28 Aralık 2015 Pazartesi

KÜRDÜN KANI


            Yıllardan beri PKK terör örgütünün  kürt halkına özgürlük vereceğini iddia ederek sürdürdüğü kanlı terör eylemleri; bölge halkına bırakın özgürlük getirmeyi, tam bir kabusa ve esarete neden olmakta.  Onlar halk hareketi yaptıklarını söylüyorlar, ama hakikatte tam bir çıkar savaşı!
            Yıllardan beri binlerce kürt çocuğu PKK'nın kimin yada neyin için yürüttüğü bilinmeyen kanlı savaşı neticesinde hayatından oldu. Kurulduğu 1974 yılından beri PKK saflarında, ama örgütün sempatizanı, ama militanı olarak faaliyet gösteren kürt çocukları neye yada kime hizmet ettiklerini bilmeden ve çoğunluğu orta yaşı göremeden Irak'ın, İran'ın, Suriye'nin  ve Anadolu'nun dağlarında yok olup gittiler. Oysa onların PKK'ya katılma gerekçeleri yada kendilerine göre nedenleri çok ama çok farklıydı. Kimine "özgürlük" vaat ederken, kimine şan şöhret ve para vaat ettiler. Ama sonuç hep hüsran oldu ve olmaya da devam ediyor. Resmi istatistiklere göre 1984 ten 2015 yılı Ağustos ayına kadar öldürülen PKK'lı sayısı 22 bin 374, bu zaman zarfında PKK'nın öldürdüğü sivil vatandaşların sayısı 6 bin 741 ve yaralanan sivil vatandaş sayısı 14 bin 257! Örgüt içi infazların tahmini rakamı 2 ile 17 bin arasında olduğu rivayet edilmekte! Yerlerini terk edenlerin sayısı? PKK terörü yüzünden  bulundukları yerlerden ülkenin batısına veya büyük kentlere göç edenlerin sayısı 386 bin!
             Ne kadar garip değil mi? Özgürlük vaat ettiğin insanları sırf terör baronlarının keyfi için ölüme göndermek, töre, aile, çevre baskısı diyerek kaçan kız çocuklarını hayvani hisleri için kullanmak ne kadar özgürlükçü acaba? Önderleri(!) tarafından özgürleştirilme adı altında namusları kirletilen kız çocuklarının hikayeleri çarşaf çarşaf gazetelerde dizi yazı olmuştu, kimse ne inkar etti, ne de tekzip!
            Yıllardan beri yaptıkları iki şey vardır; ya yalan yanlış propagandalarla, yada zorla kürt çocuklarını dağlara götürür PKK'nın kırsalda ve kentte yuvalanan  işbirlikçileri. Klasik propaganda işe yaramazsa zorunlu askerlik adı altında; oda ekseriyetle fakir kimsesiz ailelere baskı yaparak çocukları dağa çıkartır. Eğer aile çocuğunu vermek istemezse onların belirledikleri miktarı ödemesi istenir kendilerinden. Ödeyemeyenler ise ya oturdukları köyü, mezrayı, yada şehri terk eder, yada bir şekilde eşten dosttan bulmanın çarelerine bakar. Bunları da bulamayan ailelerin katledildiklerini, evlerinin, ahırlarının, ekinlerinin yakıldığını, hayvanlarının telef edildiğini bilmem tekrar anlatmaya gerek var mı? Bunları sanmayın ki gazetelerden okudum ve sanmayın ki kurgu; asla! Bizzat ülkemizin bu bölgelerinde görüştüğüm kişilerden ve batı vilayetlerine göçüp gelen ailelerden edindiğim bilgilerdir. Peki aile zenginse ne olur? PKK terör örgütü zengin ailelere de sözde askerlik bedeli keser ve ister. Bu aileleri adeta lojistik ikmali için kullanan terör örgütü, diş geçiremediği büyük aileleri de itibarsızlaştırmaya gayret eder. Onları kendince hareketin karşısında olmakla, kürt halkına ihanet etmekle suçlar. Ne kadar etkili olduğunu bizler çok iyi biliyoruz, ama ne demişler çamur at izi kalsın.
            Bütün bunlara karşın PKK ve onun uzantısı olan yapılanmaların lider kadrolarının yakınlarının ve onların çocuklarının nasıl bir hayat sürdüğünü gördüğünüz vakit; ölümün sadece fakir kürt çocuklarının alın yazısı olduğunu görüyorsunuz. Alın yazısı biraz iddialı bir terim oldu ancak ne yazık ki gerçek budur. Görev yaptığım yıllarda Hakkari, Van, Şırnak, Sivas, Bingöl, Bitlis gibi illerimizden gönüllü yada zorla PKK saflarına katılan çocukların nasıl Türk Silahlı Kuvvetlerinin önüne yem olarak atıldıklarını gerek rütbeli arkadaşların anlatımlarından  ve gerekse bizzat tanık olduğum olaylardan biliyorum. 14-15 yaşlarında henüz oyun çağındaki çocukların eline verdikleri silahlar ile ölüme gönderen terör baronları mağaralarda gününü gün ederken, çatışmada öldürülen veya korkudan teslim olan erkek çocuklarının bile tecavüze uğradıklarını görmüştük. Gerçekten de bu çocuklar kim yada ne için öldüklerini bile bilmeden Anadolu'nun yada Kuzey Irak'ın dağlarında yok olup gidiyorlardı.
