12 Mart 2016 Cumartesi

İSTİKLAL RUHU



            1921…Anadolu üstünde karabulutların dolaştığı, Türk Milletine “Ölümlerden ölüm beğen!” denildiği, namus dediğimiz vatanın düşman postalları altında ezildiği günler. Bir avuç çılgın Türkün yeter diyerek bayrak açtığı, “Ya istiklal, ya ölüm!” dediği günler.
            Hasta adam ölmüş, yüz yıllık bir projede sona gelinmişti. Artık son darbenin vurulması, Türkün son kalesinin yıkılarak intikamın alınması,1000 yılın hesabının görülmesi gerekiyordu. Evet bin yılın hesabı görülecekti.  Öyle ki; Malazgirt’in, Miryokefelon’un, Sırpsındığı’nın, Varna’nın, Kosova'nın, Niğbolu’nun, İstanbul’un, Preveze'nin, Kıbrıs'ın, Girit'in, Mohaç’ın hesabı görülmekteydi. Sadece bir ülkenin işgali değildi yaşanan. Bir milletin yok edilmesi, vatan ettiği topraklardan sökülüp atılmasıydı. Türk belki yine yeryüzünde olacaktı, ama hür olarak, Anadolu ve Trakya’da değil! Kapkara bulutlar dolaşıyordu Türk Vatanının ve Milletinin üzerinde.
            Birinci paylaşım savaşına girerken Osmanlı Ülkesi 4 milyon 900 bin km2    yüz ölçümüne, yaklaşık olarak 25 milyon nüfusa sahipti. Savaşın sonunda ise ne elimizde toprağımız, ne de nüfusumuz kalacaktı. Milyonlarca insanımız dün bizim dediğimiz ama artık bizim olamayan, düşman postallarının altında kalan topraklardaydı. Dinimiz için kutsal bilinen beldeler başta olmak üzere bütün Arap yarımadası,  Irak, Suriye, Filistin, Lübnan elimizden çıkmıştı. Türk ordusu bitmiş ve tükenmişti. 2 milyon 920 bin askerden 1 milyon 565 bini şehit, kayıp ya da esir edilmişti. Kalanlar da zaten anasız kuzular gibiydi. Üstte yok, başta yok, silahsız, devletsiz ve en önemlisi moralsiz! 1911 den beri hep savaşan ordu adeta bitmişti! Elimizde Mondros’a göre askerlerini dağıtmaktan imtina eden iki asi paşanın; Musa Kazım Karabekir Paşa’nın 15 inci kolordusu ile Ali Fuat Paşa’nın 20 inci kolordusu haricinde askerimiz bile yoktu. Bağlaşıkların niyetleri Mondros'un hemen arkasından belli olacak, peş peşe vatan toprağı işgal edilmeye başlanacaktı. Bütün önemli sanayi hammaddelerinin çıkarıldığı ve işlendiği bölgeler, pamuk, incir, narenciye üretilen yerler, Trakya, Musul, Kerkük, Boğazlar bölgesi, en can alıcısı da 465 senedir Osmanlı devletine payitahtlık yapmış başkent İstanbul! Türk Milleti tarih sahnesine çıktığı günden  beri en zor günlerini yaşıyordu. Dedim ya; bin yılın hesaplaşmasıydı bu! 90 bin askerle Yunanlılar, 59 bin askerle Fransızlar, 38 bin askerle İngilizler,  17 bin askerle İtalyanlar Anadolu ve Trakya'nın Türk'ten temizlenmesi için yarışırcasına çullanmışlardı kutsal vatan toprağına. Yalnız bu kadar mı? 25 bini  Trabzon ve havalisinde olmak üzere, batı Anadolu'da binlerce yerli işbirlikçi silahlı Rum, Çukurova ve havalisinde  10 bin silahlı Ermeni, Şark vilayetlerinde sözüm ona Kürt devleti kurmaya kalkan binlerce kansız da leş bekleyen akbabalar misali Türk vatanının parçalanması, Türk Milletinin esareti yada yok edilmesi için ayağa kalkmıştı! İstanbul çaresiz, Anadolu kimsesizdi. Bu çaresizlik ve kimsesizlikle tek başına kalan Türk Milleti artık sona gelindiğinin ve son çarenin esir İstanbul hükümetinde olmadığının farkındaydı. Yerelde başlayan Kuvayı Milliye hareketleri de cılız birer ateş misali organize düşman gücünün karşısında çok da etkili olamıyor, destanlar yazan milletimiz bir önder bekliyordu.
