31 Aralık 2014 Çarşamba

VURUN YÖRÜKLERE!

VURUN YÖRÜKLERE!

            Türklerle ilgili en eski kayıtlara Çin Devlet arşivlerinde rastlamaktayız. Bazı bilim adamları, antik Çin yazılarında sözü edilen "Tue'kue" kelimesinin “Türk” demek olduğunu kabul ederler ki, bu bazı batılı bilim insanlarının kasıtlı olarak Türk Tarihini Gök Türklerle başladığı tezini çürütmektedir.(1)  Antik Çin  kayıtlarında Türklerin “Kuzeyde savaşçı ve göçebe kültüre sahip olduğu, M.Ö. 1700 yılları sonrasında kitleler halinde Altay Dağları ile Tanrı Dağları arasındaki bölgeye yayıldığı” yazılıdır. (2)
            Göçebelik (konar göçerlik) Türk Milletinin yazılı tarihinin başından bu yana devam eden, daha dün diyebileceğimiz 1965 yılına kadar da süren bir olgudur. Antik Çin kayıtlarından ve yapılan arkeolojik kazılardan Türklerin göçebe ve savaşçı oldukları, yazlık ve kışlık yerleşim yerleri olduğu, hayvancılık ve avcılıkta çok ileri teknikler geliştirdikleri, bakırdan ve taştan aletler kullandıklarını öğreniyoruz. (3)
            Bozkır kültüründe konar göçer (göçebe) ve savaşçı olmak bu kültürün alın yazısıdır. Yazılı tarihte bir devlet olarak ilk kez Büyük Hun İmparatorluğu ile tarih sahnesinde görülen Türk Milleti, devlet sahibi olmasına rağmen “Göçebe Kültürünü” aynen muhafaza etmiştir. Büyük Hun İmparatorluğunun parçalanması ile ortaya çıkan “Kavimler Göçü” esnasında da bu kültürün devam ettiğini görmekteyiz. Karadenizin Kuzeyinde varlık gösteren Uz, Kuman ve Peçenek boylarında da konar–göçer kültürün aynen devam ettiğini görmekteyiz. Yerleşik hayata geçen Hun (Macar), Hazar ve Bulgar Türkleri kısa süre zarfında kültürel olarak benliklerini kaybetmişler, Bulgarlar komşuları Slavlar ile karışarak Türklüklerini unutmuşlardır. (4)
            Türk Milletinin tarihi süreçte kurduğu bütün beylik, atabeylik, hanlık, hakanlık, sultanlık ve imparatorluklarda genel olarak konar göçer kültür dediğimiz göçebe kültürü canlı tuttuğunu görmekteyiz. Bu davranış bir yerde cesur ve savaşçı bir millet olan Türklerin daima harbe hazırlıklı olmasını da sağlamıştır.
            Yörük terimi ilk defa Osmanlı kayıtlarında, tahrir defterlerinde görülmektedir. Kelime anlamı olarak kabul gören tanımı yürüyen, konar, göçer Türkmen demektir. Hepsi de Türklerin Oğuz boyundan olup, Anadolu, Trakya ve Balkanlarda önemli bir nüfusa sahiptir. Osmanlı devleti Balkanlarda gerçekleştirdiği fetihlerin sonucunda ele geçirdiği toprakların Türkleşmesi için Yörüklerden yararlanmıştır. Özellikle Yörükler ve Türkmenler Balkanlara gönderilmiş, bu toprakların Türkleşmesi için çaba gösterilmiştir. Yörüklerin sade yaşantısı, yerli halka davranışları neticesinde fethedilen yerlerde kısa sürede devlet hakimiyeti tesis edilmiştir. Yörükan Taifesi olarak kayıtlarda rastladığımız Yörükler Osmanlı Devleti için önemli bir asker ve vergi kaynağıdır aynı zamanda.
            Osmanlı devleti kendisi için hayati öneme haiz Yörükleri ne hikmetse askerlik ve vergi haricinde pek hatırlamaz. Daha doğrusu hatırlamak dahi istemez. Koskoca Devleti Alî Osman’ın yönetiminde pek çok millete mensup kişiler memuriyet alırken, Yörükleri ve Türkmenleri görememekteyiz. Söğüt’ten kendisini ziyarete gelen Yörükleri “Benim has hemşerilerim, kandaşlarım!” diye karşılayan Sultan II.Abdülhamit’ten çok değil 9 yıl önce Fırka-i İslahiye Ordusu tarafından sözde asayiş  adı altında Çukurova’daki Yörüklere nasıl davranıldığı ve iskana zorlandığı tarihlerde acı bir hatıra olarak mevcuttur. Osmanlı padişahları kendilerinin Oğuz’un Kayı boyundan Yörük  olduklarını söylemelerine karşın yaptıkları eylemler ile hiçte bu yönde değildir. Şöyle ki; Osmanlı döneminde göçebeler, yerleşik ahali gibi devletin kayıtlı tebaası durumunda idiler. Bu bakımdan onların yaşadıkları hayat tarzının bir gereği olarak yaylak-kışlak mahalleri arasında hareket halinde olmalarına rağmen başıboş diyebileceğimiz bir hayat tarzına sahip oldukları söylenemez. Konaklamaları için tahsis edilmiş yaylak ve kışlakları arasındaki gidiş gelişleri sırasında bir yerde geçici olarak üç günden fazla konaklayamamaları kanunnamelerde belirtilmiştir.(5) Osmanlı konar göçer Yörüklere sanıldığı gibi çokta merhametli değildir. Yaylaklara giderken veya kışlaklara inerken alınan vergiler bile doğrudan defterdarlık kayıtlarına alınmıştır.
            İmparatorluğun son zamanları hep savaşlar ve bunların neticesinde Anadolu’ya tersine göç ile geçmiştir. Sadece Balkanlardan Anadolu’ya tersine göçte 11 milyon Türk yerinden olmuş yada katliamlara maruz kalmıştır. Justin McCarthy, 1821 - 1922 yılları arasında yaklaşık beş buçuk milyon Müslümanın Avrupa'dan sürüldüğünü ve beş milyondan fazlasının öldürüldüğü yada kaçarken hastalık veya açlık sonucu öldüğünü tahmin etmektedir. (6) Burada bahsedilen Müslüman kimliğinin %95 i fütühatla oralara yerleştirilmiş olan Türk unsurlar, yani Yörükler ve Türkmenlerdir. Özellikle Balkanlardan geri dönen bu insanlar yerleştirildikleri yerlerde Avrupai tarımı yerli halka öğretmişler, Aydın Söke, Muğla Dalaman, Burdur Çavdır, Gölhisar, Denizli Acıpayam ve Antalya Aksu gibi yerlerde bataklıkları kurutarak tarıma kazandırmışlardır.
            Türkiye Cumhuriyetinin ilan edilmesi ile Yörüklerin yaşam şekillerinde çok büyük değişiklikler ortaya çıkmıştır. Özellikle genç Cumhuriyetin millet mektepleri  ile Yörük çocuklarının hızla okur yazar kimliğinin öne çıktığını görmekteyiz. Yüzyıllar boyu asli unsuru olduğu devlet tarafından göz ardı edilen Yörükler, sadece dağda çoban, hudutta asker, sırtında heybesi, elinde devesi, bayırda kıl çadırı  ile dağ adamı olmadıklarını, bu devletin de asli unsuru olduklarını göstermişlerdir.
            1965 yılına kadar konar göçer yaşam tarzına devam eden Yörüklerin karşısına bu seferde göç yolları üzerinde bilinçsizce hareket edenler, hiçbir kimseye zararı dokunmayan, bilakis geçtikleri yerleri ekonomik olarak canlandıran Yörüklere yerleşik düzende bulunan kişilerce düşmanlıklar yapılmıştır. Oysa Yörükler gittikleri her yerde ekonomiye, tarım ve hayvancılığa katkı sağlamışlardır. Devletin ormanları koruma adına Yörüklerin hayvancılık yaptıkları yerleri kısıtlaması, orman sahalarını yasaklamasının sonuçları bu gün daha iyi görülmektedir. Düne kadar et ihraç eden ülkemiz bu gün et ithal eder duruma gelmiştir. Yörükler yaşam kaynakları olan ormanları korumakta en az devletimiz kadar bilinçli ve hassas davranmışlar, gittikleri yaylaklarında ve kışlaklarında hayvanlarının barınaklarını bile işe yaramayan çalı çırpı tabir edilen ağaç artıklarından yapmışlardır. Neden mi? Çünkü Yörük vatana sahip çıkmanın bir yurttaşlık vazifesi olduğunu daha 5 yaşındayken öğrenirde ondan!  Kadim Türk inancından dolayı  doğayı anası olarak bilir. Onu korumanın millete hizmet olduğunu, millete hizmetin sadece askerlik yapmakla, vergi vermekle olmadığını, vatan toprağında biten her türlü nebatatı korumanında Türklük bilinci ile hareket etmek olduğunu bilir!
            1991 yılından itibaren unutulmaya başlanan Yörük kültürünün tekrar canlandırılması ve yaşatılması için Türkiye’nin çeşitli illerinde “Yörük Türkmen Dernekleri” kurulmaya başlanmıştır. Bu derneklerin hepsinin de ortak amacı unutulmaya yüz tutmuş Yörük Türkmen kültürünü hatırlatmak ve yaşatmaktır. Bu yolda özellikle Adana, Antalya, Bilecik, Burdur, Bursa, Eskişehir, Isparta, İzmir, Konya,Kırşehir, Kayseri, Mersin  ve Muğla illeri epey bir mesafe kat etmiş, yaptıkları dernek çalışmaları ile bu kültürün yaşatılması için epey ter dökmüşlerdir. Bu derneklerin her sene yaptıkları “Birlik ve Dayanışma Şölenleri” adeta bayram havasında insanları bir araya getirirken; Türklüğün özü ve hamuru olan Yörük Türkmen kültürünün yaşatılmasında önemli bir yer edinmektedir. Bilecik Söğüt ilçesinde yapılan Ertuğrul Gaziyi Anma Etkinlikleri, Antalya Yörükler Derneğinin Birlik Şöleni, İzmir Yörükler Derneğinin Kültür Şöleni bunlardan sadece bir kaçıdır.
           Eski bir Türk atasözü şöyle der; Börü, kardım toysun dep it bolboyt ! “ ( Kurt, karnım doysun diye it olmaz !) Bunu yazmaktaki amacımız şudur ki, birileri sırf başarılı oldu diye belli bir kesimi yada grubu hedef almak son derece yanlıştır. Bu gün Yörük Türkmen kültürüne hizmet etmek gayesi ile kurulan derneklerin, vakıfların amacı bellidir. Özellikle 1990 larda yükselen Türk gayrı unsurlara karşı gerçek Türk Milliyetçiliğini yaşatmak, unutulmak üzere olan kadim Türk gelenek ve göreneklerini hatırlatmak adına kurulan bu kuruluşların amacı ayrı bir millet yada ırk yaratmak değildir! Ayrı bir dil, ayrı bir bayrak, ayrı bir toprak değil, özü olduğu Türk Milletinin bekası için çalışmak, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin selameti için ter dökmektir.
Şu özellikle akıllara kazınmak zorundadır; Yörüklerden ve Türkmenlerden hain çıkmaz!
Türkün Ulu Başbuğu gazi Mustafa Kemal ATATÜRK daha milli mücadeleye başlarken şu sözü boşuna söylemiyordu: “Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez!”
Bu milletin geleceği, kültürel mirasının korunması ve gelecek nesillere aktarılmasına, kadim Türk gelenek, görenek ve ananelerinin yaşatılmasına bağlıdır. Bu nedenle Yörüklerin sahip çıktığı milli kültürel mirasın yaşatılması, bunlara sahip çıkılması her Türkün vazifesidir. Sırf birileri memnun olacak diye Yörüklere ve Yörük kültürüne saldırmak, sadece Türk düşmanlarının işine yarar.
O nedenle bir Peçenek Türkü olarak bu yazıyı okuyan sayın okur  son söz şunu diyorum; Yörüklük bu milletin en önemli kültürel değerlerinden birisidir, lütfen yaşatalım!
Siz değerli okurlarıma mutlu bir yeni yıl diler, 2015 yılının ömrünüzdeki en güzel yıllardan birisi olmasını temenni ederim.                                           
                                                                                  31.12.2014
                                                                       Kudret HARMANDA

