KANLI SU TASI
İbrahim yenice gelmişti koyun gütmeden. Anası Esme kadın
merdivenin başında bekliyordu ya, pek bi durgun, pek bi üzgün gelmişti anasının
duruşu. “Hayırdır gadın anam, ne oldu bi marak mı var?” dedi İbrahim. Anası
usul usul indi merdivenlerden. Konuşmuyor, sadece sessizce ağlıyordu. “Desene
ana, bi marak mı var? Durmuş’a mı bi şey oldu yoğusam?” diye üsteledi İbrahim.
“Yok oğul, yok yiğidim. Ne marağı olacak suna boylum, kınalı koçum? Sadece
muhtar Üsen (Hüseyin) geldi böğün.” Derin bi nefes aldı Esme kadın, içi
sıkılıyor, söylemeye korkuyordu ya, neylersin mukadderat kaçış yok elbette
söylenecek. “Desene ana, ne oldu ne dedi muhtar Üsen?” iyice meraklanmıştı
İbrahim. Esme kadın “Celp kağıdını getirmiş. Cepheye çağırıyorlar a sürmeli
goçum seni.” Derken artık tahammülü kalmamış, bırakıvermişti kendini. Hüngür
hüngür ağlıyor, bir yandan da boynuna sarıldığı oğlunun yüzünü, boynunu
öpüyordu. “Gız ana dur hele! Neye ağlar neye parçalarsın kendini? Vatan borcu
bu gı, başka şeye benzer mi? Elbet gideceğiz, elbet düşmana çakmak çakıp, süngü
ile karşı duracağız.” Diye teselli ediyordu İbrahim garip anasını.
Evin
en büyük çocuğuydu İbrahim. Babası öleli dört sene olmuş, evin bütün yükü
omuzlarına binmişti. Babasına Tan Süleyman derlerdi köyde. Genç, babayiğit,
pehlivan adamdı babası. Güreşirdi, tan atmadan uyanır, sabah ezanlarında dağı
bulurdu. Köy yerinde lakap takmak pek meşhurdur ya; “Tan atmadan yaylaya
varmazsam o gün aç kalırım.” Dediği için Tan Süleyman deyivermişlerdi Süleyman
pehlivana. Bir harman zamanında sarı sancı tutmuştu Süleyman Pehlivanı, boncuk
boncuk terlemiş, iniltisi koca obayı sarmıştı da, sabaha karşı başında Esme
kadın Yasin okurken ruhunu teslim edivermişti. Aydın İncirliova’dan göçüp gelen
Koca İbrahim’in oğlu Tan Süleyman Pehlivan yine tan atmadan ruhunu teslim
etmişti yaratana. Ardında bir dul eş, iki oğlan üç kız bırakıp ulu göçe
çıkmıştı. Durmuşcuk daha iki yaşındaydı, emzikten bile kesilmemişti daha.
Ondan
sonra hayat hiçte kolay olmadı İbrahim’e. Her işe o yetişiyor, anasının eli
ayağı, gözü kulağı oluyordu. En büyük çocuk kendisiydi. Esme kadının ilk göz
ağrısı, evinin direğiydi. Pehlivandı İbrahim, güreşirdi. Uzun boylu, yakışıklı,
hele bi de yürüdü mü, kumral saçları savrulurdu ya omuzlarının üstünde… Komşu
kızı Dudu’ya yangındı bir de. Gizli gizli bakarlardı birbirlerine, kimseler
görmesin, duymasın diye utana sıkıla…
Yapılacak
bir şey yoktu işte. Celp kağıdı gelmiş, köyden gidecek askerler akşam
medresenin yanındaki Hafızların odasında toplanmışlardı. Muhtar Hüseyin her
birine teker teker baktı. On sekiz mecburi yükümlü ile üç de gönüllü vardı.
“Cuma günü namazdan sonra kalkamakta (mezarlığın üstündeki asker uğurlama yeri)
toplanıp nasipse sizi yolcu edeceğiz. Hazırlıklarınızı ona göre yapın. Çavdır’dan
garagoldan gelip alacaklar sizi.” Dedi muhtar. “Cumaya da iki gün var.” Dedi
İbrahim içinden. Hafızların taş odaya bakıyordu şimdi. Bu oda dedesi
Hafızlardan Hacı İsmail tarafından yaptırılmış, gelen giden garip gureba gelsin
yatsın, gecelesin diye köye vakfedilmişti. O da tıpkı anası Esme kadın gibi
odanın önündeki medresede okumuş, Arap Hocanın tedrisatından geçmişti. Okumuş
kadındı anası, 7 sene Kozağacı medresesinde Arap Hocadan ders almış, icazet
almış ve köyün kızlarına hocanımlık yapmıştı. Ufak tefek bir kadındı Esme
kadın. Ama dağ gibiydi ya, değme erkeğin yapamadığı zorlu işlerin altına
girerdi. Çift sürer, ekin biçer, kızak koşar, döğenle harman döver, bağ bostan
eker dikerdi. Yaman kadındı şu Esme kadın. Beş çocuk doğurmuştu Esme kadın.
