28 Ekim 2014 Salı

91 İNCİ ONUR YILI KUTLU OLSUN TÜRKİYEM!


AYDINLANMANIN ADI: CUMHURİYET!


“Bizim köyde okul yoktu. Okula gidemedik, anam zaten okula salmıyordu, çünkü evin ineklerini ben güdüyordum. En yakın okul şimdiki ilçe olan Çavdır’daydı. Oraya da okul 1938 de gelmişti. Ben askerlikte öğrendim okuma yazmayı. Sanki dünyaya yeniden gelmiş gibiydim.” Böyle anlatıyordu cennet mekan babam Alim  Harmanda. Yokluk içinde yüzerken bir anda ışığa kavuşmanın, karanlıktan aydınlığa çıkmanın dayanılmaz sevincini, “Doğuştan kör bir adamın gözüne kavuşması gibi bir şeydi okuma yazma öğrenmek!” diyerek anlatıyordu. Babası Gazi Ömer Çavuş 17 yaşında gider askere. Yıl 1912 dir. Çorlu’da kurulan 5 inci orduya katılır. Balkan harbi gazisidir. Ardından patlayan birinci cihan harbi ve İstiklal Savaşı derken 28 yaşında cephelerden dönen Gazi Ömer Çavuş okur yazar olamamanın acısını daima içinde hisseder. Oğlunun askerden okur yazar dönmesi onun kıvancıdır. “Biz cephelerde çarpışırken bazı arkadaşlara mektuplar gelirdi. Okumayı bilenler okurdu bu mektupları. Bölüklerimizde doğru dürüst okuma yazmayı ya küçük mülazımlar (assubaylar) yada bölük komutanlarımız bilirdi. Bölük imamlarımız bile çoğu zaman bilmezdi. Ben 11 sene harp ettim. Hiç mektubum gelmedi. Bizim köyde okul yoktu ki okur yazar olsun!”
            Hiç ilgisi olmayan bir konu değil mi? İki köylü, iki dağ adamının hatıraları. Bu iki dağ adamından birisi benim babam Alim Harmanda, öbürü onun babası Balkan, Cihan ve İstiklal harbi gazisi Sıhhiye Çavuşu Ömer Harmanda. Onlar bu ülkenin, bu coğrafyanın içinde yitip giden milyonlarca hayat hikayesinin kahramanlarından sadece ikisi. Bendeniz rahmetli gazi dedemle ne yazık ki yaşım gereği karşılaşmadım. Yukarıda anlattıklarım rahmetli babamın bana naklettikleridir. Eğer dedemle sağlığında görüşmüş olsaydım ona bir tek şey sorardım: Cumhuriyet 11 yıllık harp hayatının sonunda senin beklentilerini karşıladı mı? Cephelerde çarpışırken padişah ve halife için savaştın, cumhuriyet kurulunca ne hissettin? İnanın bunu bütün ömrümce hep merak ettim. Çünkü bir milletin toplumsal hafızasının, yüz yıllardır süre gelen hayat tarzının bir gecede değiştirilmesi gibi görünen, ama gerçekte 5 bin senelik yazılı tarihi ile devam eden bir devletin yönetim şeklinin değişmesi acaba millette nasıl bir etki yaratmıştı? Kazanımları ve kayıpları ile Cumhuriyet yönetimi Türk Milletine ne vermiş, neler almıştı? Bunları 11 sene boyunca gençliğini hiç yaşayamadan cepheden cepheye koşan, her 29 Ekim günü gelince öldüğü 17 Eylül 1959 a kadar yaya olarak Tefenni’deki Atatürk anıtına kendi yetiştirdiği çiçekleri koymak için 34 kilometre yol giden Gazi Ömer Çavuşa  hakikaten sormak isterdim.
            Bir çokları için cumhuriyet yönetimi kitabi anlamının dışında pek bir şey ifade etmez. Ancak hakikaten tarih bilimi ile uğraşan ve asıl konusu Türk Tarihi olanlar için cumhuriyet yönetimi çok farklı anlamlar ifade eder. Şöyle ki; daha Harp Okulunda öğrenci iken bile zamanın Türkiye’si için en iyi idare biçiminin cumhuriyet olduğunu dile getiren Mustafa Kemal, milletin insanca yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi için cumhuriyet rejiminin olması gerektiğini,  monarşi yada meşrutiyetin yönetime bağlı elitlerin elinde halkın çağdaş yaşam düzeyine ulaşması imkanını vermediğini, 29 milyonluk Osmanlı devletinde okur yazar oranının bile %8 i geçmediğini ve devletin asli unsuru olan Türklerin koyu bir cehalet içinde yüzdüğünü görmekteydi. Bu nedenle Mustafa Kemal yüz yıllar boyu koyu bir cehaletin elinde kalan Türk Milletinin kurtuluşunu cumhuriyet rejiminde görmekte, yakın arkadaşlarına anlatmaktadır. 
            29 Ekim 1923 de ilanının hemen arkasından yapılan devrim niteliğindeki yeniliklerle cumhuriyet gerçekten Türk Milletini içinde bulunduğu cehalet karanlığından kurtarmıştır. İlk önce merkezi yerlerde açılan okullar, ardından kademeli olarak köylere ve hatta mezralara kadar girmiş, halkımızın aydınlanmasında çok önemli görevler üstlenmiştir. Haklı olarak şu soruyu sorabilirsiniz, Osmanlı devletinde eğitim veren kurum yok muydu da halk bu kadar cahildi? Elbette Osmanlı devletinde eğitim kurumları vardı. Elbette Osmanlı devletinde özellikle Sultan 2.Abdülhamit gibi padişahlar merkezi yerlerde eğitim ve öğretim verilmesi için çaba gösteriyordu. Hatta şunu açık ve net ifade etmeliyim ki Sultan 2.Abdülhamit tam bir eğitim sevdalısıydı. O halde? 1897 yılı Osmanlı Maarif Vekaletinin rakamları belki biraz bilgi edinmemize yardımcı olur. Toplam okul sayısı: 29.081, Sıbyan mektebi-28.614, Orta Okul-412, Lise-55 bu rakamlar Osmanlı Maarif Vekaleti kayıtlarından alınmıştır. Peki öğrenci sayıları? Buyurun: Sıbyan mektebi-854.921 öğrenci, Orta mektepler-31.469 öğrenci, Lise-5419 öğrenci. Osmanlı 1 inci cihan harbine girmeden önce 4.900.000 km² ve 29 milyon nüfusa sahiptir. Aynı Osmanlıda yabancı okul sayıları da gerçekten çok ilginçtir Abdülhamid devri Maarif Nazırlarından Ahmet Zühdü Paşa, 4 Ocak 1891 ile 12 Nisan 1902 tarihleri arasında görev yapmıştır. Ahmet Zühdü Paşanın 1894’te sunduğu rapor, değişik nitelikteki yabancı ve azınlık okullarının Osmanlı topraklarının dört bir tarafına nasıl dağıldığını, okulların politikalarını, öğrenci adetlerini, kuruluşlarını en yetkili ağızdan anlatmaktadır. Rapor, Osmanlı tarihi boyunca yabancı ve azınlık okulları hakkında hazırlanmış en kapsamlı rapordur. Raporda, ülkedeki ruhsatlı ve ruhsatsız yabancı ve azınlık okullarının sayısı, hangi şekilde tesis edildikleri, Maarif Nizamnamesine göre bu okullara Osmanlı Hükûmetinin ne dereceye kadar teftiş edebileceği, bu okulların zararlarını önlemek için ne gibi tedbirler alınması gerektiği, okulların imtiyazlarının neler olduğu anlatılmaktadır. Rapora göre, ülkede 413 yabancılara, 4547 Gayri-Müslimlere ait okul vardır ve bunların ancak 498 tanesinin ruhsatlı, 4049 tanesinin ise ruhsatsızdır. Herhangi bir ev ya da binada yabancılar ve Gayri Müslimler okul faaliyetinde bulunabildikleri için okulların kesin sayısını tespit etmek mümkün değildir. Önlem olarak Osmanlı tarafından yatılı okulların açılması gerektiği ve yabancıların etkisine en çok maruz kalan İzmir, Selanik, Suriye, Beyrut, Halep ve benzeri vilâyetlerde, yabancı okulların ve kitaplarının denetlenmesi için tek bir maarif müdürlerinin yeterli olmayacağından onlara yardımcı olarak yabancı lisan bilen, becerikli, Müslüman seyyar maarif müfettişlerin görevlendirilmesi gerektiği belirtilmektedir.
            Evet,  Osmanlı devletinde okullar vardı. Osmanlı Devletinde hukuk vardı. Hatta Osmanlı devletinde adil hakimler, adil nazırlar vardı, vardı ama Türk unsurlar için değildi! İşte Cumhuriyet yüzyıllar boyu koyu bir cehalete mahkum edilen Türk Milletinin zincirlerini kırdığı yönetim olmuştur. Türk kadınını hak ettiği yere getiren de Cumhuriyettir. İstanbul’un Beyoğlu semtindeki beyzade ile Burdur vilayeti Çavdır kazası Ambarcık köyündeki çobanı eşit şartlarda okumalarının adıdır Cumhuriyet! Ankara Polatlı’daki Ayşe ile Van’ın Bahçesaray Papatya mezrasındaki Esme’nin varlık teminatıdır. Fabrikadır bacalarında özgür dumanların Ağrı dağına ulaştığı. Halıdır tezgahlarda alın terinin destanlaştığı. Konya ovasında başaktır, Burdur yaylasında şeker pancarı, Çukurova’da pamuk, Aydın’da incir, türküdür Kozan yaylasında, baraktır Gaziantep’te. Kapütilasyonlarla, kanunsuzluklarla, Fırka-i İslahiye ordusu ile sindirilen, kendi ülkesinde esir hayatı yaşayan Türk Milletinin dünyaya haykırdığı bağımsızlık ateşidir Cumhuriyet. 11 sene cepheden cepheye koşarken bir harf bile öğrenemeyen Gazi Ömer Çavuşun torunlarının okuyup öğretmen, doktor, mühendis, doçent, veteriner, asker oluşunun adıdır cumhuriyet!