DİPNOTLAR:

1-      Roux, Jean Paul. Türklerin Tarihi, Büyük Okyanus'tan Akdeniz'e iki bin yıl. AD. ISBN 9755060189.
2-      Büyük Larousse, Türkler maddesi, İnterpress-Türkler Ansiklopedisi (İngilizce:The Turks)
3-      Kurot ve Kuyum kurganlarından çıkan buluntular, bu kültür çevresinde yaşayan     insanların at, sığır ve deveyi evcilleştirmiş oldukları, bakırcılığı bildikleri, avcı ve savaşçı bir topluluk oldukları anlaşılmaktadır. (Afanasiyevo Kültürü)
4-      Prof. Dr. Talat Tekin, Tuna Bulgarları ve Dilleri, s. 1, 1987, Ankara
5-      Selahaddin  Çetintürk,  “Osmanlı  İmparatorluğu’nda  Yürük  Sınıfı  ve  Hukuki  Statüleri”, Dil  ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi,11/2, Ankara 1943, s.114
6-      McCarthy, Justin (1995), Death and Exile: The Ethnic Cleansing of Ottoman Muslim 1821-1922     Darwin Pres




17 Aralık 2014 Çarşamba

100 ÜNCÜ YILINDA SARIKAMIŞ

23 Bin Kardelen anısına…
"Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarığınızın, sırtınızda paltonuzun olmadığını gördüm. Lakin, karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda taarruz ederek Kafkasya’ya gireceğiz. Siz orada her türlü nimete kavuşacaksınız. Alem-i İslam’ın bütün ümidi, sizin son bir himmetinize bakıyor." Başkumandan Vekili Enver 18 Kanunuevvel 1330 (18 Aralık 1914) Böyle buyurur Başkumandan Vekili Damad-ı Şehriyari Enver Paşa. Bir yıl gibi bir sürede Yarbay rütbesinde iken Albaylığa ve ardından Generalliğe yükseltilen, Sultan Mehmet Reşat’ın yeğeni Emine Naciye Sultan ile evlenince Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşayı azlettirip Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) olan, istikbal merdivenlerini teker teker ne kelime, beşer onar çıkan müthiş asker! Osmanlıyı eski ihtişamlı günlerine kavuşturmayı kendine şiar edinmiş Hürriyet Kahramanı!
Padişahın damadı olmaktan başka bir meziyeti olmayan birisinin önlenemez yükselişi, o ve arkadaşları yüzünden koca bir imparatorluğun tarihin tozlu raflarına kaldırılışı, ne kadar hazin!
Osmanlının Almanların yanında 1 inci Paylaşım savaşına girmesi üzerine Rus Çarlığı Osmanlı devletine harp ilan eder ve Rus Generali Georgy Berhmann komutasındaki Rus Kafkas 1 inci kolordusu Erzurum üzerine harekete geçer. Hafız Hakkı Paşa Rus ordusunu Horasan ile Pasinler arasındaki "Çoban Köprüsü" yakınında bulunan Köprüköy’de karşılar. Burada Hasan İzzet Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusuna mensup 8 alay, Rusların 6 alayı ile şiddetli muharebeler yapar ve Rus ordusu mağlup olarak geri çekilmek zorunda kalır. Zafer haberini alan Enver Paşa yanına Alman generalleri Bronzer Von Sellandorf harekât Şubesi Başkanı Yarbay Feldman, Kurmay Başyaveri Kazım (Orbay) Bey ve diğer kumandanları alarak İstanbul’dan Ulukışla’ya kadar trenle oradan at sırtında Erzurum’a varır.
Enver paşa Köprüköy ve Erzurum’da birer taburu teftiş ettikten sonra 3. Ordu merkezine gidip orada Hasan İzzet Paşa ve ordu komutanı Refik Paşa ile görüşür. Hasan İzzet Paşa, Enver Paşa’nın Harbiye’den hocasıdır ve kış başlangıcında yapılacak olan harekâtın, hazırlıksız, tedbirsiz bir harekât olacağını söyler. Bu savını sözlü olduğu gibi yazılı olarak da Enver paşaya bildiren Hasan İzzet Paşaya Enver Paşa’nın cevabı "Eğer hocam olmasaydınız sizi idam ettirirdim" olur. Ardından Hasan İzzet Paşa görevinden alınarak emekliye sevk edilir. Enver Paşa üçüncü ordu komutanlığını kendisi üstlenir.
Sarıkamış Altınbulak
Soğanlı’yı biz ne bilek
Bizim uşak gökçek gezer
Ağca zıbın gara yelek
Asker böyle bir harekata hazır değildir. Çünkü kış savaşında korkunç bir şöhreti olan Rus Kafkas Ordusu karşısında bulunan Osmanlı 3 üncü ordusu, çoğunluğu Arabistan ile Anadolu’nun güneyi ve Irak’tan kaydırılan bırakın kışlık giysiyi, günün şartlarında üzerlerinde çöl üniformaları ile gelmiş Mehmetçiklerden oluşmaktadır. Mevcut silahlar, asker sayısı ve iaşenin temini konusunda Rus Kafkas Ordusu karşısında Osmanlı 3 üncü ordusu tabiri caizse sefilleri oynamaktadır. Çünkü Rus ordusu gerek silah ve gerekse insan gücü bakımından çok üstün durumdadır. Buna rağmen Enver paşa Türk ordusunun yerinde durmasını uygun görmemekte, askerin hareketsiz durmasını bir handikap olarak görmekte, ayrıca birliklerde yoğun olarak görülen salgın hastalıklar nedeniyle bir an önce harekete geçilmesini savunmaktadır. Çünkü Rus Kafkas Ordusunun gücü ve techizat üstünlüğü Enver paşaya göre bir kış harekatı ile kırılmak zorundadır. Ruslar baharda taarruza geçerse durdurmak imkansızdır ona göre.
Gadasın aldığım Eşe
Tekerim dayandı daşa
Seferberliği durdurun
Elini öpem Enver Paşa
Türk askerlik geleneğinde alınan tüm kararlar erden en üst rütbedeki ordu komutanlarına kadar sorgulanmadan yerine getirilir. Çünkü, üst rical kararı tek başına almaz. Asker bundan emindir. Bu nedenle verilen emri sorgulamaz ve uygular. Binlerce yıllık askerlik geleneği erata bunu böyle öğretmiştir.