İbrahim dedenin adıydı, ilkiydi, ilk göz ağrısıydı. Sonra Şerife olmuştu. Ardından Fatmana ve
Dudu, en son da Durmuş. Tan Süleyman Pehlivan öldüğünde Durmuş iki yaşındaydı.
İbrahim 14 yaşındaydı babacığını toprağa verdiklerinde. Şimdi aradan geçen dört
senenin sonunda padişah sancak-ı şerifi kaldırmış ve seferberlik ilan etmişti.
Cuma günü yolcuydu nasipse. “Kaderde ne varsa o yaşanır bre!” dedi, kendi
kendine eve dönerken. Dudu gilin evinden zayıf bir ışık sızıyordu. Yatsı
okunmuş, herkes evlerine çekilmişti. Baktı o yana, belki bir ihtimal ya görürüm
diye. Dudu’nun babası Osman dayı damın başında kar kürüyordu. “Noldu ula İbram?
Ne vakıt gediyonuz gari?” dedi Osman dayı. Yerdeki karın ışıltısı üstüne vuran
ayın şavkı ile bilmişti komşu oğlunu. “Cuma günü nasipse Osman dayı, Cuma
namazından sonra.” Dedi İbrahim. “Hayırlısı dayım, hayırlısı!” diye mukabele
etti Osman dayı. Eve girdiğinde bacılarının ve Durmuş’un çoktan uyumuş olduğunu
gördü. Anacığı Kuran-ı Kerim okuyordu. Eyi yetiştirmişti Hacı İsmail kızı Esmayı.
Henüz yedi yaşındayken hafize olmuştu Esma. El gibi kız çocuğu okumaz dememiş,
medreseye salmıştı. Arap hoca okutmuştu Esmayı. Çok isteyeni olmuş, çok
taliplisi gelmiş ama o Aydınlı Koca İbrahimin oğlu Süleyman’a meyil vermiş, ona
varmıştı. Beş vakit namazını hiç geçirmezdi Esma. Hele üç aylar girdi mi,
zinhar oruçsuz geçirdiği gün olmazdı. “Yavrım;
namaz borcu ödenir, oruç borcu ödenir. Olur ki ödeyemeden emir hak vaki olur
ölür gidersiniz. Allah merhametlidir, rahmandır, rahimdir olur ki affeder. Emme
ve lakin sakın ha! Sakın el uzunluğu etmeyin. Kimsenin zemmini, gıybetini
etmeyin. Irızına, namusuna kör bakmayın. Kul hakkı ödenmez! Aç gezin, karnınıza taş
basın emme hırsızlık etmeyin. Kimsenin hakkına girmeyin.” Derdi beş kuzuna
her daim.
Cuma
günü Cuma namazından sonra on sekiz mükellef, üç gönüllü toplandı köylülerle
birlikte kalkamakta. Arap Hoca dualarını ettirdi. Herkes helallik verdi. Çavdır
karakolundan bir çavuş ve iki askerin nezaretinde Türkten (Ambarcık köyü) gelen
askerlerle birlikte Kütük Meşede birleşip
Tefenni’ye yola çıktı askerler. Gökbelden Karamusa’ya doğru çıkıp giden
bu kafile Kara Kuzu gediğini aşınca içlerinden birisi başlayıverdi ya acı acı
söylemeye;
Asker
Olduk Çentelerimiz Dikildi
Gelinlik Kızların da Boynu Büküldü
Analar Babalar Kalkamaktan Döküldü
Ağlamayın Analar Ağlamayın Babalar
Biz Yine Geliriz
Gelmezsek,
Vatan Yoluna Kurban Oluruz!...
Gelinlik Kızların da Boynu Büküldü
Analar Babalar Kalkamaktan Döküldü
Ağlamayın Analar Ağlamayın Babalar
Biz Yine Geliriz
Gelmezsek,
Vatan Yoluna Kurban Oluruz!...
