20 Eylül 2018 Perşembe

KÖLELER


Kölelere ekmek gerekti,
efendilere ise ekmek kazanmak için köle.
Efendiler ekmek verdiler kölelere, onların kazandığı
alın teri ile, bin bir zahmetle yaptıkları ekmekleri...
Kölelere sormadı efendileri, "bu ekmek nasıl kazanıldı?"
Köleler sorgulamadı, "bizim kazandığımız ekmekleri
bize neden özgürlüğümüzün karşılığı verdiler" diye
efendileri sormadı, köleler sorgulamadı, ekmek neyin karşılığı diye...
Bir gün, çıkıp dedi içlerinden en asi olanı,
"Ekmeği kazanan biz, alın terini akıtan biz, kazandığımız ekmeğe
bir lokma versin efendiler diye, kölelik eden yine biz!" diye
haykırdı var gücüyle....
İçlerinden en yaşlı olanı; "Sus!" dedi "Sus! Bozgunculuk yapma!
Bizim kaderimiz bu, köle doğduk, köle büyüdük, kadere boyun eğmeyi,
ve efendilerine itaat eden mutlu bir köle olarak ölmeyi yazmışlar bize,
Şimdi sen kalkıp diyorsun ki, ekmek bizim, emek bizim, özgürlük bizim olmalı...
Kadere isyan eden bir günahkar, bir lanetli gibi...
derhal tövbe etmelisin
bu zararlı düşünceleri, kafandan def etmelisin!"
Ve o deli cesaretin sahibi, söyledi usul usul; "Bu böyle gitmez!
Annem köleydi, babam da öyle. Ve onların anneleri ve babaları da,
hep aynı efendiye değildi kölelikleri, bir lokma ekmek içindi
oysa toprak işleyenin, su kullananın, ekmek ise, emek harcayanın...
olmak zorunda kardeşlerim, değişmeli bu düzen...
yoksa ölümü kader diye sunarlar, ekmek karşılığı prangayı
ve bir damla su için boynunuzda zincirleri
lütuf değildir kendi emeğinizin karşılığı,
isyan değildir hakkını istemek, haktır en başında
bizim düşmanımız efendiler değil, cehaletimizdir
boynumuzdaki zincir, ellerimizde kelepçe
ayaklarımızda pranga sanmayın demirdendir...
bizi köle eden, bizim cehaletimiz,
bizi mahkum eden bizim korkularımız
bizi kör eden kardeşlerim; inanın bana
gözümüzde büyüttüğümüz nokta kadar şeyleri
bize dayatılandır, bize lütuf diye sunulandır,
Biz çokken o mutlu azınlığın karşısında
haline şükreden, bizden olduğunu söyleyen
ama;
gerçekte bizi kendi korkularımızla yüzleşmekten
alıkoyan, satılmış ruhlar ve
bize biz olduğumuzu unutturanlardır!"
Dalgalandı köleler topluluğu, bulandı duru ve boş beyinler
bir tarafta hakkına razı olduğunu söyleyenler
öte yanda, hak, hukuk, emek ve ekmek diyenler
ve bir yanda onlara daima şükretmeyi salık veren efendiler...
Ta o günden beridir ki
köleler savaşır durur, hak, eşitlik ve adalet diyerek
oysa kavgaları hep kendi aralarında olmuştur
efendiler; onlar için çarpışan kölelere madalya takarken her zaman
özgürlük diyenleri hep hain ilan etmiştir...
Köleler, halinden memnun tok köleler...
Onlar efendilerine çok müteşekkirler...
ve halinden memnun olmayıp, özgürlük diyerek aç yatan
asi köleler...
Onlar hallerinden çok memnunlar, aç bile olsalar
Bir felsefe, bir ideoloji değil bu, yada epik bir destan
yazılıp gelen ta dünya kurulduğu günden gelen...
bir yanda aç yatarken halinden memnun,
öte yanda tok yatmaktan mesut olan köleler..
Oysa dostlarım; güneş hepimizin, hava da öyle
su bedava olmalı, ekmek de,
köle olmamalı insan insana, insan da heveslerine
üleşmeli zenginliği, üleşmeli ekmeği ve suyu
biri yaşarken sevinçleri, öteki üzülmemeli
sevinci paylaşmalı, kederi bölüşmeli
köle ve efendi nasıl ki eşitse toprağın altında
toprağın üstünde de insanlar eşit bir şekilde
havayı soluyabilmeli, suyu içebilmeli,
ve ekmeği herkes eşit yiyebilmeli...
19 Eylül 2018 22 suları
Kudret Harmanda

7 Mart 2018 Çarşamba

NE DEĞİŞTİ?



