3 Ekim 2016 Pazartesi

YÖRÜK ALBAY

Devletle daima barışık oldular. Çünkü devleti hep kendilerinin bildiler. Ne vakit ki devlet vazife istedi, canlarını, mallarını ve dahi evlatlarını devletleri uğruna feda ettiler. Canları sıkıldı, kafaları bozuldu, serzenişlerinin payitahtta duyulmayışına kızdılar bazen, lakin devlet bizim dediler, dişlerini sıktılar, devletlerine ihaneti düşünmediler! 
            "Bizim" dedikleri devletleri gün oldu sürgün etti onları, Mora'ya, Kıbrıs'a, Bosna'ya. Sessizce gittiler, yeni yurtlarında yine devletlerinin verdiği vazifeyi cansiperane yerine getirdiler. Bu devlet bize düşmanlık etti demediler. Yine asker verdiler, yine vergi ödediler ve yine bu devlet bizim dediler!
            Osmanlının kuruluşunda temel harç olan Yörük Türkmenler, her dönemde devleti kendinin bilmişler, devlete hizmeti kendilerine bir vazife saymışlardır. Buna karşın devletin dönme, devşirme paşalarının ve valilerinin kendilerine yaptıkları muamelelerden dolayı da devleti hiç bir zaman  kendilerine düşman bellememişlerdir. Onlar iç devlet demek her şeyden evvel baba demektir. Devletin kendilerinin olduğunu sayarlar. Çünkü onlar Ertuğrul ocağından, Edebalı dergahından nasiplidirler.
            Koca bir imparatorluğu adeta sırtlanmış olan Yörük Türkmenler imparatorluğun en buhranlı dönemlerinde dahi kendilerini geriye çekmediler. Devletin bütün nimetlerinden devşirmeler faydalanırken, onlar serhat boylarında sarı ekin başağı gibi dökülürken, asla devletlerine sırt çevirmediler.
            Deliler, Azablar ve Sipahiler Osmanlı ordusunda sadece Yörük Türkmenlerden oluşturulan ve ordunun ağırlığını oluşturan askeri birliklerdir. Hal böyleyken büyük fütühatların temelini de ordunun bu en önemli kısımları oluşturmuş, kendisi de Selçuklunun Tımarlı Sipahisi olan Ertuğrul Bey Gazi obasındaki askeri teşkilatı bu şekilde kurmuştur. Yani Osmanlı ordusunun temelinde de Yörük Türkmenler mevcuttur.
            Koskoca bir imparatorluk tarihin tozlu raflarında yerini alırken elimizde kalan son kara parçası olan Anadolu işgal edilmiş, adeta kendi öz yurdumuzda köle durumuna düşürülmüş, İstanbul’dan Ankara’ya pasaportla gider hale getirilmiştik. Payitahtımınız işgal edilmiş, devlet başkanımız olan padişah esir, meclisimiz dağıtılmıştı. Genç bir paşa bütün bunların kader olmadığının bilinci ve Toroslarda yanan ateşe olan güvenç ile yola çıkıyordu. Kendisi de Kızıloğuzun Kocacık Yörüklerinden olan Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal Paşa aklında olanı uygulamanın güçlüğü bir yana imkânsızlığı içerisinde Samsun’a doğru giderken dayanağı ve güvenci Toroslarda Kurulu kıl çadırlar ve tüten dumandı. Çünkü Gazi Mustafa Kemal çok iyi biliyordu ki; Yörük Türkmenler bu memleketin asıl sahipleri ve bekçileridir. Yörük Türkmenler aç kalır, ölür, ama asla özgürlüklerinden ödün vermezler. İşte bu güvendir Sarı Paşayı Samsun limanına götüren güç!
            Anadolu halkı bunca yoksulluğa ve imkânsızlığa karşın Sarı Paşasını yalnız bırakmamış, kanının son damlasına kadar çarpışmış, son dilim ekmeğine kadar ordusuna bağışlamış, son mermisine varana kadar istiklali için harcamıştır. Yegâne ayrıcalığının Türklüğü olduğunu bilen Anadolu ve Trakya halkı dünyada eşine rastlanamayacak bir destan yazmış, neticede Anadolu Bozkırını düşmana mezar ederken, temeli yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur! Sadece Türkiye Cumhuriyetini kurmakla kalmayan Türk Milleti verdiği mücadele ile dünya milletlerine örnek olmuştur.
            “Arkadaşlar gidip Toros dağlarına bakınız; eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla Türk’ü yenemez.” Sözü laf olsun diye söylenmiş bir söz değildir. İnanmışlığın, güvenmişliğin verdiği bir cesaret ile söylenmiş, aynı zamanda sadece bir hedef değil, bir vazifenin de temelini çizmiş bir sözdür. Kendisi de mensubu olmakla gurur duyduğu Yörük Türkmenlerin bu memleketin asıl sahibi olduğunu ve bir Türkün asla ve asla memleketini terketmeyeceğinin dünyaya haykırılmasıdır. Çünkü Türk ölür ama asla toprağını terk etmez. Hele hele Yörük Türkmenler vatan dedikleri bir yeri asla bırakamaz, terk edemezler. İşte Mustafa Kemal Paşaya yukarıdaki meşhur sözü ettiren bu güvendir!
            Gazi Mustafa Kemal soy olarak Yörük Türkmendir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün baba soyu, Konya-Karaman'dan gelerek Manastır Vilayeti'nin Debre - i Bala Sancağı'na bğlı Kocacık'a yerleşti. Aile sonradan Selanik'e göç etti. Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Mehmet'in taşıdığı "kızıl" lakabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan "Kocacık"ın da gösterdiği üzere; Mustafa Kemal'in baba tarafından soyu Anadolu'nun da Türkleşmesinde önemli roller oynayan "Kızıl - Oğuz" yahut "Kocacık Yörük Türkmenleri’nden gelmektedir. Gazi Mustafa Kemal kendisine soyunu soran Enver Behnan Şapolyo’ya “Babam Ali Rıza Efendi yerli olarak Selaniklidir. Kendileri Yörük sülalesindendir. Annem her zaman Yörük olmakla iftihar ederdi.” demiştir.
            Yüzyıllardır vatanı ve milleti için ter dökmüş, gittiği her yerde temiz ve dürüst hayatları ile örnek olmuş Yörük Türkmenler haksız bir şekilde bir televizyon dizisi karakteri nedeniyle adeta algı operasyonu yapılmak suretiyle töhmet altında bırakılmak istenmektedir. Uygarlık tarihinde mümtaz bir yere sahip olan Yörük Türkmenler kökü dışarıda 15 Temmuz girişimini konu alan bir televizyon dizisinde konu karakterlerinden birisinin “Yörük Albay”, “Albay Yörük” diyerek adlandırılmasından ve bu şekilde halka lanse edilmesinden son derece rahatsız olmuşlardır. Çünkü onlar “Bizden amir de çıkar, memurda. Her rütbede asker de çıkar. Hatta kendisi de bir Yörük Türkmen olan Türkiye Cumhuriyetinin kurucu Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal ordumuzun en yüksek rütbesi olan Mareşal rütbesine sahiptir. Ancak bizden hiçbir şekilde halkına kurşun sıkan bir hain çıkmaz! Bundan dolayı bir dizi de dahi olsa YÖRÜK adının bu şekilde kullanılması kabul edilemez!” demekteler…
            Sayın kanal yöneticilerine ve malum dizinin yapımcılarına şunu söylemek istiyorum ki;Düşünce mermi gibidir. Namludan çıkan mermi nasıl hedefine varırsa, dilden çıkan sözde hedefini öylece bulur. Sözünüze sahip çıkamayacaksanız çenenizi tutmayı bileceksiniz!” Lütfen hatanızdan dönün ve Yörük Türkmenlerden özür dileyerek bir daha böyle hatalara düşmeyin!