Askeri açıdan düşünüldüğünde, Enver paşanın kışın ortasında 3 üncü orduya taarruz emri vermesi çok akıllıca bir harekettir. Çünkü, Rus işgal güçlerinin arkasına sarkarak yapılacak bir harekat hem Osmanlı kuvvetlerini rahatlatacak, hem de 1878 den beri işgal altında bulunan vatan toprağı kurtarılacaktır. Neredeyse bütün askeri uzmanların ortak görüşü, Rus kuvvetlerinin arkasına sarkmayı hedef alan bu harekatın, başarılı bir plan olduğu yönündedir. Görece olarak doğrudur, ancak unutulmaması gereken hazin bir gerçek vardır; 3 üncü ordu mevcut durumu ile bırakın kış şartlarında harekata girişmeyi, yerinden oynayacak halde değildir. Çünkü ordu içerisinde tifüs ve kolera salgını hat safhadadır. Ordunun neredeyse 15-18 bin kişilik kısmı her ay hastalanmaktadır. Bu ise 120 bin kişilik orduda ciddi açık oluşturmakta olup, imkanların kısıtlı olduğu düşünülürse yapılacak harekatın hezimete dönüşmemesi mucizelere bağlıdır.
Ordu içerisinde tecrübeli subay neredeyse kalmamış durumdadır. Çünkü kudretli Başkumandan vekili Enver paşa Harbiye Nazırı olunca ilk iş olarak “Gençleştirme” adı altında binin üzerinde yaşlı subay resen emekli edildi. Ardından alaylı tabir edilen ve ordu içerisinden yetişen subayların işine son verilip ordunun kilit noktalarına kendi görüşlerini paylaşan ve yakın arkadaşları olan genç subayları getirdi. Osmanlı Devleti 1 inci paylaşım savaşına girerken aslında en büyük darbeyi kendi içerisinden almıştır. Çünkü bir yıl önce 2 inci Balkan Harbini kazanan orduda neredeyse tecrübeli paşa kalmamıştır.
İşe göre adam mevhumu ne zaman adama göre iş olarak değişirse, alt yapınız ne kadar güçlü olursa olsun yıkılmaya mahkumsunuz!
Enver Paşa 18 Kanunusani 1330 (18 Aralık 1914) günü orduya harekat emrini verdi. Üçüncü Ordunun üç kolordusu (9, 10, 11. Kolordular), 24 Aralık 1914 Günü -39 derece soğukta Büyük Sarıkamış Çevirme ve Kuşatma (İhata) Harekatına başladı. Ayrıca, gerilla harbi yapan yarı resmi Türk çeteleri de, Ardahan’a hareket etti. Üçüncü Ordudan bazı kıtalar, 24-25 Aralık gecesi, Sarıkamış’a ulaşmayı başardı. Ancak, Allahü Ekber Dağlarını aşarken çetin zorluklar ve kış şartları sebebiyle gerek miktar, gerekse mevcut silahları yönünden çok zayiat ve kayıp verdiler. Allahü Ekber Dağlarını aşan Mehmetçiklerden bir kol da, Sarıkamış’ın doğusundaki Selim İstasyonuna vararak demiryolunu tahrip edince, Sarıkamış’taki Rus kolorduları paniğe uğradı. Gayriresmi Türk çeteleri de, 1915 yılı başında Ardahan’a girdi. Rus Kafkas Ordusu Başkumandanı Nikolay Yudeniç, Üçüncü Ordunun ilerleyişi üzerine 2-3 Ocak 1915 günlerinde telsiz-telgraf ile müttefikleri Fransa ve İngiltere’ye, Günde birkaç defa yalvarırcasına başvurarak:
 “ Telefon konuşmalarını durduran soğuk ve kış, Türk ordusunu engelleyemiyor. İkinci bir cephe açarak, Türk ordularının ilerlemesi durdurulamaz ise, zengin Bakü petrolleri, Osmanlı-Alman ittifakının eline geçecek ve Hindistan yolu onlara açık bulunacaktır!” haberini gönderiyordu.
Küçük başarılar ne yazık ki büyük hezimetlerin acısına merhem olmaz!
Ordu içerisinde tecrübesiz ve arazi şartlarını tanımayan birlik komutanları, askerin elinde bölgeyi tanıtan haritaların olmayışı, (Çok acıdır ki Türk ordusunun elindeki tek harita 1/400.000 ölçeğinde bir Rus haritasıdır. Bu harita da arazi yapısını değil yolları göstermektedir) askerin bulunduğu arazi yapısını tanımayışı ( Araziyi tanımadığı için ağır kış şartları da olunca 31 ve 32 inci alaylarımız Oltu yakınlarında birbiri ile çatışmaya girerler iki bin askerimiz şehit olur yada yaralanır.) salgın hastalıklar ile kar ve tipi derken Türk askeri tarihin yazmadığı bir dramın kahramanı olur.
Yüzbaşılar binbaşılar
Tabur taburu karşılar
Yağmur yağıp gün değince
Yatan şehitler ışılar
Sarıkamış Harekatı birilerinin dediği gibi tek kurşun atılmadan kaybedilmiş, 90 bin şehit verdiğimiz bir harekat değildir. Bilakis Türk askerinin dünyanın hiçbir ordusunda olmayan cesaret ve fedakarlıkla ölüme meydan okuyuşunun, canını hiçe saymasının, karda açan kardelen çiçeği misali mukaddes vatan toprağına düşmesinin destanıdır. Harekat neticesinde 23 bin şehit, 7 bin esir ve 10 bin yaralı verdik. Sanılanın aksine 90 bin rakamı bir Rus propagandasından başka bir şey değildir. Eğer öyle olsaydı 120 bin kişilik ordunun 90 bini kırılmış olsaydı, Ruslar o gün soluğu İstanbul’da alırdı. Gerçekte harekata katılan asker sayımız 75 bin kişidir. Bunu göz ardı etmemek gerekiyor.
Aziziye baba yurdu
Kafkaslara tabya kurdu
Benim korkum Ruslar değil
Kara kışa kurban verdi
Sarıkamış hezimetinin arkasından Enver Paşa 3 üncü Ordu Komutanlığını Harp okulundan ve Akademiden arkadaşı Hafız Hakkı Paşaya bırakır ve İstanbul’a döner. İstanbul’da Sarıkamış ile ilgili gazetelerin yazı yazmasına engel olur, yayın yasağı koyar!
Yapılışının 100 üncü yılında Sarıkamış Harekatına katılan aziz şehitlerimizi ve kahraman gazilerimizi rahmetle anıyor, aziz hatıraları önünde saygı ile eğiliyorum.

20 Kasım 2014 Perşembe

KAŞINAN YARA: TUNCELİ HAREKATI-2

(Cumhuriyet Dönemi Dersim İsyanları)