            Türkiye Cumhuriyetinin 91 inci yaş günü kutlu olsun aziz milletim. Dün zorluklarla kazandığımız bağımsızlığımızın teminatı ve nişanesi olan Türkiye Cumhuriyeti nice 91 inci yıllara varırken, kurucu önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve dava arkadaşlarını, aziz şehitlerimizi, gazilerimizi, cephe önünde ve cephe ardında son nefesine kadar mücadele eden kadını, erkeği ile tam bağımsız Türkiye için ömrünü verenlerin aziz hatırası önünde saygı ile eğiliyorum.

            Ne mutlu TÜRKÜM diyene!  

24 Ekim 2014 Cuma

SİNSİ DÜŞMAN : KÜLTÜR EMPERYALİZMİ

Bir müzisyen zatın sosyal paylaşım ağındaki sayfasında paylaştığı cura resminin altında yazan sözleri okudum bu gün. Takipçisi olan bir zat cura isimli müzik aletinin Yunanlılar tarafından benimseneceğini, hatta bu gavurların isminide Curalis konabileceğini söylemekte latife babında. Resmin sahibi olan kişinin cevabı evlere şenlik! “Cura bizim değil, müzik evrenseldir. Yunanlılar gavur değil, bizim kardeşlerimiz.” Tamam, kardeşlerin olabilir. Hatta şunu diyorum, öz kardeşin de olabilir. Ama sayın vatandaş, kusura bakma, Cura Türk müzik aletidir. Hatta kaynağını daha da derine indirirsek, Cura Yörüklerin yani konar göçer Türklerin müzik aletidir. Bunun ispatını istersen, buyur gel Burdur iline sana bu konuda yardımcı olacak çok değerli cura yapan ve çalan sanatkarlar ile tanıştırayım.
Türk milleti yazılı tarihin her döneminde kendine has kültürü ile diğer milletlerden ayrı, farklı ve bir o kadar da özgün bir yaşam tarzı sürmüştür. Bozkır yasasının yetiştirdiği ve Orta Asya steplerinin olgunlaştırdığı bu yüce millet daima kendine has kültürü ile çevresindeki ulusları etkilemeyi bilmiştir. Neler yokturki Türkün kadim kültüründe? Savaşı sanata çevirmiştir. Yaptığı harp aletleri ile dünya tarihinde çığır açmıştır. Atlarının koşumları ayrı bir sanat eseridir. Oyunları, eğlenceleri, 5 bin senedir çalınan sazı, sözü ve destanları. Dede Korkut hikayeleri bin yıldır tüm coğrafyalarda okunur. Hoca Nasrettin dünya kültür mirası olmuştur. Zengin damak tadı, Türk Mutfağını haklı bir şöhrete kavuşturmuştur. Bütün bunlar sayılırken pek hoştur ama, iş sahiplenmeye, korumaya gelince ne hikmetse kendimizin olanları korumamak, benimsememek ve hatta onlardan kaçmak gibi bir hastalığımızda vardır.
Düşünün; bu gün dünyanın pek çok konservatuarında Sivaslı Veysel’in yapıtları çalınır.
Gençlerimize sorduğunuzda bırakın üç ozanın ismini bilmeyi, ne kadar ecnebi sanatçı varsa sırasıyla saymakta, ama Türk kültürünü 5 bin senedir omuzlamış, savaşta, barışta, kıtlıkta, bollukta, acıda, sevinçte milletinin sesi, soluğu, nefesi olmuş ozanlarımızı bilmemekteler. Bu acı, acı olduğu kadar düşündürücü bir durum. Tanzimat fermanı ile başlayan, Cumhuriyetin ilk yıllarında biraz azaldığı görülen, ama mavi gözlü, gök yeleli Bozkurt’un yani Atatürk’ün ölümü ile tekrar şiddetlenen kültürel yozlaşma hala son sürat devam etmektedir. Bu gün Türk gençliği bulunduğu coğrafyada adına ister globalizm, ister küreselleşme deyin, şiddetli bir kültür emperyalizmi saldırısı altındadır. Bu saldırı sadece müzik alanında değildir. Adına ister moda deyin, ister alışkanlık, ister çeşitleme. Türk Kültürü yoğun bir saldırı altındadır. Bakınca masum gibi görünen pek çok şeyin aslında bizi biz yapan değerlerden nasıl uzaklaştırdığını, toplumumuza ne kadar yabancılaştırdığını bu gün üzülerek görmekteyiz.
“Her yıl ilk yazda ve kışa girmeden güzde Kağanın adamları ormanların ağaçlarını tek tek sayar ve tasnif ederdi. Bu ağaçlar kağanın izni olmadan kesilemezdi. Tarkanlar (beyler) buyruğu altındaki yerlerdeki halkın iaşesinden ve ibadesinden (konaklamasından) sorumluydu. Her sene yaz başında toplanan kamutayda (meclis) halk kağana ve ak sakallılar meclisine şikayetini doğrudan yapardı.” (Prof.Dr.M.Bahaeddin ÖGEL-İlk Çağ Türk tarihine Giriş) “Ormanlarımdan bir dal kesenin, kellesini keserim!” (Fatih Sultan Mehmet)
Lütfen yukarıda verdiğim iki örneği dikkatlice okuyunuz. İlki Türklerde ağaçların bile milletin malı kabul edilerek nasıl korunduğunu, ikincisinde ise ağacın hakanın yani devlet reisinin şahsında milletin malı oluşunun resmidir! Peki, bu gün aynı kültürü görebiliyor muyuz? Lütfen bunun cevabını siz kendiniz verin! Bırakın ağaç dikmeyi, bırakın yeşile sahip çıkmayı yeşili ve ormanı katleden bir topluma dönüştük! Nereye gitti ormanı koruyan milli bilinç?
Beş bin yıllık yazılı tarihi olan bir millet nasıl değişti? Tarih yazan, coğrafyalar yöneten, kıtalar fetheden bir millet nasıl oldu da ömrünün belki birkaç günü diyebileceğimiz bir sürede kültürel yozlaşmaya teslim oldu?
Kültür emperyalizmi tüm kolları ile gençliği sararken, genç cumhuriyetin kurucuları her yönü ile milli kültürü tesis etme çabasındaydı. Ne oldu da bir anda yokluklar içinde kurulan Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Konservatuarlar, Dil tarih Coğrafya Fakültesi gibi Türkiye Cumhuriyetinin temel direkleri bir yana itildi? Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey, Muzaffer Sarısözen, Türk Edebiyatının bayraklaşan ismi Mehmet Akif Ersoy, Türk Şiirinin çağdaş ozanı Sabahattin Ali neden bir köşe de hatırlanmayı bekliyor? Türkçe şiddetli bir saldırı altında. Öyle ki dilimize her gün ne olduğu belirsiz kelimeler katılmakta. Teknolojisini ve bilimini almamız gereken ecnebi devletlerin neredeyse tüm dini bayramlarını kutlar hale geldik. Tüketim toplumu yaratma gayreti içinde olan emperyalistlerin oyununa geldik, cenneti ayaklarının altına serdiğimiz annelerimizi, varlık nedeni çilekeş babalarımızı bir güne sığdırdık. “Ey Türk kadını, sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlarda yükselmeye layıksın!” dediğimiz kadınlarımızı, anamız, avradımız, bacımız, kızımız dediğimiz kadınlarımızı 365 günde bir güne sığdırdık! Her gün evlerimizde ecnebi yapımı dizileri ile televizyonların esiri olduk! Bizim olanı, bize has olanı unuttuk! Kavalımızı, sazımızı, kopuzumuzu, curamızı…
Bu gün yaptığımız pek çok yanlıştan birisi de şudur ki; 5 bin senelik yazılı tarihimizin belli bir yerini ele alıp, bazı yerlerini atar olduk. Lütfen bu hataya düşmeyelim! Hun ne kadar bizimse, Gök Türk, Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı’da o kadar bizimdir! Bizim asıl mücadelemiz her gün evimizin içine kadar giren, her an her yerde karşımıza çıkan Kültür Emperyalizmi ile olmak zorundadır!
Ebedi önder, ulu başbuğ Gazi Mustafa Kemal yolu ve hedefi “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür!” diyerek net bir biçimde çizmiştir. Türk Milleti; kendisini yozlaşarak milli benliğinden uzaklaştırmaya çalışan emperyalistlerin oyunlarını ve tuzaklarını bozarak dilini, kültürünü ve devletini yaşatmak zorundadır.
O halde; ey Türk İstikbalinin evladı bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini ve Türk kültürünü ilelebet korumaktır. Muhtaç olduğun kudret damarlarında ki asil kanda mevcuttur!