            Birileri ısrarla Kürdün Kanına Ekmek Doğramaktaydı.  Yıllardan beri bu hiç değişmedi. Ölenler ne için öldüklerini bilemeden öldüler hep.
            Birisinin çocuğu Amerikalarda okur, öbürünü ki Avrupalarda...Gariban kürt çocuğu okulu sözde kendisi adına savaştığını söyleyen kansızlar tarafından yakıldığı için okuyamaz! Birisi akşam yemeğinde Fransız yemeği yer, öbürü Çin lokantasında arzı endam eder; gariban kürt iki üç şerefsiz yüzünden devletin vereceği ekmeğin yolunu gözler... Kimin savaşı bu? Kimin mücadelesi? Türkün ve kürdün kanına ekmek doğrayan emperyalist uşaklarının çok mu umurunda 12-13 yaşında 10 lira verip de askere Molotof attırdıkları çocukların hayatı? Eğer kutsal olan Yaşama Hakkına saygı duysalardı; bu çocukları  görevi sadece huzur ve güveni sağlamak olan, 24 saat aç susuz, ölümün karşısında vatandaşın can güvenliği için canını ortaya koyan güvenlik güçlerinin karşısına çıkartırlar mıydı ağzı süt kokan bebeleri? Eğer bu kürt çocukları için savaşıyorlarsa, üç aylık bebeği gözünün önünden, beş yaşındaki sabiyi ensesinden kurşunlarlar mıydı?
            PKK terörü basit bir vaka değildir! Birilerinin (madam  Danielle Mitterrand, Claudia Roth, Angela Merkel gibi teyzeler başta olmak üzere) şirin göstermeye, özgürlük savaşçısı gibi lanse etmeye çaba gösterdikleri eli kanlı örgüt, belki de dünyanın bir çok casusluk teşkilatı ile aynı anda çalışmakta olan taşeron bir örgüttür! Çünkü PKK artık 1974 te ki PKK değildir! En büyük marifeti tetikçilik yapmak olan bu eli kanlı örgütün   arkasında,  bu coğrafyada istikrarlı bir Türkiye istemeyen, Anadolu'nun ve Trakya'nın  zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahip olmak isteyen; görünende müttefik ama gerçekte Türkiye Cumhuriyetinin kan ve can düşmanları vardır. Eğer öyle olmasaydı; 30 senede  48 bin 435 uzun namlulu ve ağır silah, yaklaşık 80 bin el bombası, 43 bin tabanca ve 5 milyonun üzerinde mermisi güvenlik güçlerinin eline geçen PKK nasıl dayanacaktı? Bakınız lütfen rakamlara dikkat ediniz. 5 tümen askeri yani bir orduyu donatacak silah ve mühimmattan bahsediyorum. Bu denli bir silah ve silahlı güç nasıl teşkil edilir? Dışarıdan, daha Türkçesi organize bir güç yada güçler tarafından yardım almadan nasıl böyle bir güce ulaşabilirsiniz? Evet; yıllık yaklaşık 500 milyon dolarlık bir uyuşturucu trafiğini yönetiyor bu örgüt, ama ne olursa olsun bu denli bir gücü teşkil etmesi imkansız bir durum. Hele ki Irak'ın kuzeyinde, ABD, İngiltere, Çin, Fransa ve Rusya gibi ülkelerin istihbarat ve kontrterör kuruluşlarının cirit attığı bir ortamda, mümkün mü?
            Kim ne derse desin, kim ne iddia ederse etsin; bu gün Irak, İran, Suriye ve Türkiye'de ki kürtlerin en büyük düşmanı PKK terör örgütüdür. Çünkü; eğer öyle olmasaydı, binlerce kürdü yerlerinden yurtlarından etmez, binlerce kürdün kanına girmez, kürtlerin yaşadıkları, yüzyıllardan beri yurt tuttukları yerleri cehenneme çevirmezdi!
            Bunların yaptığı; Kürdün kanına ekmek doğramaktır! Eğer gerçekten kürt halkının selametini ve geleceğini düşünüyor olsalardı Ermeni bayrakları ile poz vermezler, Müslümanlara ait camileri, kürt çocuklarının okuduğu okulları, kürtlerin canı için kurulan hastaneleri kundaklamazlar, kamu görevlilerini öldürmezlerdi!
            Ortadoğu coğrafyasında hangi ülkede yaşarsa yaşasın, kürtlerin bilmesi, gereken çok önemli bir şey var; sizin kanınız ne kadar akarsa aksın, Irak'ta, İran'da, Suriye'de ve Türkiye'de ne kadar çok kürt öldürülürse öldürülsün, istatistikleri doldurmaktan öte bir işe yaramayacak! Çünkü emperyalizm sizin dökülen kanınızı, verdiğiniz canınızı değil, satacağı silahı, alacağı petrolü hesaplıyor! Dün terör örgütü listesine aldıkları örgütleri bu gün kara gücü olarak kullananların yarın Afganistan'da yaptıkları gibi onları hedef tahtasına dikmemeleri için hiçbir neden yoktur! Bu nedenle kürtler artık taraflarının emperyalist batı değil, yüzlerce yıldır bu coğrafyada bir ve beraber yaşadıkları insanlar olduğunu unutmamalıdır!