            Yazımızın birinci bölümünde Osmanlı Devletinin son zamanlarında çıkan Dersim İsyanlarının analizini yapmaya çalışmıştık. Bu bölümde Osmanlının Türkiye Cumhuriyetine bıraktığı  sorunlardan  bir diğeri olan Cumhuriyet dönemi Tunceli isyanlarını inceleyeceğiz. Osmanlı Devleti 1839’da Gülhane Hatt-ı Hümayunu (Tanzimat-ı Hayriye) ile başladığı âdemimerkeziyetçilik hareketi ile yeni bir devlet nizamı inşasına yönelmişti. Bu tarihten sonra devlet otoritesi ile tanışan Dersim aşiretleri, 1847 den 1916 ya kadar  onlarca defa başkaldırı ve asayişi bozucu eylemleri münasebetiyle tedip ve tenkile uğramış, ıslaha çalışılmıştır. Derebeyleri takribi dört yüz yıllık saltanat ve kazanımlarını kaybetmemek adına sürekli direniş içinde olmuşlardı. Devlet ise merkezî otoriteyi buraya taşıma gayreti içinde olunca karşılıklı mücadele Osmanlıdan Cumhuriyet’e miras kalmıştı.
            Seyyid Rıza 1916 senesinde Dersim’in bağımsızlığı için isyan çıkartır. Bu isyan Osmanlı devletinde çıkartılan son dersim isyanıdır. Birinci paylaşım savaşı nedeniyle 7 büyük cephede savaşmakta olan Osmanlı Devletinin Dersim’deki isyanla uğraşacak ne vakti, ne de askeri vardır. Görünende Seyit Rıza amacına ulaşmış, Dersim bağımsız olmuştur. Oysa bağımsızlık falan yoktur. Çünkü kendisine “Dersim Generali” ünvanını veren Seyid Rıza’nın tek derdi vardır; halk üzerinde yüz yıllar boyu süre gelen imtiyazlı durumunun devamı!
            Genç Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı gibi olmadığını daha kuruluş aşamasında dosta düşmana göstermiştir. Şöyle ki; 1925 Şeyh Sait İsyanı, 1926 Koç Uşağı tedibi, 1926 Zilan ve Ağrı olayları, 1930 Pülümür olayları ve Ağrı isyanı esnasında  Türkiye Cumhuriyeti Mülkiyesi, Askeriyesi ve Siyasi iradesi hiçbir şekilde isyan edenlere karşı hoş görüde bulunmamışlardır.  Cumhuriyet’e başlangıçta sıcak bakan Dersim aşiret ağaları, uygulamalarda kendilerinin bir rolü kalmayacağını görünce devlet otoritesi ve kurumlarını Dersime sokmama çabası içine girip direnmeye çalıştılar.
            Şimdi şunu kendimize soralım; Dersim ya da Tunceli’de yaşananlar neydi? 1937 – 1938 yıllarında cereyan eden  olaylar başkaldırı mı? İsyan mı? Tedip ve Tenkil mi? Islah hareketi mi? Asayiş meselesi mi? Bu sorular etrafında şekillenen konu, herkes ve her kesim tarafından kendi siyasetleri, etnik, dinî, ekonomik ve sosyal çıkarları için kullanılmaktadır. Dolayısı ile herkes kendi gayesine hizmet için uygun ifadelerle kendi sözlüklerinde bu meseleye yer vermektedir. Biz bu olayların gelişimini daha doğrusu oluş biçimini anlatmaktan ziyade, olayların neticelerine bakacağız. Çünkü bir kesim tarafından “mazlum” olarak gösterilen kişilerin hiçte masum ve mazlum olmadıkları aşikardır. Şöyle ki; isyanın elebaşı olan 1863'te Dersim'in, Ovacık ilçesine bağlı Lirtik köyünde Şeyh Hesenan (Şixhesenu) aşiretinin Yukarı Abbasan kolundan Seyit İbrahim'in çocuğu olarak doğan Seyid Rıza hiçte sanıldığı gibi masum birisi değildir. Bunun en bariz örneği aşağıda vereceğim mektuptur ki, hakikaten çok ilginçtir. Lütfen tamamını verdiğim mektubu dikkatlice okuyunuz, masum ve mazlum(!) Seyid Rıza İngiltere Dış İşleri Bakanına yazdığı mektupta neler istemektedir bir bakınız!
 “İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na
   Sayın Bakan,
Yıllardan beri Türkiye Hükümeti, Kürt halkını asimile etmeye çalışmakta, gazete ve yayınlarını yasaklamakta, anadillerini konuşanlara eziyet ederek, Kürdistan’ın bereketli topraklarından gidenlerden büyük bir bölümünün telef olduğu Anadolu’nun çorak topraklarına zorunlu göçler düzenleyerek bu halka zulmetmektedir.
Son olarak Türkiye hükümeti kendisiyle yapılan bir antlaşma sonucu bu baskılardan arındırılmış Dersim bölgesine de girmeye kalkışmıştır.
Bu olay karşısında Kürtler göçün uzak yollarında can vermek yerine kendilerini korumak için 1930′da Ararat Tepesi’nde, Zilan ve Beyazıt Ovası’nda olduğu gibi silahlara sarıldılar.
Üç aydan beri ülkemde tüyler ürpertici bir savaş sürüyor.
Savaş olanaklarının eşitsizliğine, yangın bombalarının, boğucu gazların kullanılmasına rağmen ben ve yurttaşlarım Türkiye ordusunu başarısızlığa uğrattık.
Direnişimiz karşısında Türkiye ordusu kasabaları bombalıyor, yakıp yıkıyor…
Zindanlar yumuşak başlı Kürt halkıyla dolup taşıyor, aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor ya da Türkiye’nin tecrit edilmiş bölgelerine sürülüyor.
Üç milyon Kürt, sesimden ekselanslarına sesleniyor ve hükümetinizin manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı sizden istirham ediyor.
Sayın Bakan en derin saygılarımın kabulünü rica ederim.
Dersim Generali
Seyid Rıza”
            Şimdi bana birisi bunu bir zahmet açıklasın; bu nedir? Vatana ihanet değildir de nedir? Bilmez misin ki be hey cahil, İngiltere’nin dostu olmaz! İngiltere’nin düşmanı da olmaz, ancak çıkarları olur! Sen hangi akla hizmetle İngiliz devletinden yardım talep edersin? Daha 12 sene önce yanına gelip senden yardım isteyen Şeyh Sait’in İngiltere’ye güvenerek çıktığı yolculuğu Diyarbakır’da dar ağacında bitmedi mi? Yıllarca Hindistan’da, Arabistan’da, Filistin’de milleti birbirine katan, kafatası dağları kuran İngiltere acaba sana ne kadar kucak açacaktı? Hakikaten çok ilginç bilgilere ulaşıyoruz araştırdıkça, derinlere indikçe… Seyid Rıza’nın,  Şeyh Sait’in yardım talebine ret cevabı vermesinin en önemli nedeninin aşağıda nakledeceğimiz olay olduğu halk arasında yıllardan beri konuşulur.  Hikaye şudur; Şeyh Sait yanına geldiğinde Seyid Rıza’nın adamlarının kestiği koyunları yemek istemez, “Bizim yiyeceğimiz koyunları, bizim adamlar kesse uygun mudur?”  diyerek Seyid Rıza’dan izin ister. Seyid Rıza  sessiz kalır. Şeyh Sait koyunları adamlarına kestirir.  İş destek istemeye gelince Seyid Rıza “Sen desteği adamlarına kestirdin Saydo!” der ve Şeyh Sait’in isyanına destek vermez. Ne kadar doğrudur bilinmez, ama gerçekte Şeyh Sait isyanına Seyid Rıza’nın dolaylı olarak katkıda bulunmak istediği, ancak isyancı Sait kuvvetlerinin Cumhuriyet Orduları karşısında yenilince bundan vazgeçtiği  yakın çevresince anlatılmıştır.
            İsyanın temelinde daha önce de belirttiğimiz gibi feodal ağaların yüzyıllardan beri süre gelen hegemonyasının devamı sevdası yatmaktadır. Bakınız 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı öncesinde Rus Ordu istihbaratının yazdığı rapor neredeyse tüm Dersim-Tunceli ayaklanmalarının nedenini gözler önüne sermektedir. Şöyle demektedir Rus İstihbarat raporu: “Harp vukuunda Türkler, Dersim ve Kazuçan Kızılbaşlarından yardım görmezler, bunların
Rusların hesabına çalışacakları da şüphelidir. Galibiyet sağlandıktan sonra bunların Rusların
hesabına hareket etmeleri sağlanır. Bunun için de Dersimlilerin asırlık iç işlerine karışmamak ve kendilerini kendi itiyatlarına terk etmek gerekir.”(1)
                 Türkiye Cumhuriyeti memleket dahilinde devlet otoritesinin tam anlamıyla tesisi için her türlü tedbiri almaktaydı. Osmanlının son zamanlarında başına bela olan, her türlü kalkışmadan yeterince ders almış olan hükümetler milli istiklal harbinde ve öncesinde devlet otoritesine isyan eden bölgelere özel önem vermekteydi. Bu bölgelere en seçkin asker ve memurlar ile öğretmenler görevlendirilmekte, devletin “Baba” yüzü halka gösterilmekteydi. Dersim’de yoğun bir feodal yaşam tarzı ve aşiret sistemi olduğundan dolayı devlet otoritesi sözü edilen aşiret liderlerinin şeyhlerin ağaların ve seyitlerin nüfuzunu kırmak için topyekûn bir mücadeleye girişmişti. Bu mücadelede devleti Dersim’e getirecek yollar köprüler yapılmaya çalışılırken bir taraftan da askerî olarak bölgeyi güçlendirmek amaç edinilmişti. Hatta halkın hatırasında kötü bir yer tutmaması için dersim ismi Tunceli olarak değiştirilecektir. Baytar lakaplı Nuri Dersimi isimli kürt veteriner ve ideoloğu bu durumun aşiret ağalarının hiç hoşuna gitmediğini yazmaktadır. Bu nedenle aşiret ağalarının mevcut durumdan kurtulmak için Seyit Rıza önderliğinde kendi aralarında anlaştıklarını ve bununla ilgili dış ülkelerle bağlantılar kurma işini bizzat Baytar Nuri’ye verdiklerini yazmaktadır.(2)   Aşiretlerin 1930’lardan beri bir örgütlenme amacıyla aralarındaki kan davası gütmeye ara verdiklerini askeri ve sivil istihbarat raporlarında görmekteyiz.(3)  Devlet yandaşlığı düşüncesine genel olarak mesafeli duran ve Devlet görevlilerinin raporlarında da sık sık ismini andıkları Seyit Rıza 1917’de Erzincan’ın kuruluşu sırasında Dersim’de lider olarak benimsenmiş, manevi ve maddi otoritesi kabul edilmişti. Seyid Rıza hem ağa hem de seyid olması nedeniyle bölgenin tek hâkimi konumundaydı. Bu durum resmî otoritenin hoşuna gitmiyordu.(4) Nitekim Naşit Hakkı Uluğ 1925-1928 yılları arasında bölgeye yaptığı ziyaretlerde Seyit Rıza’nın gücünü kavramıştı. “Bu adam Dersim’in karanlık vicdanında bir urdur. Seyit Rıza varken bunların ne Türklüğü ne insanlığı kalır.” (5) diyerek bölgedeki asıl tehlikenin Seyit Rıza olduğunu açıkça ifade etmiştir