İbrahim gittikten sonra
evin bütün işleri Esme kadına ve büyük kızı Şerife’ye kalmıştı. Her gün bir
arpa ekmeği sadaka veriyordu Esme kadın. “Oğlumun yoluna, önüne gerilir. Ben aç
yatayım da oğlumun çöreği (sadakası) kalmasın.” Der di hep.
İbrahim
bir buçuk sene sonra izine geldi. Çavuş olmuş, müfrezesi varmış. Öyle de
yakışmış ki asker urbaları, deme gitsin! Çanakkale’yi anlatırdı anası ve
kardeşlerine. Cehennemi yaşamıştı orada. Kaç kere ölümden dönmüş, kaç kere süngü
yemiş, kurşun sıyırıp geçmişti. Anasına diyemese de merak etmişti ya,
çatlayacaktı neredeyse. En küçük bacısı Dudu’yu çağırdı hanaya (eski evlerde
balkon). “Osman dayının Dudu nerelerde bacım? Görünmedi hiç.” Diye sordu bin
bir merakla. Birazda alacağı cevabın korkusu vardı içinde. Ya evlenip gitmişse,
değil mi ya? Köy yeri burası, kızın yaşı on beş oldu mu verirlerdi ere. Küçük
Dudu ağasına “Dudu aba Oylumuara (Uylupınar köyü) gitti abasının yanına. Abası
doğurmuş da orada duracakmış bir süre.” Deyince dünyalar onun oluverdi. Birkaç
gün sonra gelivermişti Dudu. Onu uzaktan
uzağa görünce kanatlanıp kuş olası gelmişti İbrahim’in. Anasına açtı konuyu;
“Ana ben Osman dayının Dudu’ya vurgunum. Adı belli olsun, iste onu bana. Söz
keselim.” dedi. Esme kadın güngörmüş, akıllı, ulu kadındı. Bilirdi oğlunun
komşu kızına içten içe yanık olduğunu. Lakin sırası değildi şimdi. İbrahim
askerdi. Daha bitmemişti askerliği. Hele ki seferberlik devam ederken böyle bir
şey yapması son derece yanlış olurdu. “Oğul, canım oğul, koç yiğidim, gözümden sakındığım
göz bebeğim oğul. Şimdilerde böyle bir şey yaparsak yanlış olur. Seferberliğin
ne vakit biteceği belli değil. Hele sen hayırlısı ile teskereni al, sılana dön.
O zaman düşünürüz böyle işleri. Şimdi zamanı değildir can oğul.” diyerek bu
işin önünde engeller olduğunu anlattı Esme kadın oğluna. “Peki, ana, dediğin
gibi olsun. Emme bi yol deseydik. Bi adını koysaydık. Hem beklerdi beni Dudu,
ha anam olmaz mı?” dediyse de anasının kararını değiştiremedi İbrahim.
Sayılı
gün tez geçer misali üç haftalık izin de bitivermişti. Anasının elini öptü,
kardeşlerini öpüp yola koyuldu İbrahim. Konya’ya varıp müfrezesi ile birlikte
doğuya, Erzincan’a hareket etti. Çanakkale’den sonra yeni cephe Bayburt-Erzurum
cephesi, düşman da Moskof gavuru idi.
İbrahim’den
üç kere mektup aldı Esme kadın. Moskof gavurunun zorlu bir düşman olduğundan, 3
metre karın içinde çarpıştıklarından, zaferi kazanacaklarından bahsediyor,
bacılarını, küçük Durmuşu, anasını sorarken komşuları Osman dayıyı da sormadan
etmiyordu. Sonra arkası kesildi mektupların. 1917 senesinin ağır kışı gelip
çatmıştı zemheri ile birlikte. Geçim iyice zorlaşmış, artık arpa ekmeğine
katacak mısır unu da bulunamaz olmuştu. Esme kadın arpa ekmeğinin içine azda
olsa mısır unu koyardı. Ecekteki ya da Kemerde ki tarlada ekip hasat ettikleri
darıyı su değirmeninde öğütür, az az arpa ununa karıştırırdı. Hiç olmasın kara
arpa ekmeğine azıcık mısır tadı verirdi. Durmuşcuk yiyemezdi ya bu arpa
ekmeğini, ona ettiği bir iki mısır ekmeğinden yedirirdi Esme kadın. İşte o
mısırın da sonu gelmişti. Hem de daha zemheri başında.