Sabah herkes haber bültenlerinde, TV programlarında, sosyal medyada bir furyaya başlayacak; 8 Mart Dünya Kadınlar Günü Kutlu olsun ey millet diyeceğiz el birliği! Birkaç günden beri sosyal medya hesaplarında çokça kadın günü kutlamaları devam etmekte, herkes cefakar kadınlarımıza karşı son sürat şirinlik yapmakta. Bir kısım insanımız bu şaklabanlığa acayip sinir olurken, bir kısım da “Ne var bunda? Herkes kutluyor, biz de kutlamalıyız.” demekte…
            Dileyen kutlar, dileyen eleştirir, dileyen anar. Ama gerçek olan bir şey varsa da şudur ki; 8 Mart Dünya Kadınlar gününün ne olduğu hala ülkemizde tam olarak idrak edilmiş değildir. Önce şunu ayırt etmek gerekiyor, kadınlar günü kutlama mı, yoksa anma günü mü? Aslına bakılırsa Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanan bu gün Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun  16 Aralık 1977 tarihinde kabul ettiği ama neden kabul ettiğini yazmadığı bir gündür. Birleşmiş Milletler sitesine girip bu günün neden kabul edildiğini sorgularsanız 8 Mart 1857 de Amerika Birleşik Devletlerinin New York kentinde daha iyi çalışma şartları için greve giden 40 bin işçinin bir fabrikaya kilitlenip, fabrikanın ateşe verilmesiyle 129 kadın işçinin ölümü neticesi anma günü olarak kabul edildiği yazmaz! Çünkü kapitalizm kendi maskesinin düşürülmesini, hele hele kendisi tarafından o maskenin indirilmesini asla kabul etmez!
            Evet; kötü şartlarda çalıştırılan dokuma işçilerinin daha iyi çalışma şartları ve ücretler için toplandığı 8 Mart 1857 tarihi aynı zamanda dünya işçi hakları tarihi açısından kapkara bir gündür. Çünkü o gün yaklaşık 40 bin işçi daha iyi şartlar ve çalışma koşulları için greve giderken başlarına gelecek felaketin farkında değillerdir. Toplandıkları tekstil fabrikasında polisin sert müdahalesi ile karşılaşan işçiler kendilerini fabrikaya kilitlediler. Fabrikada çıkan (yada çıkartılan) yangın nedeniyle işçiler dışarı çıkmaya çalıştılar. Ancak fabrika önünde kurulan polis barikatını aşamayan 129 kadın işçi yanarak can verdi. Peki neydi 40 bin işçiyi o tekstil fabrikasına toplayan? Neydi 129 cana mal olan sebep? Dünyada işçi hakları için ölümler denilince belki de ilk sırada yer alan bu olayı tetikleyen veya bu duruma getiren sebepler nelerdi? Bildiğimiz kadarıyla cevaplamaya çalışalım. Birincisi sırada kapitalistler için kadın işçi demek ucuz iş gücü demekti. Daha uzun iş saatleri, daha az ücret demekti. Kadınların örgütlü hareketi daha zayıf olduğu için sömürülmeleri de kolay olmaktaydı. Kadınların daha iyi şartlarda çalışmaları, daha makul çalışma süreleri ve eşit ücret talepleri sömürü düzeninin işine asla gelmediği gibi, düşünülmesi bile sermayedarların uykusunu kaçırmaya yeterliydi. Bütün bunların neticesinde, erkek işçilere göre daha fazla çalışmalarına karşın daha az ücret ve sosyal hakları olan kadın emekçiler bu şartların düzeltilmesi talebiyle 8 Mart 1857 de bir tekstil fabrikasında toplanmışlar ve greve gitmişlerdir. Polisin sert müdahalesi, ardından fabrikada çıkan yangın neticesinde barikatı aşamadıkları için ölen 129 kadın işçi 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününün başlangıç noktasını oluşturmuştur. Ölen kadın işçilerin cenaze törenine 10 binler katılmış ve bu olay işçi sendikaları tarafından unutulmamıştır. 26-27 Ağustos 1910 da Kopenhag’da toplanan II.Enternasyonalin kadınlar toplantısında –Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı- Clara Zetkin tarafından 8 Mart tarihinin 1857 fabrika yangınında ölen kadın işçilerin anısına  Dünya Emekçi Kadınlar Günü olması teklif edildi. Öneri oy birliği ile kabul edildi.   Dünyada yapılan ilk Emekçi Kadınlar Günü anması ise 19 Mart 1911 de yapıldı. Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de gösterilere katılan on binlerce kadın seçme ve seçilme hakkının yanı sıra kadınlara iş ve mesleki eğitim verilmesi, çalışırken çocuğunu emzirme hakkı, çalışma alanlarında kadın-erkek eşitliği sağlanmasını, talep etti. Anma toplantıları ilk yıllarda ilk baharda ve belirli bir günü olmayan şekilde yapılmıştır.  Birliğin sağlanması amacıyla, 1921 de toplanan III. Enternasyonalde, Sovyetler Birliği Komünist Partisi lideri Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin’in teklifi ile anma günü olarak 8 Mart tarihinin, isim olarak da “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olması kararlaştırılmıştır. 1960’lı yıllara kadar pek çok ülkede kutlanmayan Dünya Emekçi Kadınlar Günü bu yılların sonuna doğru ABD’de kutlanmaya başlayınca, 1977 yılında BM tarafından Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmaya başlanmıştır. Türkiye’de 1921 tarihinden beri yapılan anma toplantıları, 12 Eylül Cuntası tarafından yasaklanmasına karşın 1984 yılından beri yapılmaktadır.
            Bu gün sözde Dünya Kadınlar Günü olarak sözüm ona kutlanan ama gerçekte bir tüketim çılgınlığına dönüştürülen Dünya Kadın Emekçiler Günü artık asıl amaçlarından saptırılmış, çıkış noktaları unutturulmuş, temel, ana ve hayatın esas noktası olan kadınlarımızı olması gereken yerde değil, ticari bir meta haline getirmiştir. Sadece bizim kadınlarımız değil, dünya kadınları da kapitalizmin oyununa pekâlâ gelerek can verip, emek ve alın teri akıtarak kendi bileklerinin zoru ile aldıkları bir günün kapitalizme hizmet eden bir gün haline getirilmesine ses çıkarmamışlardır.
            8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü tüketim gününe çevirenlere sormak istiyorum; “Ne değişti?  
Kadın cinayetlerini bitirdiniz mi?
Kadınlara mobing (işyerinde baskı) bitti mi?
Kadınlar eşit işe eşit ücret alabiliyor mu?
Kadınlara siyasette kota kaldırıldı mı?
Namus ceza indiriminde etken olmaktan çıktı mı?
Kızların hepsi okula gidebiliyor mu?
Çocuk gelinler bitti mi?
Kızlara giydiklerinden dolayı okulda, işte, arabada laf atmalar bitti mi?
Tecavüzler bitti mi?
Vahşice öldürülüp yitip giden hayatların hesabı soruldu mu?
Kadın ana yani temel oldu mu?
Cevabınız Evet mi?"
Hadi o zaman 8 Mart Kadınlar Gününüz kutlu olsun!
           