27 Eylül 2016 Salı

YÖRÜK SİYASETİ

             Türkiye'de binlerce dernek, vakıf, oda, düşünce kuruluşu var. Bunların hepside kendince bu ülkeye lazım ve hatta şart olduklarını iddia etmekteler. Olabilir, herkes kendince haklıdır. Kimsenin neden var olduğunu ya da olması gerektiğini sorgulayacak değiliz.
            1970'ler ve 80'ler çok hızlı değişimlerin yaşandığı, tabiri caiz ise dünyanın değişmekten yerinde duramadığı yıllardı. Aynı değişim hızı 1990'lara gelindiğinde daha çok ivme kazanmış, bireysel değişimler önce toplumsal hareketlere ve arkasından bölgesel değişimlere dönüşmüştür. Bu dediğimiz elbette birkaç satırın yazılması kadar kolay olmuş şeyler değildir. Her şeyden evvel bahsettiğimiz değişimlerin olabilmesi için toplumların hazırlanması, daha Türkçesi bazı şeylerin halka, bireylere ve hatta milletlere unutturulması, insanların geçmişte erdem ve fazilet olarak gördüğü değerlerden kaçması istenmiş ve yapılmıştır. Elbette bunlar o kadar basit olmamıştır. Şöyle ki; insanlar yaptıkları geleneksel işlerden uzaklaştırılmış, gündelik basit işler bile yük gibi gösterilmiştir.
            Bu satırların yazarı Burdur ilinin bir dağ köyünde doğdu ve büyüdü. Onun çocukluğunda köyünde yapılan pek çok şey önce televizyonların, ardından bizzat toplumdaki mahalle baskısı neticesinde unutuldu ya da unutturuldu. Küçük bir örnek; bizim çocukluğumuzda köyümüzde yetim bulunmazdı. Çünkü köyden kimin anası veya babası ölürse ölsün köyümüz ve köylümüz sahip çıkardı. Hiçbir zaman yetim ve öksüzler muhtaç edilmez, ne ihtiyaçları varsa el birliği ile giderilir ve karşılığı kesinlikle beklenmezdi. Ne zaman ki köyümüze televizyon girdi, o gün öksüz ve yetimler gerçekten garip kaldı! Dün köylünün el birliği çeyizini hazırladığı, düğününü ettiği öksüz ve yetimler sözüm ona devlet korumasına verildi, millet sırt çevirdi! Köyde kendi ellerimizle hazırlayıp şehirdeki yakınlarımıza götürdüğümüz kese yoğurtlarımız vakumlu yoğurtlara yenildi. Tarhana çorbamız hazır çorbalara, analarımızın ördüğü yün çoraplar trikotaja yenildiler. Bütün bunlar özellikle ülkemize yönelik ekonomik, sosyal ve kültürel emperyalizmin kısa vadede ortaya çıkan etkileridir.   
            Özellikle 1990'lara gelindiğinde bir kısım insanımız geçmişle bağlarımızı kopartma gayretinde olan kültürel değişimlere bilinçli bir şekilde karşı koyabilmek, unutulmaya yüz tutan kültürümüzü yaşatabilmek için dernekleşme karar verdiler. 1994 yılına güneyin incisi Antalya kentinde kurulan Yörükler Derneği,  yozlaşmaya efece karşı koyuşun, kültür emperyalizmine zeybekçe duruşun ilk nüvesidir. O günlerde birkaç gönüllü ile bir araya gelerek bu derneği kuran Abdullah Duman; "Yaptığımız iş hakikatte yel değirmenlerine karşı kafa tutmaktı. Çünkü halkımız yoğun bir kültürel yozlaşma altındaydı. Biz özellikle Yörükler Derneği adını seçtik. Zira Yörük Türk Milletinin yozlaşmamış, bozulmamış tarafıdır. Yörük terimi ayrı bir boy ya da budun da değildir. Osmanlı devletinde Kızılırmak nehrinin batısında kalanlara Taife-i Yörükan yani Yörük Fırkası, doğusunda kalanlara da Taife-i Türkman yani Türkmen Fırkası denilmiştir. Oysa her ikisi de köken olarak aynıdır. Türkün Oğuz boyunun farklı isim almış halidir. Biz halkımızın unuttuğu değerlerini hatırlatmak, cihana örnek olmuş hasletlerini tekrar canlandırmak için bu derneği kurduk. Hem kültürel hem de sosyal ve ekonomik anlamda milletimizin bağımsızlığı temel hedefimizdir. Antalya'da küçücük bir kıvılcım olarak yaktığımız ateş, bu gün Çağın Ateşine dönüşmüş, Yörük Türkmen teriminin basit bir anlamı olmadığı, bu terimin temelinin Türklük olduğu insanımız tarafından anlaşılmıştır!"  diyerek gelinen noktayı açık ve net bir biçimde ifade etmektedir.
            Peki, nedir Yörüklerin beklentileri? Ya da yirmi iki senede bir iken sayıları 314 olan Yörük Türkmen derneklerinin amaçları nelerdir? Siyasetleri nedir bu Yörük Türkmenlerin? Karşılaştıkları zorluklar, aldıkları ödül ve taltifler nelerdir? Devletten beklentileri, halktan istekleri nelerdir? Ne yer ne içerler?  Ne yapar ne ederler? Demokrasi onlar için nedir? Politikada yerleri nedir?       
            Evvel emirde şunu çok iyi bilmek zorundayız ki; Yörük Türkmenler kanaatkâr insanlardır. Devletin kendilerinin olduğunu bilirler. Devletin kanunlarına itaat etmek, her konuda devletin yanında olmak onların kendilerine görev saydıkları bir haldir. Yörük Türkmenlerin en büyük siyaseti Türk Milletinin varlığı ve Türk devletinin devamlılığı için her türlü cefaya katlanmak, "Varlığım Türk varlığına feda olsun!" diyerek her şeyinden vazgeçip Türklüğünden ödün vermemektir. Çünkü Yörük Türkmenlerin siyasetinin temelinde Türk Milletinin varlığı, Türk Devletinin inkişafı ve devamlılığı yatar.
            Yörük Türkmen demek Oğuz demektir. Oğuz demek ise Türk demektir. Yörük Türkmenlerin tek bir siyaseti, tek bir amacı vardır; kıyamete kadar milletimizin hür ve müstakil yaşaması! Bunun ötesine Yörük Türkmenlerin kimse ile bir meselesi olamaz. Çünkü Yörük Türkmenler Türkün ulu başbuğu Atatürk'ün "Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez!" sözünü kendilerine amentü bellemiş, bu söz üzerine asli ve kurucu unsuru olmaktan onur duydukları Türkiye Cumhuriyetini ilelebet yaşatmaya ant içmişlerdir.  Yörük Türkmenlerin kimseden bir ödül ya da taltif beklentileri de olmamıştır.
            Kuruldukları günden bu güne kadar bütün Yörük Türkmen derneklerinin tek bir amacı olmuştur. Bu da unutulan milli kültürümüzün hatırlanması, milletimizin binlerce yılda meydana getirdiği gelenek, görenek ve ananelerinin yaşatılmasıdır. Hiç birinin de birlerinin iddia ettiği gibi kavmiyet gütme amaçları, yeni bir kavim çıkartma gayeleri yoktur.
            Ülkesi ve devleti için seve seve canı başta olmak üzere tüm varlığını harcamaktan çekinmeyecek olan Yörük Türkmenler “Hizmet, Külfet,” noktasında nasıl en önde koşuyorlarsa, nimet noktasında da devletin kendilerini unutmamasını da istemektedirler. Bunun için de kendilerine ayrımcılık yapılmasını değil, herkese eşit davranılmasını talep etmektedirler. Başarılı Yörük Türkmen bürokratlarının önünün sudan sebeplerle kesilmemesini, atama ve görevlendirmelerde liyakate önem verilmesini istemektedirler. Hali hazırda göçerlik geleneğinin son temsilcileri olan Sarıkeçili obası da kendilerine özellikle bu kültürün yaşatılması için devletten yardım istemektedirler. Göçer halde yaşayan ve bu geleneğin son temsilcisi olan Yörükler özellikle ormanların korumasının kendilerine verilmesini istiyorlar. Nedenini ise şöyle izah ediyorlar; “ Yörükler yeşili sever ve korurlar! Çünkü bizim varlık nedenimiz Doğa Anamızdır. Hiçbir Yörük Türkmen varlık nedenine ihanet etmez. Biz suları, ağaçları, yaylak ve kışlakları hatta kel tepeleri bile koruruz.  Bizim için doğa kutsaldır. Devletimiz bize ormanları açsın, tek bir orman yangını, tek bir orman katliamı olmaz. Bizim atalarımızın yüz yıllarca korudukları ormanları biz de aynı sevgi ve alaka ile koruyabiliriz. Yeter ki devletimiz Kara Keçiye ve bize yasakladığı ormanları bizim sorumluluğumuza versin!”  Ne diyelim, belki devlet ricali Yörük Türkmenlerin bu dileğini duyarlar.


            Burada son bir defa Çağın Ateşini Yakan adam Abdullah Duman’a kulak verelim. Abdullah başkan sabırla anlatıyor bize. "Yaptığımız işin gereği Yörük Türkmen dernekleri olarak devletimizden Toplum Yararına Çalışan Dernekler statüsüne alınmak istiyoruz. Bunun haricinde bir talebimiz olmadı. Çünkü biz kendi yağımızla kavrulmayı,  devletimize yük olmamayı kadimden beri ilke edindik. Bizim için demokrasi aklın, bilimin ve fennin doğrudan doğruya halk yönetiminde yer almasıdır. Bunu hayatımızın her evresinde gösterdik ve göstermeye de devam ediyoruz. 15 Temmuz kalkışmasında bütün üyelerimizi devletimizin yanında olduğumuz konusunda gerek sosyal ağlardan ve gerekse SMS ile bilgilendirdik ve tarafımızı belli ettik. O gece bizden evvel hiç bir dernek ya da kuruluş açık bir şekilde tavrını belli etmemiştir. Ancak biz Yörükler Derneği olarak Türkiye Cumhuriyetinin bekası için ettiğimiz yemine sadık kalarak yerimizin devletimizin yanı olduğunu cümle cihana ilan ettik. Bütün üyelerimizi meydanlara gelmeleri için çağırdık.
            Biz bu devleti sokakta bulmadık, birlerinin keyfine harcanmasına da izin verecek değiliz. Politik olarak herkesin düşüncesine saygı duyarız ve aynı saygının bize karşı da gösterilmesini isteriz. Bizim kimse ile doğrudan ya da dolaylı olarak bağlantımız yoktur. Bu nedenle özelikle bazı kesimler tarafından eleştiriliyor ve iftiralara maruz kalıyoruz.  Aziz milletimize ve devletimize verilmeyecek tek bir hesabımız olmadığı gibi, bize saldıranlara da kökü dışarıda ihanet çetelerine prim vermemiş olmanın haklı gururu ile gerekli cevaplarını veriyoruz.  22 sene önce çıktığımız bu kutlu yolda geldiğimiz noktaya bakınca çok işler başarmış olmanın haklı gururunu yaşıyoruz. Dün Yörük olduğunu söyleyemeyenlerin bu gün göğsünü gererek Yörük olduklarını söylemeleri, hedeflerimize ulaştığımızın göstergesidir. Yörük Türkmenliğin kuru kuruya bir terim olmadığını 2016 yılında yaptığımız 1 inci Türkiye Yörük Türkmen Çalıştayında herkese ilan ettik. Biz bu devletin asli ve temel öğeleriyiz.  Bizden yani Yörük Türkmenlerden hain çıkmaz. Devlet büyüklerimizin bu hususu özellikle dikkate almalarını istirham ediyoruz.
            Velhasılı Yörük Türkmenler siyasetlerinin Türk  Milletinin bekası ve Türk Devletinin inkişafı olduğunu cümle cihana ilan  ediyorlar.

15 Haziran 2016 Çarşamba

TAHTA KILIÇLA İKLİMLERİ FETHEDENLER: ABDALLAR



Horasan'dan Rum'a zuhur eyleyen
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi
Binip cansız duvarları yürüten
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi?

Doksan altı bin Horasan Pirleri
Elli yedi bin de Rum erenleri
Cümlesinin servirazı serveri
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi?

Balım Sultan arkadaşı, yoldaşı
Kızıldeli Sultan dürür hem eşi
Abdal Musa Sultan dersen ne kişi
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi? 
Abdal Musa Sultan

            Âşık Paşazade Tarihinde zikredilen dört gruptan birisi olan Abdalan-ı Rûm ya da  Anadolu Abdalları kimdir? Başıbozuk, aylak ayak takımı mı, yoksa bu toprakları tahta kılıçla fetheden, İslam beldesi eden gizli fatihler mi?   Nereden gelip, hangi tarihi görevi üstlenmişler ve ne şekilde başarılı olmuşlardır? Anadolu Abdalları Osmanlı Devletinin fetih politikalarını nasıl şekillendirmiştir? Abdallar bazılarının iddia ettiği gibi çingene midir? Yersiz yurtsuz kişiler midir?
            Evvel emirde şunu çok iyi idrak etmek zorundayız ki; Abdalan-ı Rûm olarak adlandırılan Anadolu Abdalları ile bir Türkmen boyu olan Abdallar ayrı şeylerdir. Ülkemizde yaşayan bir Alevi Türkmen boyuna da, Çin’de Doğu Türkistan’da yaşayan bir Uygur boyuna da Abdal denilmektedir. Aynı şekilde Kuzey Hindistan’da yaşayan bir Müslüman topluma da Abdallar denilmektedir. Safavi hükümdarı Şah Tahmasp Şam ve Halep Türkmenleri ile beraber İran’a giden bir Abdal oymağı olduğunu bildirmektedir. Pek çok arşiv belgelerinde Anadolu, Suriye ve Irak içerisinde Türkmen boyları içerisinde Abdal oymaklarının bulunduğu kaydı mevcuttur. Ancak asıl konumuz olan Anadolu Abdalları bir boy olmaktan öte bir görevin temsilcileri olan kişilerdir.
            Bir abdal Allah hariç dünya da ki her şeyden vazgeçmiş kişidir Abdallık mertebesine ermiş kişi hakikatin mutlak ve doğrudan bilgisine erişebilmektedir. Toplumsal bir şahsiyet olarak abdal zayıf, ezilmiş ve baskı altında olanlara yardım elini uzatan ve dinsizlere (kâfirlere) karşı mücadele veren bir otoritedir. Daha ziyade göçebe Türkmenler arasında yaygın olan abdallar Selçuklu Devletinde ve Osmanlı İmparatorluğunda misyoner dervişler olarak çok önemli görevler üstlenmişlerdir. Abdallar sanıldığı gibi sadece Anadolu’ya has bir durum değildir. Daha önce Orta Asya’da Gök Tanrı dinine inanan Türklerde Şamanlara (kamlara) Abıdal şeklinde lakaplar takıldığını da görmekteyiz.