20 Aralık 2015 Pazar

TÜRKİYE'NİN YERİ



            Kasım ayında bir zirve gerçekleştirildi ülkemizde. G20 denilen bu iki günlük zirveye çevrildi dünyanın gözü. Ben zirvede alınan kararlara, Obama'nın süper lüks korunan konuk evine, Suudi kralının şatafatlı görgüsüzlüğüne değinmeyeceğim.
            Bu zirve başlamadan  hemen önce Türkiye Cumhuriyeti devleti 2013 yılında yaptığı ve o güne kadarki en büyük savunma ihalesini iptal ettiğini duyurdu.  Bu ihalenin iptal edilmesindeki olağanüstülük ihaleyi kazanan ülke yada şirketin kimliğiydi; ihale  Çinli bir şirket tarafından kazanılmıştı ve füze savunma ihalesiydi. Toplam tutarı ise 3 milyar 400 milyon Amerikan dolarıydı!
              G20 zirvesine saatler kala yapılan bu açıklama NATO üyesi ülkelerde ve özellikle ABD ile İngiltere'de memnuniyet verici olarak karşılanıyordu! Nasıl karşılanmasın ki? Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu boyutta bir silah alımı öncelikle NATO içerisinde en büyük silah ihracatçısı durumundaki ABD, Fransa ve İngiltere'yi rahatsız etmiştir. NATO üyesi Türkiye'nin ittifakın düşmanı durumundaki bir devletten bu denli büyük bir silah sistemi alması ittifakın hava savunma sisteminde sıkıntıya yol açacağı şeklinde askeri kanat tarafından dile getirilirken, siyasi kanat Türkiye'nin ittifakın düşmanlarıyla silah alış verişi yapmasını kabul edemiyordu. Kapalı kapılar ardında sürdürülen görüşmelerde ısrarla Türkiye'nin bu hatasından (!) dönmesi isteniyordu. Ve… Türkiye batılı dostlarını kıramayarak ihaleyi iptal ediyordu. Hem de G20 zirvesine saatler kala!
            Mesele sanıldığı gibi basit bir silah ihalesi değildir. Mesele çok daha derin, Avrupa ve Asya'nın ve hatta dünyanın gelecekteki 250 yılını alakadar eden bir meseledir. Şöyle ki; Türkiye son yıllarda özellikle terörle mücadele, Irak ve Suriye  konularında müttefikleri ile ciddi fikir ayrılıklarına düşmüş durumdadır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti geleceğinin şekillendirilmesinde kendi fikirlerinin ve kaygılarının dikkate alınmasını istemekte, bunun için uluslar arası arenada fikirlerini ve kaygılarını müttefikleri ve komşularına anlatırken tedbirlerini de kendi çapında almaktadır. Ancak müttefik olarak gördüğümüz yada öyle bildiğimiz batılı devletler için Türkiye'nin kaygılarından çok kendi çıkarları ön plandadır! Elbette bu böyle sürecek değildir. En küçük bir olayı kendileri için kullanmaya alışık olan batılı şımarık müttefiklerimiz böylesine büyük bir silah alımında şaşırmışlar ve hemen Türkiye'nin NATO üyeliğini öne sürmüşlerdir.
            Türkiye Cumhuriyeti 4000 senelik bir devlet geleneğinin mirasçısıdır. Bu miras kolay edinilmemiş, 136 devlete mal olmuş bir mirastır!
             Bu gün dost yada müttefik gibi görünenlerin yarın kendisini arkadan hançerlemekten geri durmayacağını çok iyi bilmektedir. Bu nedenle bu gün müttefik yada dost gibi görünenlerden azami yarar sağlamak devletimizin elbette ana prensibidir.  Devletlerin dostları olmaz, çünkü devletler bir mekanizmadır. Dostluk ve kardeşlik milletler arasında olur. Bu gün müttefik veya dost dediğiniz bir devletin yönetim veya politika değişikliği ile düşmanınız olmayacağını kimse garanti edemez!
            Türkiye yıllardan beri gerek NATO ve gerekse BM gibi örgütlerin ortak kararlarına azami katılmış bir devlettir. Kore örneği hala canlı bir hatıradır. Keza Somali, Bosna, Kosova, Lübnan, Makedonya, Gürcistan ve Afganistan  aynı şekilde ülkemizin askeri, siyasi ve ekonomik olarak katkı sağladığı bölgelerdir. Buna mukabil ülkemiz yanı başındaki Irak, Suriye ve benzeri ülkelerin siyasi boşlukları nedeniyle en çok zararı gören devlet durumundadır.