4 Mart 2018 Pazar

SAVAŞANLAR VE YATANLAR





            Bir süre önce Antalya il merkezinde, Türkiye ve kardeş ülkelerden 328 Yörük Türkmen derneği, federasyon, konfederasyon, birlik yada vakıf temsilcisi 3 üncü uluslararası Yörük Türkmen Çalıştayında bir araya geldi.  8 Şubatta başlayan çalıştay 11 Şubatta sona ererken üzerinde çalışılan konular, ortaya konulan sorunlar, çözüm önerileri ve alınan kararlar Türkiye ve dünya ekseninde Yörük Türkmen Hareketinin dünü, bu günü ve geleceği konusunda çok ciddi sonuçlar ortaya koydu.
            Şurası unutulmaması gereken bir husustur ki; Yörük Türkmen Hareketi dediğimiz olgunun temeli Türk Kültürüdür. Unutulmaya yüz tutmuş konar göçer Yörüklerin gelenek, görenek, anane ve Töresinin yaşatılması amacıyla kurulan dernekler artık bu hareketin asli çıkış noktasının kadim Türk Kültürü olduğu konusunda hem fikirlerdir. Şöyle ki; ister Urfa’da, ister Bursa’da, Söğüt veya Antalya’da, Burdur ya da Diyarbakır’da yaşatılan bu kültürün birbirinden hiçbir farkı olmadığı yapılan her üç çalıştayda da net bir biçimde ortaya konulmuştur.
 2016 yılında yaptığımız ilk çalıştayda Yörük ve Türkmen olarak ikiye ayrılan kesimin gerçekte bir kavram karışıklığından dolayı bu halde olduğu, aslında Kızılırmak nehrinin doğusunda kalan Türk unsurların ne kadar Türkmen ise batısında kalanlarında aynı şekilde Türkmen oldukları, batısında Yörük olarak adlandırılanların ne kadar konar göçer ise doğusunda kalanlarında o kadar konar göçer Yörük oldukları bizzat bilimsel olarak ispat edilmiş ve tebliğ olarak tarafımca çalıştayda okunmuştu. Yine 2016 çalıştayında Yörük Türkmen Kültürünün Orta Asyadan bu yana süre gelen kadim Türk Kültürünün bu gün yaşayan en diri hali olduğu katılımcılara anlatılmıştı.
 Elbette 2016 çalıştayı yapılırken bu satırların yazılması kadar kolay yapılmadı. Uzun süredir kafamı kurcalayan Yörük Türkmen Hareketinin bilimsel bir şekilde araştırılması, tartışılması ve bir temele oturtulması fikrimi 17 Kasım 2015 tarihinde  ziyaretime gelen Türkiye’nin ilk Yörük Türkmen Derneğini kuran gönül insanı ve bu hareketin ilk ateşini yakan kişi olan Antalya Yörükler Derneği Başkanı Abdullah Duman beye açmıştım. Duman başkan heyecanla karşılamıştı bu fikrimi. Nasıl yapabiliriz konusundan neler yapabiliriz konusuna gelmiştik bir anda. Fikir güzeldi, önemliydi de aynı zamanda. Çünkü şimdiye kadar pek üzerinde durulmayan Yörük Türkmen Kültürü ciddi anlamda bizzat bu kültürü yaşayan ve yaşatanlar tarafından ele alınacaktı. Duman başkan; bana bu çalıştayın konuları üzerinde çalışmamı söylerken, kendisi bu işi destekleyecek kişi ve kuruluşları bulacağını söylüyordu. Ben o gece sabaha kadar uyuyamadım sevinç ve heyecandan. Gerçekten çok heyecan verici bir şeydi bu iş.
Çalıştayın ana konularının tespiti hakikaten çok zorlu bir sürecinde başlangıcını teşkil etti. Evet; belki görünende basit bir şeymiş gibi görünen ama denenmemişin denenmesi, yapılmamışın yapılması insanın üzerinde büyük bastı yaratıyordu. Şimdiye kadar şenlik yada şölenlerde bir araya gelmiş Yörük Türkmen derneklerini böylesine büyük bir organizasyonda bir araya getirmek, gördükleri sorunlar ve çözüm önerilerini toplamak, daha da önemlisi bir yol haritası çıkarmak çok zordu. Bu süreçte bizzat kendim, Abdullah Duman, Halil Yılmaz ve Mehmet Duman epeyce ter dökmüş, yol haritası çıkarmak için sabahlara kadar konuşmuştuk.