Her
gece düşüne girerdi oğlu İbrahim. Onu askere saldığı günden beri her gece
görürdü. Son iki üç gündür görmez olmuştu düşünde. İki üç gündür yüreğine bir
ağırlık da gelip çökmüştü ya; zemheri soğuğunda yanıyordu Esme kadın. Kızlarda
farkındaydı ondaki bu hallerin. Şerife bir iki sormuş, hep üstünkörü cevaplar
almıştı. Sabah namazından sonra oğulsuz koyunlardan (kuzusu ölen koyunlara
oğulsuz, yavrusuz denir) ikisini sağdı Esme kadın. Bakraca koyduğu sütle
medreseden hocası olan Arap hocanın evinin yolunu tuttu. Eve varırken yüreğini
bir şeylerin sıkıştırdığını hissediyor, sanki mengeneye alınmış gibi sıkışan
yüreğinin ağırlığından boğulacak gibi oluyordu. Arap hocanın hanımı Sultan ana
evin avlusundaydı. Gelirken görmüştü Esme kadını. “Buyur gel Esma, geç kızım.”
dedi Sultan ana. “Buyurduk geldik Sultan anam. Eyi mi ettik, kötü mü ettik
bilmeyon emme, alaca garankıda (karanlıkta) geldik gari.” diye cevap verdi Esme
kadın. “Hayır diyelim hayır olsun a gızım. Hayır olsun, hayırlar beri, şerler
öte getsin. Geç hele, çık yukarı Arap hoca camiden geldi.” diyerek yukarı
çıktılar. Arap Hoca rahlenin üzerine koyduğu Kuran-ı Kerimi okuyordu. Bilirdi
ki Arap Hoca kitaptan okumaz, ezberinden okurdu Kuranı… Teni esmer olduğu için
köylüler adını Arap Hoca demişlerdi medresenin en gedikli müderrisine. O da ses
etmemiş, Arap Hoca olmayı kabul etmişti. Gerçek adının Ahmet olduğunu pek az
kişi bilirdi. Hoş, bir Allahın kulu da kalkıp Ahmet Hoca demezdi ya, neyse. Hem
Esme kadına, hem de oğlu İbrahim’e hocalık etmiş olan Arap Hoca 90 yaşını
devirmesine rağmen hala dinç ve aklı başındaydı. Usulca mindere ilişti Esme
kadın. Arap Hoca okumasını bitirip “Hoş geldin kızım. Hayır olsun inşallah.”
dedi. “Hocam, hayır mı, şer mi bilemedim. Askere gettiği günden beri oğlum
İbrahim her gece düşüme girerdi. Üç-dört gündür hiç göremez oldum. Size sorayım
dedim, bu nedendir diye. Onun için sabahın bu kör vaktinde rahatsız ettim
sizi.” dedi Esme kadın. Arap Hoca bir yandan sakalını karıştırırken öte yandan Esme
kadına bakıyordu. Yüzü birden değişmiş, doksanlık bu koca çınarın esmer
simasında hüzün bulutları çökmüştü. “Onlar gitti kızım Esma, onlar hazreti
peygambere komşu oldular!” diye konuşunca ne diyeceğini bilemedi Esme kadın.
Koçaş dağı gelip çökmüştü yüreğine, çığlık bile atamamış, Arap Hocaya
bakakalmıştı. “Ne ediyorsun hoca? Öyle şey denir mi bu garipceğize?” diye
çıkıştı Sultan ana. Onu bile duymuyordu Esme kadın. Fırladı çıktı Arap hocanın
evinden. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu. Bağırıp çağırmak, kendini dağlara vurmak
istiyordu. Ama yapamazdı, evde bekleyen üç kız bir oğlancık geliyordu aklına.
Eve döndü Esme kadın. Şerife yenice koyunlara ot burması asmış, eve çıkıyordu.
“Ne oldu gız gadın anam? Neye ağlarsın böyle? Yoğusam bi şey mi var?” diye
soran kızını duymadı bile Esme kadın. Çıktı eve, yatakta uyuyan Durmuşu
kucakladı, bağrına bastı. Ağladı, inilti çıkarıyor, bağırıp çağıramıyordu. Ona
öyle öğretilmişti. Şehitlerin ruhu incitilmez, yasını bile sessiz etmesini
bileceksin, şehir anası olduğunun farkında olacaksın. Ağır başlı ve vakur
olacaksın denilmişti. Bu coğrafyanın kaderiydi bu. Acını bile sessiz yaşamak,
kaderine boyun eğmek, tevekkül etmek… Esme kadın da öyle yaptı. Acısını
sessizce yaşadı. Sessizce ağladı, sessizce kıyılan ciğerinin acısını çekti
sinesine.
Çok
geçmedi zemheri çıkmadan muhtar İbrahim’in şehadet kağıdını, künyesini getirdi.