14 Ekim 2014 Salı

İSYAN MI, TALAN MI?



            Televizyonlar, radyolar ve yazılı basında boy boy görseller. Suriye devletinin Halep vilayetinin Ayn el Arab ilçesindeki iki terör örgütünün çarpışmalarında Türkiye Cumhuriyeti devletinin kürt terör örgütü PYD (Partiya Yekîtiya Demokrat-Demokratik Birlik Partisi) silahlı güçleri YPG (Yekîneyên Parastina Gel-Halk Savunma Birlikleri) güçlerine yardım etmesi için ve karşı güç IŞİD (Devlet'ül İslâmiyye fi'l Irak ve'ş Şam-Irak Şam İslam Devleti) militanlarının Ayn el Arab ilçesindeki kuşatmayı kaldırmaları için Türk Ordusunun karadan buraya girerek YPG terör örgütünün militanlarının  kurtarılmasını isteyen yerli terör işbirlikçileri. Yakılıp yıkılan sokaklar, iş yerleri, okullar, banka şubeleri, alış veriş merkezleri, para çekme makineleri. Ya öldürülen insanlar? 35 insanımız adı demokratik talep ya da ne derseniz deyin, terörün bir başka çeşidi ile hayattan koparıldı. Sözde Kürtler adına çıktığını, onların haklarını savunduğunu söyleyen iki grup memleketi harp meydanına çevirdi. Talepleri o kadar masumdu ki, bunu dile getirebilmek için 35 insanı katletmekten –ki ikisi sadece toplumun huzur ve güveni için çalışan emniyet görevlisiydi- 135 polis ile 351 sivili  yaralamaktan, 531 i Polisin, 631 i sivil olmak üzere 1162 aracı yakmaktan, 214 okul olmak üzere 1122 binayı kullanılamaz hale getirmekten kaçınmadılar! O kadar masum bir eylemdi ki, bankaların para çekme makinelerinden 3 milyon TL makineler kırılarak çalınıyordu. Öyle masumdu ki işyerleri ve mağazalar talan ediliyordu!
      Görünende protesto eylemi ama gerçekte serhildan yani başkaldırı provası! Kimse kusura bakmasın, dün silah sıktığınız ve hala sıkmaya devam ettiğiniz TSK bu gün gidip sizin militanlarınızı kurtarmak zorunda değil! Dün yani çok değil 11 yıl önce yapılan plan semineri nedeniyle kafeslenen ve tabiri caizse balyozla hırpalanan Türk ordusu yargılanırken ağzının salyaları akanlar, bu gün Mehmetçik’ten medet umar hale gelmişlerdir. Kimse kusura bakmasın, Mehmet’in kanı o kadar ucuz değil! Mehmet Türk vatanı için kanını akıtmaktan, canını vermekten kaçınmaz. Ama birileri memnun kalacak diye de kendini ateşe atmaz! Osmanlı Devletinin son zamanından Türkiye Cumhuriyetinin bu gününe kadar toplam 38 kürt ayaklanması çıkmıştır.  Tarihsel olarak Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı yapılan ayaklanmalar aşağıda verilmiştir.
  1. OSMANLI DÖNEMİNDEKİ İSYANLAR:

  1. Babanzade Abdurrahman Paşa  isyanı (1806- Musul)
  2. Babanzade Ahmet Paşa isyanı (1812 – Musul)
  3. Zaza’ların isyanı (1820)
  4. Yezidilerin isyanı (1830- Hakkari)
  5. Şerefhan isyanı (1831- Bitlis)
  6. Bedirhan isyanı (1835- Botan)
  7. Garzan isyanı (1839- Diyarbakır)
  8. Ubeydullah İsyanı (1881- Hakkari)
  9. Bedirhan Osman Paşa ve kardeşi Hüseyin Paşa isyanı (1872-Mardin-Cizre)
  10. Bedirhan Emin Ali isyanı (1889- Erzincan)
  11. Bedirhaniler ve Halil Rema isyanı (1912-Mardin)
  12. Şeyh Selim Şehabettin ve Ali isyanı (1912- Bitlis)
  13. Koşgari isyanı (1920- Koşgiri)