             19 Mayıs 1919 da Samsun’a ayak basan Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa üstü üste topladığı kongreler ile milleti ölüm uykusundan uyandırarak direnişi tek bir bayrak, tek bir çatı altında toplama gayretindeydi. Bu şartlar altında toplanan Milli Meclisimiz son çaremizdi.  Mustafa Kemal Paşa ve etrafındaki bir avuç vatanperver yapılanın ölüm-kalım savaşı olduğunu gayet iyi bilmekteydiler. Geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş, istiklalden başka bir şey düşünülmez olmuştur. Parola "Ya istiklal, ya ölüm!" denilerek yola çıkılmıştır.
            Türk ordusunun moralinin yüksek tutulması amacıyla Erkanı Harbiye Reisliği (Genel Kurmay Başkanlığı) Maarif Vekaletinden (Milli Eğitim Bakanlığı) bir marş yaptırılmasını ister. Maarif Vekaleti bir yarışma tertip eder. 500 Lira para ödüllü yarışmaya katılan 724 şiirin hiç birisi de beğenilmez. Maarif Vekili Hamdullah Suphi bey yarışmacı şiirlerin arasında TBMM Burdur Vekili Mehmet Akif beyin şiiri olmadığını görür. Kendisi de edebiyatçı olan ve TBMM'de yaptığı coşkulu konuşmalar nedeniyle "Milli Hatip" olarak anılan Hamdullah Suphi bey 5 Şubat 1921 günü Mehmet Akife hitaben kaleme aldığı mektubunda; "Pek aziz ve muhterem efendim, İstiklâl marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamaklarındaki sebebin izâlesi için pek çok tedbirler vardır Zât-i üstadânelerinin matlûb şi´iri vücûda getirmeleri maksadın husûli için son çâre olarak kalmıştır. Asl endîşenizin icâbettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehiç vâsıtalarından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbeti arz ve tekrar eylerim." demektedir. Daha sonra ise bizzat Akif'in bu gün Taceddin Dergahı olarak anılan ikametgahına gider. Akif ile konuşur ve ikna etmeye çalışır. Mehmet Akif bey para ödülünden dolayı yarışmaya dahil olmamıştır. Çünkü onun için; mesele millet meselesi, vatan meselesi iken para almak hakikaten çok ağırdır! Onun yüksek karakteri, onun içindeki yoğun vatan  sevgisi bunun olmasına imkan vermemektedir. 
            Hamdullah Suphi beyin telkini ve ısrarı ile Mehmet Akif bey tarafından yazılan şiir; seçici kurul tarafından elemelerden geçen diğer altı şiirle birlikte ordu kumandanlarına gönderildi. Ordu kumandanları tarafından çok beğenilen şiir, 17 Şubat 1921 de Sırât-ı Müstakîm ve Hâkimiyet-i Milliye'de yayımlandı. 1 Mart günü TBMM kürsüsünden Hamdullah Suphi bey tarafından dört defa vekillere okunan şiir, 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat 17:45 te Milli Marş olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edildi!
            Mehmet Akif bey kendisine verilmek istenen 500 lira ödülü Hilali Ahmer (Kızılay) bünyesinde bulunan kadın  ve çocuklara iş öğreterek, cephede bulunan askerlere elbise diken Dar'ül Mesai vakfına bağışlar.  
                Yazdığı şiiri kahraman ordumuza ithaf eden Mehmet Akif bey, hiçbir şekilde kitaplarında yer vermemiştir. Nede böyle yaptığı sorulunca da "O marş benim değil, milletimindir!" demiştir. Mehmet Âkif'in rahatsız bulunduğu, Alemdağı'nda son günlerde içlerinde Târık Us'un da bulunduğu bir grup,  üstadın ziyaretine giderler. Mehmet Âkif bitkin bir hâlde yatağında yatmaktadır. Konuşma esnasında söz İstiklâl Marşı'na gelmiş, ziyaretçilerden birisi "Acaba İstiklâl Marşı yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı?" demişti. Bu söz üzerine yatağında bitkin bir hâlde yatmakta olan Akif; birdenbire başını kaldırmış ve ona "Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın! O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O ruh lazım! O şiir artık benim değildir. O milletin malıdır. Allah, bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın!"