3 Kânunuevvel 1333’te (3 Aralık 1917) şehit düşmüştü İbrahim çavuş. Moskof gavuru
çekilirken onların ardından kalan Ermeni tümeni ile tutuşulan harpte şehadete
ermişti. Gözüne bile bakamadığı ilk göz
ağrısı, kınalı koçu, yiğitler yiğidi oğlu İbrahim çavuş Erzurum dağlarında
kalmıştı. Baktıkça Koçaş dağı bir öksüz, bir garip bakar olmuştu Esme kadına. Aydınlı
Koca İbrahimlerden Tan Süleyman pehlivanın oğlu İbrahim Çavuş, Erzurum
dağlarında vatan için, millet için,
namus için hakka varmıştı.
Yıllar
yılları kovaladı. Gün geceye kavuştu. Günler hafta, haftalar ay, aylar yıl
oldu. Çok zor zamanlar geçirdi Esme kadın. Üç kızını çırak çıkardı (everdi).
Durmuş büyümüş, anasının kanadına yapışmıştı. Arada sırada oğlu İbrahim’i
görürdü düşünde Esme kadın. İlk askere saldığı gün gibi görürdü bazen, bazen de
izinden dönerken ki halini görürdü. Üstünde çavuş üniforması, Kalkamaktan
uğurladığı gündeki gibi. Durmuş evlenmiş, ilk bebesi altı ay yaşamış ve
ölmüştü. Zühre gelin ikinci bebesini doğurdu. Adına Dursun dediler. Yaşasın
diye. Sonra Durmuş kalkıp askere gitti. Riyaset-i Cumhur Muhafız Alayında asker
oldu Durmuş. Pek sevindi esme kadın; “İbrahim’imin kumandanını koruyor oğlum. Çanakkale’de
kumandanıymış Kemal Paşa. Durmuşum ağasının kumandanını koruyor.” Derdi konu
komşuya.
Bir
gün köy muhtarı Rıza Efendi elinde bir mazbata ile geldi Esme kadının yanına.
Orak harman zamanıydı. “Golay gelsin Esme bılla (abla)!” dedi muhtar. “Sağol
bıllam, hoş geldin Irza.” diye mukabele etti Esme kadın. “Hayrolsun bıllam?”
Muhtar atından inip ardıcın gölgesinde bağdaş kurdu. “Hayır bılla, hayır. Tefenni’den
şubeden geliyon. Sene maaş bağlanmış İbrahim’den dolayı. Yazısını verdiler.
Gelip alsın maaşını dediler. Kağıdını vermeye geldim.” diyerek elindeki kağıdı verdi Esme kadına. Bir ayran ikram etti muhtara Esme kadın.
Muhtar ayranı içip, atına atladı ve oradan uzaklaştı. Durmuş hanımı Zühre
gelinle ekin biçiyordu. Bir atlının alacıktan (yayla evi, taş duvarla yapılır.
Üstüne ağaç kabukları ve ağaç dallarıyla çatı yapılır ki, son güze kadar orada
kalınırdı.) uzaklaştığını görünce vardı anasının yanına. Anacığı Esme kadın
yeni alfabeyi bilmiyordu. Durmuş askerlik yaptığı Riyaset-i Cumhur Muhafız
Alayında yeni alfabe ile okuma yazmayı öğrenmiş ve ağası gibi çavuş olmuştu.
Elindeki kâğıdı aldı anasının. Okudu, anasının yüzüne baktı. “Ne diyor oğul?”
dedi Esme kadın merakla. “Ağam şehit olduğu için, sene vatani hizmet
tertibinden aylık bağlamış ana devlet.” dedi Durmuş. “Aylığın Tefenni’de mal
müdürlüğündeymiş. Gel al deyorlar.” diyerek açıkladı durumu. 13 sene olmuştu
İbrahim şehit olalı. Neler gelip geçmiş, neler neler olmuştu. Ama acısı her
daim yeni, her daim tazeydi. “Kaç para değer biçmişler oğluma, kaç para bedel
vermişler kınalı koçuma?” dedi Esme kadın… “Üç ayda bir 2700 kuruş ana. Aylık
900 kuruş.” dedi Durmuş. “Benim yiğidimin bedeli üç aylık 27 lira mıymış hele?
27 lira mıymış vatan için can vermenin bedeli? 27 lira mı ediyormuş koç
yiğidimin ederi? Söylesene Durmuş Efendi; 27 lira mı ağanın değeri?”