  1. CUMHURİYET DÖNEMİ AYAKLANMALARI:

  1. Nasturi isyanı (1924- Hakkari)
  2. Jilyan isyanı (1926- Siirt)
  3. Şeyh Sait isyanı (1925- Bingöl-Muş-Diyarbakır)
  4. Seit Taha ve Seit Abdullah isyanı (1925-Şemdinli)
  5. Reşkotan ve Reman isyanı (1925- Diyarbakır)
  6. Eruh’lu Yakup Ağa ve oğulları (1926-Pervani)
  7. Güyan isyanı (1926-Siirt)
  8. Haco isyanı (1926- Nusaybin)
  9. I. Ağrı isyanı (1926)
  10. Koçuşağı isyanı (1926- Silvan)
  11. Hakkari- Beytüşşebab isyanı (1926)
  12. Mutki isyanı (1927- Bitlis)
  13. II. Ağrı isyanı
  14. Biçar harekatı (1927- Silvan)
  15. Zilanlı Resul Ağa isyanı (1929- Eruh)
  16. Zeylan isyanı (1930- Van)
  17. Tutaklı Ali Can isyanı (1930- Tutak-Bulanık-Hınıs)
  18. Oramar isyanı (1930- Van)
  19. III. Ağrı harekatı (1930)
  20. Buban aşireti isyanı (1934- Bitlis)
  21. Abdurrahman isyanı (1935-Siirt)
  22. Abdulkuddüs isyanı (1935-Siirt)
  23. Sason isyanı (1935-Siirt)
  24. Dersim isyanı (1937-Tunceli)
  25. PKK terörü (1984-1999)
Görüldüğü gibi 13 ü Osmanlı zamanında, kalan 25 i ise Türkiye Cumhuriyeti  döneminde çıkan bu isyanların hepsinin, evet istisnasız hepsinin ortak bir özelliği var. Bir aşiret ağası yada aşiretin imtiyazlarına devletin izin vermemesi, devletin vatandaşına eşit imkanlar tanımak istemesi veya istikrarsız bir Türkiye istenmesi!
 Siz sanır mısınız ki pkk isyanı masum bir kürt bağımsızlık hareketidir?  Taşları üst üste koyalım lütfen. PKK (Partiya Karkerên Kurdistan- Kürdistan İşçi Partisi) ne zaman ve nasıl kuruldu? Ne şartlar altında kuruldu? Kime karşı kuruldu ki bu gün neredeyse bütün orta doğuda yedi başlı yılan misali kolları tüm coğrafyayı sardı? Şimdi bir hafızamızı yoklayalım. Pkk terör örgütü 1974 yılında kuruluyor. 1978 yılında yaptıkları 1. kongrede amaçlarının bağımsız kürdistan olduğunu ilan  ediyor. Kuruluş tarihi bir şeyler anlatıyor mu bilmiyorum, ama beni epey araştırmaya itti. Köy Kent Projesi ve Toprak Reformu size neyi hatırlatıyor desem? 1973 Yılında Naim Talu hükümetinin Köy Kent Projesinin hayata geçirilmesi için Köy İşleri Bakanlığı tarafından hazırlanan raporu yayımladığını söylesem? Ya Toprak Reformu? “Toprak işleyenin, su kullananın!” size bir şey hatırlatıyor mu bu slogan? Peki şöyle diyeyim ki bazı hususları daha ayrıntılı düşünelim.  Pkk iç tüzüğünü incelediğimizde sadece çiftçilere diğer toplum sınıflarında olduğu gibi örgütlenme (kooperatifleşme) hakkı vereceğini vaat ediyor. İşçilere de lütfen sendikalaşma hakkı vereceğini yazıyor. Hani bunların amacı fakir kürt halkını kalkındırmaktı? Yoksa bu yodaşların emeli Marksist Leninist öğretinin tam tersi istikamette “Bağımsızlık” verecekleri kürtleri bir yerlere bağlamak mıydı? Türkiye’de iktidara gelen bütün patilerin neredeyse hepsinin seçim bildirgelerine giren Toprak Reformu, Hakça Paylaşım ve Köy Kent Projeleri komünist olduğunu söyleyen ve en büyük kırımı kurtaracağını söylediği kürt halkına yapan pkk tüzüğünde neden yer almıyordu acaba? Yıllarca doğu ve güney doğu Anadolu’da bulundum. Ama yukarıda saydığım hiçbir hususun terör örgütü tarafından halka söylendiğini görmedim. Daha kötüsü buralarda alan hakimiyeti kurmaya çalışan bölücü örgütün kürt çocukları bir şey öğrenmesin diye en büyük saldırılarını ve kanlı eylemlerini öğretmenlerimize ve okullara yaptıklarını gördüm.
 Orta Doğu denilen coğrafyada ülkesi mamur, halkı müreffeh, ordusu güçlü bir Türkiye düşünelim. Bu kimin işine gelir? Yada şöyle diyelim, güçlü bir Türkiye kimin işine gelmez? Kimin ya da kimlerin işine geleceğini bilemem ama güçlü Türkiye yer yüzünde ne kadar emperyalist güç odağı varsa onları rahatsız eder ve işlerine kesinlikle gelmez! Her şeyden önce kan ve göz yaşı içindeki orta doğuda barış adası bir Türkiye bölge halkları için bir güven kapısı iken ülkenin ve milletin geri kalması, devletin güçsüzlüğü emperyal güçlerin işine gelmektedir.
Bunun için kısacık Cumhuriyet tarihine göz atmak kafi gelecektir. 29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen Türkiye Cumhuriyetinin çok değil ilanından hemen 283 gün sonra Nasturi ayaklanması patlak verir. Tarihler 7 Ağustos 1924 ü gösterirken Nasturiler Musul meselesi nedeniyle gergin olan Türk-İngiliz ihtilafını fırsat bilip İngilizlerin kışkırtmaları ile  ayaklanırlar. Hatta bu ayaklanma esnasında  İngiltere hükümeti Türkiye’ye nota verir ve sınırlarımızı geçen İngiliz savaş uçakları birliklerimizi bombalar. 14 Ağustos 1924 de Cafer Tayyar Eğilmez Paşa isyanı bastırmakla görevlendirilir ve isyan 7 Eylül’de tamamıyla bastırılır. Peki daha Nasturi isyanı bitmeden çıkan 4 Eylül 1924 tarihli Beytüşşebap İsyanı? Ya Şeyh Sait İsyanı? Yukarıda tek tek yazdığımız isyanların hepsinin de ortak bir özelliği vardır değerli okurlar. Belirli güç odakları adına çıkartılmış, gerçekte en büyük zararı Anadolu halkının gördüğü, isyan edenlerin değil, garibanların , kimsesizlerin mahvolduğu hareketlerdir bunlar. Yani kökü dışarıda olan istikrarsız bir Türkiye için var gücü ile çalışan kuklaların çıkardığı isyanlardır.
Tarih çok sabırlıdır. O kadar sabırlıdır ki, bu günün kahramanlarının yüz yıla bile gerek kalmadan birkaç yıl sonra hain olduklarını gösterecek kadar sabırlıdır! Sözde Kobane diyenlerin gerçekte kimlere hizmet ettiklerini tarih ve bu millet kaydetmektedir! Son söz olarak şunu diyorum; o kadar yiğit iseniz, LÜTFEN ÖNDEN BUYRUN!