Resim altı not: Kudret Harmanda, Ümit Uysal ve Abdullah Duman
İlk Çalıştayın yapılmasında Muratpaşa Belediyesinin kadirşinas Başkanı Yörük çocuğu Ümit Uysal beyin emek ve katkısı asla unutulamaz. Gazipaşalı öğretmen bir babanın ve Serikli bir ev hanımının evladı, yetiştiği çevrenin sorunlarını en iyi bilen insanlardan birisi olan saygıdeğer başkan Uysal, Yörük diyarı Antalya’nın böyle büyük bir organizasyona ev sahipliği yapmasının onuru ve sorumluluğunda bu organizasyonun gerçekleştirilmesi için her türlü yardımı yapmıştır. Kendisine buradan bir kere daha teşekkürlerimi iletmek isterim.
 Gerek Muratpaşa Belediyesinin cefakâr kültür müdürü ve çalışanları, gerekse Antalya Yörükler Derneğinin saygıdeğer başkanı ile yönetim kurulu ve çalışanları gerçekten çok zor bir organizasyonun başarılmasında gecelerini gündüzlerine katarak cansiperane bir şekilde çalıştılar. İlk olmasının yanında bir o kadar da zor bir organizasyonun toplanması, ülkemizde yapılmayan bir oluşumun ortaya konulması hakikaten çok zor ve bir o kadar da yorucu idi. Çünkü bizden başarıdan ziyade başarısızlık, sonuç değil fiyasko bekleniyordu. Zaman son derece kısıtlı, imkanlar sınırlıydı. Buna mukabil çalışmalar hiç durmadan devam etti. Nihayetinde Türkiye Birinci Yörük Türkmen Çalıştayı ve Arama Konferansı 2016 yılının 26 Şubatında Antalya il merkezinde toplandı. 27 ve 28 Şubat tarihlerinde de devam eden çalıştayda ortaya konulan sorunlar, çözüm önerileri ve nihayetinde derneklerin problemleri o güne kadar ele alınmayan, daha doğrusu ele alınması bile cesaret isteyen konuların ortaya yatırıldığı bir çözümleme ve öz eleştiri toplantısı haline dönüştü. Çalıştay adına yaraşır bir şekilde başladı ve nihayet buldu. İlk olmasına karşın istediğimiz sonuçların çok ötesinde sonuçlar almış ve hedefimizin çok daha ötelerine ulaşmıştık.
Yörük Türkmen Kültür Derneklerinin pek çoğunun katıldığı ilk çalıştay sonuçları açısından gerçekten çok önemliydi bizim için. En azından yapılmayanı yapmak cesaretini göstermiş, söylenti olarak bilinen pek çok şeyi bilimsel temellere oturtmuştuk. Bu gerçek bile yaptığımız işin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymuştu.
Elbette bu çalıştay yapılırken perdenin önünde olanlar kadar, gizli kahramanlarda emek sarf etmiş, bazen ayaklarımıza kara sular inerken, bazen de uykusuz günde 1-1,5 saat uyku ile idare etmek zorunda kalmıştık. Hatta hatırlarım; gecenin saat üçünde Abdullah Duman başkanla aç olduğumuzu hatırlayıp çorbacı aramıştık Antalya sokaklarında. Çünkü biz bir kültür hareketinin başarıya ulaşması için gece-gündüz, uykulu-uykusuz, aç-susuz gibi konulara takılmayacak kadar bu davaya mesaisini ve kendini feda eden kişileriz. Biz, bizleri “Beş yıldızlı otellerde Yörükçülük yapıyorlar.” diye eleştiren ama kendileri klavye ve monitör başından kalkamayan kardeşlerimize inat bu davanın nesillere ulaştırılması için görevli sayıyoruz. Bizim davamız beş bin senelik Türk kültürünün gelecek nesillere eksiksiz olarak teslim edilmesi davasıdır. Bizim kavgamız Türklüğün bekası, Türk illerinin mamurluğu ve Türk devletinin inkişafı davasıdır. Bundan dolayı biz kendimizi bu davanın erleri olarak yatanlardan değil, savaşanlardan görüyoruz. Aldığımız sorumluluğun, omuzlarımızdaki yükün farkındayız.
İlkini 2016 yılının Şubat ayında yaptığımız çalıştayımızın ikincisini 2017 yılının Şubat ayında ve nihayet üçüncüsünü 2018 yılı Şubat ayında yaptık.  Temeli Yüksek Türk Kültürü olan Yörük Türkmen Hareketinin gelecek kuşaklara aktarılması için yaptığımız çalışmaların bu kadarla sınırlı kalması elbette düşünülemez. Ancak şunu da belirtmekte fayda görmekteyim ki; basit terimlerle geçiştirilmeye çalışılan Yörük Türkmen hareketi artık bilimsel temellere ve gerçekte hak ettiği yere oturtulmuştur. Bu hareket bütün siyasi görüş ve düşüncelerin çok ötesinde, partiler üstü bir konumda olduğunu göstermiştir. Bu gün üniversitelerde kurulan Yörük Kültürünü Araştırma Merkezleri, Belediyelerin yaptırdıkları Yörük Türkmen Kültür Evleri ve Müzeleri, kamu ya da özel kuruluşlar tarafından yapılan Yörük Türkmen Çalıştayları Antalya’da yakılan ateşin ışığının artık bütün dünya Türklüğünü aydınlattığını göstermektedir.
 Kızıloğuz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün “Güvencim ve Kıvancım” dediği ve mensubiyeti ile gurur duyduğu, Türklüğün temeli olan Yörük Türkmenler de kendilerinin bu ülkenin ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin asli kurucu unsurları olduklarının bilincindedir. Dün 1921 yılının o buhranlı günlerinde bile “Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez.” Diyerek bu milletin asli unsuru olarak gördüğü Yörüklere olan inancını ve güvenini dile getiren Kızıloğuzun bu sözü aynı zamanda bizler için bir vasiyettir. Bizler Kızıloğuzdan aldığımız emanet olan Türkiye Cumhuriyetinin inkişafı için gece ve gündüz durmadan çalışacağımıza söz verdik. Bizler her zaman ve her şartta ülkemiz ve devletimiz için hizmette asla ve kat’a gaflete düşmedik ve daima hazır bulunduk. Çünkü bizler bu milleti, bu devleti ve bu vatanı canımızdan aziz bildik ve çok sevdik! Biz rahat döşeklerimizde yatmayı değil, ülkemiz ve milletimiz için can vermeyi seçtik ve bunu kendimiz için şeref saydık! Bu nedenle kendimizi yatanlardan değil savaşanlardan saydık ve saymaya da devam edeceğiz!