           
Abdal deyiminin temel çıkış noktası Yeseviye yolu ya da tarikatı dediğimiz ve kurucusu Hazreti Piri Türkistan’ı Hace Ahmet Yesevi Ata isimli bir Türk düşünürü olan öğretidir. Hace Ahmed Yesevî, babası İbrahim Şeyh ve Arslan Baba'dan tasavvuf eğitimi aldı ve hocasının ölümünden sonra Yusuf Hemedani'nin yanında eğitimini tamamladı. Türkistan'da faaliyetlerini sürdüren Ahmed Yesevî'nin yolu zamanla Yesevîlik adını aldı. "Horasan Okulu" olarak da adlandırılan tasavvuf akımının en önemli temsilcisi olan Hoca Ahmed Yesevî'den adını alan Yesevîlik yolu, Türklere İslâm'ı ve dervişliğin yollarını öğretmeyi amaçlamıştır. Bunun için İslâm inancını, Türk gelenek, inanç ve yaşam tarzı ile sentezleme yolu seçilmiştir. Yesevilik yolu her şeyden evvel İslam’da kadın ve erkeğin denk olduğunu iddia eder. Bunda en önemli etken ise Tengri inancından gelen ve İslam öncesi Türk içtimai hayatıdır. Türk kadını İslam öncesinde erkek ile denk olarak hareket etmiş, bunu İslam inancı ile tanıştıktan sonra da devam ettirmeye gayret etmiştir. İşte bundan dolayıdır ki Hace Ahmet Yesevi ilk Müslüman olan Türkler arasında çok derin etkiler bırakmıştır. 
           Türklerin İslam ile tanışmaları ve geçiş süreci esnasında Türkler kendilerine dayatılan İran ve Arap kültürü ile adeta bunaltılmıştır.  Özellikle Emevi halifeleri ve komutanları Türkleri zorla Araplaştırma çabasına girişmişler, İslam adı altında Arap yaşam tarzını Türklere dayatmışlardır. Arap ve İran kültürlerinin Türk Milletine dayatılması Hace Ahmet Yesevi tarafından fark edilmiş talebelerini halkın içine salarak geleneksel Türk kültürünün yaşaması için gayret göstermiştir. Özellikle kendisinin yazdığı ve daha sonra Divan-ı Hikmet adıyla kitaplaştırılacak olan şiirlerini halk meclislerinde okutturmuştur. Hace Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri yoğun bir kültür emperyalizmi yaşayan Türkler arasında düşünce, dil ve inanç birliği konusunda adeta birleştirici bir etki oluşturmuştur.

           Yesevilik çıktığı Türkistan’dan dalga dalga bütün Türk yurtlarına yayılmıştır. Kıpçak yurtlarından Azerbaycan’a, Anadolu’ya, hatta Hindistan’a kadar yayılmıştır. Bu inanç kültürünü bu kadar geniş bir coğrafyaya ulaştıranlar ise Horasan Erenleri ya da  Abdallar olmuştur. Anadolu Selçuklu sultanlığı zamanında Abdalan-ı Rûm olarak adlandırılan bu dervişler Osmanlının kuruluşunda da aktif olarak rol oynamışlardır. Mesela pek çok efsaneye konu olan Sarı Saltuk –ki kendisinin tahta kılıçla cihat ettiği rivayet edilir.- daha Anadolu Selçuklu Devleti zamanında Balkanlara geçerek adeta  Osmanlının fütuhatına zemin hazırlamıştır.  Bu gün Anadolu’nun pek çok ulu doruğunda genel olarak o dağın ya da dağ grubunun ismi ile anılan ve Eren tabir edilen evliya makamlarında bu Urum Abdallarının yattığını biliyoruz. Kendisi de bir Urum Abdalı olan ve Antalya Elmalı tekke Köyünde medfun olan Abdal Musa Sultan; Hace Bektaş-ı Veli için söylediği bir deyişinde doksan altı bin Horasan piri, elli yedi bin de Rum yani Anadolu erenlerinden bahsetmektedir. Osmanlı Devletinin kuruluşunda Osman Gazi adına ilk hutbeyi okuyan Dursun Fakih’de bazı kaynaklarda Anadolu Abdallarından sayılmaktadır.

            Osmanlının ilk kuruluş yıllarında gazalara katılan Anadolu Abdalları daha Anadolu Selçuklu devleti devam ederken Bizans köylerine ve şehirlerine, hatta Trakya’ya geçerek İslam dinini tebliğ etmişlerdir. Gerek yaşamları ve gerekse yüksek karakterleri ile gittikleri her yerde çok kısa sürede sevilmişler ve İslam dinini yaymışlar, hem Selçuklu ve hem de ardılı Osmanlı ordularının fütuhatlarını kolaylaştırmışlardır.
            Moğolların Anadolu’yu istila ettikleri zamanlarda Anadolu Abdalları, Ahi Evran Hace Nasuriddin’in Ahileri yani Ahiyan-ı Rûm (Anadolu Ahileri) ve Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacının kurduğu Bacıyan-ı Rûm olarak adlandırılan Anadolu Bacıları Teşkilatı ile birlikte hareket etmişlerdir. Özellikle 1261 den sonra Anadolu’da Moğollara karşı yapılan ayaklanmalarda bu üç grubun ittifakla hareket ettiklerini görmekteyiz. Özellikle Kırşehir’de Moğol hâkimiyetine karşı isyan eden Ahi Evran Hace Nasuriddin’in isyanı kanlı bir şekilde bastırılıp Ahi Evran’da şehit edilir. Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacı eşinin şehit edilmesine müteakip,  Abdalan-ı Rûm’un en önemli temsilcisi Hace Bektaş-ı Veli’ye sığınır. Abdalan-ı Rûm dediğimiz Anadolu Abdalları büyük bir kıyıma uğramalarına rağmen tebliğ vazifesinden geri durmamışlardır. Anadolu’nun bu buhranlı döneminde dahi tebliğ ve gaza ruhundan ayrılmayan Abdallar,  Domaniç yaylasında kurulan o küçük uç beyliğini cihan imparatorluğu yapacak temelinde harcını karmıştır.
            Osmanlı İmparatorluğunun ilk zamanlarında özellikle Trakya ve Balkanları fethe hazırlayan ve daha sonra yeni fethedilen yerlere yerleşen Abdallar, bulundukları yerleri cazibe merkezleri yapmışlardır.  Anadolu’dan Balkanlara göç eden veya devletin yerleştirdiği ve daha sonra adları Taife-i Yörükan yada Evlad-ı Fatihan olacak olan kolonilere rehberlik ve öncülük etmişlerdir.
            15 inci yüzyıldan itibaren Abdalların Osmanlı’dan kopuşunu görmekteyiz. Sünnileşen devlet bürokrasisi özellikle 1453 yılından sonra Abdalları ikinci plana itmiştir. Netice itibariyle Anadolu ve Balkanları ilmek ilmek dokuyan, Türkleştiren ve İslamlaştıran abdalların sessizce tarih sahnesinden çekildiklerini görmekteyiz. Anadolu coğrafyasında isimleri unutulmuş olan ve hiçte hak etmedikleri halde “Başı bozuk, serseri, yeri yurdu olmayan avare” gibi tanımlamalara maruz kalan Abdalların, Ahiler, Gaziler, Alperenler kadar anılmayı ve yâd edilmeyi hak ettikleri de bir gerçektir!

10 Haziran 2016 Cuma

YÖRÜK TÜRKMENLERİN KISA HAL TERCEMESİ

Yörük Türkmen terimini incelemeden önce bu terimin anası olan Türk tanımlamasının çözülmesi şarttır. İnsanlığın yazılı olan 6 bin yıllık tarihi boyunca hep varlık göstermiş olan Türk Milletinin kökü nedir? Nereye dayanır? Pek çok batılı tarihçinin yüz yıllar boyu büyük bir merakla araştırdıkları, gerek sosyal hayatları, gerek savaşçı yaşam kültürleri ve gerekse tarih yazan müthiş devlet kurma becerileri ile Türkler nerede ve nasıl tarih sahnesine çıkmışlardır? Türkler pek farkında değil ama Avrupalılar şu gerçeğin farkındadır. Tarihten Türkler çıkarılırsa ortada tarih diye bir şey kalmaz der Alman iktisatçı Fritz Neumark. Hakikaten de yazılı tarihi incelediğimizde görmekteyiz ki son iki bin yıl boyunca tarih adeta Türkler tarafından yazılmıştır. Büyük kavimler göçü, doğudan batıya yapılan Oğuz göçleri, İslam’la tanışmalarının akabinde bu dinin bayraktarlığını yapmaları, doğu ve batıda kurdukları hâkimiyet ile Türk Milleti tam anlamıyla tarih yazan millet unvanını hak ederek almıştır.
İlk Türk ismine antik Çin kayıtlarında Tue-Kue şeklinde rastlamaktayız. Bu durum özellikle Türk Milletinin yazılı tarihini 7 inci yüzyıla dayamaya çalışan birçok tarihçinin kasıtlı ve uydurma tezlerini çürütmektedir. Çünkü bu gün yapılan pek çok bilimsel araştırma neticesinde Hun devletinin ilk Türk devleti olmadığı, Türk Tarihinde bilinen ilk kağanın Teoman olmadığı ortaya konulmuştur. Macar tarihçi Prof. Dr. László Rásonyi;  sanıldığı gibi Hunların ilk Türk devleti olmadığını, Çu Türklerinin Çin ülkesine 891 yıl hükmettiklerini yazarken,  Alman tarihçi Profesör Doktor Wolfram Eberhard 1947 de yayımlanan “Çin Tarihi” adlı eserinin 32-76sayfalarında Çu hükümdar soyunun bütün kurumlarından söz etmektedir. Yine aynı eserin 17. sayfasında Proto Türklerden, bunların İ.Ö. üçüncü bin yıllarına ait niteliklerinden, tarihlerinden söz etmektedir. Yine o, Çuların Çinlilere tarım, hayvancılık, avcılık, at kültürü ve başka konularda çok etki yaptıklarını yazıyor. Bütün bunları anlatmamızın tek nedeni şudur; hala ısrarla Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı Türk Tarihini Hun devleti ve onun Kağanı Teoman ile başlatmaktadır. Bu tamamıyla yanlışta ısrardır. Bu yanlıştan derhal dönülmelidir.