11 Ekim 2014 Cumartesi

ARMEGEDDON TİMİ İŞ BAŞINDA

Armegeddon savaşı, ya da Melhame-i Kübra… Yahudilerin ve Evanjeliklerin (tebliğci Hristiyanların) beklediği büyük kıyım. Diğer adıyla son savaş. Bütün semavi dinlerin eskatolojisinde (dünyanın sonu ile ilgilenen din felsefesi) Armegeddonun çıkacağı, karanlık ve aydınlık arasındaki son ve en büyük savaş olacağı yazılıdır. Bu savaş Yahudi ve Hristiyan inancında bu günkü İsrail devletinin başkenti Tel Aviv kentinin 55 mil batısında yer alan bir tümülüsün olduğu yerdir. İslam inancında ise bu yer Amik ovası olarak geçmektedir. Bütün semavi dinlerde bu son savaş Mehdinin gelişini hızlandıracak ve “Altın Çağ” başlayacaktır. Bu gün pek çok aşırı Yahudi Kabbalistler ve Hristiyan Evanjelistler bu savaşın çıkması için her yolu denemektedirler.
Özellikle kalan 20 inci yüz yılda o kadar uğraşılmasına rağmen beklentileri karşılamayan iki büyük dünya savaşının arkasından gerek Katolik Yahudilerin ve gerekse Evanjeliklerin tekrardan çıkarmak için var güçleri ile uğraş verdikleri bu büyük savaşın anahtarı son tecrübelerle görülmüştür ki Minor Asia yani Anadolu’dur! Neden Anadolu? Küçük bir fikir idmanı yapalım isterseniz. 1945 yılında ikinci büyük savaş bittiği zaman Yunanistan halkı açlıktan kırılma noktasına geldiğinde onlara yardım elini kim uzattı sizce? Yakın akrabam ve o yıllarda Trakya’da askerlik yapan rahmetli Hasan Erbil “Biz hudut beklerdik. Karşımızda köprünün öte yanda Yunan kara kolu vardı. Suya atlayıp bizden yana gelirlerdi. Ekmek verirdik. Tayınlarımızı paylaşırdık. Bize Türk gardaş derlerdi.” Diyerek o yılları bana bizzat anlatmıştı. Zamanın Genel Kurmay Başkanı Omurtak Paşanın emri ile Türkiye’ye geçen Yunanlılarla Türk askeri bırakın engel olmayı, ekmeğini, kumanyasını paylaştırmıştır. Çünkü Türk milleti düşmanı dahi olsa zorda kalana yardım etmeyi kendisine daima görev addetmiştir. Ön Asya’da ortaya çıkan pek çok karışıklıkta Türkiye daima barış adası olma özelliğini korumuş, mazlumlara kucak açmıştır. Bizzat tanık olduğum bir olay da 1991 yılında Anadolu sınırına yığılan 1,5 milyon Irak vatandaşıdır. O zorlu günlerde sınırda görev yapan asker, polis, doktor, hemşire pek çok kamu görevlisinin çektikleri çileye bizzat şahit olmuş birisiyim. Hatta Uludere’de sınırı geçip Yemişli köyünde Türk toprağını öpenleri gördüm. Sevinç gözyaşları içinde sakalları kutsal vatan toprağına karışan yaşlı Iraklı “Allah Türk Milletini baki kılsın. Allah Türkiye’ye zeval vermesin. Türkiye olmasa şimdi biz nere giderdik. Farslılar (İran) bizi kabul etmiyor. Allah Türkiye’yi başımızdan eksik etmesin!” diyerek ağlıyordu.
Türk devleti 1923 yılından itibaren almış olduğu acı tecrübeler gereği bu karışık coğrafyada yaşayabilmenin ve hayatta kalabilmenin yegane şartının önce içerisinde, sonra bölgesinde ve nihayetinde dünyada kalıcı barış ile olabileceğinin farkında olarak kurucu önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh!” ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalmış ve bu günlere gelebilmiştir. Elbette bu günlere gelmek hiçte kolay olmamıştır. Özellikle Anadolu coğrafyasında gözü olan bazı dostlarımızın(!) üstün gayretlerine rağmen çeşitli kereler kesintiye uğrayan demokrasi maceramıza kör topal devam etme gayretimiz sürmüştür. Ülkemizde ne zaman bir iç karışıklık çıksa illaki çok sevgili dostlarımızı arar gözlerim. İnananın görmekte de gecikmez. Bu yazıyı hazırlamama sebep olan bir telefon muhaberatı yaptım bu gün. İsmi bende mahfuz bir arkadaşım birkaç günden beri süre gelen ve neden olarak Suriye Arap Cumhuriyetinin Halep vilayetinin Ayn el Arap ilçesindeki iki terörist grubun savaşını gösterip ortalığı savaş alanına çevirenlerin asıl niyetlerinin çok farklı olduğunu anlattı. Yıllarca doğu ve güney doğuda birlikte çalıştığım bu gözü pek arkadaşım; “Burada kalkışma provası yapılıyor. Kimse masum değil. Ama asıl sıkıntı yerli işbirlikçilerden ziyade Armageddon timi olarak görülen yabancı istihbarat örgütlerinin elemanları. Bunlar bizce malum örgütlerin elemanları. Gündüz sakallı olanlar, gece takım elbiseli, sinek kaydı traşlı. Dertleri Türkiye’yi Orta Doğu bataklığına çekmek. Çünkü Türkiye bölgede huzur ve istikrarın yaşandığı tek yer. Amaçları çok farklı!” diyordu ve sesi çok asabi geliyordu. Dinlediklerim kanımı dondurmaya yetti sevgili okurlar. Bu görüşmenin arkasından doğu ve güney doğuda görevli başka arkadaşlarımı aradım ve onlarda hemen hemen aynı şeyleri söylediler. Armegeddon Timleri…
Türk Milleti son iki yıldır çok çetin bir sınavdan geçmektedir. Elbette sınavımız çok zorlu ve bir o kadar da sıkıntılıdır. Ancak, Millet olarak tahriklere kapılmamak, aklı selim ile hareket etmek ve bu devletten başka devletimizin olmadığını unutmamak gerekiyor. Çünkü karşımızda milletimizi sokağa çekmeye çalışan çok organize örgütler var. Bölücü terör örgütü ancak silahsız sivilleri, savunmasız okulları vurur. Bunu dünya alem biliyor. Bu gün doğu da ve güney doğuda sergilenen oyunlar, İstanbul, Antalya, Ankara, İzmir, Eskişehir ve Yalova’da da neden sergileniyor dersiniz? Neden Antalya gibi milli hisleri yüksek olan Türkmen başkentinde, neden Rumelili Evladı Fatihan torunlarının yoğun yaşadığı Yalova’da ve neden Türk Dünyası Kültür başkenti Eskişehir’de bu oyunlar sergilenmektedir? Düşün ey yüce milletin düşün! Orta doğunun kan gölüne dönmesi ancak Anadolu’nun istikrarsızlaştırılması ile mümkündür! Bunu unutma! Seni sokağa çekmek isteyenlerin, Türk-Kürt çatışması çıkarmak isteyenlerin asıl derdi 1920 de yapamadıklarını şimdi yapmaktır! Armegeddon Timlerinin hedefi bu coğrafyayı kana bulamaktır. Bu oyuna gelmeyeceğiz Aziz Milletim! Şu anda Türk Devletinin polisi ve askeri olaylara hakimdir. Bizim millet olarak yapacağımız tek şey bozgunculara fırsat vermeyip askerimize ve polisimize yardımcı olmaktır!
Allah Türk Milletini ve Türk Devletini Baki kılsın!

BU GÜN GÜNLERDEN ZAFER!