Bağırıyordu Esme kadın. Zoruna gitmişti besbelli. Cana bedel ödenmesi, oğlunun
vatan için, millet için, namus için şehit düşmesine değer biçilmesi zoruna
gitmişti. “Ana ne var bunda? Seni muhtaç diye, ihtiyacı var diye düşünmüş
devletimiz. Hem üç ayda bir 27 lira eyi para. Bi öküz parası. Sene bedel
ödemeyo devlet. Sadece ihtiyacın var diye veriyo. Hem neden kötü? Bak dört
nüfus olduk. Beşincisi yolda. Emme gine de sen bilirsin.” Usul usul, yavaş yavaş konuşuyordu Durmuş.
Karısı Zühre gelin çatlama gebeydi yine. Belki oğlan olurdu. Beş kişi
olacaklardı bebek doğunca. Üç ayda bir de olsa 27 lira iyi paraydı. İki aylıkla
öküz alırdı bi çift kendine. Dalaman tarafına öküz aramaya gitmezdi baharda.
Anasının yüzüne baktı. Koca bir keder bulutu gelip çökmüştü Esme ananın yüzüne.
Oğluna bakıyordu. Tıpkı ağasına, İbrahim’e benziyordu Durmuş. Pehlivandı,
güreşlere gidiyordu ağası gibi, Çavdıra, Dirmil’e, Elmalı’ya gidip
güreşirdi. Hatta Elmalı’dan ödül olarak
bi koç bile getirmişti. “Haklı” diye düşündü Esme ana, eyice paraydı 27 lira üç
aylık. Yine de ses etmedi, Ecek pınarına doğru yürüdü. “Pazar ertesi gitmeli Tefenni’ye,
sorup öğrenmeli neyin nesidir.”
Erken
yatardı Esme ana; yatsıyı kılar, biraz Kuran okur, okuduğu Kuranı İbrahim’le
şehitlere bağışlar ve yatardı. Sabah da ezan okunmadan ayaktaydı. Lakin bu gece
uyuyamamış, bir türlü uyku tutmamıştı. Yanıyordu her yanı. Tarifsiz bir ateşin
içindeydi. Bir ara uyudu mu, uyanık mıydı bilmiyordu ama alacığın kapısında
İbrahim beliriverdi. Sağ kolu yoktu. Sol eliyle kolunu tutuyor, anasına
bakıyordu. Bakışlarda öyle bir hüzün ve öyle bir öfke vardı ya, biraz önce
yanan Esme ana buz kesilmişti birden. Sessizce sırtını dönüp gitti İbrahim.
Sabah ezanı okunana kadar dışarıda oturdu Esme ana. Hayal miydi, yoksa gerçek
mi? İyi de İbrahim öleli 13 sene olmuştu. Gelmesi zaten imkânsızdı. Erzurum
dağında kalmıştı İbrahim. Künyesi gelmişti. Hem ölü adam nasıl gelecekti? Sabah
namazını kıldı esme ana, gelinini kaldırdı. Hamur yoğurmasını söyledi. Ecek
pınarına suya gitti kendisi. Pınarın başına varırken kayanın başında birisini
gördü. Hiç kımıldamıyor, sol eliyle sağ omzunu tutuyor, kendisine bakıyordu.
“İbrahim, oğlum!” diyebildi sadece… Esme kadın epeyce gelmeyince Zühre gelin
kocası Durmuş’u kaldırmış, Ecek pınarına salmıştı. Pınarın başına vardığında
anasını baygın buldu Durmuş. Elini yüzünü suyla yıkadı. Kendine geldi Esme
kadın. “Ne oldu ana? Griz mi geldi?” diye merak endişe ile sordu Durmuş. “Yok
oğlum, ayağım kaydı herhal, düşmüşüm.” dedi Esma ana. Diyemedi bu gece ağan
alacığa geldi, demin de pınarın başındaydı diye. Dese kesin “delirmiş anam”
derdi Durmuş. Demedi, diyemedi.
Taş
pazarında Çavdır’da mal pazarı kurulur,
ertesi günü yani Pazartesi günleri de bezirgânlar, satıcılar gelir
sebze, meyve, kumaş gibi şeyleri satarlardı. Esme kadın pazartesi günü
gidecekti Tefenni’ye. Oğlu Durmuş’a “Çavdır pazarına iki kuzu götür sat. Geline
basma al. Artan parayı da getir. Tefenni’ye gedecen Pazar ertesi.” dedi sabah
ile. “Tamam ana, iki erkek kuzu vardı, onlarla üç de koca koyun var. Götürüp
satayım.” diye cevap verdi Durmuş. Oğlu pazara koyunları götürürken geliniyle
birlik ekin biçmeye gitti Esme kadın. Öğlen olmadan, hava kızmadan gelinine
“Hadi kızım sen eve git. Yemek hazırla, ben azıcık daha biçeyim. Durmuş gelir
az sonra.” Diyerek gelinini eve salmış, kendisi de kuşluk namazı kılmak için
abdest almaya kör kuyunun başına varmıştı. Abdest alırken birden sanki kuyunun içindeki
suya oğlu İbrahim’in siması vurdu. Yüreği sıkıştı birden. Acı bir sızı girdi
yüreğine. Olduğu yere çöküp kaldı bir süre. Abdestini alıp kuşluk namazını
kıldıktan sonra her zaman yaptığı gibi biraz uyumak için ardıcın altına uzandı.