Konumuz olan Yörük Türkmen teriminin dayandığı nokta Türk ismidir. Yaklaşık olarak 3500 yıl Orta Asya bozkırlarında yaşayan Türk Milleti zamanla yeni yaşam alanlarına ihtiyaç duymuştur. Bu ihtiyacın neticesinde büyük kavimler göçünü başlatan Hun Türkleri  dünya tarihini temelinden değiştirmiş, yeni yeni toplumları ve bu toplumların kaynaşması ile halkların ortaya çıkmasına neden olmuşladır. Orta Asya Türk devletlerinin ardı ardına tarih sahnesinden çekilmeleri, bölgede ortaya çıkan Çin baskısı ve buna bağlı istikrarsızlık yeni yerlerin aranması neticesini doğurmuştur. Arapların Maveraünnehir, Türklerin ise Çay Ardı  dedikleri Ceyhun (Amuderya) ve Seyhun (Siriderya) nehirleri arasında kalan bölgede meskun olan Oğuz Türkleri ilk olarak Halife Osman zamanında Araplar ile temasa geçmiş ve işgalci Arap akınlarına yıllarca direnmişlerdir. Daha sonraki yıllarda Emevi hanedanı ile Arap akınları devam etmiş, ancak Oğuz Türkleri Tengrici dinlerini değiştirmede çok da istekli olmamışlardır. Araplar tarafından fethedilen Türk kentleri (Lütfen buraya dikkat; 644-757 yılları arasında Araplar Türk ülkesine akınlar yaparken göçebe bir millete değil, o günün en modern ve zengin Türk kentlerine akınlar yapmaktadır!) yağmalanırken, esir edilen Türkler Müslümanlaştırılmak istenmiş, görünende Müslümanlaşan Türkler Arap baskısı ortadan kalkınca yine Tengri inancına geri dönmüşlerdir! (Halife Hişam Bin Abdülmelik (724 – 743) döneminde çok kalabalık cihat orduları karşısında Müslümanlığı kabul etmek zorunda kalarak Araplarla barış yapmışlar (737), Araplar bölgeden çekildikten sonra tekrar eski Tengri dinlerine dönmüşlerdir!) Türklerin zorla Müslümanlığı kabul etmeyeceğini gören Arap idareciler bu kez  Müslümanlığı kabul eden Türklere ekonomik çıkarlar sağlamaya, cizye olarak alınan vergileri düşürmeye, çok daha yumuşak politikalar uygulamaya başlarlar. Bütün bunlar olurken Tengri inancına sahip Türkler ile Müslüman olan Türklerin ayrılması amacıyla Müslüman olan Türklere Türk-İman (İman etmiş Türk) denilmeye başlandığını İbni Kesir’in el Bidaye ve'n Nihaye fi't Tarih isimli eserinden öğrenmekteyiz. Ebul Gazi,  İranlıların Müslüman Oğuz Türklerini Tengri inancına sahip Oğuz Türklerinden ayırmak için Türk Manend-Türki İman (İmanlı Türk) olarak isimlendirdiklerini yazar.  Bu terim zamanla Türkmen olarak dilimize yerleşmiştir. 
Fransız Türkolg Jean Deny ise “men” ekinin güç anlamı ifade ettiğini belirtmekte olup, Türkmen teriminin güçlü Türk anlamına geldiğini söylemektedir. Fuad Köprülü’nün başını çektiği ve bu konuda yaygın olan kanaate göre; Maveraünnehir Müslümanlarınca Müslüman olan Oğuzlara, Müslüman olmayan Oğuzlardan ayırmak için  “Türkmen” adı verilmiştir. Oğuzlar ise kendilerine “Türkmen” demiyorlardı. Faruk Sümer’in ifadesine göre 13. Yüzyıla kadar atalarının Oğuz ismini yaşattılar. Bundan sonra ise “Türkmen” kelimesi “Oğuz” kelimesinin yerini aldı. İbrahim Kafesoğlu Oğuzlar arasında ‹İslamiyet’ten önce siyasi bir tabir olarak Türkmen adının kullanıldığını ‹İslamiyet ile birlikte bu Türkler için kullanılan Türkmen tabirinin Kök-Türk tabiri gibi kabilevî değil siyasî bir hüviyet kazandığını söyler. Karlukların en kudretli zamanlarında Oğuz değil bu ismi kullandıklarını söylüyor. Kafesoğlu burada Kaşgarî’nin sözlerini dayanak göstermiştir. Kaşgarî, “Karluklar Oğuzlardan ayrı, fakat onlar gibi Türkmendirler” şeklinde beyan etmiştir.
Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu İmparatorluklarında etkin bir güç olan Oğuz Türkleri yani Türkmenler Selçuklu fütuhatlarının bel kemiğini oluşturmuşlardır. Anadolu, Kafkasya, İran ve Suriye ile Irak’a akın akın yerleşen Türkmenler Ön Asya’nın Türkleşmesinde en temel etken olmuşlardır.

YÖRÜK TERİMİNİN ORTAYA ÇIKIŞI

Yörük kelimesi Türkçe’de yürümek kökünden çıkartılmıştır. Meninski sözlüğünde gezgin olarak tanımlanmaktadır. “Yörük”, kelimesi “yürümek” fiilinden gelip o dönemde hala yerleşmeyip konargöçer hayatlarını devam ettiren Türkmenler için kullanılan bir kelimedir. Yörükler de esasen göç vakti, göç kondu gibi tabirleri kullanmaktadırlar. Göçebe sözü tek başına bu insanların hayat tarzlarını açıklamamaktadır. Çünkü onlar konar-göçer bir yaşam sürmektedirler. Yazlık ve kışlık ikamet alanları mevcuttur. Bu nedenle konar-göçer tabirinin kullanılması daha doğrudur. İlk dönem Osmanlı tarihçilerinden Aşık Paşazade onlar için “göçer halk, göçer il” tabirini kullanırken, Oruç Bey ise “göçküncü Yörükler, göçer Yörükler” demiştir.  Osmanlı tarihçileri Yörükler için Oğuz boylarına mensup olduklarını yazmaktadır. Osmanlı kaynaklarında ilk defa tahrir defterlerinde rastladığımız Yörük terimi “Konar-göçer Türkmen aşiretleri” şeklinde tanımlanmıştır. Kızılırmak nehrinin doğusunda kalan Oğuz Türklerine Taife-i Türkman denilirken, batısında kalanlara Taife-i Yörükan denilmiştir. Osmanlı kayıtlarında Yörükler için Yüvrük veya Yüğrük  (Güçlü, çevik, çalışkan, eline ayağına çabuk), gibi tanımlamalar da kullanıldığını görmekteyiz.
Antropolojik olarak bunun tanımlamasını yapmamız gerekirse; Sosyal Antropoloji açısından yerleşik hayata geçen Türk’e; ”Türkmen”, transhümans (konar-göçer) halindeki Türk’e de “Yörük” adının verildiğine antropologlar hem fikirdir. Genelde Yörüklük, ekonomik uğraşının, hayat tarzına dayalı olarak gelişen beşeri bir durumdur.
Bu gün yaygın olarak ve ne yazık ki yanlış olarak kullanılan bir konuya değinmek istiyorum. Sanıldığı gibi Türk milleti göçebe bir millet değildir! Hal böyleyken ısrarla bazı tarihçi geçinen zevat Türkler göçebe bir millettir demekte, Nuh tufanından bu yana var olan bir milleti ve kültürünü adeta yok saymaktadır. Oysa en eski Çin ve İran kayıtlarında, Helenistik dönem tarihlerinde Türk Milletinin göç eden, yazlık ve kışlık kültürüne sahip bir millet olduğu, çok büyük bir kültürün sahibi olduğu yazılıdır. Bu gün Orta Asya kazılarında elde ettiğimiz bulgular Türklerin hiçte sanıldığı gibi göçebe kültüre sahip olmadığını, bu kültürden çok daha ileri bir kültürün kurucusu olduklarını göstermektedir. Hal böyleyken kendi milletine göçebe millet demek evvel emirde aldıkları tarih eğitimine ve Türklüğe ihanettir.
            Yukarıda zikrettiğimiz gibi bu gün Yörük denildiği zaman ne hikmetse herkesin aklına (ki acı olanı da şudur ki bu adla anılanlar dahil olmak üzere) göçebe, davar yetiştiren, belirli bir adresi olmayan, yeri bucağı belirsiz kişi yada oymaklar diye haksız bir tanımlama gelmektedir. Öncelikle şunu aklımıza koymak zorundayız; Yörük bir kavim adı değildir! Yörüklük ekonomik gerekçelerle ortaya çıkmış bir yaşam felsefesinin, bir kültürün adıdır. Sırf siyasi bir tanımlamadan dolayı insanımızı hiçte hak etmediği sıfatlarla anlatmaya çalışmak kendi insanımıza yapabileceğimiz en büyük saygısızlıktır. Çünkü Yörük Türkmen tanımlaması askeri ve iktisadi olarak ortaya çıkmış bir tanımlamadır. Aslı ve temeli Türk’tür! Tanımadığımız, daha doğrusu tanımak istemediğimiz bazı gerçekler vardır ki bunları gördükçe ve öğrendikçe yüz yıllardır haksız olarak, hiçte hak etmedikleri şekilde tanımladığımız bu insanlardan özür dilememiz gerekmektedir.
Selçuklu İmparatorluğunun batıya doğru devam eden fütuhatlarında Türkmenler çok etkili bir rol oynamışlardır. Sadece İran’da değil, Irak, Suriye ve Anadolu’da gittikleri her yerde yerli halk ile kaynaşan Türkmenler hem yeni yurtlar edinirken, hem de yeni bir kültürün doğmasına neden olmuşlardır. Anadolu Selçuklu devletinin yıkılması ile ortaya çıkan siyasi durum; bulunduğu konum itibarıyla en küçük uç beyliği olmasına rağmen Osmanlı Beyliğinin gelişmesin ve devletleşmesine zemin hazırlamıştır.  Gerek Osman Bey, gerek Orhan bey ve ardılı Osmanlı Sultanları daima batıya doğru fetih hareketlerinde bulunurken, fethedilen her yere öncelikle konargöçer Türkmenleri yani Yörükleri yerleştirmeye büyük önem vermişlerdir. Bu politika ile Osmanlı girdiği yerlerde kalıcı olduğunu göstermiş ve askeri olarak fethettiği yerleri iktisadi ve sosyal anlamda kendine bağlı hale getirmiştir. Şunu özellikle unutmamalıyız ki; Osmanlı Devleti kuruluşunda sanıldığı gibi tek bir oymak olarak sahneye çıkmamıştır! Her şeyden evvel Osmanlı Beyliği bir aşiretler birliğidir. Sadece tek bir aşiretten bir devlet çıktı demek tarihi gerçeklerle bağdaşmayacağı gibi Osmanlı ailesinin mensubu olduğu Kayı aşiretinin önder aşiret olarak tarihi rolü de inkâr edilemez!
Osmanlı Devleti, İnsanlık Tarihinin beklide en detaylı kayıtlarını tutan bir devlet sistemi oluşturmuştur. Devlet olmanın gereği kayıt ve arşivlerde ise, Osmanlı devleti bunu tarihi süreçte ender denilebilecek bir şekilde başarmıştır.  Osmanlı vergi ve askeri sistemi gereği, esnafın kullanacağı hammaddeden, pazarda satılacak ürünlerin rayiç bedellerine varıncaya kadar  en küçük ayrıntıya kadar kayıt altına alınmış, en ücra mezralarda yaşayan halkın günlük ihtiyaçları, neyle geçim sağladıkları, vatandaşın medeni haline varıncaya kadar devletin kayıtlarına alınmıştır.  623 yıllık devlet hayatının beklide en önemli özelliği çok titiz bir şekilde devlet unsurlarının envanterini çıkarmış olması ve bu sayede bütün unsurlarına hâkim olmuş olmasıdır. Osmanlı Devleti, kendi uhdesi altındaki konargöçerlerden, yerleşik hayata dâhil olan bütün unsurlarını da kayıt altına almıştır. Tahrir Defterleri, Mufassal Defterler, İcmal Defterleri (özellikle Muhasebe İcmal Defterleri) anlattığımız durumun kanıtlarını teşkil etmektedir. Tahrir Defteri; Arazi yazılırken tutulan defterler hakkında kullanılan isimlendirmedir. Tahrir Defterinin tutulmasının en büyük gerekçesi tımar sisteminin işleyişini sağlayacak olan devletin gelirleri ile ilgilidir. Tahrir Defterinde Osmanlı yerleşim birimleri, görevlilerce titiz bir çalışmayla mukim insanların, vergi mükellefleri, içlerinde vergiden muaf olanlar varsa hangi vergiden ne sebeple muaf oldukları yazılır; bunun yanında topraklı ve topraksız köylüler, evli ve bekâr haneler, meslek gurupları, ilmiyeye mensupları, ihtiyar ve sakatlar defterdeki hanelerine yazılırdı. Her köyün merası, ormanı, korusu, yaylağı, kışlağı, çayırı ayrıntılı olarak gösterilerek yetiştirilen mahsuller ve senede vermekle mükellef olunan vergi miktarı deftere geçirilirdi.