             Birinci körfez harekatında ve arkasından ikinci Irak savaşında binlerce Irak'lı mülteci ülkemize sığınmış, buna mukabil müttefiklerimiz (!) söz verdikleri halde kıllarını kımıldatmamışlar, "Çekiç Güç" adı altında yerleştirdikleri ihanet gücü yıllarca ülkemizin başına bela olan PKK terörünü adeta beslemiştir! En son Suriye örneğinde olduğu üzere Mister Obama tavşana kaç, tazıya tut demekte, çelişkili açıklamaları ile Türk halkının aklında soru işaretlerine neden olmaktadır. Mister Obama'nın Avrupa'da en önemli müttefiklerinden olan Frau Merkel büyük atası Bismarck gibi gözünü Anadolu ve Mezopotamya petrollerine, yer altı kaynaklarına dikmiş durumdadır. Silahlı Kuvvetlerimizin ve Polisimizin yaptığı son operasyonlarda ele geçirilen Alman menşeli silahlar, Amerikan yardımı uçak savar füzeleri müttefiklerimizin bize olan muhabbetlerini ayan beyan gözler önüne sermektedir. Sözüm ona Suriye'de PYD terör örgütüne 50 ton silah yardımı yapan ABD, sanki İŞID terör örgütünü elinde uçakları varmış gibi PYD terör örgütüne Stinger füzesi vermiştir. Peki bu STİNGER füzeleri ne işe yarar? Karadan havaya atılır ve jetlerin korkulu rüyasıdır. Askeri çevrelerde adı aircraft killer yani uçak katilidir. Menzili 4.8 km olan bu uçak katili füze kimin için verildi sizce? PKK bu füzeleri nazar boncuğu olarak mı kullanacak? Türkiye devleti ve halkı bunların arkasındaki art niyeti bilmiyor mu?
             Türkiye batılı müttefiklerinin hiçte şakaya gelmediklerini çok iyi bilmektedir. En son Rusya ile meydana gelen uçak krizi göstermiştir ki; Türkiye her hangi bir devlet ile harbe girişirse ne NATO, ne BM Türkiye'nin yanında olmayacaktır! Bunu bu gün çok daha iyi anlamaktayız. Bakınız ABD dışişleri bakanı John Kerry ne diyor; "Rus uçağının Türkiye tarafından Suriye sınırında düşürülmesinin, artık ABD-Rusya ilişkileri açısından gündemde olmadığını söyledi. Kerry, Amerikan yönetiminin olayla ilgili son bulguları görmeyi beklediğini dile getirdi." (Russia-1 Tv Kanalı) Bunun üzerine başka bir açıklama yapmaya gerek var mı dersiniz? Bence yok!
            Bundan 2 yıl kadar önce zamanın TC başbakanı Erdoğan şöyle bir açıklama yapıyordu; “AB bizi unutmak istiyor ama çekiniyor unutamıyor. Halbuki bir açıklasa biz rahatlayacağız. Oyalayacağına bizi, açıklasın biz de işimize bakalım. Geçenlerde Sayın Putin'e 'Bizi Şangay Beşlisi içine alın' dedim. Biz de AB'ye 'allahaısmarladık' diyelim, ayrılalım oradan. Bu kadar oyalamanın ne anlamı var?” dedi. (26 Ocak 2013-Hürriyet gazetesi) Bu sözlerin Avrupa ve ABD başkentlerinde nasıl bir depreme neden olduğunu hatırlayanınız var mı? Evet; Türkiye başbakanı bu açıklamayı yapınca bir anda "Türkiye'nin üyeliği gündemimizde yok!" diyen Avrupa Birliği üyesi ülkelerin devlet yada hükümet başkanlarından arka arkaya açıklamalar geliyordu. "Modern Türkiye'nin yeri batı medeniyetidir." diyerek…
            Peki ne olurdu ki Türkiye Şangay İşbirliği Örgütüne katılsaydı? Herhalde kıyamet kopmazdı değil mi? Sonuçta AB yıllardan beri bu ülkeyi bırakın kapıda bekletmeyi, sokağına bile katmıyordu. Bir gün Yunanistan, başka gün Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, derken Almanya veya Fransa; yani sabah kim erken kalktıysa "Türkiye'nin alınmasını düşünmüyoruz!" diyerek açıklama yapmıyor muydu? Peki neden Türkiye başbakanının açıklamaları keyiflerini kaçırıyordu ?
            Aslında mesele görünenden çok daha derin ve çok daha hayati öneme sahip. Çünkü Şangay İşbirliği Örgütü,  Türkiye birliğe katıldığı taktirde dünya enerji sektöründe tek olacaktı. Kıtaların arasında geçiş noktasında olan Türkiye Avrupanın ihtiyacı olan enerjinin vanalarını elinde tutacaktı. Örgütün hali hazırda üye ve gözlemci statüsünde bulunan ülkeleri dünyanın petrol üretiminin yarıdan fazlasını sağlamaktalar ve bu durum bile Amerikalı ve Avrupalı misterlerin uykusunu kaçırmaktadır! Ekonomik büyüklük ve pazar imkanları ile örgütü ele aldığınız zaman yüz yıllardan beri dünyayı sömürmeye alışık egemenleri ters yüz edecek derecede bir büyüklüğe şahit olmaktayız. Birde buna askeri büyüklüğü eklerseniz neden Türkiye'nin batı için vazgeçilmez olduğunu anlarsınız!
            Bu gün Rusya Federasyonu ve Türkiye arasında Rus savaş uçağının düşürülmesi ile ortaya çıkan kriz en çok Türkiye ve Rusya'yı vurmaktadır. Aynı şekilde bu krizden kârlı çıkacak olanlarda en başta İsrail, ABD, Almanya ve İngiltere olacaktır! Nedeni ise gayet açıktır; Türkiye ve Rusya birbirine muhtaç ve hatta mecbur iki devlettir. Bunların ayrılığı yada aralarındaki ihtilaflar bu coğrafyada barış ve huzur istemeyenlere yarayacaktır, başkasına değil!
            Türkiye'nin yeri şu yada bu ittifakın veya medeniyetin yanı değildir! Türkiye'nin yeri kendi milli menfaatleri nereyi yada kimi gerektiriyorsa orasıdır!
           