Sanki altına uzandığı ardıç ağacı değil de, başında İbrahim bekliyordu. Düşünde
kendini hiç tanımadığı, başı karlı ve dumanlı dağlarda buldu Esme kadın. İçi
yanıyor, bir yudum su diye aramadık yer bırakmıyordu. Bir ara oğlunu, şehit
İbrahim’i gördü. Sağ kolu yoktu. Sol elinde kalaylı bir su tası vardı. Oğluna
doğru koştu, “Oğlum çok yandım bir yudum su!” diye inledi. İbrahim hiç
konuşmuyor, sol elinde tuttuğu su tasını anasına uzatıyordu. Eline aldı tası,
tam içecekti ki; tasın içindeki su kan olmuştu! Yüzüne baktı İbrahim’in, ağlıyordu
oğlu. Ama gözlerinden yaş değildi, kandı akan. “Ana kalk, uyan ana!” diye
omuzlarını sarsan gelininin sesi ile uyandı. Kan ter içinde kalmış, ağzı dili
kurumuştu Esme ananın. Zühre gelinin elinde kalaylı su tası vardı. Tanıyıverdi
Esme ana bu tası. İbrahim Çanakkale harbinden izine geldiğinde anasına hediye
getirmişti bu Kütahya işi tası. Kalaylatırdı her sene. Kullandırmazdı kimseye.
Düşünde İbrahim’in su verdiği tas idi bu. İçi kan dolu olan tas.
Sabaha
kadar uyuyamadı yine Esme kadın. Tan atana kadar hep oturdu ocaklığın başında.
Bir ara uyudu mu, kendinden mi geçti hatırlamıyordu. Kendini yine karlı
dağlarda, çöl ovalarda, tanımadığı yerlerde gördü. Dudakları kurumuş, ciğerleri
yanıyordu susuzluktan. Bir an kör kuyuyu gördü, eğildi içmek için, kan oldu
kuyu. Ecek pınarını gördü, kan akıyordu. Kalaylı tası gördü, içi kan doluydu.
Alacığın önündeki ardıcın dibinde oğlunu, İbrahimi gördü. Koştu oğluna, sağ
kolundan kan akıyordu, yüzüne bile bakmadı İbrahim… Kalktı yürüdü bilinmez
yerlere. Baktı Esme kadın, bakakaldı ardından. Ardıcın dibinde bir kara öküz
peydah oldu ya, gözleri kanlı, burnundan kan damlar… Uyanıverdi Esme kadın,
uyuyakalmıştı ocaklığın başında. Oğluna seslendi; “Durmuş, kalk oğlum.
Tefenni’ye gideceğiz. Hazırlan!” dedi.
Oğlu
Durmuş ile birlikte Tefenni’ye vardıklarında vakit kuşluk olmuştu. Doğruca
şubeye gittiler. Şube süvari alayının hemen yanı başında tek katlı taş bir bina
idi. Bekletmediler Esme kadını, doğruca şube başkanının yanına çıkardılar.
Elindeki kâğıdı uzattı Esme kadın. Şube başkanı olan binbaşı kâğıdı alıp okudu.
“Maaşını bizden değil, mal müdürlüğünden alacaksın teyze.” dedi. “Yok, kumandan
bey oğlum, ben mayış almaya gelmedim. Bu mayış nerden iptal edilir onu sormaya
geldim. Sen bilirsin diye geldim yanına.” Dedi Esme kadın. Şube başkanı Binbaşı
bu yoksul kadına dikkatlice baktı. Üstte yok, başta yok misali, tepeden tırnağa
fakirlik akıyordu Esme kadının halinden. “Teyze neden iptal ettiriyorsun? Al
işte, belli ki ihtiyacın var. Hem bu senin kanunen hakkın. Az mı gördün üç ayda
bir 27 lirayı? Artar bu zamanla, al sen bu parayı.” Dedi binbaşı. “Kumandan
oğlum, bu mayış nerden iptal edilir sen de hele bene! Boş ver azını çoğunu,
ihtiyaç değil bene bu mayış!” diyen kadına bir daha baktı binbaşı. Bu millet bu
yüzden asil, bu yüzden mağrur. Beş kuruşa hasret, neredeyse bir servet
değerindeki maaşı kabul etmiyor. “Peki teyze, seni Kaymakamlığa göndereyim.