Osmanlılarda göç ve iskân hadisesine baktığımızda şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır: Fethedilen her toprak parçasına özellikle Moğol baskısı ile gelen Yörük Türkmen aşiretleri yerleştirilmekte, Osmanlı hâkimiyeti pekiştirilmektedir. Osmanlı devleti Balkanlarda gerçekleştirdiği fetihlerin sonucunda ele geçirdiği toprakların Türkleşmesi için Yörüklerden yararlanmıştır. Özellikle Yörük Türkmenler Balkanlara gönderilmiş, bu toprakların Türkleşmesi için çaba gösterilmiştir. Yörüklerin sade yaşantısı, yerli halka davranışları neticesinde fethedilen yerlerde kısa sürede devlet hâkimiyeti tesis edilmiştir. Özellikle Trakya, Balkanlar, Macaristan, Bosna Hersek, Romanya gibi bölgelere yerleştirilen Yörük Türkmen taifesi çok kısa sürede buralarda bulunan gayrı Türk unsurlar ile kaynaşmış, sadece hayvancılık değil tarımın ziraat kolunda da çok başarılı olmuşlardır. Öyle ki 93 harbinden sonra başlayan tersine göç ile Anadolu içlerine yerleştirilen Evladı Fatihan olarak anılan Muhacir Yörük Türkmenler, kullanılamayan pek çok bataklık alanları kurutarak tarıma kazandırmışlardır. Şunu net bir biçimde ifade edebiliriz ki, Anadolu’daki modern tarıma geçişi Balkanlardan gelen muhacir olarak adlandırdığımız Yörük Türkmenler sağlamıştır.  Bir kısım Yörük Türkmenler Osmanlı Devleti tarafından özellikle maden sahaları etrafına yerleştirilmiş ve buralardaki madenlerin hem korunması hem de işlenmesinde çalışmışlardır. Mesela Kocacık Yörükleri Rudnik madeni hizmetinde, Tekirdağ Yörükleri Bosna madeni hizmetinde tayin olunmuşlar, bu alanlarda iskan edilmişlerdir. Bu insanların özellikle tersine göç sonrası maden sahalarına yerleştirildiklerini söylersek ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
            Yaşam tarzlarının en büyük özelliklerinden birisi de ihtiyaçlarını kendilerinin gidermesi –kendilerine yeten- insanlar olmasıdır. Bu durum Yörüklerin tamamen kapalı bir ekonomik yapıya sahip olduğu kanısını getirmemelidir. Çünkü Yörük Obaları Anadolu’da kara ulaşımını –nakliyeyi- ellerinde bulunduruyorlardı. Yörükler aynı zamanda Osmanlı ordusunun da en büyük at ve deve yetiştiricileriydiler. İç Anadolu’da Atçeken Yörükleri ve Halep Yörükleri geçimlerini bu yönden yetiştiricilikle sağlarlardı.
            Yörükan Taifesi olarak kayıtlarda rastladığımız Yörükler Osmanlı Devleti için önemli bir asker ve vergi kaynağıdır aynı zamanda. Konargöçerler Osmanlı Devleti’ne şu vergileri vermektedir. Adet-i Ağnam (Koyun ve keçi adedine göre alınırdı. Genelde iki koyuna bir akçedir. Yörenin ekonomik yapısına göre ağnam vergisindeki oran değişebilirdi.), Resm-i Yaylak (Bir Yörük aşireti yaylada üç günden fazla kalırsa bu vergiyi vermek zorundadır. Her sürüden bir koyun veya hane başına 200 dirhem yağ alınmasıdır.), Resm-i Kışlak ( Resm-i Yaylak bedeli kadar alınırdı.) Resm-i otlak ( Devlet ricalinin belirlediği güzergah dışına çıkan Yörüklerden ceza niteliğinde alınırdı. Sürü başına bir koyundur.) vergileridir. Bu vergilerin yanında Bennak, mücerred (Bekarlardan gücü kuvveti yerinde olanlardan alınırdı. Üç nefere 1 kuruş şeklinde raiçlenirdi.), avarız ve bad-ı heva vergileri de istenirdi.
XV. yüzyıl ortalarından itibaren askeri ve stratejik vazifelerde önemli roller üstlenmeye başlayan Yörükler, sorumlulukları kanunlarla belirlenerek, XVI. yüzyıl ortalarında orduda hizmet eden ve devlet işlerinde önemli görevler alan bir askeri sınıf haline gelmişlerdir. Bu gruplar ile ordunun iaşesi kolaylaşıyor ve fetihler ilerledikçe ordunun arkası emniyet altına alınmış oluyordu. Bu itibarla Rumeli’de Yörük sözü, Anadolu’dakinden farklı olarak etnik bir grubu ifade etmekten çok, ordu ve devlet teşkilatında görevler alan, bazı imtiyaz ve muafiyetleri olan askeri bir sınıfı anlatıyordu.
Bütün bunları anlatmamızın nedeni birilerinin ısrarla Yörük Türkmenleri sadece davar yetiştiren, peynir yapan, göçebe, yersiz yurtsuz gibi göstermelerine tarihin ışığında cevap vermek içindir. Eğer dünya tarihi baştan aşağı değişmişse; küçücük bir uç beyliği, üç kıtaya hükmeden bir cihan imparatorluğu olmuşsa bunun temelinde Yörük Türkmenler vardır! Askeri, ekonomik ve siyasi anlamda devletin temel harcı olmuş bu insanlar daima devleti kendilerinin bilmiş, devletin yanında yer almışlardır.
            Türk Milletinin ateşten gömlek giydiği o buhranlı ve karanlık günlerde "Yörükler Türk milletinin çalışkan ve üretken evlatlarıdır. Babam Ali Rıza Efendi yerli olarak Selaniklidir. Kendileri Yörük sülalesinden gelir. Annem her zaman Yörük olmaktan iftihar ederdi." diyerek  kendisi de gururla bir Yörük olduğunu söyleyen Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı vatanın ve milletin kurtuluşu için Samsun'a çıkaran güç " Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez." sözünde saklıdır.