26 Şubat 2018 Pazartesi

KEMALİZM Mİ, İNÖNİZM Mİ?


Şu sosyal medya denilen kökü dışarıda oluşumlar olmasa memlekette ne kadar münevver, ne kadar filozof, ne kadar âlim varmış göremeden terki dünya eyleyecekmişiz.  Şükürler olsun o felakete duçar olmadan sosyal medya sayesinde memleketimin kıyıda köşede kalmış gizli alimlerini tanımak şerefine nail oldum.
            Geçen gün sosyal medya hesabımda bir konu üzerinde fikir beyan eden benden epeyce yaşlı ve tecrübeli bir sayfa arkadaşım; “Kemalizm uydurmadır, aslı İnönizmdir. Gerçekte Atatürkçülük vardır. Kemalizmi İnönü uydurmuştur.” gibi bir söz etti. Şaşırmak isterdim, lakin bırakın şaşırmayı araştırmam gerektiğini, bir fazla okumam gerektiğini anladım.  Çünkü iddialar yenilir yutulur cinsten olmadığı gibi, okudukça aslında bildiğimi sandığım Kemalist Felsefeyi çok da bilmediğimi, aslında Kemalizmin başlı başına bir bilimsel konu olduğunu gördüm.  Peki neydi Kemalizm? Uydurma bir ideoloji mi, yoksa Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş ve varoluş felsefesi mi? Oligarkların ve oportünistlerin dayattığı, Müslüman ahalinin başında Demoklesin kılıcı gibi tutulan bir olgu mu? Kendi neslini yaratan, 10 yılda 15 milyon genci otaya çıkaran yeni bir oluşum mu? Milli vicdan, milli devlet, milli ekonomi, milli kültür adı altında tam anlamıyla yeni bir felsefe mi? Sorular, sorular, sorular… Cevapları bile tek olamayan, her kafaya göre farklı cevapları olan sorular.
            Sözlük anlamı olarak Kemalizm Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve Türk Devrimin ideoloğu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün görüş, düşünce ve ilkelerini benimsemek, onun yolundan gitmek, ilke ve devrimlerine sahip çıkmak anlamına gelmektedir. Bu sözcüğü ilk kullananlar da yabancı yazarlar olmuş, özellikle Türk İstiklal Savaşı esnasında düşman yazarlar ve askerleri tarafından “Kemalin Askerleri” tanımıyla hayat bulmuş bir olgudur. O halde şunu net bir şekilde ortaya koyabiliriz ki; Kemalizm sonradan uydurulmuş bir şey değildir.
Tarihi gelişimine bakıldığında da açık bir şekilde görüleceği üzere; Kemalizm demek Türk Devrimi demektir. Kemalizm demek antiemperyalizm demektir. Kemalizm demek sömürü düzenine başkaldırı, kula kulluk etmeye isyan demektir. Kemalizm demek unutturulmak istenen ve temeli yüksek Türk kültürü olan Türk Milletinin ümmet değil millet olduğunun dünyaya ilanıdır. Kemalizm kuru kuruya bir ideoloji değil, dayanağı Türk kültürü olan bir yaşam şeklidir. Her alanda Türklüğün ve Türk Devletinin varlık kavgasının yaşandığı, Türklüğün yeniden doğuşunun adıdır Kemalizm! Bu gün bazı kesimlerin özellikle ikinci cumhurbaşkanı Mustafa İsmet İNÖNÜ’ye dayandırmaya çalıştığı Kemalizm Felsefesi her şeyden evvel daha Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan var olmuş bir olgudur.  Sivas ve Erzurum Kongrelerinde tam bağımsızlık fikri ile ağırlığını ortaya koymuş, TBMM’nin açılışı ile de millet egemenliğini temel almasıyla ete kemiğe bürünmüştür. Eğer Mustafa Kemal ATATÜRK’ün altı ilkesi dikkatlice incelenecek olursa her bir ilkenin çıkış noktasının millet egemenliği, Türk Milliyetçiliği ve Türk kültürü olduğu net bir biçimde görülecektir. Çünkü Mustafa Kemal daha harp akademileri öğrencisi olduğu yıllarda bile millet egemenliğinden bahsetmiş ve bu nedenle kovuşturmalara bile uğramıştır. Şunu net bir biçimde ifade etmek isterim ki; Kemalizm daha Mustafa Kemal talebe iken şekillenmeye başlamış ve Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte resmi bir hüviyet kazanmıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi Kemalizm ilk olarak yabancılar ve Damat Ferit hükümeti tarafından ortaya atılmış bir terimdir. Kemalistler yada Kemaliler olarak adlandırılan Mustafa Kemal ve taraftarları sözüm ona Anadolu’da Osmanlıya isyan eden Celalilere benzetilmek suretiyle küçük görülmek istenmiştir. Kemaliler tanımı sadece Mustafa Kemal’in askerleri için de kullanılmamış, Kuvayi Milliye hareketi içindeki gruplar içinde kullanılmıştır. İngiliz ve Yunan kayıtlarında ortaya çıkan ve Mustafa Kemal’in askerlerini tanımlayan terim, daha sonraları Mustafa Kemal’in felsefesi ya da ideoloji anlamında Kemalizm adını almıştır. Yani Kemalizm uydurulmuş yada sonradan çıkarılmış bir terim değil, Türk İstiklal Mücadelesi ile ortaya çıkmış bir olgudur. İddia edildiği gibi Kemalizm M.İsmet İNÖNÜ tarafından uydurulan bir ideoloji de değildir. Temeli Mustafa Kemal ATATÜRK ve onun fikirleridir.
Kemalizm tek başına bir terim değil, terimler bütünüdür. Kendiliğinden ortaya çıkmış bir olgu da değildir. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kurduğu devlet, verdiği mücadele, yaptığı devrimler ve bıraktığı ilkeleri hepsi Kemalizmi oluşturan öğelerdir. Kemalizmin dayandığı Atatürk ilkelerinden Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Halkçılık 1927 yılında Türkiye Cumhuriyetini kuran Cumhuriyet Halk Fırkasının ilkeleri olarak benimsendi. 1931’deki III. CHP Kurultayında ise bunlara laiklik, devletçilik ve inkılapçılık da eklendi. Bunlar yapılırken Mustafa Kemal ATATÜRK Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı ve Cumhuriyet Halk Partisinin de genel başkanıydı. Yani İsmet İNÖNÜ ne cumhurbaşkanı, ne de milli şef değildi! Demek ki Kemalizm Felsefesi daha Mustafa Kemal sağ iken kurulmuş ve uygulamaya konulmuştu! Zaten Kemalizmin başkaları tarafından ortaya konulan bir ideoloji olması da imkansızdır. Çünkü Mustafa Kemal ATATÜRK ileride ATATÜRKÇÜLÜK olarak da adlandırılacak olan bu felsefeyi bizzat kendisi kurmuş ve uygulamıştır. Ne Komünizm ne de Faşizme benzemeyen bu yeni ideolojinin kaynağı doğrudan doğruya Türk Milleti ve onun o günkü ihtiyaçlarının ortaya koyduğu gerçektir.
Mustafa Kemal ATATÜRK Türk Devrimini yaparken -bunun tanımlamasında İnkılap kelimesinin kullanılmasındaki yegane amaç Sovyet Devriminden ayırmaktır.- her şeyiyle milletine inanıp güvenerek hareket etmiştir. Yoksa o gayet iyi bilir ki; halkın desteği olmadan hiçbir hareket başarıya ulaşamaz. Mustafa Kemal ATATÜRK Kemalist devrimin amacını açıklarken; “Türkiye bir maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak, ne Batılılaşacaktır. O, sadece özleşecektir.” demektedir. Yani Türk Devriminin amacının Türk Ulusunun kendi köklerine dönmesi, özüne dönerek ileriye gitmesi, muasır medeniyetler seviyesine ulaşırken de başka uluslara, topluluklara benzememesi gerektiğini kesin bir dille ifade etmiştir.
            Sadece Türk Milletinin değil, mazlum ve esir milletlerinde örnek aldıkları Kemalist Felsefe şüphe götürmez bir şekilde Türk Milletinin içinden çıkmış ve hem dünya Türklüğüne ve hem de mazlum milletlere mal olmuştur. Her zaman söylediğim gibi; Ali Rıza Efendi ve Molla Zübeyde Hanımın oğlu Mustafa Kemal Türk Milletinin bir ferdidir, ancak Mustafa Kemal ATATÜRK dünyadaki bütün uluslara, mazlum milletlere aittir! Kemalizm de birilerinin uydurduğu gibi ne İNÖNÜ, ne BAYAR veya başka birisi tarafından değil, bizatihi Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından ortaya konulmuş ve uygulanmıştır. Bu gün 350 milyonluk Türk dünyasının kurtuluş reçetesi de KEMALİZMDİR!