Bu gün günlerden zafer.  Bu gün 30 Ağustos.
Yaklaşık olarak 300 yıl boyunca cephelerde bitme noktasına gelmiş bir ulusun dünyaya “Ben varım ve buradayım!” dediği kutlu günün adı bu gün. Bu gün, kadını,erkeği, yaşlısı, genci ve çocuğu ile var olma mücadelesi veren, binlerce şehit ve gazinin bedel olarak bedenleri ve hayatlarını verdikleri kutlu mücadelenin taçlandığı gün. Bu gün 30 Ağustos… Antepli Şahin Beyin göremediği ama kanı ile imzaladığı, Maraşlı Çakmakçı Sait’in göğsünde şeref madalyası, Sütçü İmamın namlusundan çıkan kurşunun ulaştığı hedeftir bu gün. Bodrumlu Ümmüşen’in, Milis Üsteğmeni Kara Fatma’nın, Osmaniyeli Tayyar Rahmiye’nin,  12 yaşındaki onbaşı Nezahat’ın “Benim kanım sizinkinden daha mı şirindir?” diyerek kendisini Kuvayi Milliye saflarına almak istemeyen erkekler kafa tutan Yirik Fatma’nın ve nihayetinde “Millet malıdır!” diyerek Kastamonu Kışla önünde kağnısına kapanarak kendisi ve bebeği şehit olan Şerife bacının  bayraklaşan destansı mücadelelerinin tacıdır 30 Ağustos. Binlerce şehidin, on binlerce gazinin döktüğü kanın, verdiği canın bedelidir 30 Ağustos.   

 

Türk Kurtuluş Savaşı sebepleri ve sonuçları ile Dünya Tarihini derinden etkilemiştir.  Etkileri sadece yapıldığı coğrafya ile sınırlı kalmamış, neredeyse bütün dünyayı ve sömürge imparatorluklarını derinden sarsmıştır. Sadece Hindistan’ın milli kahramanı Mohandas Karamçand Gandi’nin şu sözü Türk Milli Kurtuluş Savaşının sonuçlarını görmemiz açısından çok önemlidir. Şöyle der Gandi; “Mustafa Kemal, İngilizleri yeninceye kadar, Tanrı'yı da İngiliz zannederdim!”  Tanrıyı bile İngiliz sanmak bu gün gülünç gibi gelebilir. Ancak unutulmamalıdır ki şartlanan beyin daima gerçekleri değil kendi gerçeklerini yani şartlanmışlığını görür. Bu nedenle Türk Milli Kurtuluş Savaşı şartlanan milyonlarca beyinin kendi gerçeğini kırmış, milli egemenlik kavramını esir milletlere hediye etmiştir.  30 Ağustos sadece Türk Milli Kurtuluş Savaşının taçlandırdığı bir zafer günü olmayıp, milyonlarca esir insanın kurtuluş günüdür aynı zamanda.

 

30 Ağustos 1922 dünya harp tarihinde iki ordunun çarpışması olarak kayıt edilse de, gerçekte ezilenlerin ezenlere karşı son hamlesidir. Bir tarafta kendinden ve tarihinden  başka dayanak yeri olmayan bir millet, öte yanda o günün şartlarında teknolojinin en ileri temsilcileri olan emperyalist Avrupanın donatıp gönderdiği işgalci Yunan ordusu. Türk Milleti Milli Kurtuluş Savaşı ile sadece kendi varlığını deklare etmemiştir. Aynı zamanda bu mücadelenin neticeleri itibariyle o sırada neredeyse dörtte üçü esir olan dünyanın mazlum milletlerine de rehberlik etmiştir. Bu nedenle 30 Ağustos dünya tarihinin en onurlu zafer günüdür! Açlığın, yokluğun, hastalık ve çaresizliğin bile Millet İstiklalinin önüne geçemediğinin ispatıdır 30 Ağustos. Yeri gelmişken burada bir hatırayı yazmadan geçemeyeceğim: “Sabah aldığımız tepe, bakıyoruz öğleden sonraya düşmanın eline geçmiş. Daim bir yaralı ve cenaze nakli var. Artık şehitlerin naklinden vazgeçildi. Yaralılara bazen su bile veremeyecek duruma düşüyoruz. Sahra hastanemizin yeri üç-dört defa değişti. Ameliyat ekibi artık bitkin durumdadır. İaşemiz bitti. Yaralılara bile yedirecek tayınımız kalmadı. Hekim paşaya "Kumandanım, mekkare katırlarının gübrelerinin içinde arpa daneleri var. İzniniz olursa ayıklayıp yıkayalım. Kavurur yeriz!" dedim. Hekim paşa "Yaşatmak için yaşamak zorundayız. dediğini yap Ömer Çavuş!" dedi... İlk işimiz mekkare hayvanatının bulunduğu ahırlara dalmak oldu. -Burdur Tefenni Türk köyünden Bardaklı Veli oğlu Sıhhiye Çavuş Ömer (Oğlu Alim Harmanda'dan nakildir) Sakarya Savaşı hatırası.

 

Küçük bir kıvılcımın bir volkan patlamasına dönüşmesinin adıdır. Türk Milletinin kendisine rol biçmeye kalkanlara verdiği en güzel cevap, Sevr Paçavrasını namlunun ucuna taktığı ve tarihe imzasını attığı tarihtir 30 Ağustos.  Anadolu ve Rumelide binlerce şehidin son dileğidir 30 Ağustos!

 


Bu gün 92 inci yılını kutlama şerefine eriştiğimiz Baş Kumandanlık Meydan Muharebesi ve Büyük Zafer Türk Milletine kutlu olsun. Ebedi Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal ile  silah arkadaşlarının, aziz şehitlerimizin ve kahraman gazilerimizin ruhları şad olsun! 

SÜNGÜNÜN UCUNDAKİ PAÇAVRA: SEVR

Tarih 10 Ağustos 1920, Fransa devletinin başkenti Paris’in üç kilometre batısındaki Sévres (Sevr) banliyösünde bir seramik fabrikası. Bir tarafta mağlup Osmanlı Devleti delegasyonu, Sadrazam Damat Ferit Paşa,  Eski Maarif Nazırı (milli eğitim bakanı) Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa, eski Şura-yı Devlet (Danıştay) reisi Rıza Tevfik Bey ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey, öbür yanda İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Belçika, Ermenistan, Yunanistan, Polonya, Hicaz, Romanya, Çekoslovakya ve Sırp-Hırvat-Sloven Devleti delegeleri. 433 maddelik bir barış(!) antlaşması. İmzayı koyan delegelerin ümidi Büyük Britanya devletinin göstereceği ali cenaplık! Kurbanlık koyunun kasabın bıçağını yalaması denilebilecek hazin bir durum.

Bilindiği üzere Osmanlı Devleti üç maceraperest İttihatçı paşanın sonu gelmez hırslarının neticesinde Almanya ile birlikte birinci büyük paylaşım savaşına girmiş, müttefikleri yenilince 30 Ekim  1918’de Ege denizinde Limni adasının Mondros limanında Agememnon zırhlısında imzaladığı ateşkes anlaşması ile resmen yenilmiş sayılmıştır. Bu silah bırakışması Osmanlı Devletinin artık yolun sonuna geldiğinin resmi belgesi anlamına gelmektedir. Çünkü ateşkes antlaşmasındaki stratejik yerlerin işgali, ordunun terhisi, cephaneliklerin teslimi gibi askeri konuların yanında doğu illerinde karışıklık çıkması halinde İtilaf devletlerine buraları işgal etme yetkisini veren 24. madde Osmanlının hakkında verilen hükmün ilanı niteliğindedir. Müttefik güçler yani itilaf devletleri İstanbul’un düştüğü iyimserlik havasını tez vakitte dağıtmakta adeta yarış etmişlerdir. 13 Kasım 1918 de ilk protesto notası itilaf devletlerince Osmanlı Hükümetine verilirken, yer yer işgaller de başlamıştır. 1919 Mayıs ayı ise Türkiye’de artık hayal kırıklıklarının yoğun olarak yaşandığı, yeni arayışların başladığı bir ay olarak tarihe düşmektedir. Osmanlı cenahında bir barış antlaşması yapılacağı beklentileri Mayıs 1919 da umutsuz bir bekleyişe dönüşmüştür. 7 Mayıs 1919 da İtilaf devletleri Yüksek Konseyi Yunanlıların İzmir’i işgaline karar vermekte ve nihayetinde Yunan ordusu 15 Mayısta İzmir’e ayak basmaktadır. Artık Türk vatanı fiili olarak parçalanmaktadır. Bunun böyle olacağı daha Mondros ateşkes  anlaşması yürürlüğe girer girmez belli olmuştu.
           
