1921…Anadolu üstünde karabulutların dolaştığı, Türk
Milletine “Ölümlerden ölüm beğen!” denildiği, namus dediğimiz vatanın düşman
postalları altında ezildiği günler. Bir avuç çılgın Türkün yeter diyerek bayrak
açtığı, “Ya istiklal, ya ölüm!” dediği günler.
Hasta adam ölmüş, yüz yıllık bir projede sona gelinmişti.
Artık son darbenin vurulması, Türkün son kalesinin yıkılarak intikamın
alınması,1000 yılın hesabının görülmesi gerekiyordu. Evet bin yılın hesabı
görülecekti. Öyle ki; Malazgirt’in,
Miryokefelon’un, Sırpsındığı’nın, Varna’nın, Kosova'nın, Niğbolu’nun,
İstanbul’un, Preveze'nin, Kıbrıs'ın, Girit'in, Mohaç’ın hesabı görülmekteydi.
Sadece bir ülkenin işgali değildi yaşanan. Bir milletin yok edilmesi, vatan
ettiği topraklardan sökülüp atılmasıydı. Türk belki yine yeryüzünde olacaktı,
ama hür olarak, Anadolu ve Trakya’da değil! Kapkara bulutlar dolaşıyordu Türk
Vatanının ve Milletinin üzerinde.
Birinci paylaşım savaşına girerken Osmanlı Ülkesi 4
milyon 900 bin km2 yüz ölçümüne,
yaklaşık olarak 25 milyon nüfusa sahipti. Savaşın sonunda ise ne elimizde
toprağımız, ne de nüfusumuz kalacaktı. Milyonlarca insanımız dün bizim
dediğimiz ama artık bizim olamayan, düşman postallarının altında kalan
topraklardaydı. Dinimiz için kutsal bilinen beldeler başta olmak üzere bütün
Arap yarımadası, Irak, Suriye, Filistin,
Lübnan elimizden çıkmıştı. Türk ordusu bitmiş ve tükenmişti. 2 milyon 920 bin
askerden 1 milyon 565 bini şehit, kayıp ya da esir edilmişti. Kalanlar da zaten
anasız kuzular gibiydi. Üstte yok, başta yok, silahsız, devletsiz ve en
önemlisi moralsiz! 1911 den beri hep savaşan ordu adeta bitmişti! Elimizde
Mondros’a göre askerlerini dağıtmaktan imtina eden iki asi paşanın; Musa Kazım
Karabekir Paşa’nın 15 inci kolordusu ile Ali Fuat Paşa’nın 20 inci kolordusu haricinde
askerimiz bile yoktu. Bağlaşıkların niyetleri Mondros'un hemen arkasından belli
olacak, peş peşe vatan toprağı işgal edilmeye başlanacaktı. Bütün önemli sanayi
hammaddelerinin çıkarıldığı ve işlendiği bölgeler, pamuk, incir, narenciye üretilen
yerler, Trakya, Musul, Kerkük, Boğazlar bölgesi, en can alıcısı da 465 senedir
Osmanlı devletine payitahtlık yapmış başkent İstanbul! Türk Milleti tarih
sahnesine çıktığı günden beri en zor
günlerini yaşıyordu. Dedim ya; bin yılın hesaplaşmasıydı bu! 90 bin askerle
Yunanlılar, 59 bin askerle Fransızlar, 38 bin askerle İngilizler, 17 bin askerle İtalyanlar Anadolu ve
Trakya'nın Türk'ten temizlenmesi için yarışırcasına çullanmışlardı kutsal vatan
toprağına. Yalnız bu kadar mı? 25 bini Trabzon
ve havalisinde olmak üzere, batı Anadolu'da binlerce yerli işbirlikçi silahlı
Rum, Çukurova ve havalisinde 10 bin
silahlı Ermeni, Şark vilayetlerinde sözüm ona Kürt devleti kurmaya kalkan
binlerce kansız da leş bekleyen akbabalar misali Türk vatanının parçalanması,
Türk Milletinin esareti yada yok edilmesi için ayağa kalkmıştı! İstanbul
çaresiz, Anadolu kimsesizdi. Bu çaresizlik ve kimsesizlikle tek başına kalan
Türk Milleti artık sona gelindiğinin ve son çarenin esir İstanbul hükümetinde
olmadığının farkındaydı. Yerelde başlayan Kuvayı Milliye hareketleri de cılız
birer ateş misali organize düşman gücünün karşısında çok da etkili olamıyor,
destanlar yazan milletimiz bir önder bekliyordu.
19 Mayıs 1919 da
Samsun’a ayak basan Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa üstü üste
topladığı kongreler ile milleti ölüm uykusundan uyandırarak direnişi
tek bir bayrak, tek bir çatı altında toplama gayretindeydi. Bu şartlar altında
toplanan Milli Meclisimiz son çaremizdi.
Mustafa Kemal Paşa ve etrafındaki bir avuç vatanperver yapılanın
ölüm-kalım savaşı olduğunu gayet iyi bilmekteydiler. Geri dönüşü olmayan bir
yola girilmiş, istiklalden başka bir şey düşünülmez olmuştur. Parola "Ya
istiklal, ya ölüm!" denilerek yola çıkılmıştır.