            İstiklal marşını yazdıran ruh, bu ruhtur! Yoktan var edilen, tükendi denilen bir milletin şahlanışı, dünyaya ben bitmedim diye haykırmasıdır istiklal marşı! Bedeni yok edilse de, Yemen çöllerinde, Arap ellerinde, Filistin'de, Sina'da, Allahuekber dağlarında, Galiçya'da, Çanakkale'de tekrar doğan bir milletin ruhudur! Mustafa Kemal'ce kükremenin, Kürşat'ça ölüme atılmanın ruhudur bu ruh! Milli şairimizin "Allah bir daha yazdırmasın!" demesinin altında yatan da bu ruhtur!
            Bu marşı bu gün bu gök kubbede, bu ülkede özgür biçimde okumamıza vesile olan Türkün ulu başbuğu Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere tüm kumandanlarımızın, kahraman şehit ve gazilerimizin, kadını erkeği, çocuğundan yaşlısına  kadar bu toprakları vatan eden mücahitlerimizin aziz hatıraları önünde saygı ile eğiliyorum. "Bu marş benim değil milletimindir" diyen meslektaşım ve vilayetimin milletvekili Mehmet Akif Ersoy beyi de saygı ve hürmetle anıyorum.


8 Mart 2016 Salı

TARİH BOYUNCA TÜRK KADINI VE KAPİTALİZMİN YENİ OYUNCAĞI 8 MART

TARİH BOYUNCA TÜRK KADINI
VE
KAPİTALİZMİN YENİ OYUNCAĞI 8 MART

            Yüzyılların birikimin bir gecede bırakılması, bir anda unutulması imkânsızdır. Yüzyıllardır köleleştirilmiş, hiç bir hukuki hakkı kalmamış, eşit iken ikinci ve hatta üçüncü sınıf bir hayata mahkûm edilmişken bir anda dünyanın pek çok yerinde hemcinslerinin bile aklına gelmeyen ayrıcalıklara kavuşmak Türk kadınına yaratanın bir lütfudur!
            Düşünün; binlerce sene erkeği ile yan yana tarih yazan Türk kadını sanki o tarihi yazan kendisi değilmiş gibi bir anda kafes arkalarına kapatılmak, kimliksizleştirilmek, yok sayılmak istenmiştir. Ne adına derseniz; akıl ve mantık dini İslam adına! Oysa gerçek İslam hiçbir zaman kadının ikinci planda olmasını, kadınların yok sayılmasını söylememiştir. İslam Peygamberi Hz. Muhammed kadınlar ile istişare eder, onların fikirlerini alırdı. Ne zaman ki kadını hor gören Arap adetleri tekrar zuhur etti, kadın İslam dininde çocuklardan bile sonra gelmeye başladı! TÜRK kadını asla ve asla erkeğinin gölgesinde, arkasında, onun merhametine ve insafına sığınmış bir halde olmamıştır! Ne vakit ki İslam dinini kendine göre yorumlayan sahtekârlar çıkmıştır ve ne zaman ki bunlar kendince Allah'ın şeriatını kendi çıkarlarına uydurmuştur, o gün kadınlarımız orta doğunun silik kadınlarına benzemeye başlamışlardır!
            Kadim Türk içtimai hayatında kadınlar hiçbir zaman ikinci planda olmamıştır. Bunu gerek destanlarda, gerek halk söylencelerinde ve gerekse komşu devletlerin, özellikle Çin ve İran kayıtlarında ayrıntılı bir biçimde görmekteyiz.
            İlk Türk destanlarından Manas destanında Manas hanın karısı Kanıkay Katun yiğit ve bilge kişiliği ve sadakati ile çokça övülmektedir. Çok iyi bir binici, engin görüşleri ile kocasına daima yerinde öğütler veren bilge bir eş, savaşçı bir Katun olduğu destanda ayrıntısı ile anlatılırken, Türk Kızlarına adeta örnek almaları öğütlenmektedir.
            Bilinen ilk Türk Kağanlarından Tengri Kut Börü Tonga (Motun-Mete) ülkeyi yönetirken eşi Katun ile birlikte yönetmiş, hatta bir keresinde eşi Katun devlet adına Çin elçileri ile karşılıklı antlaşma imzalamıştır.
            Türk Bilge Kağanın anası olan İl Bilge Katun; eşi İlteriş Kutluk Kağan ölünce henüz 8 yaşında olan oğlu  Bilge ve 7 yaşında ki oğlu Köl Tigin'i Umay Ana misali büyüterek ileride Türk Budununun başına geçecek olan yiğitleri yetiştirmiştir. Her iki tarihi şahsiyetin yetişmesinde anaları İl Bilge Katun'un etkisi çok büyüktür!