                                         Kudret HARMANDA
                                         20.12.2015-Pazar


17 Aralık 2015 Perşembe

TÜRK RUS AŞKI

Русские любят Турцию
-Russkiye lyubyat Turtsiyu-



            Devletler tıpkı insanlar gibidir, küserler, barışırlar, kavga ederler, muhabbet ederler. Ama devletler insanlar gibi ömür boyu küs kalamazlar. Bazen düşman oldukları halde aynı siperde omuz omuza karşıdaki öbür düşmana karşı işbirliği yaparlar. Bazen de bahar havasında aralarına kara kış girer. Tıpkı şu anda yaşanan Türkiye-Rusya münasebetleri gibi.
            Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu arasındaki ilişkiler dünden, bu günden değildir. Eğer bu ilişkileri tam boy görmek isterseniz Türkiye Cumhuriyetinin öncüsü olan Osmanlı İmparatorluğu başta olmak üzere diğer Türk hanlıkları ve İmparatorlukları ile Rus Knezlikleri (prenslikler) döneminden Çarlığa, Komünist Sovyet dönemine ve en nihayetinde Federasyon dönemine  bir bütün olarak bakmak gerekir. Türkler ve Ruslar yaklaşık olarak  bin senedir ortak bir kaderi paylaşmaktadır. Gün olur husumetle, gün olur muhabbetle!
            Bu gün Rusya ile krizin adı sadece uçak meselesi değildir. Son yıllarda seyreden dalgalı politikaların tezahürüdür. Rusya ve Türkiye hem komşu, hem de ekonomik partner olmaları hasebiyle izlenecek politikanın da dengeli olması gerekmektedir. Oysa yapılan en temel yanlış;  tek yanlı olarak ticarette ortaya konulan durumdur. Türkiye enerji konusunda Rusya’ya mahkum hale gelmiştir. Yıllık 30-31  milyar dolarlık ticaret hacminde Türkiye 6-7 milyar dolar ihracat gerçekleştirirken, Rusya Federasyonu başta doğal gaz olmak üzere Türkiye’ye 25-26 milyar dolarlık bir ihracat gerçekleştirmektedir. Aradaki fark18-19 milyar dolar düzeyindedir ve bu durum Türkiye’nin elini zayıflatmaktadır. Türkiye’ye her yıl gelen Rusya vatandaşlarının sayısında gözle görülür bir artış olmasına rağmen bıraktıkları döviz miktarında aynı artıştan bahsedilmemektedir. Bunun nedeni ise Türkiye’ye gelen Rus turistlerin her şey dahil sistemi çerçevesinde ülkemize gelmeleri ve neredeyse havaalanı-otel-havaalanı zincirini takip etmeleridir. Türkiye’nin Rusya federasyonuna yaptığı ihracatın temel ürünleri yaş sebze meyve ve inşaat malzemeleridir. Rusya’da bulunan Türk yatırımlarının toplam tutarı 61 milyar dolar iken, Türkiye’de bulunan Rus yatırımlarının tutarı 10 milyar dolardır. Buna yanında Ruslara Akkuyu’da yapılacak olan Nükleer santralin ihalesi de verilmiş durumdadır.
            Eğer yukarıda verdiğim rakamlar dikkatlice incelenirse Türkiye’nin ticaret olarak Rusya ile aleyhine bir durumun olduğu hemen göze çarpacaktır. Gerçekten ticari olarak eksi durumdayız. Bunun en önemli nedeni ise enerji açığımız ve bu açığı kapatmak için uzun vadeli düşünmeyip kısa vadeli hesaplar yapmamızdır. Oysa Azerbaycan ve Türkmenistan Doğal gaz boru hatları şimdiye kadar çoktan faaliyete geçmeliydi. Çünkü Rusya istediği anda lehine olan durumu bizim açımızdan daha da kötüye çevirmekten geri durmayacaktır. Öte yandan İran asla Rusya’nın alternatifi olamaz. Biz Ruslar ile ne kadar dost isek, Farslar ile de aynı derecede dostuz. Bunu asla göz ardı etmemeliyiz. İran her fırsatta Türkiye’nin uluslar arası arenada elinin zayıflamasını, kendisine mahkum olmasını istemektedir. Biz 1979 devrimi ile yıllarca mollaların ülkemize devrim ihraç etmek istemelerin unutmuş değiliz. Rusya ise yüzyıllar boyu Tükler ile mücadele etmiştir. Karadenizi bir Rus gölü haline getirmek, Türk Boğazlarına sahip olarak Akdenize inmek Rusya’nın gerek Çarlık ve gerekse Sovyet dönemlerinde hep hayali olmuştur. Buna mukabil Ortadoğuda güçlü bir Türkiye Rusya’nın 1917-1922 yılları hariç olmak üzere hiçbir zaman işine gelmemiştir. Çünkü güçlü Türkiye daima Rus çıkarlarına ve yayılmacılığına aykırı görülmüştür.
            Türk Milli Mücadele savaşı sürdürülürken Bolşevikler mecburen Türkiye’ye yardım etmişlerdir. Çünkü Rusya’nın güneyinde Türk İstiklal Harbi bizim aleyhimize gelişmiş olsaydı; Sovyetler Birliği kurulmadan dağılacaktı! (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği 1922 yılında kurulmuştur.) Çünkü Bolşevikler hem Polonya ile hem de itilaf devletleri ile savaşıyorlardı ve TBMM ordularının yenilmesi komünist devrimin başarıya ulaşmasını imkansız kılacaktı. Bu nedenle komünistler ve önderleri Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin “Rus İç Savaşı” ve “Beyaz Terör” adını verdikleri iç savaş esnasında tabiri caizse inanamadıkları Tanrıya Türklerin başarısı için dua etmişlerdir. Türk ordularının başarıları ile Bolşevikler Kafkasya cephesinde ciddi bir şekilde rahatlamışlardır.
            Lenin’in ölümünden sonra iktidara gelen Josef Vissarionovitch Djugashvili Stalin Türkiye ile ilişkilere çok önem vermiştir. Çünkü Türkiye Sovyetler Birliğinin nefes alması demek olan sıcak denizlere inilecek en kısa yolun, Türk Boğazlarının sahibidir. Stalin, 1936 yılında yani Ekim devriminin 19 uncu yıldönümünde yaptığı bir konuşmada “Sovyetler Birliğinin Türk Boğazları üzerinde hakkı olduğunu” ima eden  bir konuşma yapar. Bu konuşma ajanslara düşer ve  Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’e ulaşır. Atatürk Sovyet Büyükelçisi Karahan’a bu olayın aslını sorar ve Sovyet liderini diplomatik teamüllere uymayan bir şekilde kınar. Bu bile Stalin’in Türkiye’ye karşı izlediği sinsi politikayı açıklamaya yeterlidir. 1946 yılına gelindiğinde Stalin’in tekrar Türkiye’den Kars, Ardahan’ı istemesi, Boğazlar üzerinde hak iddia etmesi bir anda Türkiye’yi ABD’nin başını çektiği batı bloğunun yanına itecektir. Sovyetler Birliğinin tarih sahnesinden çekilmesine kadar Türkiye ve Rusya birbirine karşı hassas bir politika izleyecek, hudut komşusu olan iki ülke karşıt kutuplarda yer almalarına rağmen bazen işbirliğine de gideceklerdir.
            Bu gün için Rusya Federasyonunun Türkiye ile işbirliği bu ülke için hayati öneme haizdir. Çünkü Türkiye sadece ekonomik olarak değil dış politikada da Rusya’nın vazgeçemeyeceği partneridir. Bunu Kremlinde oturan sayın tovarishch Putin (tavariş-Yoldaş) sokaktaki halktan çok daha iyi bilmektedir. Ancak azalan petrol ve gaz gelirleri, artan hayat pahalılığını Rus halkına anlatamayan Yoldaş Putin için düşen uçak adeta kurtarıcı olmuştur. Dış politikayı içeriye kullanarak ekonomik olarak batma noktasına gelmiş olan Rus ekonomisinin durumunu gizleme gayretindedir yoldaş Putin!  Ancak mızrak çuvala sığmamaktadır. Çünkü 2014 yılında 195 Milyar $ petrol ihraç eden Rusya’nın 2015 rakamı 90 Milyar dolardır! Petrolün varilinde meydana gelen her 10 dolarlık düşüş Rus ekonomisine 20 Milyar dolara mal olmaktadır! Bu gün Rusya’nın en büyük buğday alıcısı Türkiye’dir. Rusya’nın ihraç ettiği toplam buğdayın %20 si Türkiye tarafından alınmaktadır. Bunun alınmaması bile Rus bürokratlarının uykularını kaçırmaktadır. Aynı şekilde Türkiye ithal ettiği doğal gazın %54,8 ini, petrolün ise %35 ini Rusya’dan almaktadır. Türkiye Almanya’dan sonra Rusya’nın en büyük doğal gaz müşterisi! Bu rakamlar bile Türkiye’nin Rus ekonomisi için neden kaybedilemeyecek bir ortak olduğunu açıklamaya yeter sanırım. Ayrıca Ruslar otomotiv imalatında Türk yedek parçasına muhtaçtır. Bütün bu bilgileri Türkiye’nin Moskova Büyükelçiliği internet sitesinden edinebilirsiniz.
            Kısacası; Ankara ve Moskova birilerini sevindirmekten derhal vazgeçmeli, MECBURİ TÜRK RUS İŞBİRLİĞİNE geri dönmelidir! Bizimkisi bir aşk hikayesi değildir çünkü!