29 Mayıs 2016 Pazar

FATİHLER UNUTULMADAN



            Artık ömrünün son deminde, bitişini yüz yıllar öncesinden ilan etmiş olmasına karşın Türk İmparatorluğunun topraklarının ortasında çıban başı olmaya devam eden  Bizans… Gerek siyasi ve gerekse askeri açıdan burayı topraklarına katmak zorunda olan Osmanlı Türk İmparatoru 2 inci Mehmet Han.
            Yapılan devasa hazırlıkları, Anadolu ve civar Türk beyliklerinden gönüllü katılan binlerce asker. Sırf İslam peygamberi Hazreti Muhammed'in “Letüftehannel Konstantiniyye, feleniğmel emiru, emiruha, feleniğmel ceyş-i, zelikel ceyş” “İstanbul elbet bir gün fetholunacaktır, onu fetheden kumandan ne büyük kumandan, fetheden asker ne kadar güzel askerdir."  Hadisine layık olabilmek için 2 inci Mehmet'in sancağı altına koşup gelen Anadolu Türk beylikleri…
            Sağ yan kuvvetler: Beylerbeyi İshak ve Mahmûd Paşalar kumandasında 50 bin Anadolu askeri olup, yerleşme alanı Yedikule-Topkapı arası idi. Bu ordu Anadolu’dan Gelibolu’ya geçerek Osmanlı ordusuna katılmıştı.Orta kısımdaki kuvvetler: Sultan Mehmed Han kumandasında 15 bin yeniçeri olup, yerleşme alanı Topkapı-Edirnekapı arası idi. Sol yan kuvvetleri: Edirnekapı’dan Tekfursarayı önlerine kadar Karaca Bey kumandasında, 50 bin Rumeli askeri… Beyoğlu sırtlarında Zağnos Paşa kumandasındaki kuvvetler vardı. Bu kuvvetler Cenevizlilere karşı saf tutmuş bulunuyorlardı. İhtiyat kuvvetleri ise; 100 bin süvariden ibaret kuvvetlerden olup her yönde kullanılacak şekilde yerleştirilmişlerdi. Toplamda Osmanlı Türk kara ordusu 215 bin muharip askerden müteşekkildi.
            Osmanlı donanması: 12 büyükçe çektin (çektirme) adı verilen gemi ile 80 çift kürekli hafif gemi (çifte güverteli), ayrıca 55 küçük gemiden olup tamamı 147 gemiden oluşuyordu. Bu gemiler, içine çok sayıda asker alan gemiler değildi. Yalnız manevra kabiliyetli, süratli hareket edebilen, üç ve iki sıra kürekli, hafif, kıyılara kolaylıkla sokulabilen harb gemileriydi. Bu gemiler Beşiktaş sahili yakınlarında bulunuyorlardı ve Osmanlı Devletinin altıncı kaptân-ı deryası Baltaoglu Süleyman Bey kumandasında idiler.
Bizans ordusu ise İtalyan, İspanyol, Giritli, Fransız, Venedikli, Macar ve Rus paralı askerleri de dahil olmak üzere 15 ile 25 bin arasındaydı. Bu sayıya yerel milis kuvvetleri de dahil değildir.
            Netice itibariyle Konstantiniyye (Bizans, İstanbul) fethedilmiş, Osmanlı Türk Hakanı 2 inci Mehmet Fatih unvanını alarak Fatih Sultan Mehmet olmuştur. Bazı tarihçilerin dediği üzere Doğu Roma İmparatorluğunun Türkler tarafından başkentinin fethedilmesiyle bir çağ kapanmış, başka bir çağ başlamıştır. Yukarıda yazdığımız bilgileri zikretmemizin amacı İstanbul'un birinci fethini küçümsemek amacı değildir. Bilakis birazdan aşağıda yazacak olduğumuz bilgiler ile kıyaslanması amacıyladır.
            Tarih 13 kasım 1918, Türk devletinin daha 15 gün önce imzalamış olduğu Mondros ateşkes antlaşmasının 7 inci maddesine atıfta bulunularak 465 senelik Osmanlı Payitahtı (başkenti) İstanbul işgal edilmektedir.
            Haçlı ordusu zafer sarhoşudur. Haçlı Donanması namlularını Osmanlı Sultanı Vahdettin'in ikametgahı olan Topkapı Sarayına ve Babıali'ye çevirmiştir. 55 gemiden oluşan Haçlı Donanmasından 3500 asker karaya çıkartılır. Türk Milletinin Harim-i İsmeti olan başkenti işgal edilmiştir. 465 senedir Türk olan, Avrupalıların korkulu rüyası Türk İstanbul yabancı çizmeler altında ezilmektedir. 18 Kasım 1918 gününe gelindiğinde Haçlı Donanmasının gemi sayısı 167 ye ulaşmıştır. Büyük Britanya krallığı İstanbul'un yeniden kurtuluşu(!) için en gelişmiş savaş gemilerini göndermiştir. Bunların içinde iki tanesi vardır ki, isimlerini zikretmeden geçemeyeceğim; HMS Argus ve HMS Kig George V. Bu iki geminin en önemli yanları her ikisinin de uçak gemisi olup, üzerlerinde zamanın en modern uçaklarının bulunmasıdır ki, varın siz düşünün İstanbul'un Haçlı ordusu tarafından kurtarılma(!) amacındaki önemi!
            Artık İstanbul sadece kağıt üzerinde bir başkenttir. Zaten 30 Ekim 1918 de imzalanan Mondros Ateşkes anlaşması Osmanlı'yı fiilen bitirmiştir. Başkentinin işgali ise bu fiiliyatın canlı bir göstergesi olmuştur. Görünende tam bir işgal gibi görünmeyen ve sanki hala İstanbul'un sahibi padişahmış gibi bir hava estirilen fiili durumda, Haçlı ordusu kumandanlığı yayımladığı bir bildiri ile iplerin kimin elinde olduğunu gösterecektir. Nemi demektedir bu bildiri; işgal geçicidir, padişahlığı ve  halifeliği korumak ve güçlendirmek için işgaller gerçekleştirilmiştir, azınlıklara yönelik bir katliam başlarsa İstanbul Türklerden alınacaktır, herkes padişahlık makamının İstanbul'dan vereceği kararlara uyacaktır.
            Görüldüğü üzere İstanbul fiilen İngiliz Yüksek Komiserinin keyfiyetine bırakılmış haldedir. Padişah ve onun  kukla hükümeti ise göstermeliktir. 29 Mayıs 1453 te fethedilen, adına şiirler, besteler yapılan İstanbul, Haçlı ordularının çizmeleri altında inim inim inlemektedir.  Bizim olan İstanbul, artık bizden çıkmıştır!  İşgal süresince İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan İstanbul'da 51 bin 275 asker bulunduracaklar,  işgal ordusu en modern silahlar ile donatılacaktır. Hatta bu gün müttefik olarak görülen Amerika Birleşik Devletlerinin İstanbul'un işgali süresince toplam 20 savaş gemisi İzmit limanında ve İstanbul önlerinde olacaktır.
            Son Osmanlı Meclisinin yayınladığı Misak-ı Milli bildirisinin ardından 16 Mart 1920 de İstanbul tam anlamıyla işgal edilecek, görünüşte Padişahı sözüm ona tanıyan işgal  kuvvetleri artık yaptıkları hiçbir fil ve eylemi esir hükümete bildirmeden yapacaktır. İstanbul tam anlamıyla düşmüştür artık!
            4 yıl 10 ay 23 gün boyunca işgal altında kalan İstanbul, 6 kim 1923 günü TBMM orduları tarafından resmen işgalden kurtarılmıştır. Bu süre zarfında verilen Türk İstiklal Harbi bizim olan, ebediyen Türk kalacak Anadolu ve Trakya'da tekrar ezan seslerinin duyulması için 91 bin 148 Mehmetçiğin canı  ve bedeni mukabili tekrar bu toprakları vatan edecektir.
            İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Mehmet anılmayı ve fatihayı ne  kadar hak ediyorsa, Bizans'ı tarihin tozlu raflarına gönderen Osmanlı Türk ordusu ne kadar hayırla yad edilmeyi hak ediyorsa, 29 Mayıs Fetih kutlamaları ne kadar yerindeyse…Bu kutlu beldeyi tekrar Türk Vatanı eden, tekrar hür ve bağımsız eden, Türk Milletinin şeref ve haysiyetini düşmanın çizmeleri altından kurtaran Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları ve onun  Başkumandanı Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları da taktir edilmeyi, Fatihaları, Yasinleri,  o kadar hak etmektedir!
            Hiçbir şekilde Fatih Sultan Mehmet Han ve Başbuğ Mustafa Kemal Atatürk'ü kıyaslayacak değilim. Haddimi bilirim, Türkün iki başbuğunu kıyaslamak ancak cahillerin ve haddini bilmezlerin işidir. Ancak şunu da yazmadan geçemem; Türk tarihinde 29 mayıs ne kadar önemli ise, 19 Mayıs ondan geri kalır değildir! Eğer 29 Mayıs kutlanacaksa, eğer fetih hakkıyla kutlanmak isteniyorsa; İstanbul'un ikinci fatihleri de unutulmamalıdır!