İtilaf devletleri neden diğer mağlup devletler ile barış anlaşmaları yaparken Osmanlı ile yapmamıştı? Öyle ki İtilaf devletleri Osmanlının müttefiki olan diğer mağlup devletlerden Avusturya ile Saint-Germain Antlaşması, Macaristan ile  Trianon Antlaşması,  Bulgaristan arasında Neuilly Antlaşması ve Almanya ile Versay Antlaşmasını   imzalanmasına rağmen Osmanlı Devleti ile 1920 yılı Nisan ayına kadar  hâlâ bir barış antlaşması imzalanamamış ve görüşmeler belirsiz bir geleceğe ertelenmişti. Şimdiye kadar pek çok tarihçinin ortak kanısı Osmanlı ile itilaf devletleri arasında barış antlaşması imzalanamayışının en önemli nedeni olarak itilaf devletlerinin Osmanlı Devletinin nasıl paylaşılacağının kararının verilememesi, İtalya ve Yunanistan arasında ki İzmir ihtilafı, Irak petrollerinin paylaşımı, boğazlar ve doğu Anadolu’nun kime bırakılacağı gibi konulardan dolayı anlaşma özellikle geciktirilmiştir.
           
Türk Milletinin işgallere karşı sert mukavemeti, aynı şekilde bir avuç vatanperverin kurdukları Kuvayi Milliye teşkilatları, yerel direnişler, Gazi Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak basması ve akabinde Amasya tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri neticesinde  dağınık halde ki mücadele derneklerini tek çatı altında toplaması, Ankara’ya gelerek yeni bir oluşum içine girmesi itilaf devletlerinin Osmanlı Devleti ile barış anlaşması yapması gereğini ortaya koymuş ve nihayet 18 Nisan 1920 de İtalya’nın San Remo kentinde toplanan milletler arası paylaşım konferansında,  ana hatlarını hazırladıkları antlaşmayı deklare etmek üzere 22 Nisan 1920 de Osmanlı devletini Paris’te yapılacak olan sözde barış konferansına davet ederler. Padişah Vahdettin’in Paris’e gönderdiği eski sadrazam Ahmet Tevfik Paşa anlaşma şartlarının  "devlet mefhumu ile kabil-i telif olmadığını" (devlet kavramı ile bağdaşmadığını) beyanla konferanstan çekilir. Bu arada 23 Nisan 1920 de Ankara’da TBMM açılmış, 30 Nisan 1920 de Türkiye Büyük Millet Meclisi taraf devletlerin dış işleri bakanlıklarına gönderdiği bir yazı ile Ankara’da milli bir hükümet kurulduğunu bildirmiştir. Osmanlı Heyetinin barış konferansından çekilmesi ve  Ankara’da milli bir hükümetin kurulması üzerine  21 Haziran'da İtilaf Devletleri Türk Milletinin direnişini kırmak için, İzmir'de bulunan Yunan kuvvetlerini Anadolu içlerine sürmeye karar verir. Balıkesir, Bursa, Uşak ve Trakya kısa sürede Yunan ordusu tarafından işgal edilir. Padişah tarafından toplanan saltanat şurası 22 Hazrina tarihinde ikinci bir heyetin gönderilmesine karar verir. Sadrazam Damat Ferit Paşa,  Eski Maarif Nazırı (milli eğitim bakanı) Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa, eski Şura-yı Devlet (Danıştay) reisi Rıza Tevfik Bey ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey’den oluşan bu ikinci heyet 433 maddeden oluşan sözde barış anlaşmasını imzalarlar.

           
Tarihe kara bir leke olarak düşen bu antlaşma Türk milletinin nazarında hiçbir zaman kabul görmemiş, Türkiye Büyük Millet Meclisi Türk Milletinden intikam almayı ve bu yüce milleti tarihin karanlık dehlizlerine “esir” olarak göndermeyi amaç edinmiş ihanet belgesini yok hükmünde saymıştır. Gazi Mustafa Kemal 17 Ocak 1921 de United Telegraph gazetesine verdiği beyanatta “Siyasî, adlî, iktisadî ve malî bağımsızlığımızı imhaya ve sonuç olarak yaşama hakkımızı inkâr ve ortadan kaldırmaya yönelik olan Sevr Antlaşması bizce mevcut değildir” demiştir. Mustafa Kemal şöyle der: “Oysa Türk’ün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir”. Mustafa Kemal ve silah arkadaşları kararlıdır. Öyle ki ya bu millet Anadolu Bozkırında yok olup gidecek, ya da hür ve bağımsız olarak ebediyete kadar varlığını sürdürecektir. Türk Milleti, kendisine inanan ve çareyi milletinde gören Gazi Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının  beklentilerini boşa çıkarmamış, İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da ve en nihayetinde İzmir Körfezinde süngüsüne taktığı bu paçavrayı Akdeniz’in serin sularına gömerek tarihin tozlu raflarına göndermiştir.

Tarihin her döneminde; bu yüce millet, yok oldu, bitti denildiği zamanlarda bile Tuğrul Kuşu misali küllerinden tekrar doğmuştur. Bu yüce millet öyle oğullar ve kızlar yetiştirmiştir ki; en umutsuz zamanlarında bile içinden  bir başbuğ çıkarıp tarihin köşesinden bakan değil, tarih yazan bir millet olduğunu cümle aleme göstermiştir. Tanrı Kut Mete olup iklimlere hükmetmiş, Bumin Kağan olup kavimleri yönetmiş, Attila olup krallara baş eğdirmiş, Kara Otman olup Söğüt yaylasından çıkıp kıtaları fethetmiş, Gazi Mustafa Kemal olup yedi düvele diz çöktürmüş başbuğları ile Türk Milleti dün olduğu gibi bu günde, yarında, ebediyete kadar hür ve bağımsız yaşayacaktır! 94 üncü yılında kara bir leke olarak tarihimize düşülen Sevr notunu asla unutmayacağımızın ve Türk Milletinin süngüsünün ucunda bir paçavra olarak kalacağının bilincindeyiz. Türk Milletinin 94 yıl önceki durumlara düşmesini bekleyen safdillere şunu söylemek istiyorum;

 “Bu memleket tarihte Türktü, halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.“ Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

NEDEN HEDEF ÜLKE TÜRKİYE?

Pek çoğumuzun dilinde pelesenk olmuş bir cümledir bu; “Hedef ülke, Türkiye!” Kimse bu ülkenin neden hedef olduğunu, neden birilerinin ısrarla iştahını kabarttığını merak etmez. Klasik cümledir yani. Oysa elimizin altındaki pek çok kaynağı karıştırmak, bize bu cennet ülkenin neden hedefte olduğunu, neden pek çok dostumuzun (!) iştahını kabarttığını görmemize yetecektir.
           