15 Aralık 2015 Salı

RİCAT

            Son iki gündür yazılı ve görsel basında can sıkıcı bir haber dolaşıyor. Şırnak vilayetimizin Cizre ve Silopi ilçelerinde vazifeli öğretmenlerimize İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri tarafından kısa mesaj gönderildiği, öğretmenlerin bu mesaja binaen ilçeleri terk ettikleri yazılı ve görsel basında yer aldı.
Mesajın tam içeriği şöyleydi; “Tüm öğretmen ve idarecilerimiz bakanlığımız tarafından 14.12.2015 tarihinden itibaren hizmet içi eğitim seminerine alınmıştır. Öğretmenlerimiz seminerlerini memleketlerinde alabilir.” Bu kısa mesaj saat 12:54’te bir öğretmen arkadaşın GSM telefonuna düşmüş, o da bize gönderdi. Mesajı aldığımda şaka sandım. Telefon açtığım bu delikanlıya konunun ne olduğunu sordum; “Ağabey bize mesaj geldi. Şu anda ilçeyi terk ediyoruz. Otogar tıklım tıklım.Otobüs bulamayan yada arabası olmayan öğretmen arkadaşlar İpek yoluna çıktılar, otostop çekiyorlar.” dediğinde inanın göz yaşlarım kendiliğinden aktı.
Bendeniz yıllarca doğu ve güney doğu vilayetlerimizde bulunmuş, buralarda vazifemi ifa ederken hakikaten gurur duymuş, memleketin bu uzak köşelerinde vazife yapmayı kendime ayrıcalık ve gurur vesilesi görmüş bir insanım. 1989-1994 yılları arasında bölücü terörün nasıl azdığını, nice öğretmenlerimizin faşist pkk terörü ile şehit edildiğini, okulların nasıl yakıldığını, köyden YİBO’lara (Yatılı Bölge Okulları) öğrenci gitmemesi için terör örgütünün köprüleri sabote ettiğini, yolları mayınladığını bizzat gören ve yaşayan bir insanım. Zoruma gitti bu haber. Çünkü biz ilçe merkezlerinde çalışırken; köylerde, mezralarda görev yapan öğretmen arkadaşlarım hafta sonları yanıma gelir ve beraber kalırdık. Pazar akşamları onları bırakmaya giderken çok kez köprülerin üstünden değil suların içinden geçmişliğimiz vardır.  Daima saygı duyar, onları görünce önümü ilikler ve buyur ederdim. Bana ne den böyle davrandığımı sorduklarında her zaman aynı cevabı verirdim; “Sizi gördüğümde Peygamber Efendimizi (SAV) görmüş gibi oluyorum. Çünkü sizin mesleğiniz dünyanın en kutsal mesleği. Aldığınız üç kuruş maaşa rağmen canınızı ortaya koyuyorsunuz. Bence dünyada en büyük saygıyı siz hak ediyorsunuz!”  Hoşlarına giderdi bu cevabım. Ama gerçek buydu. Çünkü onlar Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşa gösterdiği güler yüzü, teröre ve terörden nemalanan asalaklara verdiği en güzel cevaptılar. Canları pahasına, hatta geleceklerini karartmak, sakat kalmak  pahasına köy, mezra demeden gidiyor ve devletimizin güler yüzünü minicik beyinlere nakşediyorlardı. Yıkık duvarların altında kalmak pahasına, eksi 37 derece soğukta donmak pahasına, bunca meslektaşları şahadet şerbetini içerken; onlar bir şevkle, imanla öğrencilerine koşuyorlardı.  Onları ne kurşun, ne tehdit, ne de imkansızlıklar yıldıramamıştı. Sadece terör değildi benim çilekeş öğretmenlerimi tehdit eden; yüzyılların kurulu düzeni, köylünün aydınlanmasını istemeyenler de aynı şekilde tehdit ediyorlardı. Körpe beyinlerin aydınlanmasından korkanlar, bağnazlığı ve körü körüne inanmayı kendilerine şiar edinenler için en büyük düşman öğretmenlerimizdi. Çünkü onlar körpe fidanları eğittikçe ne terör örgütü, ne ağalar nede meleler okuyan, okuduğunu anlayan, sorgulayan ve hüküm veren gençleri kendi sapık fikirleri ile avlayamıyor, haliyle aydınlanmanın kaynağı olan öğretmenlere her fırsatta kin kusuyorlardı.

