vermeyeceğini dünyaya ilan etmiştir.

“Arapların, Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip bu sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı teessüftür. Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa bir kaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kafi derecede güvenip kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet’in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki, buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. (…) Peygamber’in son arzusu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin (dedelerimizin), Selahaddin’in idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri toprakların yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah’ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur.” (4)
            Atatürk İslam aleminin birleşmesi için azami gayret sarf etmiştir. Bu amaçla kurulan Sadabat Paktı çok güzel bir örnektir. (5)

            Yukarıda anlatılanlardan sanılmasın ki Atatürk ve Türkiye Cumhuriyetinin hedefleri yeniden Osmanlıyı diriltmek, yeniden imparatorluk kurmaktı. Asla!...bilakis Atatürk’ün yegane isteği ezilen ve sömürülen İslam Coğrafyasını bir bayrak altında olmasa bile müstakil ve müttefik  hükümetler şekli ile görmek, ezilen ve sömürülen İslam aleminin Türkiye'nin açtığı istiklal yolunda ilerlemesini, Müslüman  halkın yüzyılların bağnazlığı ile karanlığa gömülmekten ziyade Türk Devrimini örnek alarak kalkınmasıdır. Bunun ne kadar gerçekleştiği konusuna gelince; büyük önderin 10 Kasım 1938 de ki ölümünden sonra Türk Dış Politikasının hangi mecralardan geçtiğine bakmak yeterli olacaktır.
            Emperyalistlerin Ortadoğu ve İslam coğrafyasından ellerini çekmeleri ancak tek damla petrol kalmayınca mümkündür. O halde yapılacak tek şey; Fas’tan Bangladeş’e kadar İslam ülkelerinin ortak bir akılda birleşmeleridir. Bu yapıldığı taktirde  emperyalizmin “Böl. Parçala ve yut!” ideolojisi bu coğrafyada uygulanamaz hale gelecektir. Son yüzyılda ne hikmetse ağıtlar hep Ortadoğu halklarının diliyle yapılırken, kahkahalar İbranice, İngilizce, Almanca ve Fransızca atılmaktadır!
            Türkiye terk ettiği 1938 politikasına acilen dönmek zorundadır. Yoksa bu coğrafyada ne akan kan, ne yakılan ağıtlar durmayacaktır! Bu gün emperyalistlerin dayattığı Bölünmüş Ortadoğu Projesinin (BOP) tek ilacı Birleşik Ortadoğu Projesidir! Bunun için mevcut yönetimlerin hepsinin de ortak akılda buluşması şarttır! Yoksa bu coğrafyada ne akan kan, ne de göz yaşı durmayacaktır.























DİP NOTLAR:
1-Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ten Hatıralar
2-Sadi Borak , 'Gizli Oturumlarda Atatürk'ün Konuşmaları', Çağdaş Yayınlar, 1977
3--Hasan Rıza Soyak, 'Atatürk'ten Hatıralar
4-Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi-1937 (Dahiliye Vekaleti Matbuat Umum Müdürlüğü)
5-8 Temmuz 1937 İran –Tahran (Türkiye, Irak, İran, Afganistan arasında imzalanmıştır.)