            630 senesinden sonra Uygur boylarını toplayan PUSA'nın annesi devlet içerisinde önemli bir rol oynuyor ve muhakemeleri bile o idare ediyordu!
            Bir Hayma Anamız vardır ki; küçük bir obayı koca bir cihan imparatorluğu yapan şahsiyettir aslına bakarsanız. Kocası Gündüz Alp Fırat nehrinde boğularak ölünce dağılmakta olan boyun başına geçen Hayma Anamız otoriteyi sağlayarak Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat'a varıp kendisine ve obasına yaylak ve kışlak vermesini diler. Önce Ankara Katacadağ civarında yerleşen boyunu daha sonra Söğüt'e getirir. Anadolu'da ki ilk anıt mezarında sahibi olan Hayma Anamız tarihçilerimiz tarafından haklı olarak DEVLET ANA olarak tanımlanır ki; hakikaten çok yerinde bir tanımlamadır!
            Tarihimizin neresine, hangi sayfasına bakarsanız bakın; bizim kadınımız  Araplar, Acemler,  Çinliler, Romalılar   veya başka uluslarda olduğu gibi alınıp satılmamış, her şeyden evvel ana,  yani temel olarak ailenin ve dolayısıyla Türk Milletinin emniyet sübabı olmuştur. Ünlü Arap seyyahı ve diplomatı İbni Fadlan  fakir bir Oğuz kadınının edep yerini açık görmüş ve şaşırmıştı. Her tarafını örtecek bir bez parçasını bile bulamayan bu fakir Türk kadınının Arap seyyahını azarlayarak söylediği sözler meşhurdur. Arap kadınları daima kapalı gezerlerdi. Buna rağmen Araplar arasında zina olabilirdi. (Hatta yaygın idi!) Ancak Türkler apaçık gezseler de, onlar arasında zina denen şey olmaz ve olamazdı! Bir Göktürk kağanının zina yapan Çinli bir prensesi, halkın önünde ve bizzat kendi kılıcı ile nasıl öldürdüğü de, Türk tarihinin meşhur olaylarından birisidir. Türklerin bu sert hareketlerini Çinliler vahşet olarak adlandırmışlardır. Ama ordu halindeki bir millette, bu işler başka türlü olamazdı!
            Türk kadınları hiçbir zaman yabancı evliliklere hoş gözle bakmamışlardır. Öyle ki siyasi evlilikler yapan Türk Prensesleri ilk fırsatta kendi illerine, ülkelerine dönmüşlerdir. Kağanların ilk eşleri kesinlikle Türk olmak zorundadır. Tengriden gelen kut, kağanın Türk Katunundan olma çocuklarınındır. Hiçbir şekilde yabancı eşlerden olan çocuklara (bunların hepside siyasi evliliklerdir.)  kağanlık hakkı tanınmazdı.  Katun eşi sefere çıkınca ülkenin yönetimini ele alır, her türlü siyasi yazışmaları eşi adına yapar, hatta anlaşmalar imzalardı!
            Gerek kadim Türklerde ve gerekse ilk Müslüman Türk devletlerinde kadınımızın diğer ulusların kadınlarına göre hem ülke yönetimine, hem de sosyal ve içtimai hayatta eşinin yanında olduklarını görüyoruz. Ancak özellikle 1453'ten sonra kadınlarımızın kafesler ardına kapatıldığın şahit olmaktayız ki; bu Türk kadınının hak ettiği bir durum değildir! Çünkü Türk kadını kafesler ardında olabilecek bir yaratılışa sahip değildir! Yeri gelmişken şunu özellikle yazmadan geçemeyeceğim; Ahi Evran'ın eşi Fatma Bacı, Moğol istilasına karşı Baciyan-ı Rûm dediğimiz teşkilatı kurmuş ve Moğollar ile harp etmiştir! Yani Türk kadını öyle birilerinin istediği gibi hamur açan, çocuklarına bakan, tarlada amelelik eden, silik, kimsesiz, çaresiz değildir. Gerektiğinde en önde savaşmasını bildiği gibi, en ön safta vazife almasını da bilmiştir. Tarihimiz pek çok isimsiz kadın şehidimiz ve gazimiz ile doludur. Bu gün pek çok Türk çocuğunun ne yazık ki merak edip araştırmak gereği duymadığı şanlı kadınlarımızın arasında Nene Hatun gibi isimleri abideleşenler olduğu gibi, Çanakkale’de cephenin en ön hattında keskin nişancılık, sakilik, hasta bakıcılık, hatta fırıncılık ve aşçılık yapanlar da vardır.  Son nefeslerine kadar vatanın selameti için çarpışan ve şehit düşerek bağrında yatan kahraman kadınlarımızın isimleri ne yazık ki elimizde mevcut değildir. Türk kadınları İstiklal Harbimizde erkekler ile adeta yarışmışlardır. Kuvayı Milliye içinde çete olan kadınlarımız, düzenli orduda subay, çavuş, asker olarak en ön saflarda düşmana uçarcasına atılmışlardır. Binlerce senedir analarının, ninelerinin gittikleri yoldan gitmeye devam etmişler, kâh şehit olmuşlar, kâh gazi olmuşlar ama asla namuslarını, şeref ve haysiyetlerini düşmanın postalı altında ezdirmemişlerdir.