            Bir devletin büyüklüğü  onun halkına götürdüğü hizmet ile ölçülür. Bir memlekette ne kadar eğitimli iş gücüne ve beyne sahip olursanız devletiniz büyük, memleketiniz mamur olur.   Ulu Önder Gazi Mustafa kemal ATATÜRK bunun bilinci ile her fırsatta Türkiye Cumhuriyetinin temelinin kültür olduğunu belirtmiş, koyu bir cehalet içerisinde yaşayan milletin aydınlanması için yurdun her köşesinde "Millet Mekteplerini" açmıştır.  Milletin geleceği için gecesini gündüzüne katan (meşhur sofrasında rakı içip kafa çekmiyor, yanına topladığı eğitimci, şair, yazar ve bürokratlarla Türk milli eğitimi için kafa patlatıyordu.) Atatürk,  eğitimin temel ilkeleri olarak milli, merkeziyetçi ve laik bir eğitimin halka benimsetilmesini istiyordu. Çünkü yüzyıllar boyu koyu bir cehaletin içerisinde kalan Türk Milletinin din kisvesi altında dogmalardan, saplantılardan arındırılmış, temeli Türk Kültürü ve ülküsü olan bir eğitimin benimsenmesini, milleti eğitecek öğretmenlerin buna göre yetiştirilmesini,  eğitimin cumhuriyetin en temel meselesi olduğunu özellikle genç öğretmenlere öğretilmesini istemiştir. Bu konuda gayet hassas olan ulu önder; zamanında öğretmenlere karşı pozitif bir ayrımcılık da yapmıştır. Çünkü ona göre "Dünyanın her tarafında öğretmenler insan topluluğunun en özverili ve saygıdeğer unsurlarıdır." (01. 03. 1923) ve  "Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet henüz millet namını almak yeteneğini elde edememiştir. Ona basit bir kütle denir, millet denmez." ( 14.10.1925, İzmir Erkek Öğretmen Okulunda.) Bundan dolayı milleti eğitecek olan öğretmenlerin yurdun en ücra köşelerinde bile Türkiye Cumhuriyetinin birer meşalesi olduğu bilinci ile hareket etmesini istemiştir. "Öğretmenler her fırsattan istifade ederek halka koşmalı, halk ile beraber olmalı ve halk, öğretmenin çocuğa yalnız alfabe okutur bir varlıktan ibaret olmayacağını anlamalıdır." (07.071927, Dolmabahçe Sarayı, İstanbul Öğretmenler Heyetine Demeç.) ATATÜRK için her okul bir kaledir! Öğretmen ise bu kalenin yegane muahafızı!
            Biz bu ülkeye 1071 de gelmedik, bu memlekette Nuh Tufanından bu yana vardık ve hala da varız. Bizim ordumuz işgal ordusu, polisimiz işgal zaptiyesi değildir. Bu nedenle elbette memleket dahilinde ortaya çıkan anarşi ve terörü devletimizin güvenlik güçleri engelleyecekler, kaosa izin vermeyeceklerdir. Memleket dahilinde kargaşa çıkarmak isteyenler amaçlarına ulaşmak için her türlü yolu deneyeceklerdir. Çünkü efendileri bu maşalara bunu emretmektedirler. Ordumuz her türlü plan dahilinde taarruz yada ricat edebilir. Bu gayet normaldir. Çünkü askerlik bir harp sanatıdır. Polisimiz yani zaptiyemiz yaptığı operasyonlar esnasında taktik gereği geri çekilebilir veya ileri atılabilir. Bu elbette polis şeflerinin bileceği bir iştir. Ancak; Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içerisinde hiçbir eğitimci, memur veya başka bir kamu görevlisi peyderpey yerini terk edemez! Hele hele bunun için eğitim, seminer, toplantı adı altında hiçbir mazeret kabul edilemez! 
            Kapanan her okul düşen bir kaledir.  Birkaç kanı bozuk şerefsizin "TiCinin örgetmenleri goçmiştir" demesi  ile öğretmenlerimiz RİCAT edecek değildir! Türk öğretmeni yüklendiği kutsal görevin bilincindedir. 

            Türkiye Cumhuriyeti kökü dışarıda birkaç beslemeye pabuç bırakacak aciz bir devlet değildir. Biz bunun canlı örneğini 25 sene önce yaşadık.  Açılan hendekler, açanlara mezar olacaktır.Yaktıkları okullar yakanların karakterini çok güzel bir şekilde anlatmaktadır. Kimse unutmamalıdır ki; Toroslarda  Yörüklerin, Menteşelerde Efelerin,  Baran Dağında Abdalların,  Palandökende Dadaşların, Nur dağlarında Rafıkların yaktığı ocaklar hala tüter. O ocaklar söndürmeye de kimsenin gücü yetmez!