            Kendisine aşırı güven, insanı kör eder. Eğer bu güven bir de gurur ile birleşirse, insan gerçekleri ne görebilir, ne de idrak edebilir. Dersimli Seyid Rıza kendisine o kadar güvendi ki, artık gücünü sınamasının, Kemalist Türkiye Cumhuriyetine meydan okumanın zamanının geldiğini düşünür oldu. Bu nedenle 1937 senesinin Nisan ayında Rızan, Haydaran, Yusufan, Kureyşan, Abbasuşağı, Bahtiyaruşağı Aşiretlerinin reisleri ve Seyit Rıza bir araya gelerek hükümete bir ültimatom gönderirler.(6) Neler yoktur ki bu ültimatomda? Karakol yapmayacaksınız, köprü kurmayacaksınız, kaza ve nahiye kurmayacaksınız, silahlarımıza dokunmayacaksınız, vergilerimizi pazarlık usulü vereceğiz gibi.(7)

                1937 senesinde Singeç köprüsünü korumakla görevli 33 askerin başlarında İsmail Hakkı adındaki yedek subay ile birlikte şehit edilmeleri ile başlayan ve Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün “Bu işi kökünden hallediniz!”(8) talimatı ile bitirilen Cumhuriyet tarihinin en büyük isyanı sanılanın aksine bir anda çıkmış bir olay olmayıp,  yıllar boyu hazırlığı yapılan büyük bir kalkışmadır. 13 Bin isyancı ve sivil ile 110 askerin ölümüne, 12 bin vatandaşın yerlerinden ayrılmalarına sebep olan büyük kalkışmanın temelinde sanılanın aksine mezhep değil, şahsi iktidar hırsı yatmaktadır.

            Şimdi birileri kalkar der ki “Devlet Seyid Rıza’dan özür dilesin!” Hay hay, derhal efendim. Peki Türkiye Cumhuriyeti hainden özür dilerse, devleti uğruna şehit olanlar ne olacak? Milletin bekası için sakat kalanlar ne olacak? Onlardan kim özür dileyecek? Evet Tunceli ilimizde devlete kalkışmada bulunulmuş ve Türkiye Cumhuriyeti devleti asilere gereken cevabı vermiştir. O zamanın şartlarında yapılan bir uygulamadan dolayı bu gün kalkıp da ihaneti tescillenmiş birinden Türkiye Cumhuriyeti devletinin özür dilemesi akıl tutulmasından başka bir şey değildir!



             
DİP NOTLAR                                                                                                                    :

1-Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar,1972: 371.
2-Vet. Dr. M. Nuri Dersimi, Hatıratım 2004-s.279
3-Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi  030 10 110. 740. 20.-21
4-Akyürekli,2011: 130.
5-Uluğ, 2009: 34,49.
6-Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi 030. 10. 111. 744. 3.
7-Cumhuriyet Gazetesi 16 Haziran 1937
8-İhsan Sabri Çağlayangil -Anılarım



19 Kasım 2014 Çarşamba

KAŞINAN YARA: TUNCELİ HAREKATI-1


(Osmanlı Dönemi Dersim İsyanları)