            Türk Milletinin Ulu Başbuğu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, Türk kadınının yerlerde sürünmesini, cehalet içinde boğulmasını, hukuk önünde kimsesiz kalmasını ve hepsinden önemlisi erkeği ile beraber kurduğu Cumhuriyette erkek egemenliği altında ezilmesini istememiştir. Bunun için pek çok kanundan önce medeni yasanın ve hukuk yaslarının değiştirilmesini sağlamış; kadın ve erkek miras ve hukuk açısından eşit konuma getirilmiştir. Türk kadını Atasına minnettar olmalıdır. Çünkü dünyanın pek çok medeni olarak adlandırılan ülkelerinde bile kadının adı yokken Gazi Mustafa Kemal, Türk kadınına hak ettiği yere gelmesi ve her türlü hakkın verilmesi için çaba harcamıştır.  Çünkü Türk kadını asildir. Türk kadını fedakârdır. Türk kadını cefakârdır.
            Osmanlı zamanında birçok kez yenileşme, kalkınma çabaları olmuş ancak hiç biride tam bir başarıya ulaşamamıştır. Çünkü yenileşme ve kalkınma asıl olana, yani bu işin dinamizmi için olmazsa olmazı olan kadınlarımızdan başlamamıştır! Gazi Mustafa Kemal Paşa bunun farkında olup; kalkınma ve yenileşme için kadının en önde olmasını istemiştir. Bu nedenle hazırlanan tüm yenileşme hareketlerinde kadınımız en önde olmuştur. Bu konuda Gazi’nin “Daha selâmetle, daha dürüst olarak yürüyeceğimiz yol vardır. Büyük Türk kadınını çalışmamızda ortak yapmak, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını ilmî, ahlakî, içtimaî iktisadî hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve koruyucusu yapmak yoludur.” sözü anlatmak istediğimizi daha iyi ifade edecektir.
            Bu gün Türk kadını Atasının kendisine gösterdiği hedeflerden sapmadan, aynı azim ve kararlılıkla yoluna devam etmektedir. Sanat, spor, siyaset, ekonomi, tıp, askerlik, adliye ve kolluk kuvveti gibi pek çok alanda kadınlarımız erkeklerimizle yarışır haldedir.
            8 Mart emekçi kadınlar gününün istismar edilerek artık tüketim günü halin gelmesi münasebetiyle hiçbir kadın arkadaşımın bu günlerini kutlamıyorum. Çünkü kadın benim düşüncemde bir gün ile anılamayacak kadar kıymetli ve önemlidir. Ömrümüzün bütün anında yanımızda olan, bizimle olan kadınlarımızı bir güne sığdırmak ancak ve ancak kapitalist emperyalizmin insanları robotlaştıran bir tuzağıdır. Eğer bu gün kutlanacak ise-ki 8 Mart kutlama değil 1857 de yakılarak öldürülen 129 kadın işçiyi anma günüdür- Türk kadınına medeni ve hukuki hakların verildiği 5 Aralık tarihi Kadın Hakları Günü olmalıdır!

            Eğer kadınlarımızı ve annelerimizi yılın sadece iki gününe sığdırma gafletine kapıldıysak; bunun tek nedeni unuttuğumuz geçmişimiz ve maddeleşen düşünce dünyamızdır. Lütfen Türk olduğumuzu ve Türk kadını ile Türk anasının  yılın bir gününe sığamayacak kadar büyük olduğunu unutmayalım!