12 Mayıs 2016 Perşembe

PERDENİN ARKASINDAKİ GÖLGELER


            Uzun ve meşakkatli bir yoldur bu, bazen yapayalnız kalırsın, bazen bıkar usanırsın. Ancak bir kere bulaşmışsındır. Sen istesen de o seni bırakmaz bir daha. Çok zaman evde çocuklarını bile göremezsin, çok zaman yemek yemeyi bile unuttuğun olur. İlk yola çıkarken bin bir ümit ve şevkle gelenlerin gün gelip seni yarı yolda bırakıp gittiklerini görürsün.  Umutsuzluğa düşmez, ama kırılırsın. En çok da bu yorar ve en çok da bu yaralar ya seni… Yine de vazgeçip dönemezsin!
            Birileri makam mevki sahibi olur. Merdiven misali kullanırlar seni. Basamak olursun, yeter ki orada bizden birileri bulunsun dersin. Gün gelir en cevval darbeyi de basamak olup yükselttiklerinden yersin. Üzerine basıp çıkanlar seni tanımaz, görmez. Yolda selam vermesin, bir şey talep eder diye yollarını değiştirenler olur ya; en çok da bu zoruna gider… Kimse bilmez içindeki yürek yangınını. Bilenlerinde işine gelmez zaten. Çoğu kez deli gözüyle bakılır sana. Evin bile yoktur, el kiralarında sürünürsün. Aldığın üç beş kuruşu da bu yolda harcar, aybaşını kardeşlerinden aldığın borçla getirmeye çalışırsın. Ağabeylerin, ablaların bile kızar bu haline, “Kim için koşuyorsun, kime hizmet ediyorsun. Otur, çekil artık bir köşeye. Bak evin bile yok!” derler sana… kızamazsın onlara, haklılardır sonuçta. Kim ne derse desin, kim ne söylerse söylesin, dönemezsin yolundan. Bir kere girmişsindir bu yola. “Ben yokum!” desen de bırakmazlar yakanı. Çünkü adın olmuştur artık: DAVA ADAMI!
            Türkiye’de ilk kurulan Yörük Türkmen dernekleri yıllarca isimlerini duyurmanın, davalarını anlatmanın gayreti içerisinde oldular. Amaçları unutulmaya yüz tutmuş Yörük Türkmen hayatının gelecek nesillere iletilmesi, moda akımlar ile yok olmaya yüz tutmuş Türkün özü olan bu yaşam kültürünü kurtarmak olan dernekler gereken ilgiyi ne yazık ki göremediler. Bu gün sayıları yüzlerle ifade edilen bu derneklerin hala en büyük sorunu; gerek yerel yönetimlerden ve gerekse devlet ricalinden ilgi ve alakayı görememek, kendilerini tam anlamıyla ifade edememektir. Tabidir ki bunun en büyük nedeni Yörük Türkmen derneklerinin kuruluş amacının tam olarak anlaşılamamış olmasıdır. Oysa bu derneklerin ya da vakıfların tek bir amacı vardır, yukarıda da zikrettiğim gibi Yörük Türkmen kültürünü araştırmak, yaşatmak ve gelecek nesillere ulaştırmak!
            İnsanların beyninde oluşan bir algı var ki, tam evlere şenlik. Sözüm ona Yörük Türkmen Derneği dediğinizde akıllarına ne hikmetse hep Yörük göçleri, festivaller ya da şenlikler, şölenler gelmekte. Bir Allah’ın kulunun aklına da kaybolan kültürümüz, yitip giden gelenek ve göreneklerimiz gelmiyor. Oysa tehlike çok büyük. Hem de düşünülenden çok daha büyük! Bu gün gençlik bilmem nereli bir pop sanatçısının yedi göbek atasını bilirken, Dede Korkut’un kim olduğunu bilmemektedir! Sokak röportajında “Hunlar ile vize kalktı, haberiniz var mı?” diye sorulduğunda “Ne kadar güzel!” diyerek sözüm ona memnuniyetini ifade ederken cehaletini gözler önüne seren bir gençlik var.  Hun İmparatorluğunun tarihte kurulmuş bir Türk devleti olduğunu bilmeyen ve kendilerine Türk Gençliği diyen güruha Cumhuriyeti ve Milleti nasıl emanet edeceksiniz? Bu ülkenin ve devletin yoktan var edildiğini geleceğin teminatı dediğiniz çocuklarınıza nasıl anlatacaksınız? Türk Milletinin göçebe değil, göç eden bir millet olduğunu, binlerce senelik bir kültürün sahibi olduğunu, tarihte 138 devlet kurmuş teşkilatçı bir millet olduğunu, milletinin yüksek kültürü ve ahlakı ile bu gün pek çok millete ve devlete örnek olduğunu nasıl izah etmeyi düşünüyorsunuz?
            Televizyon, internet, moda kıskacında kalan çocuklarımıza ve gençliğimize bu kültürün anlatılması ve yaşatılabilmesi için bir avuç gözü kara insan gece gündüz emek harcamakta, ter dökmekteler. Bu insanlar bir şeyin çok iyi farkındalar; görsel anlatım pek çok anlatım şeklinden çok daha etkili ve akılda kalıcıdır. Bu nedenle düzenlenen Yörük Türkmen göçleri, kültürel ve geleneksel adetlerin anlatıldığı tiyatro ve gösteriler, ulusal anlamda isim yapmış ses sanatçılarının konserleri hep bu kültürün anlatılması ve yaşatılması amacını taşımaktadır. Daha dün gibi kısa sayılacak bir süre öncesine kadar gündelik olarak yaşanan pek çok adet, gelenek ve görenek unutulmuştur. Bu nedenle gençliğe ve özellikle çocuklara verilen bu görsel mesajın anlatılabilmesi ve ilgisini çekebilmek için meşhur sanatçılardan yararlanılmaktadır. Yani yapılan tüm etkinliklerin çok önemli amaçları vardır.  Bütün bunlar yapılırken ortaya konulan emek ve alın teri için bu insanlar acaba nasıl bir karşılık almaktadır hiç merak ettiniz mi? Nereden ve nasıl bir karşılık almaktadır bu insanlar? Kaç paraya yapmaktadır bu işleri? Hangi villalarda oturmakta, kaç uçağı, kaç yatı, kaç lüks arabası vardır bu insanların? Öyle ya, bir anda 15-20, hatta 250 bin insanı bir araya getiren bu kişiler hangi şatafatlı hayatın içinde yaşamaktadırlar, değil mi? Milyon liralara mal olan şölen ve festivalleri yapanlar elbette çok zengin olmalıdır. Elbette bundan rant sağlamalıdır….
            Kazın ayağı hiçte öyle değil sevgili okurlarım. Bugün Yörük Türkmen derneklerinin başkanı olan çoğu insan inanın ev sahibi bile değiller! Bu kültürün yaşatılması için gece gündüz çaba harcayan cefakar dernek başkanlarının bir çoğu ya babasından, anasından kalma evlerde, ya da kirada oturuyorlar. Pek çoğu ya emekli veya asgari ücretli bir işte çalışıyorlar. Bir kaçı ise kendine ait iş yeri olan kişiler ve sırf dernek işleri yüzünden işleri bozulan başkanlar var. Elbette çıkılan yol zorlu, zorlu olduğu kadar uzun bir yol! Öyle ki belki siz bile göremezsiniz yolun sonunun nereye vardığını. Ancak vazgeçme gibi bir şeyinizde olamaz. Çünkü yol ne kadar uzun ve meşakkatli olsa da hedefe varmak, siz ölseniz bile yol arkadaşlarınız tarafından bayrağın hedefe dikilmesi gerekir.
            Bu gün Türkiye’de kurulu Yörük Türkmen derneklerinin hepsinin tek bir amacı vardır; Türk Milletinin varlığı ve bekası için çalışmak! Bunun için de gece ve gündüz demeden, makam, mevki gözetmeden bütün insanlarımızı kucaklamak, dertlerine çare olmak için koşuşturur bir avuç insan. Dedik ya, seveni olduğu kadar sevmeyeni de olacaktır bu kutlu davanın. İnsanlar bilmeyecektir cebinizde bir çorba parası bile olmadığını. Onların hiç birisi farkında bile olmayacaktır, biricik kızınız ateşler içinde yatarken Türk Cumhuriyetlerinden gelen çocuklara yurt bulmak için yağmur altında yürüdüğünüzü.  Kimsenin umurunda olmayacaktır, Bayır Bucak’tan gelen bir Türkmen çocuğunun  karnını doyurmak için arkadaşınızdan ödünç aldığınız son beş lirayı harcadığınızı. Yardım toplamak için kampanya açtığınızda en yakınızdakilerin iftiralarına maruz kaldığınızı da bilmeyecektir insanlar. Sırf bu kültür yaşasın diye “Arap eli öpmekle Arap olunmaz!” deyip kapı kapı üç kuruş toplamak için koşuşturduğunuzu da bilmeyecektir insanlar. Ama ne yapacaklardır? Eleştirecekler, yapmadıklarınızı yaptı, yaptıklarınızı yapmadı diyeceklerdir. Falan partinin güdümüne girdi, filan başkanın emrine girdi diyeceklerdir. Aslında hepsi de bilir Yörük Türkmen derneklerinin partiler üstü bir kimliği olduğunu. Hepsi de çok iyi farkındadır, bu derneklerin tek amacının Türk kültürünün yaşaması için çalıştığını. Ama işlerine gelmez, bilirler ama bilmez gibi davranırlar. Çünkü beyaza kara sürmek kolaydır, ama marifet beyazı karaya boyamak değil, karayı bembeyaz edebilmektir!

            Aslına bakarsanız bu yazıyı kaleme alırken epey düşündüm. Çünkü sonu gelmeyen bir tartışmanın hedefi haline gelmek istemiyordum. Ancak görüyorum ki; hakikaten bu memlekette iş yapanlar cezalandırılıyor. Gönlüm razı gelmedi bir kişinin ve bir derneğin üzerine bu kadar gidilmesine. Sırf hakikatlerin ortaya çıkması, birilerinin gerçeklerin ne olduğunu bilmesi için yazmak zorunda kaldım.  Perdenin arkasındaki gölgelerin hakikatte kime yada kimlere ait olduğunun bilinmesi için yazdım. Yörük Türkmen derneklerinin kukla değil, kuklacı olduklarının bilinmesi için yazdım. Sürçü lisan ettiysem de sakın affetmeyin! Çünkü sadece ve sadece gerçekleri yazdım!

9 Mayıs 2016 Pazartesi

DÜNYA KAMUOYUNA

        

            Türkiye Cumhuriyeti ve halkı son yılların en şiddetli terör eylemlerine maruz kalmaktadır. Birilerinin maşası olan, kökü dışarıda terör örgütleri halkımızı kaos ile umutsuzluğa düşürme çabasındadırlar.
          Türk Milleti hiçbir şekilde teröre prim vermeyecek, ülkesi ve devleti ile bölünmez bir bütün olduğunu bütün dünyaya gösterecektir. Bizim ilkemiz ve hedefimiz bellidir. Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün işaret ettiği üzere "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesini sarsılmaz bir irade ile uygulama ve yaşatma gayretindeyiz.  Bölücü terör asla ve kat’a istediği amaca ulaşamayacaktır. Yüzlerce yıldır, barış adası olmuş bu toprakların birilerinin emperyalist emellerine hizmet edenlerce kan gölüne çevrilmesine Türk devleti ve onun kahraman silahlı kuvvetleri ile güvenlik güçleri asla izin vermeyecektir!
         Bin yılların intikamını maşaları vasıtasıyla almaya kalkanlar bilmelidir ki; Türk Devleti baki, Türk Milleti ebedidir! Bizim şehit kanları ile sulanmış kutsal  vatan toprağını kimseye vermeye niyetimiz yoktur. Türk milleti tarihinin hiçbir döneminde ne esir edilmiş, ne de mülteci olmuştur. Bunu bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacaklar, Türk devletinin ve vatanının parçalanmasını görmeye ömürleri yetmeyecektir! Dün Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da alt edemedikleri kahraman Türk Milletini bu gün misakı milli sınırları içinde pes ettirmeye çalışanlar şunu asla unutmamalıdır ki, Türk milleti onların heveslerini kursaklarında bırakmaya kararlıdır!
         Yörük Türkmenler,  Türkiye Cumhuriyeti devletinin asli kurucuları, temel taşlarıdır. Dün bitti, tükendi, öldü denilen Türk Milleti nasıl ki bir enkazdan Türkiye Cumhuriyetini ortaya çıkardıysa, bu günde her santimi şehit kanları ile ıslanmış olan mukaddes vatan toprağında, devletinin ebediyete kadar yaşaması için kanının son damlasına kadar savaşmaya hazırdır! Sesimizin çıkmaması korkumuzdan değil, yüce Türk devletine ve onun kahraman güvenlik güçlerine olan güvenimizdendir. Yoksa bilinmelidir ki; vatanımızın selameti ve devletimizin bekası mevzu bahis olunca her Yörük bir Mustafa Kemal, her Yörük Çadırı bir kaledir!
         Dün “Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez.” diyen Kızıloğuzun güvendiği ve dayandığı Yörükler, bu gün de aynı kararlılık ve bilinçle Türkiye Cumhuriyetinin bekası, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü için göreve hazırdır!
         Türkiye Cumhuriyeti devletini bölmeyi, milletimizi mülteci durumuna düşürmeyi hayal edenlere şunu hatırlatmak isteriz: Torosların zirvelerinde, Bey dağlarında, Tahtalı dağlarında, Anamas dağında hala Yörük ocakları tütmektedir. Devletimizin bekası, vatanın ve milletimizin selameti için  dün olduğu gibi bu gün de canımızdan vazgeçmeye hazır olduğumuzu, ülkemizin huzur ve güvenliğine kast etmek isteyenlerin karşılarında topyekun Yörük Türkmenleri bulacaklarını dünyaya ilan ediyoruz. Dün yedi düvelin başaramadığını başaracaklarını sanan eli kanlı terör örgütlerine de şunu özellikle söylemek istiyoruz; Yörüklerin damarına basmayın, Kandil dağını da Kobane’yi de size mezar ederiz!
         Ebediyete uğurladığımız aziz şehitlerimizi, kahraman gazilerimizi saygı ve minnetle anarken, görevi başındaki Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Emniyet Teşkilatının yılmaz mensuplarına da şükranlarımızı sunuyoruz.