            Doğu Anadolu Bölgesi'nde yer alan Tunceli; doğusunda Bingöl, batısında Malatya, kuzeyinde Erzincan, kuzey-doğusunda Erzurum, güneyinde Elazığ illeri arasında kalan küçük bir vilâyettir. 1938 yılına kadar bu vilâyete verilen Dersim veya Tunceli ismi bu sahaları kapsamaktadır. Bölgenin tarihî dönemler içerisindeki en eski yerleşim merkezleri, Hozat, Çemişgezek, Mazgirt, Pertek ve Sağman olup, tarihte bu bölgeler "Dersim" adıyla bilinmektedir. Esasında tarihî dönemler içerisinde Dersim iki mıntıkaya ayrılmıştır.
1. Batı Dersim: Hozat, Çemişgezek, Pertek, Ovacık, Kemah, Gürcanis ve Kuruçay kazalarını,
2. Doğu Dersim: Mazgirt, Kiğı, Çarsancak, Nazımiye ve Pülümür kazalarını kapsamaktadır.
Anadolu'nun Türkleşmesine paralel olarak uzun bir dönem Orta Asya ve İran’dan gelen aşiretlerin önemli uğrak yerleri arasında olan Dersim bölgesi, bu önemini 1514 tarihinden itibaren kaybetmiştir. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti'nin özellikle şi'îlere karşı başlatmış olduğu takip politikası, bir kısım aşiretlerin yeniden İran ve Azerbaycan'a dönmesine yol açmış, bir kısmı da Doğu Anadolu'da bulunan dağlık arazilere çekilmişlerdir. İşte bu dönemlerde Dersim bölgesi de bazı aşiretlerin sığındığı bir bölge haline gelmiştir. Bu tarihlerden sonra uzun bir dönem Osmanlı Devleti bu bölge ile pek fazla ilgilenmemiştir.
Dersim isminin kökenini araştırdığımızda  Osmanlı İmparatorluğunda bir bölgenin adı olduğunu görmekteyiz.  Bazı kaynaklarda Zengin maden yatakları nedeniyle bölgeye Dersim adı verildiği,  Kelime anlamı olarak Farsça  "gümüş" (sim) ve "kapı" (der) sözcüklerinden oluşmuş olduğu yazılıdır. Der Simon isimli bir Ermeni önderin adı ile ilişkilidir.(1) Bazı kaynaklarda Desumlu aşiretlerinin yaşadığı bölgeye izafeten Desim isminin verildiği, 1847 yılından sonra Dersim olarak değiştirildiği yazılıdır.(2) Osmanlı Tapu tahrir kayıtlarında ve salnamalerde bölgenin adı Desim olarak yazılıdır. Ancak 1848 de Dersim Sancağının teşkili ile Desim ismi yerine Dersim ismi kullanılmaya başlanmıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti, Tanzimat Fermanı ile uygulamaya çalıştığı bir kısım yeni düzenlemeleri bütün ülkeye teşmil etmek için uğraşmaya başlamıştır. Bu cümleden olmak üzere 1848 tarihinde Diyârbekir Eyaleti yeniden teşkilâtlandırılmış ve Harput ayrı bir eyalet haline getirilerek, Dersim Sancağı teşkil edilmiştir.(3)
Bölgede 1848 tarihinden Osmanlı Devleti'nin dağılmasına kadar geçen süre içerisinde, bir kısım yeni düzenlemeleri gerçekleştirmek mümkün olabilmiş ise de, tam manası ile aşiretleri ıslah etmek mümkün olmamıştır. Bunun başlıca sebebi ise bu bölgede görülen aşiret hayatının devam etmesidir. Özellikle aşiret reisleri ve seyyidlerin bölge halkı üzerindeki tesirleri büyük olup, bu kişiler halkı istedikleri gibi yönetmişlerdir. Yapılmak istenen yeniliklerin kendi durumlarını tehlikeye düşürdüğünü görünce de, yeni uygulamalara karşı çıkmışlardır. Uzun bir dönem devlet otoritesinden uzakta yaşayan bir kısım aşiret reisleri ve seyyidler, yeni uygulamalara devamlı olarak karşı çıkarken, devletin yanında görünen bir kısım aşiret reisleri de, bu niyetlerinde bir türlü samimi olmamışlardır. Dolayısıyla 1848 yılından itibaren bölgede yeni düzenlemeler yapmaya karar vermiş ise de Osmanlı Devleti'nin dağılmasına kadar geçen süre içerisinde bölgede ciddî manada, bir ıslahat yapılamamıştır. Bunun en büyük zararı ise bölgede yaşayan halka olmuş ve bölge halkı özellikle aşiret reisleri ve seyyidlerin engellemeleri yüzünden bir türlü cehalet zincirini kıramamışlardır.(4)
Seyyidler ve aşiret reislerinin derdi yüz yıllar boyu koyu bir taasubun ve cehaletin içinde yüzen halk değildir elbette. Çünkü onlar için halktan ziyade kendi isimleri ve çıkarları önce gelmektedir. Bunu yazımızın ileriki bölümlerinde daha iyi göreceğiz.
1847 yılından 1916 yılına kadar Dersim Vilayetinde Osmanlı merkezi otoritesine karşı çeşitli ayaklanmalar çıkartılır. Bunların en önemli nedenleri yukarıda da belirttiğimiz gibi feodal ağaların yani aşiret reislerinin ve seyyidlerin ellerindeki imtiyazı bırakmak istemeyişleridir. Öyle ki; bu uğurda üzerlerine gönderilen Osmanlı güçleri ile savaşmaktan çekinmeyecekler, merkezi yönetime her fırsatta baş kaldıracaklardır. 1847 yılında patlayan isyan 1851-52 yılları içerisinde bastırılır. Dersim aşiret ağaları eski günlere dönmenin hesabını yapmaktadırlar. Beklenen fırsat 93 harbi olarak tarihimizde yer alan 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı ile çıkar. Daha önce çeşitli vilayetlere sürgün edilen aşiret reislerinin geriye dönmeleri için devlete müracaat eden aşiretler istekleri yerine getirilmediği taktirde  Ruslarla işbirliği yapacaklarını söylemişlerdir. Aşiret liderlerinin geri dönmesine rağmen yine de aşiretler Ruslarla temasa geçmişlerdir.(5) Gazi Ahmet Muhtar Paşa kumandasındaki Kafkas ordusu Dersim’deki isyancılarla uğraşmak zorunda kalır. Ordu isyancılar ile epey uğraşır . İsyancı aşiretler nedeniyle  Kafkas Ordusu çok yıpranmış,  şark cephesinde Ruslara karşı eşit şartlarda   savaşamamış buna rağmen zor şartlar altında dahi verdiği bunca kayba rağmen görevini hakkıyla yerine getirmiştir.
Vatan elden giderken bile düşmanla işbirliği yapmak acaba hangi mantığın, hangi vatanseverliğin tezahürüdür? Düşünülmesi gereken çok enterasan bir durum…
Osmanlı devleti Dersim’de süre gelen asayişsizliğin önüne geçmek ve devlet otoritesini sağlamak için 1879 senesinde Hozat merkezli olmak üzere Dersim vilayetini kurar. Ancak çok geçmeden 1886 yılında mutasarrıflığa indirdiği Dersim bölgesini, 1892 senesinde tekrar sancak yaparak Mamuret-ul-Aziz Vilayetine bağlamıştır.(6)
12 Ağustos 1892 tarihinde "Dersim hakkında ba'zı mütalâ'âtı havî Erzincan Mûdde'î-i 'Umûmî Mu'âvini" tarafından sunulan bir lâyihâ'da Dersim Sancağı'nın idarî, iktisadî ve sosyal durumu hakkında önemli bilgiler mevcuttur. Özellikle, Dersim'de yapılan ıslahatların başarısız olmasının sebebini, halkın Dersim ağalarının elinde kaldığı ve bunların ağa ve seyyidlerin sözünden çıkmadığı da ilâve edilmekte, yaz aylarında şekavette bulunanların kışın köylerine çekildikleri kaydedilmektedir. Dersim'deki ağaların Ermenilerle ilişkilerinin de gayet iyi olduğu, ağaların yumuşak gibi görünüp, hükümet ile halk arasında aracı olmalarına rağmen dessas (düzenci, entrikacı) kişiler olduğu yazılmaktadır. Ayrıca bu ağaların Dersim’de görevli memurları rahat bırakmadıkları, diğer aşiret liderleri ile savaşmalarına rağmen, hükümetten bir kuvvet sevk edildiği taktirde birleşerek merkezi otoriteye isyan ettikleri belirtilmektedir.(7) 
Can düşmanları Ermeni komitacılarla işbirliği yaparak merkezi otoriteye karşı gelmek, isyan etmek, çevre il ve ilçelerde yağma ve çapul yapmak aşiret liderlerinin tebaalarını ne kadar çok düşündüklerinin açık bir delilidir.
1877-1878 Osmanlı Rus harbi arkasından bölgede askeri hareketlilik ve  Ermeni çetecilerin kışkırtmaları ile yeniden bir ayaklanma baş gösterir. Kısa sürede diğer aşiretlerin katılımı ile bu isyan 1895 yılına kadar sürer.
1877–1878 Osmanlı-Rus Harbinden hemen sonra, II. Abdülhamit Doğu
Anadolu'da bulunan aşiretlerle iyi ilişkiler kurmuş ve onlardan devlet hizmetinde
istifade yoluna gitmiştir. 1891 yılında II. Abdülhamit tarafından Doğu
Anadolu'daki aşiretlerden teşkil edilen alaylara "Hamidiye Alayları" adı verilmiştir.
Hamidiye Alayları Dördüncü Ordu Müşiri Mehmed Zeki Paşa'nın girişimleriyle
1891 ilkbaharında teşkil edilmeye başlanmış, 1896 yılından itibaren Dersim
mıntıkasındaki aşiretler de uygulamaya dahil edilmiştir. 
(8)
 Osmanlı Padişahı Sultan II.Abdülhamit’in 1891 yılından itibaren uygulamaya koyduğu “Hamidiye Alayları” fikri bölgede bulunan aşiretlerin Osmanlı’ya bakış açısını değiştirmemiş, bilakis alay teşkili yapılmayan aşiretler devlete karşı içten içe kin beslemişlerdir.
Ne zaman ki Osmanlı Devleti bir başka devletle harbe tutuşsa, o zaman Dersim aşiretlerinin ayaklandıklarını görmekteyiz. Osmanlının yıkılışına kadar geçen süreçte bu isyanların devam ettiğini, devlet otoritesinin savaşlar nedeniyle zayıflamasının hep fırsata çevrildiğini görürüz. Dersim isyanları öyle sanıldığı gibi mezhepsel isyanlar değildir. Eğer hakikaten olay mezhepsel bir başkaldırı olsaydı, isyanlar sadece Dersim ile sınırlı kalamazdı. Gerçekte bu isyanların temelinde yukarıda da açık bir biçimde yazdığımız gibi aşiret ağalarının ve kendilerine seyyid diyen kişilerin yüz yıllar boyu süren halk üzerindeki hegemonyalarının devamı kaygısıdır. Osmanlının son zamanlarında patlak veren Dersim isyanları 1907, 1911, 1914 ve 1916 yıllarında da çıkartılır. Genç Türkiye Cumhuriyeti devletine Osmanlı Devletinin bıraktığı kötü mirastan birisi de yazımızın ikinci bölümünde yazacağımız Tunceli İsyanları olacaktır.





DİPNOTLAR                                                                                                                                 :
1-Ermeni Bilimler Akademisi Yayını, Erivan, 1973
2-Mehmet Yıldırım, "Desimlu Aşireti'nden Dersim Sancağı'na", Tunceli Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Cilt 1, Sayı 1, Güz 2012
3-İbrahim Yılmazçelik, XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Dersim Sancağı, Elazığ 1999
4-Suat Akgül, Amerikan ve İngiliz Raporları Işığında Dersim, İstanbul, 2000, s. 56-63.
5-Ali Kemalî, Erzincan Tarihi, İstanbul, 1932
6-Dah. Vek. Jan. Umum. Kom., Dersim, s. 131.
7-Yıldız Tasnifi, Sad. Res.Mar. Ev. Dosya No: 60, Sıra: 27.
8-Bayram Kodaman, "Hamidiye Hafif Süvari Alayları II. Abdülhamit ve Doğu Anadolu Aşiretleri ", Tarih Dergisi, Sayı: XXXII, Mart 1976