24 Ocak 2018 Çarşamba

KÜLTÜR ELÇİLERİ HORASAN ERENLERİ


Anadolu’da neredeyse her köyde, kasabada ve hatta dağ başlarında bulunan ve “eren” tabir edilen yatır veya evliya mezarları vardır. Bunların hepsinin de farklı farklı hikayeleri bulunur. Ancak hepsinin de ortak bir noktası vardır ki; kime sorarsanız sorun orada yatan bu yatırların yani erenlerin adları Horasan Erenidir.
            Ulu zirveleri, ıssız yol boylarını, ovaları ve ormanları kendilerine mekan tutan bu kişiler Horasan Erenleri adlarını nereden alırlar, nereden gelmişlerdir? Sıkça adını duyduğumuz İran’dan Anadolu’ya,  Balkanlara kadar Türklüğün ve İslam’ın bayraktarlığını yapan Horasan Erenleri kimlerdir? Kökleri kime ve neye dayanır? Nasıl ortaya çıkmışlar ve hangi amaçlarla hareket etmişlerdir? Bu erenlere adını veren Horasan neresidir? Türk ve İslam tarihindeki yeri ve önemi nedir?
            Horasan farsça güneşin yükseldiği yer anlamına gelmektedir. Günümüzde İran devletinin üç  eyaletinin adı olan Horasan, eskiden bugünkü İran, Afganistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan devletlerinin bazı bölgelerini içine alan geniş bir coğrafyanın adıydı.İslam coğrafyacılarının genellikle anlattıklarına göre doğudan Huttel, Gur ve kısmen Sicistan ( Sistan ); güneyden Deştilût ve Kirman ile Rey arasındaki Fars toprakları; batıdan Deştikevîr’in batı kısmı ve Taberistan ile Cürcan; kuzeyden de Türkmenistan’ın bir bölümü, Hârizm ve Mâverâünnehir tarafından çevrilmiştir.
Bu bölgenin bizim için en önemli özelliği tarihin her döneminde yoğun bir Türk nüfusunun burada bulunmuş olmasından dolayıdır.  Horasan bölgesi Halife Ömer zamanında İran’ın fethedilmesinin ardından  Arap ordularının yeni hedefi olmuş, ancak bölgenin  işgali ve Araplar tarafından ele geçirilmesi hiç de kolay olmamıştır. Bir kısmı Halife Ömer zamanında ele geçirilen Horasan bölgesinin İslam orduları tarafından fethi Halife Osman döneminde tamamlanmıştır.
            Türklerin İslamiyet ile tanışmaları Arap  orduları vasıtasıyla olmuştur. Yaklaşık olarak 70 yıl boyunca Türkler ve Araplar arasında savaşlar yaşanmış, birlik olamayan Türk boyları güçlü Arap orduları karşısında mağlup olmuşlardır. Türklere uygulanan baskılar neticesinde İslamiyet’i seçen Türk boyları bu baskıların kalkması veya azalması ile  tekrar eski atalar dinine dönmüşler, hatta Hazar Türkleri sırf Araplara olan hınçlarından dolayı Yahudi dinine geçmişlerdir. Müslüman olmayan Türklere ağır vergiler konulması, Türk ailelerin Arap ailelerle evlerini paylaşmaya zorlanması, Müslüman olmayan Türk kadınlarının ve kızlarının odalık, cariye adı altında köle pazarlarında satılması,  Müslüman olmak istemeyen erkeklerin köle yapılarak Irak, Suriye ve Arabistan gibi ülkelerde satılması ve yeni Müslüman olan Türklere [Mevali-Köle] denilmesi de Türklerin Araplara ve dolayısıyla İslam dinine mesafeli olmalarına neden olmuştur. Bu ve buna benzer yoğun Arap baskıları Türk boyları arasında İslamiyet’in hızla yayılmasını engellemiştir.
            Yukarıda anlattığımız nedenlerle uzun yıllar boyu Türk ve Arap ilişkileri çok sancılı bir süreçten geçmiştir. Ancak bazı nedenlerden dolayı bu sancılı ilişkiler gün gelip ortak düşmanlara karşı işbirliğine dönmeye başlayınca bu defa da Maveraünnehir ve Horasan bölgesindeki Türklerin hızla Müslümanlaştıklarını görmekteyiz. Yeni din ile ortaya çıkan yeni akımlar da Türk boyların arasında yaygınlaşmaya başlamıştır.
Türk tasavvuf tarihine bakıldığı zaman Sufilik geleneği olarak adlandırılan akımın Türkistan Sufiliği, Horasan Sufiliği ve Rum yani Anadolu Sufiliği olarak üçe ayrıldığını görmekteyiz. Türkistan Sufiliği dediğimiz akım ilk olarak Batı Türkistan’da ortaya çıkmıştır. İlk sufiler keşif sahibi insanlardı, mala mülke değer vermezler, bazen çıkınları bile olmadan gezer ve gittikleri yerlerde insanları dini yönden aydınlatırlardı.
Horasan sufiliği dediğimiz akımın öncüsü daha doğrusu kurucusu Hace Ahmet Yesevi’dir. 1093 yılında Sayramşehrinde doğan ve 1166 yılında Yesi köyünde vefat eden Hace Ahmet Yesevi, babası İbrahim Şeyh ve Arslan Baba'dan tasavvuf eğitimi aldı ve hocasının ölümünden sonra Yusuf  Hemedani'nin yanında eğitimini tamamladı.
İslam ile tanışmaları esnasında Türkler kendilerine dayatılan Arap kültürü ile adeta bunaltılmıştır.  Özellikle  Emevi halifeleri ve komutanları Türkleri zorla Araplaştırma çabasına girişmişler, İslam adı altında Arap yaşam tarzını Türklere dayatmışlardır. Arap ve Fars kültürlerinin Türk Milletine dayatılması Hace Ahmet Yesevi tarafından fark edilmiş talebelerini halkın içine salarak geleneksel Türk kültürünün yaşaması için gayret göstermiştir. Özellikle kendisinin yazdığı ve daha sonra Divan-ı Hikmet adıyla kitaplaştırılacak olan şiirlerini halk meclislerinde okutturmuştur. Hace Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri yoğun bir kültür emperyalizmi yaşayan Türkler arasında düşünce, dil ve inanç birliği konusunda adeta birleştirici bir etki oluşturmuştur.