2 Aralık 2015 Çarşamba

TÜRK AMERİKAN İLİŞKİLERİ-3-

 (ATATÜRK DÖNEMİ 1922-1938)
          Daha önceki yazılarımızda Osmanlı dönemi ve İstiklal Harbi yıllarında Türk Amerikan ilişkilerini anlatmıştık. Bu yazımızda Cumhuriyet dönemi, daha doğrusu İstiklal Harbimizin bitiminden Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ölümüne kadar geçen sürede Türk Amerikan münasebetlerini inceleyeceğiz.
            Dizi yazımızın ikincisinde belirttiğimiz üzere ABD İstiklal harbimiz boyunca TBMM ile ilişkileri en alt seviyede tutmaya özen göstermiştir.  Ankara Hükümetinin; kapitülasyonların kaldırılarak ABD ile TBMM hükümetleri arasında resmi ilişkiler kurulması talebi ABD İstanbul yüksek temsilcisi Amiral Bristol’e iletilmiş,  ne hikmetse Wahington’dan bir ses çıkmamıştır. [1] Ancak Amiral Bristol Ankara hükümeti ile ABD arasında ilişkilerin başlaması konusunda ısrarcıdır.  TBMM hükümetinin Fransa ile yaptığı Ankara antlaşmasından sonra Amerikan hükümeti İstanbul’daki Ticaret Temsilciliğinden bir kişiyi Ankara’ya göndermiştir. [2]
            Mustafa Kemal Paşa ABD ile TBMM arasında diplomatik ilişkiler kurulmasını özellikle istemektedir. Çünkü ABD hem ekonomik, hem de sanayi olarak büyük bir devlettir ve 1921 yılında göreve gelen Cumhuriyetçi partiden Warren Gamaliel Harding,  Monreo Doktrinine sadık kalınacağını açıklamıştır.[3] Bazı aklı evvellerin Amerika Birleşik Devletleri o günün egemen (süper) gücüdür tanımlaması sadece gülünecek bir olaydır. Evet, ABD o günkü şartlarda bir Avrupa yada Asya kıtası gibi yıkım görmemiştir. Ama yine de 20 inci yüzyılın ilk çeyreğinde egemen güç Büyük Britanya (İngiltere) imparatorluğudur. Mustafa Kemal ATATÜRK İngiltere devletine karşı ABD kartını oynamak istemiştir. Bu nedenle önemlidir ABD. Buna karşın ABD,  TBMM hükümeti ile ilişkilerinde daima tedbiri elden bırakmamıştır.
            ABD her ne kadar TBMM hükümeti ile olan münasebetlerini en alt seviyede tutmaya özen göstermişse de;  tabiri caiz ise her taşın altından çıkmaya, her fırsatta TBMM hükümetinin işlerini bozmaya gayret göstermiştir. Türkiye'nin e buhranlı günlerinde ABD hem Pontus hem de Ermeni hareketlerini açıkça desteklemiştir.  
            İstiklal Harbimizin kesin zafer ile sonuçlanmasının ardından toplanan Lozan Barış Konferansı,   Karlofça ile başlayan ve her zaman aleyhimize sonuçlanan barış anlaşmalarının bitmesi mi, yoksa devamı mı olacağı konusunda ciddi bir sınavdır. TBMM hükümeti delegasyonu;  Türk Milletinin tek  yasal temsilcisi sıfatı ile gittiği Lozan'da ciddi bir direnişle karşılaşacak, gözlemci olarak katılan devletlerin bile Türkiye'nin egemenlik hakları ve kapitülasyonlar konusunda taraf devletler ile iş birliğine gittiklerini görecektir.  Sözde Monroe Doktrinine bağlı kalacağını açıklayan Amerika Birleşik Devletleri ne hikmetse Lozan Konferansında Monroe Doktrinini unutacaktır!
            Lozan Barış Konferansında ABD,  Osmanlı Devleti yada TBMM hükümeti ile doğrudan harp halinde olmamasına karşın “Gözlemci Ülke” sıfatı ile katılmış, ancak her konuda konferansa aktif rol oynamıştır. Açık Kapı ilkesi, kapitülasyonlar, teşkilatlandırdığı Misyoner Okulları nedeniyle adeta taraf ülke hüviyetine bürünmüştür. Fener Rum Patrikhanesi konu olunca ABD delegasyonu yetkilendirilmediği halde Türk delegasyonunun karşısında Lord Curzon ile hareket etmiştir. Boğazlar konusunda ABD tam anlamıyla İngiliz görüşlerini desteklemiştir. Hiç şüphesiz Amerika Birleşik Devletlerinin Lozan'da TBMM delegasyonunu sıkıştırmaya çalışmasının altında çok ciddi konular bulunmaktadır. Bunların en önemlileri yıllar boyu adeta kanser misali açtıkları Misyoner Okullarının akıbeti, Ermeni tezleri ve kapitülasyonlar meseleleridir.
             24 Temmuz 1923 tarihinde Türkiye ile itilaf devletleri arasında imza edilen Lozan  Anlaşmasının akabinde 6 Ağustos 1923 de Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye arasında ikinci bir anlaşma imzalanır. Bu anlaşmanın en önemli tarafı 1917 yılından itibaren kesilen Türk-Amerikan resmi ilişkilerinin başlaması ve kapitülasyonlar konusunda ABD'ye tanınan ayrıcalıkların sona ermesidir. Yine 6 Ağustos 1923 tarihinde Türkiye ve ABD arasında suçluların iadesi, anlaşması imzalanacaktır. Her iki ülke parlamentolarında onaylandıktan sonra yürürlüğe girecek olan ilk anlaşma Amerikan kongresinde 3,5 yıl bekletilmesine rağmen onaylanmamıştır. Bunun en önemli nedeni ise Lozan'da istediklerini alamayan Ermeni diasporasının etkili çalışmalardır. O kadar sistemli çalışmışlardır ki; 1918 yılında Vahan Kardaşyan ile James W. Gerard tarafından kurularak Milli Mücadele döneminde Türk karşıtlığıyla tanınmış ve kara propaganda üzerinde uzmanlaşmış ilk örgüt; ACIA (American Committee for the Independence of Armenia - Amerika Ermenistan’ın Bağımsızlığı Komitesi) artık bağımsızlığa kavuşturacak bir Ermenistan kalmadığı için Lozan Antlaşmasına Karşıt Amerikan Komitesi ACOLT (The American Committee Opposed to the Lausanne Treaty-Lozan Antlaşmasına Karşı Amerikan Komitesi) adını alır ve tüm gücü ile Lozan anlaşmasının ABD temsilciler meclisi ve kongreye gelmemesi için çalışır.[4] Ermenilerin ve Demokrat Partinin yoğun kulisleri neticesinde Türk-Amerikan anlaşması 1927 yılında ABD senatosu tarafından ret edilir. Türkiye'nin başına ileriki yıllarda "Ermeni Meselesi" olarak çıkacak olan suni mevzunun taraftarları ilk zaferlerini kazanmışlardır. Temelinde Amerika Birleşik Devletlerinin misyoner okullarının ve Protestan Ermeni cemaatinin yattığı bu suni mesele Türkiye Cumhuriyetinin de çok başını ağrıtacaktır. [5]
            1927 yılı Şubat ayında  uluslar arası literatürde "Modus Vivendi" (Yaşama Biçimi) olarak adlandırılan "Geçici Anlaşma" ile Türkiye Cumhuriyeti ve Amerika Birleşik Devletleri arasında ilk diplomatik ilişki kurulur ve Ekim 1927 de ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Joseph Grew Türkiye Cumhurbaşkanı Atatürk'e güven mektubunu verir. ABD ile 1 Ekim 1929'da imzalanan "Ticaret Seyriseferin Anlaşması" haricinde kayda değer bir diplomatik ilişki kurulmamıştır.
            Gazi Mustafa Kemal Atatürk ABD'den özellikle teknoloji ve eğitim konularında yararlanmak istemiştir. Ancak ABD'nin Türkiye'ye bakışı kolay kolay değişmemiş, özellikle İngiliz destekli isyanlar ile yeni kurulan Türk Devletinin yıkılacağı beklentisi Washington kulislerinde sıkça dile getirilmiştir. Ancak genç Türkiye Cumhuriyeti ve onun dahi önderi Atlantik ötesi müttefikimiz(!) Amerika'nın hevesini kursağında bırakmıştır!
            Dizi yazımızın bir sonraki bölümünde Milli Şef İnönü dönemi  Türk-Amerikan İlişkilerini ele alacağız.




DİP NOTLAR                                   :
[1]-1921 Ocak ayı
[2]-Temsilcinin adı Julian Gillespie olup 1921 Aralık Ayında gittiği Ankara’dan 1922 Şubatında ayrılmıştır. (y.n)
[3]-HARMANDA, Kudret Türk Amerikan İlişkileri-2- YÖRTÜRK Dergisi 2015 Eylül-Ekim Sayı :123
[4]- ŞİMŞİR, Bilal; (1977), "Türk-Amerikan İlişkilerinin Yeniden Kurulması ve  Ahmet Muhtar Bey' in Vaşington Büyükelçiliği (1920-1927), Belleten (162)
[5]- HARMANDA, Kudret Türk Amerikan İlişkileri-1- YÖRTÜRK Dergisi 2015 Temmuz-Ağustos Sayı :122