5 Kasım 2014 Çarşamba

ATATÜRK’ÇE DÜŞÜNMEK




            Yıl 1939 Avrupa kaynaklı buhranlar neticesinde dünya sonu belirsiz bir maceraya sürüklenmektedir. Dünyanın üzerinde dolaşan kara bulutlar sanki kopacak fırtınanın, fırtına ne kelime kasırganın habercisidir. Amerikalı 5 yıldızlı Ordu generali  (Mareşal) Douglas MacArthur 1937 senesinde Amerika Birleşik devletleri ordusundan ayrılmış, Filipinler devletine Askeri Danışman ve Filipin Mareşali olarak bu ülkede bulunmaktadır. MacArthur gelen cihan harbini görmüş, bunun için danışmanı olduğu Filipinler hükümetinin isteği ile bir savunma gücü oluşturma çabasındadır. 120 danışmanı ile kurulacak ordunun tüm detaylarını düşünürken, yaptığı işin ne kadar zor olduğunun bilincindedir. Yine bir gün tüm kurmayları ile çalışırken şöyle der General MacArthur  "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal' i görmek için neler vermezdim." Elbette böyle bir çıkış, hele hele  Mac Arthur gibi bir askeri dehadan böyle itiraf gibi bir çıkış maiyetini şaşırtmıştır. Oysa Amerikalı general daha 7 yıl önce bir araya geldiği büyük dahinin uzak görüşlülüğündeki isabete hayrandır. Buhranlı dönemlerde verdiği isabetli kararlar onda Atatürk’e karşı çok derin bir hayranlık uyandırmıştır.
            1932 yılında Gazi Mustafa Kemal ile bir araya gelen Amerikalı general Douglas MacArthur, Atatürk’ün nerdeyse yüzyıl sonrası için öngördüğü görüşleri nedeniyle ona karşı derin bir hayranlık duymaktadır. Mesela MacArthur Atatürk’e Avrupa’nın 1932 deki durumunu sorduğunda Gazinin verdiği yanıt fevkaladedir. “Dün olduğu gibi yarın da Avrupa’nın mukadderatı Almanya’nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Fevkalade bir dinamizme malik olan bu 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik milli ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasi bir cereyana kendisini kaptırdı mı, ergeç Versailles Muahedesinin tasfiyesine girişecektir” (Whitney, Courtney. MacArthur: His Rendezvous with History, New York 1956.) Atatürk akıllı bir devlet adamı olmanın ötesinde mükemmel bir asker, müthiş bir stratejisttir. Çünkü daha 1932 senesinde Almanya’nın Versailles (Versay) anlaşmasının intikamını alacağını ve bunun için her yolu deneyeceğini görmekte, Amerikalı Generale bildirmektedir. Atatürk’ün İtalya için öngörüsü Amerikalı generali hakikaten şaşırtacak, öngörüsü gerçekleşince MacArthur bu büyük dahinin olmayışını acı bir şekilde anacaktır. Şöyle demektedir Gazi İtalya hakkında “İtalya, Mussolini’nin yönetiminde unutulmayacak aşamalar yapmıştır. Eğer, Mussolini, gelecekteki savaşın dışında kalabilmek başarısını gösterebilirse, barış masasına güçlü bir devlet olarak oturabilir. Ama korkarım ki, İtalya’nın bugünkü lideri Sezar rolünü oynamaktan kendini alamayacaktır. Bu da İtalya’nın askerî bir gücü olmadığını hemen ortaya çıkaracaktır.” Yine yaklaşan savaşı şöyle anlatmaktadır Atatürk; “Avrupa da çıkacak savaşı kazanan ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya olacaktır. Savaşı Bolşevik Rusya kazanacaktır. Rusya’nın yakın komşusu ve onlarla en çok savaşmış bir ulus olarak biz Türkler, oradaki olayları yakından izliyoruz. Tehlikeyi bütün açıklığıyla görüyoruz. Uyanan Doğu halklarının duygularını pek güzel kullanan, onları okşayan ve kinlerini dile getirmesini bilen Bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil, Asya’ya da gözdağı veren bir güç haline gelmektedir.” Ne büyük bir istidat, ne büyük bir ön görü!


            Tarih pek çok büyük insanı kayıt etmiştir. Bunlardan kimisi yaşadığı yüzyılı, kimisi de kendinden sonra gelen yüzyılları etkilemiştir. Öyle insanlar, öyle yöneticiler, devlet adamları, askerler, düşünürler, din adamları gelip geçmiştir ki yaptıkları ile bazıları taktirle anılırken, bazıları da anılmayı bırakın unutulmak istenmişlerdir. Oysa Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK yüksek karakteri, uzak görüşlülüğü ve devrimciliği ile sadece dostları veya taraftarları değil, düşmanlarının bile taktirini kazanmış nadir kişilerdendir. Mesela Fransız Başbakanı Aristide Briand Ankara antlaşmasını imzaladığı için eleştiren senato üyelerine şöyle demektedir; “Dağ başındaki haydutlar diye isimlendirdiğiniz kahraman Mustafa Kemal ve O'nun tüm askerleri burada olsalardı, teker teker hepsinin heykellerini dikerdik. Böylesine kahraman bir andlaşma imzalamaktan gurur duyuyorum."  Düşmanının bile övgüsüne mazhar olmak için acaba Mustafa Kemal ne yapmıştı dersiniz? Neden gırtlak gırtlağa çarpıştığı ve mağlup ettiği düşmanı tarafından övülüyordu sizce?
            Yine 1921 yılında Rus ihtilalinin lideri ve Sovyetler Birliği Komünist Partisinin öncülü olan Rus Komünist Partisinin  genel sekreteri Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin Türk İstiklal savaşı devam ederken şöyle demektedir: “Mustafa Kemal sosyalist değildi. Fakat görülüyor ki iyi bir teşkilatçı, yüksek anlayışlı, ilerici, iyi düşünceli ve akıllı bir önderdir. O, soygunculara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına ve Sultanı da yaranıyla birlikte alt edeceğine inanıyorum.”  İyi bir teşkilatçı, yüksek anlayışlı, ilerici, iyi düşünceli akıllı bir önder olabilmek. İşte bu meziyetleridir ki Samsun limanında bir köşede ağlayan askere “Ordu yoksa kurulur, para yoksa bulunur, düşman çoksa yenilir!” diyen çelikleşmiş iradedir.
            Yokluklar içindeki bir milleti tekrar ayağa kaldırmak, işgal altındaki bir vatanı kurtarmak, yüzyılların koyu karanlığında yüzen milyonları aydınlığa çıkarmak, işte ben buna ATATÜRK’ÇE DÜŞÜNMEK ve uygulamak diyorum. Tarihin nadir yazdığı önderlerden birisidir Atatürk. Daima milletine güvenmiş, milletinin arkasında olduğu bilincini asla unutmamış, başka devletlerin yada o günün şartlarında kendine medeni diyen milletlerin yapamadığı pek çok şeyi kısacık ömründe başarmış bir önderdir. Düşünün ki daha pek çok Avrupa ülkesinde kadınların seçme ve seçilme hakkı yokken Türk kadınına bu hakkı tanımış bir önderdir o! Yüzyıllar boyu kendi dilini yazamamış, Arap ve Fars kültürü gölgesinde kalan kültürünü tekrar canlandırmış, kendi dilini anlayacağı bir biçimde okur yazar hale gelmiş bir ulusu meydana getirmek sadece dahilerin yapabileceği bir iştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk yapmış olduğu devrimleri, koymuş olduğu ilkeleri ile sadece Türkiye Cumhuriyetinin değil, o günün mazlum milletlerinin de umudu ve bağımsızlık önderi olmuştur.

            Bu gün vücudunun aramızdan ayrılışının 76 ıncı yılında saygı ve özlemle andığımız bu büyük önderin ilke ve devrimlerine sıkı sıkıya sarılmak ve tekrardan ATATÜRK’ÇE DÜŞÜNMEK ülkemizi ve milletimizi 21 inci asırda hak ettiği yere getirmeye yetecektir. Atatürk’ün sadece bedeni bizden ayrıdır. Onun ilke ve devrimleri ebediyete kadar Türk Milletinin yolunu aydınlatmaya devam edecektir.

            Aziz Atatürk, kabrin nur, mekanın cennet olsun!

28 Ekim 2014 Salı

91 İNCİ ONUR YILI KUTLU OLSUN TÜRKİYEM!


AYDINLANMANIN ADI: CUMHURİYET!