Oraya istida ver. Oradan gelecek istida ile biz maaşı istemediğini Ankara’ya
yazarız.” diyerek çağırdığı emir eriyle birlikte hükümet konağına gönderdi ana
oğlu. Emir eri durumu oradaki memurlara izah edince Esme anayı aldılar
Kaymakamın makamına. Kaymakam bu ufak tefek kadını görünce buyur etti. “Anlat
hele teyze derdini, nasıl yardımcı oluruz sana?” dedi. Esme kadın; “Kaymakam
bey oğlum, ben Kozağacı köyünden geliyorum. Benim oğlum şehittir. Bene muhtar
bu kağıdı getirdi, mayış bağlamışlar sene dedi. Ben bu parayı istemeyon. Bu işi
senin bildiğini, senin iptal edeceğini söyledi kumandan. Undan geldik yanına.
Bi yardımcı oluvu anam.” Kaymakam bey, bu ufak tefek ama kocaman yürekli yiğit
Yörük kadınına şöyle bir baktı. “Anacığım, görüyorum ki senin bu maaşa
herkesten çok ihtiyacın var. 27 lira az para değil. Hele ki senin gibi ihtiyaç
sahibi bir kadın için çok iyi para. Neden kabul etmiyorsun ki?” Esme kadın;
“Kaymakam bey oğlum, ben oğlumu vatana adadım. Onun kanını para ile satmadım.
Yarın huzuru mahşerde oğlumun yüzünü bana haram kılmasınlar. Alın paranızı
sizin olsun. Ben istemeyon!” “Peki ana, dediğin gibi olsun.” diyen kaymakam bey
kalem katibini çağırıp Esma ana için dilekçe yazmasını söyledi. Yazılan
dilekçeye parmağını basan Esme ana sanki üstünden Koçaş dağı kalkmış gibi
ferahladığını hisseti. Durmuş, hiçbir şey sormadı anasına. Yerini, yurdunu
bilen kadındır anam, elbet bir bildiği vardır diye düşündü.
Esme
kadın Tefenni’den döndüğünde Ecekteki alacığa gitmedi. Durmuş’u saldı gelinin
yanına. Kendisi evde kaldı. Yatsıdan sonra her zaman yaptığı gibi Kuran-ı Kerim
okudu. Bakara suresi 154 üncü ayetine geldiğinde “Allah yolunda öldürülenlere
“ölüler” demeyin. Bilakis onlar diridirler, fakat siz hissedemezsiniz.” Sanki
kapıda İbrahim belirdi. Sol elinde Ecekteki alacıkta kalan kalaylı su tası
vardı. Hiç ses etmeden anasına verdi tası. Esme kadın tasın içine baktı. Buz
gibi suyu içti, içti, içti… Ömrü boyunca bu kadar lezzetli, bu kadar güzel, hoş
su içmemişti. İbrahim’in ona gülümsediğini gördü.
Ezan
okunurken uyandığında rahlenin önünde
uyuyup kaldığını gördü. Hepsi de bir düşümüş dedi. Rahlenin dibinde kalaylı su
tası duruyordu…Onu alıp çanaklığa koydu, namazını kılıp Eceğe doğru yola çıktı.
Esme
nenem 20 Şubat 1952 günü vefat etti. Her zaman “Ben bu vatana kınalı bir koç
hediye ettim. Ahir ömrümde Kevser ırmağının suyundan içtim.” der idi.. Kutlu
tini şad olsun.
18
Mart 2020 Kudret HARMANDA
(Esma
Ersanım’ın torunu Dudu Harmanda ve Dursun Özyağcı anlatımıyla. Ruhları şad
olsun.)
Not: Şehit Tan Süleyman
Oğlu İbrahim’in Erzurum Hasankale’de (Pasinler) muharebe esnasında sağ koluna
isabet eden bir top mermisi ile şehit olduğu 1965 senesinde kardeşi Durmuş’a
Burdur Yeşilovalı bir asker arkadaşı tarafından anlatılmış, merhume Esma nenem
oğlunun hep sağ kolunun olmadığı şekli ile düşünde gördüğünü söylemiştir.