 Türkistan'da faaliyetlerini sürdüren Ahmed Yesevî'nin yolu zamanla Yesevîlik adını aldı. "Horasan Okulu" olarak da adlandırılan tasavvuf akımının en önemli temsilcisi olan Hace Ahmed Yesevî'den adını alan Yesevîlik yolu, Türklere İslâm'ı ve dervişliğin yollarını öğretmeyi amaçlamıştır. Bunun için İslâm inancını, Türk gelenek, inanç ve yaşam tarzı ile sentezleme yolu seçilmiştir. Diğer bâzı âlimlerin yaptığı gibi kendisini belli bir alana hapsetmeyip inandıklarını ve öğrendiklerini yerli halka ve göçebe köylülere onların kendi anlayabilecekleri bir lisan ve alıştıkları yöntemlerle anlatmaya çalışmıştır.Mensup olduğu Türkmen toplulukların duygu, düşünce ve eğilimlerini çok iyi bilen Hace Ahmet Yesevi, eski Türk inanç sisteminin pek çok unsurunu yaşamakta, yaşatmakta ve İslam’la bütünleştirerek farklı şekiller altında sürdürülmesi için yeni yollar geliştirmekteydi. Sadece bulunduğu çağa ve coğrafyaya değil, çağlar ötesine ve sınırların dışına hitap eden Hazreti Piri Türkistan Hace Ahmet Yesevi Ata yetiştirdiği ve kaynaklarda 96 bin olarak yazılan talebesini özellikle Türklerin yoğun olarak yaşadığı yerlere göndermiş, onun ölümünden sonra da öğretisini devam ettiren talebeleri Horasan Erenleri adını alarak Türk Milletinin içinde ayrı bir yere sahip olmuşlardır. Ahmed Yesevi'nin müridleri ve takipçileri ölümünden önce ve ölümünün sonrasında, 12. yy ortalarından itibaren diğer bölgeler gibi Anadolu'ya da gelerek görüşlerini yaymaya devam ettiler. Anadolu'nun Türkleşmesinde büyük emekleri geçmiş olan Horasan Okulu, yetiştirdiği birçok alimi dağınık Türkmen aşiretlerine yollamış, bu alimler de devlet ve millet olma kavramlarının içini doldurmak için çalışmışlardır. 
Horasan Okulundan çıkan Yesevilik çıktığı Türkistan’dan dalga dalga bütün Türk yurtlarına ulaşmış, Kıpçak yurtlarından Azerbaycan’a, Anadolu’ya, hatta Hindistan’a kadar yayılmıştır. Bu inanç kültürünü bu kadar geniş bir coğrafyaya ulaştıranlar ise Horasan Erenleri olmuştur. Anadolu Selçuklu sultanlığı zamanında Abdalan-ı Rûm olarak adlandırılan bu dervişler Osmanlının kuruluşunda da aktif olarak rol oynamışlardır. Mesela pek çok efsaneye konu olan Sarı Saltuk –ki kendisinin tahta kılıçla cihat ettiği rivayet edilir.- daha Anadolu Selçuklu Devleti zamanında Balkanlara geçerek adeta  Osmanlının fütuhatına zemin hazırlamıştır. 
Hace Ahmet Yesevi tarafından yetiştirilen ve halk arasında kendilerine Horasan Erenleri denilen bu dervişlerin  her türlü meslek kollarında çalıştıklarını görmekteyiz. Değirmenci, demirci, aşçı, nalbant, debbağ, çoban ve benzeri meslek kollarında gördüğümüz Horasan Erenleri aynı zamanda Ahiyanı Rum, Anadolu Ahiliğinin (Anadolu Esnaf Birliğinin)de kurucularıdır. Sulucakarahöyük’te tekkesini kuran Hace Bektaşı Veli’de bir Horasan Ereni olup, Hace Ahmet Yesevi’nin talebesi ve halifesi Lokman Perende’nin halifesidir. Hace Bektaşı Veli’nin bir diğer adı Hünkar Hace Bektaşı Horasani’dir. Moğolların Anadolu ve İslam beldelerini işgalleri esnasında en büyük direnişi gösterenler temeli Horasan Erenleri olan Rûm Abdalları olmuştur. Bu dervişler özellikle devlet otoritesinin bitme noktasına geldiği işgal yıllarında halkı teşkilatlandırmışlar; kurdukları gizli gerilla teşkilatları ile Anadolu Türklüğünün bitmesinin önüne geçmişlerdir. Kendisi de bir Horasan Ereni olan Ahi Evran yani Şeyh Nasırettin Mahmut el Hoyi’nin eşi Fatma Bacı’da kurduğu Bacıyanı Rum (Anadolu Bacı) teşkilatı ile Anadolu kadınlarını, gerektiğinde düşmanlara karşı vatan savunmasında eşlerinin yanında mücadele etmesi ve gerektiğinde de kültürde, sanatta, edebiyatta, sosyal ve ekonomik alanlarda kalkınıp gelişmesini sağlamak için teşkilatlandırmıştır. Anadolu Kadınlar Birliği, kadınlar arasındaki yardımseverliğin, konukseverliğin, doğruluk ve merhametliliğin gelişmesine katkı sağladığı gibi Türk dilinin, Türk kültürünün ve İslam anlayışının kadınlar arasında yayılmasını hızlandırılmıştı.
Anadolu Kadınlar Birliği, Ahilerin kadınlar kolu olarak yetim ve kimsesiz genç kızları himayesine almış, onların eğitimlerinden, ev-bark sahibi olmalarından sorumlu olmuşlardır. Bunun dışında kimsesiz ihtiyar kadınların bakımı, genç kızların evlendirilmesi gibi birtakım sosyal hizmetlerde bulundular, maddi sıkıntı içinde olanlara yardım elini uzatmışlardır. 
Müslüman bir Türkü diğer Müslüman milletlerden ayıran en önemli özelliği akıl, mantık, bilim ve felsefeyi bilmesi ve kullanmasıdır. Aklının ve mantığının kabul etmediği, yaşam felsefesine uymayan, bilimin sorguladığı hiç bir şeyi Müslüman bir Türk'e kabul ettiremezsiniz! Çünkü bir Türk Allah’ı dahi aklı ile arar. İşte Hace Ahmet Yesevi'nin kurduğu Horasan Erenleri ekolü budur. Yani her şeyden evvel körü körüne birilerine yani şeyhlere, mollalara inanmak değil, aklı ve mantığı ile dinin gereğini yapmaktır.
Yüzyıllar boyunca Türklüğün varlığı için mücadele vermiş olan Horasan Erenleri yada Anadolu’daki adıyla Abdalanı Rum, Bacıyanı Rum ve Gazayanı Rum  teşkilatlarının  bu günkü uzantıları ülkemizin dört bir yanına yayılmış olan Yörük Türkmen Dernekleri ve onların gönül erleridir. İster Bektaşi, ister Sünni hangi mezhebe dahil olurlarsa olsunlar Yörük Türkmen Dernekleri Horasan Okulunun devamıdırlar. Çünkü bu dernekler bin yıl öncesinde olduğu gibi bu gün de Türklüğün varlığı, Türk devletinin ebedi müddet olmasını temel ilke edinmişlerdir.