“Bizim köyde okul yoktu. Okula gidemedik, anam zaten okula salmıyordu, çünkü evin ineklerini ben güdüyordum. En yakın okul şimdiki ilçe olan Çavdır’daydı. Oraya da okul 1938 de gelmişti. Ben askerlikte öğrendim okuma yazmayı. Sanki dünyaya yeniden gelmiş gibiydim.” Böyle anlatıyordu cennet mekan babam Alim  Harmanda. Yokluk içinde yüzerken bir anda ışığa kavuşmanın, karanlıktan aydınlığa çıkmanın dayanılmaz sevincini, “Doğuştan kör bir adamın gözüne kavuşması gibi bir şeydi okuma yazma öğrenmek!” diyerek anlatıyordu. Babası Gazi Ömer Çavuş 17 yaşında gider askere. Yıl 1912 dir. Çorlu’da kurulan 5 inci orduya katılır. Balkan harbi gazisidir. Ardından patlayan birinci cihan harbi ve İstiklal Savaşı derken 28 yaşında cephelerden dönen Gazi Ömer Çavuş okur yazar olamamanın acısını daima içinde hisseder. Oğlunun askerden okur yazar dönmesi onun kıvancıdır. “Biz cephelerde çarpışırken bazı arkadaşlara mektuplar gelirdi. Okumayı bilenler okurdu bu mektupları. Bölüklerimizde doğru dürüst okuma yazmayı ya küçük mülazımlar (assubaylar) yada bölük komutanlarımız bilirdi. Bölük imamlarımız bile çoğu zaman bilmezdi. Ben 11 sene harp ettim. Hiç mektubum gelmedi. Bizim köyde okul yoktu ki okur yazar olsun!”
            Hiç ilgisi olmayan bir konu değil mi? İki köylü, iki dağ adamının hatıraları. Bu iki dağ adamından birisi benim babam Alim Harmanda, öbürü onun babası Balkan, Cihan ve İstiklal harbi gazisi Sıhhiye Çavuşu Ömer Harmanda. Onlar bu ülkenin, bu coğrafyanın içinde yitip giden milyonlarca hayat hikayesinin kahramanlarından sadece ikisi. Bendeniz rahmetli gazi dedemle ne yazık ki yaşım gereği karşılaşmadım. Yukarıda anlattıklarım rahmetli babamın bana naklettikleridir. Eğer dedemle sağlığında görüşmüş olsaydım ona bir tek şey sorardım: Cumhuriyet 11 yıllık harp hayatının sonunda senin beklentilerini karşıladı mı? Cephelerde çarpışırken padişah ve halife için savaştın, cumhuriyet kurulunca ne hissettin? İnanın bunu bütün ömrümce hep merak ettim. Çünkü bir milletin toplumsal hafızasının, yüz yıllardır süre gelen hayat tarzının bir gecede değiştirilmesi gibi görünen, ama gerçekte 5 bin senelik yazılı tarihi ile devam eden bir devletin yönetim şeklinin değişmesi acaba millette nasıl bir etki yaratmıştı? Kazanımları ve kayıpları ile Cumhuriyet yönetimi Türk Milletine ne vermiş, neler almıştı? Bunları 11 sene boyunca gençliğini hiç yaşayamadan cepheden cepheye koşan, her 29 Ekim günü gelince öldüğü 17 Eylül 1959 a kadar yaya olarak Tefenni’deki Atatürk anıtına kendi yetiştirdiği çiçekleri koymak için 34 kilometre yol giden Gazi Ömer Çavuşa  hakikaten sormak isterdim.
            Bir çokları için cumhuriyet yönetimi kitabi anlamının dışında pek bir şey ifade etmez. Ancak hakikaten tarih bilimi ile uğraşan ve asıl konusu Türk Tarihi olanlar için cumhuriyet yönetimi çok farklı anlamlar ifade eder. Şöyle ki; daha Harp Okulunda öğrenci iken bile zamanın Türkiye’si için en iyi idare biçiminin cumhuriyet olduğunu dile getiren Mustafa Kemal, milletin insanca yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi için cumhuriyet rejiminin olması gerektiğini,  monarşi yada meşrutiyetin yönetime bağlı elitlerin elinde halkın çağdaş yaşam düzeyine ulaşması imkanını vermediğini, 29 milyonluk Osmanlı devletinde okur yazar oranının bile %8 i geçmediğini ve devletin asli unsuru olan Türklerin koyu bir cehalet içinde yüzdüğünü görmekteydi. Bu nedenle Mustafa Kemal yüz yıllar boyu koyu bir cehaletin elinde kalan Türk Milletinin kurtuluşunu cumhuriyet rejiminde görmekte, yakın arkadaşlarına anlatmaktadır. 
            29 Ekim 1923 de ilanının hemen arkasından yapılan devrim niteliğindeki yeniliklerle cumhuriyet gerçekten Türk Milletini içinde bulunduğu cehalet karanlığından kurtarmıştır. İlk önce merkezi yerlerde açılan okullar, ardından kademeli olarak köylere ve hatta mezralara kadar girmiş, halkımızın aydınlanmasında çok önemli görevler üstlenmiştir. Haklı olarak şu soruyu sorabilirsiniz, Osmanlı devletinde eğitim veren kurum yok muydu da halk bu kadar cahildi? Elbette Osmanlı devletinde eğitim kurumları vardı. Elbette Osmanlı devletinde özellikle Sultan 2.Abdülhamit gibi padişahlar merkezi yerlerde eğitim ve öğretim verilmesi için çaba gösteriyordu. Hatta şunu açık ve net ifade etmeliyim ki Sultan 2.Abdülhamit tam bir eğitim sevdalısıydı. O halde? 1897 yılı Osmanlı Maarif Vekaletinin rakamları belki biraz bilgi edinmemize yardımcı olur. Toplam okul sayısı: 29.081, Sıbyan mektebi-28.614, Orta Okul-412, Lise-55 bu rakamlar Osmanlı Maarif Vekaleti kayıtlarından alınmıştır. Peki öğrenci sayıları? Buyurun: Sıbyan mektebi-854.921 öğrenci, Orta mektepler-31.469 öğrenci, Lise-5419 öğrenci. Osmanlı 1 inci cihan harbine girmeden önce 4.900.000 km² ve 29 milyon nüfusa sahiptir. Aynı Osmanlıda yabancı okul sayıları da gerçekten çok ilginçtir Abdülhamid devri Maarif Nazırlarından Ahmet Zühdü Paşa, 4 Ocak 1891 ile 12 Nisan 1902 tarihleri arasında görev yapmıştır. Ahmet Zühdü Paşanın 1894’te sunduğu rapor, değişik nitelikteki yabancı ve azınlık okullarının Osmanlı topraklarının dört bir tarafına nasıl dağıldığını, okulların politikalarını, öğrenci adetlerini, kuruluşlarını en yetkili ağızdan anlatmaktadır. Rapor, Osmanlı tarihi boyunca yabancı ve azınlık okulları hakkında hazırlanmış en kapsamlı rapordur. Raporda, ülkedeki ruhsatlı ve ruhsatsız yabancı ve azınlık okullarının sayısı, hangi şekilde tesis edildikleri, Maarif Nizamnamesine göre bu okullara Osmanlı Hükûmetinin ne dereceye kadar teftiş edebileceği, bu okulların zararlarını önlemek için ne gibi tedbirler alınması gerektiği, okulların imtiyazlarının neler olduğu anlatılmaktadır. Rapora göre, ülkede 413 yabancılara, 4547 Gayri-Müslimlere ait okul vardır ve bunların ancak 498 tanesinin ruhsatlı, 4049 tanesinin ise ruhsatsızdır. Herhangi bir ev ya da binada yabancılar ve Gayri Müslimler okul faaliyetinde bulunabildikleri için okulların kesin sayısını tespit etmek mümkün değildir. Önlem olarak Osmanlı tarafından yatılı okulların açılması gerektiği ve yabancıların etkisine en çok maruz kalan İzmir, Selanik, Suriye, Beyrut, Halep ve benzeri vilâyetlerde, yabancı okulların ve kitaplarının denetlenmesi için tek bir maarif müdürlerinin yeterli olmayacağından onlara yardımcı olarak yabancı lisan bilen, becerikli, Müslüman seyyar maarif müfettişlerin görevlendirilmesi gerektiği belirtilmektedir.
            Evet,  Osmanlı devletinde okullar vardı. Osmanlı Devletinde hukuk vardı. Hatta Osmanlı devletinde adil hakimler, adil nazırlar vardı, vardı ama Türk unsurlar için değildi! İşte Cumhuriyet yüzyıllar boyu koyu bir cehalete mahkum edilen Türk Milletinin zincirlerini kırdığı yönetim olmuştur. Türk kadınını hak ettiği yere getiren de Cumhuriyettir. İstanbul’un Beyoğlu semtindeki beyzade ile Burdur vilayeti Çavdır kazası Ambarcık köyündeki çobanı eşit şartlarda okumalarının adıdır Cumhuriyet! Ankara Polatlı’daki Ayşe ile Van’ın Bahçesaray Papatya mezrasındaki Esme’nin varlık teminatıdır. Fabrikadır bacalarında özgür dumanların Ağrı dağına ulaştığı. Halıdır tezgahlarda alın terinin destanlaştığı. Konya ovasında başaktır, Burdur yaylasında şeker pancarı, Çukurova’da pamuk, Aydın’da incir, türküdür Kozan yaylasında, baraktır Gaziantep’te. Kapütilasyonlarla, kanunsuzluklarla, Fırka-i İslahiye ordusu ile sindirilen, kendi ülkesinde esir hayatı yaşayan Türk Milletinin dünyaya haykırdığı bağımsızlık ateşidir Cumhuriyet. 11 sene cepheden cepheye koşarken bir harf bile öğrenemeyen Gazi Ömer Çavuşun torunlarının okuyup öğretmen, doktor, mühendis, doçent, veteriner, asker oluşunun adıdır cumhuriyet!

            Türkiye Cumhuriyetinin 91 inci yaş günü kutlu olsun aziz milletim. Dün zorluklarla kazandığımız bağımsızlığımızın teminatı ve nişanesi olan Türkiye Cumhuriyeti nice 91 inci yıllara varırken, kurucu önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve dava arkadaşlarını, aziz şehitlerimizi, gazilerimizi, cephe önünde ve cephe ardında son nefesine kadar mücadele eden kadını, erkeği ile tam bağımsız Türkiye için ömrünü verenlerin aziz hatırası önünde saygı ile eğiliyorum.

            Ne mutlu TÜRKÜM diyene!