Türk ordusunun moralinin yüksek tutulması amacıyla Erkanı
Harbiye Reisliği (Genel Kurmay Başkanlığı) Maarif Vekaletinden (Milli Eğitim
Bakanlığı) bir marş yaptırılmasını ister. Maarif Vekaleti bir yarışma tertip
eder. 500 Lira para ödüllü yarışmaya katılan 724 şiirin hiç birisi de
beğenilmez. Maarif Vekili Hamdullah Suphi bey yarışmacı şiirlerin arasında TBMM
Burdur Vekili Mehmet Akif beyin şiiri olmadığını görür. Kendisi de edebiyatçı
olan ve TBMM'de yaptığı coşkulu konuşmalar nedeniyle "Milli Hatip"
olarak anılan Hamdullah Suphi bey 5 Şubat 1921 günü Mehmet Akife hitaben kaleme
aldığı mektubunda; "Pek aziz ve muhterem efendim, İstiklâl marşı için
açılan müsabakaya iştirak buyurmamaklarındaki sebebin izâlesi için pek çok
tedbirler vardır Zât-i üstadânelerinin matlûb şi´iri vücûda getirmeleri
maksadın husûli için son çâre olarak kalmıştır. Asl endîşenizin icâbettiği ne varsa
hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehiç vâsıtalarından mahrum
bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbeti arz ve tekrar
eylerim." demektedir. Daha sonra ise bizzat Akif'in bu gün Taceddin
Dergahı olarak anılan ikametgahına gider. Akif ile konuşur ve ikna etmeye
çalışır. Mehmet Akif bey para ödülünden dolayı yarışmaya dahil olmamıştır.
Çünkü onun için; mesele millet meselesi, vatan meselesi iken para almak
hakikaten çok ağırdır! Onun yüksek karakteri, onun içindeki yoğun vatan sevgisi bunun olmasına imkan
vermemektedir.
Hamdullah Suphi beyin telkini ve ısrarı ile Mehmet Akif
bey tarafından yazılan şiir; seçici kurul tarafından elemelerden geçen diğer
altı şiirle birlikte ordu kumandanlarına gönderildi. Ordu kumandanları
tarafından çok beğenilen şiir, 17 Şubat 1921 de Sırât-ı Müstakîm ve Hâkimiyet-i
Milliye'de yayımlandı. 1 Mart günü TBMM kürsüsünden Hamdullah Suphi bey
tarafından dört defa vekillere okunan şiir, 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat
17:45 te Milli Marş olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul
edildi!
Mehmet Akif bey kendisine verilmek istenen 500 lira ödülü
Hilali Ahmer (Kızılay) bünyesinde bulunan kadın ve çocuklara iş öğreterek, cephede bulunan
askerlere elbise diken Dar'ül Mesai vakfına bağışlar.
Yazdığı
şiiri kahraman ordumuza ithaf eden Mehmet Akif bey, hiçbir şekilde kitaplarında
yer vermemiştir. Nede böyle yaptığı sorulunca da "O marş benim değil,
milletimindir!" demiştir. Mehmet Âkif'in rahatsız bulunduğu, Alemdağı'nda
son günlerde içlerinde Târık Us'un da bulunduğu bir grup, üstadın ziyaretine giderler. Mehmet Âkif bitkin
bir hâlde yatağında yatmaktadır. Konuşma esnasında söz İstiklâl Marşı'na gelmiş,
ziyaretçilerden birisi "Acaba İstiklâl Marşı yeniden yazılsa daha iyi
olmaz mı?" demişti. Bu söz üzerine yatağında bitkin bir hâlde yatmakta
olan Akif; birdenbire başını kaldırmış ve ona "Allah bir daha bu
millete İstiklâl Marşı yazdırmasın! O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse
yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri
yaşamak lazım. O ruh lazım! O şiir artık benim değildir. O milletin malıdır.
Allah, bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın!"
İstiklal marşını yazdıran ruh, bu ruhtur! Yoktan var
edilen, tükendi denilen bir milletin şahlanışı, dünyaya ben bitmedim diye
haykırmasıdır istiklal marşı! Bedeni yok edilse de, Yemen çöllerinde, Arap
ellerinde, Filistin'de, Sina'da, Allahuekber dağlarında, Galiçya'da, Çanakkale'de
tekrar doğan bir milletin ruhudur! Mustafa Kemal'ce kükremenin, Kürşat'ça ölüme
atılmanın ruhudur bu ruh! Milli şairimizin "Allah bir daha yazdırmasın!"
demesinin altında yatan da bu ruhtur!
Bu marşı bu gün bu
gök kubbede, bu ülkede özgür biçimde okumamıza vesile olan Türkün ulu başbuğu Mareşal
Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere tüm kumandanlarımızın, kahraman
şehit ve gazilerimizin, kadını erkeği, çocuğundan yaşlısına kadar bu toprakları vatan eden
mücahitlerimizin aziz hatıraları önünde saygı ile eğiliyorum. "Bu marş
benim değil milletimindir" diyen meslektaşım ve vilayetimin milletvekili Mehmet
Akif Ersoy beyi de saygı ve hürmetle anıyorum.