Ne mutlu Türküm diyene!    

12 Mart 2016 Cumartesi

İSTİKLAL RUHU



            1921…Anadolu üstünde karabulutların dolaştığı, Türk Milletine “Ölümlerden ölüm beğen!” denildiği, namus dediğimiz vatanın düşman postalları altında ezildiği günler. Bir avuç çılgın Türkün yeter diyerek bayrak açtığı, “Ya istiklal, ya ölüm!” dediği günler.
            Hasta adam ölmüş, yüz yıllık bir projede sona gelinmişti. Artık son darbenin vurulması, Türkün son kalesinin yıkılarak intikamın alınması,1000 yılın hesabının görülmesi gerekiyordu. Evet bin yılın hesabı görülecekti.  Öyle ki; Malazgirt’in, Miryokefelon’un, Sırpsındığı’nın, Varna’nın, Kosova'nın, Niğbolu’nun, İstanbul’un, Preveze'nin, Kıbrıs'ın, Girit'in, Mohaç’ın hesabı görülmekteydi. Sadece bir ülkenin işgali değildi yaşanan. Bir milletin yok edilmesi, vatan ettiği topraklardan sökülüp atılmasıydı. Türk belki yine yeryüzünde olacaktı, ama hür olarak, Anadolu ve Trakya’da değil! Kapkara bulutlar dolaşıyordu Türk Vatanının ve Milletinin üzerinde.
            Birinci paylaşım savaşına girerken Osmanlı Ülkesi 4 milyon 900 bin km2    yüz ölçümüne, yaklaşık olarak 25 milyon nüfusa sahipti. Savaşın sonunda ise ne elimizde toprağımız, ne de nüfusumuz kalacaktı. Milyonlarca insanımız dün bizim dediğimiz ama artık bizim olamayan, düşman postallarının altında kalan topraklardaydı. Dinimiz için kutsal bilinen beldeler başta olmak üzere bütün Arap yarımadası,  Irak, Suriye, Filistin, Lübnan elimizden çıkmıştı. Türk ordusu bitmiş ve tükenmişti. 2 milyon 920 bin askerden 1 milyon 565 bini şehit, kayıp ya da esir edilmişti. Kalanlar da zaten anasız kuzular gibiydi. Üstte yok, başta yok, silahsız, devletsiz ve en önemlisi moralsiz! 1911 den beri hep savaşan ordu adeta bitmişti! Elimizde Mondros’a göre askerlerini dağıtmaktan imtina eden iki asi paşanın; Musa Kazım Karabekir Paşa’nın 15 inci kolordusu ile Ali Fuat Paşa’nın 20 inci kolordusu haricinde askerimiz bile yoktu. Bağlaşıkların niyetleri Mondros'un hemen arkasından belli olacak, peş peşe vatan toprağı işgal edilmeye başlanacaktı. Bütün önemli sanayi hammaddelerinin çıkarıldığı ve işlendiği bölgeler, pamuk, incir, narenciye üretilen yerler, Trakya, Musul, Kerkük, Boğazlar bölgesi, en can alıcısı da 465 senedir Osmanlı devletine payitahtlık yapmış başkent İstanbul! Türk Milleti tarih sahnesine çıktığı günden  beri en zor günlerini yaşıyordu. Dedim ya; bin yılın hesaplaşmasıydı bu! 90 bin askerle Yunanlılar, 59 bin askerle Fransızlar, 38 bin askerle İngilizler,  17 bin askerle İtalyanlar Anadolu ve Trakya'nın Türk'ten temizlenmesi için yarışırcasına çullanmışlardı kutsal vatan toprağına. Yalnız bu kadar mı? 25 bini  Trabzon ve havalisinde olmak üzere, batı Anadolu'da binlerce yerli işbirlikçi silahlı Rum, Çukurova ve havalisinde  10 bin silahlı Ermeni, Şark vilayetlerinde sözüm ona Kürt devleti kurmaya kalkan binlerce kansız da leş bekleyen akbabalar misali Türk vatanının parçalanması, Türk Milletinin esareti yada yok edilmesi için ayağa kalkmıştı! İstanbul çaresiz, Anadolu kimsesizdi. Bu çaresizlik ve kimsesizlikle tek başına kalan Türk Milleti artık sona gelindiğinin ve son çarenin esir İstanbul hükümetinde olmadığının farkındaydı. Yerelde başlayan Kuvayı Milliye hareketleri de cılız birer ateş misali organize düşman gücünün karşısında çok da etkili olamıyor, destanlar yazan milletimiz bir önder bekliyordu.
             19 Mayıs 1919 da Samsun’a ayak basan Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa üstü üste topladığı kongreler ile milleti ölüm uykusundan uyandırarak direnişi tek bir bayrak, tek bir çatı altında toplama gayretindeydi. Bu şartlar altında toplanan Milli Meclisimiz son çaremizdi.  Mustafa Kemal Paşa ve etrafındaki bir avuç vatanperver yapılanın ölüm-kalım savaşı olduğunu gayet iyi bilmekteydiler. Geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş, istiklalden başka bir şey düşünülmez olmuştur. Parola "Ya istiklal, ya ölüm!" denilerek yola çıkılmıştır.
            Türk ordusunun moralinin yüksek tutulması amacıyla Erkanı Harbiye Reisliği (Genel Kurmay Başkanlığı) Maarif Vekaletinden (Milli Eğitim Bakanlığı) bir marş yaptırılmasını ister. Maarif Vekaleti bir yarışma tertip eder. 500 Lira para ödüllü yarışmaya katılan 724 şiirin hiç birisi de beğenilmez. Maarif Vekili Hamdullah Suphi bey yarışmacı şiirlerin arasında TBMM Burdur Vekili Mehmet Akif beyin şiiri olmadığını görür. Kendisi de edebiyatçı olan ve TBMM'de yaptığı coşkulu konuşmalar nedeniyle "Milli Hatip" olarak anılan Hamdullah Suphi bey 5 Şubat 1921 günü Mehmet Akife hitaben kaleme aldığı mektubunda; "Pek aziz ve muhterem efendim, İstiklâl marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamaklarındaki sebebin izâlesi için pek çok tedbirler vardır Zât-i üstadânelerinin matlûb şi´iri vücûda getirmeleri maksadın husûli için son çâre olarak kalmıştır. Asl endîşenizin icâbettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehiç vâsıtalarından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbeti arz ve tekrar eylerim." demektedir. Daha sonra ise bizzat Akif'in bu gün Taceddin Dergahı olarak anılan ikametgahına gider. Akif ile konuşur ve ikna etmeye çalışır. Mehmet Akif bey para ödülünden dolayı yarışmaya dahil olmamıştır. Çünkü onun için; mesele millet meselesi, vatan meselesi iken para almak hakikaten çok ağırdır! Onun yüksek karakteri, onun içindeki yoğun vatan  sevgisi bunun olmasına imkan vermemektedir. 
            Hamdullah Suphi beyin telkini ve ısrarı ile Mehmet Akif bey tarafından yazılan şiir; seçici kurul tarafından elemelerden geçen diğer altı şiirle birlikte ordu kumandanlarına gönderildi. Ordu kumandanları tarafından çok beğenilen şiir, 17 Şubat 1921 de Sırât-ı Müstakîm ve Hâkimiyet-i Milliye'de yayımlandı. 1 Mart günü TBMM kürsüsünden Hamdullah Suphi bey tarafından dört defa vekillere okunan şiir, 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat 17:45 te Milli Marş olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edildi!
            Mehmet Akif bey kendisine verilmek istenen 500 lira ödülü Hilali Ahmer (Kızılay) bünyesinde bulunan kadın  ve çocuklara iş öğreterek, cephede bulunan askerlere elbise diken Dar'ül Mesai vakfına bağışlar.  
                Yazdığı şiiri kahraman ordumuza ithaf eden Mehmet Akif bey, hiçbir şekilde kitaplarında yer vermemiştir. Nede böyle yaptığı sorulunca da "O marş benim değil, milletimindir!" demiştir. Mehmet Âkif'in rahatsız bulunduğu, Alemdağı'nda son günlerde içlerinde Târık Us'un da bulunduğu bir grup,  üstadın ziyaretine giderler. Mehmet Âkif bitkin bir hâlde yatağında yatmaktadır. Konuşma esnasında söz İstiklâl Marşı'na gelmiş, ziyaretçilerden birisi "Acaba İstiklâl Marşı yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı?" demişti. Bu söz üzerine yatağında bitkin bir hâlde yatmakta olan Akif; birdenbire başını kaldırmış ve ona "Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın! O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O ruh lazım! O şiir artık benim değildir. O milletin malıdır. Allah, bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın!"
            İstiklal marşını yazdıran ruh, bu ruhtur! Yoktan var edilen, tükendi denilen bir milletin şahlanışı, dünyaya ben bitmedim diye haykırmasıdır istiklal marşı! Bedeni yok edilse de, Yemen çöllerinde, Arap ellerinde, Filistin'de, Sina'da, Allahuekber dağlarında, Galiçya'da, Çanakkale'de tekrar doğan bir milletin ruhudur! Mustafa Kemal'ce kükremenin, Kürşat'ça ölüme atılmanın ruhudur bu ruh! Milli şairimizin "Allah bir daha yazdırmasın!" demesinin altında yatan da bu ruhtur!
            Bu marşı bu gün bu gök kubbede, bu ülkede özgür biçimde okumamıza vesile olan Türkün ulu başbuğu Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere tüm kumandanlarımızın, kahraman şehit ve gazilerimizin, kadını erkeği, çocuğundan yaşlısına  kadar bu toprakları vatan eden mücahitlerimizin aziz hatıraları önünde saygı ile eğiliyorum. "Bu marş benim değil milletimindir" diyen meslektaşım ve vilayetimin milletvekili Mehmet Akif Ersoy beyi de saygı ve hürmetle anıyorum.