Elimde Maden Tetkik Arama genel Müdürlüğünün 2013 yılı verileri var. Çok merak eden girip internet adresinden araştırabilir. Türkiye’de mevcut hali hazırda çıkarılmakta, işlenmekte olan ve muhtemel çıkarılabilecek maden rezervleri ile ilgili bir tablo. Neler yok ki? Adını bile duymadığımız madenler var. Ne işe yaradığını bile bilmediğimiz madenler. Mesela Bitümlü Şist, pek çoğumuzun belki de ilk defa okuduğu ve ne olduğu konusunda bir bilgi sahibi olmadığı bir maden türü. Ne işe mi yarar? Sentetik petrol üretmeye yarar denilmiş tanımında. Türkiye’de mevcudu 1.641.381.000 ton olan bu madenden elde edilecek petrol miktarı sizce ne kadar olabilir? 456.395.563 varil! Kaç litre diyorsunuz, hesapladık efendim 72.566.894.394 litre ham petrol demek.
           
Ülkemizin yıllık petrol tüketimi 26 milyon ton. Peki gelişen ve halen gelişimini sürdüren bir ekonomi olarak Türkiye yıllık 26 Milyon tonluk petrol tüketiminin kaçta kaçını öz kaynakları ile karşılıyor derseniz; 3,6 milyon tonunu yıllık üretimi mevcuttur.  Bu miktar Türkiye’nin petrol ihtiyacının %13 üne tekabül eden bir kısmını karşılamaktadır. Türkiye’nin  ilk petrol üretiminin başladığı 1948 yılından 2000 yılına kadar ürettiği ham petrol miktarı 115 milyon tondur. Peki sizce Türkiye’nin 2000 yılı itibariyle petrol rezervleri ne kadardır? 

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (PİGM) verilerine göre, 2000 yılı sonu itibariyle Türkiye’de 852 milyon 145 bin 509 ton (5 milyar 771 milyon 996 bin 919 varil) ispatlanmış, muhtemel ve mümkün ham petrol rezervi (kümülatif üretim düştükten sonra kalan rezerv) var.  Bunun tahmini parasal değeri 127 milyar Amerikan Doları. Varlık içinde yokluk diye buna deniyor işte!
           
İşin bir diğer yönü; uluslararası petrol arayan şirketlerin raporlarına göre Türkiye’de hali hazırda çıkartılabilecek petrol miktarı 46 milyon ton olarak gösterilmekte, mevcutta açıklanan 852 milyon tonluk kısmın çoğunluğunun işlenemeyeceği, bu günün teknolojisi ile çıkartılamayacağı gibi yalanlarla ülke gündeminden petrolü düşürmeye çalışılmaktadır.  Bu çok uluslu şirketler ne hikmetse 30 yıllığına aldıkları petrol arama ruhsatlarının sürelerini hep uzatmaktalar ve başkalarının petrol aramalarına engel olmaktalar. Küçük bir örnek vermek isterim; hatırlarsınız bir zamanlar, çok değil 9 yıl önce 2005 yılında Türkiye Suriye sınırında bulunan mayınlı arazinin mayından arındırılması ve arındırılan arazinin 49 yıllığına işi yapan kişilere yada firmalara kiralanması meselesi vardı. Halkın tepkisi nedeniyle bundan vazgeçilmiş ve ardından TPAO karakol bahçelerinde yaptığı sondajlama ile petrol çıkarmaya başlamıştı. 7 Ağustos 2007 tarihli Hürriyet gazetesinde şöyle bir haber çıkmaktaydı: TPAO Batman Bölge Müdürlüğü, Mardin’in Nusaybin İlçesi’nde Suriye sınırının sıfır noktasında mayınların temizlendiği alanlara açtığı 25 kuyudan 21’inde petrol buldu.Tel örgülerle çevrili ve kırmızı renkli ’mayın’ yazılı levhaların asıldığı ’Çamurlu’, ’Batı Kozluca’ ve ’Sınırtepe’ bölgesinde açılan kuyulardan günde 2 bin 400 varil petrol çıkıyor.  Şimdi anladınız mı vehbinin kerrakesini? Uluslararası petrol şirketleri için Anadolu yani Küçük Asya bakir bir alandır. Bu günün teknolojisi ile bu petrol çıkarılamaz yalanı gün gibi ortadadır. Türkiye sadece enerji yollarından dolayı değil, kaynakları itibariyle hedef ülke durumundadır.
           
Peki ya doğal gaz?  Türkiye’nin yıllık doğal gaz ihtiyacı bu gün itibariyle 46 milyar metre küptür. Bu miktar her geçen sene artmakta, Türkiye milyarlarca dolarlık doğal gazın %58 ini komşusu Rusya’dan, %18 ini İran’dan, %9 unu Cezayir’den, %7 sini Azerbaycan’dan, %3 ünü Nijerya’dan ve kalan %5 ini diğer ülkelerden ve kendi öz kaynakları ile karşılamaktadır. Yukarıda verdiğim rakamlar 2012 yılı rakamlarıdır. Peki Türkiye 2010 yılı itibariyle 725.993.340   metre küp doğal gazı kendi kaynaklarından karşılarken, acaba rezervi ne kadardır sizce? 23 839 226 253  metre küp!
           
Bor madenleri konusunda neredeyse dünyada tek otorite Türkiye. Ancak bunları çıkarması ve işlemesi hayli pahalı. Yada bize pahalı deniyor.  Türkiye’nin Bor madeni rezervi 3.066.300.000 ton. Bu miktar dünyadaki rezervin %70 i. Bor madeninin kullanıldığı alanları saymaya kalkarsam bu köşeye sığması imkansız. Türkiye’deki mevcut rezervin parasal miktarı ne kadar derseniz, 9 Trilyon ABD doları! Bu benim değil uluslar arası madencilik çevrelerinin ön görüsü.
           
Türkiye, sadece  bulunduğu jeopolitik konumundan dolayı değil, aynı zamanda zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarından dolayı da hedefte olan bir ülke. Bu sadece bu güne münhasır bir durum da değil. 1916 senesinde Sykes-Picot, ardından 1918 Mondros ve nihayetinde Sevres anlaşmaları buna en güzel örnektir. Türkiye’de sömürülecek zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarının varlığı, bulunduğu bölgede istikrar unsuru olması, ön Asya’nın kilidinin Türkiye’nin elinde olması onu “Hedef Ülke” konumuna oturtmaktadır.

Türk gençliği Ata’sının devrimlerine ve ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalarak “Hedef Ülke’yi” “Önder Ülke” yapmak zorundadır. Şunu unutmayınız; Türkiye sadece Türkiye’den ibaret değildir! Bu gün dünyanın neresinde bir Türk yaşıyorsa, dünyanın neresinde mazlum bir Müslüman varsa tarihten aldığı sorumluluk gereği Türkiye bu insanlara kucak açmak, yaralarına merhem olmak  zorundadır. Bu nedenle Türk gençliği evvel emirde bağımsızlığını korumak, vatanına ve devletine sahip çıkmak için omuzlarına yüklenen yükün bilincinde olarak, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün  “Türkiye Cumhuriyetinin, özellikle bugünkü gençliğine ve yetişmekte olan çocuklarına hitap ediyorum: Batı senden, Türk'ten çok geriydi. Manada, fikirde, tarihte bu böyleydi. Eğer bugün batı teknikte bir üstünlük gösteriyorsa, ey Türk Çocuğu, o kabahat da senin değil, senden öncekilerin affedilmez ihmalinin bir sonucudur. Şunu da söyleyeyim ki, çok zekisin! .. Bu belli. Fakat zekânı unut! .. Daima çalışkan ol”  sözünü kendine rehber edinmelidir. 

 08 Ağustos 2014

SYKES-PİCOT ‘TAN SEVR’E, SEVR’DEN LOZAN’A


Dünya harp tarihinde hiçbir millet yoktur ki, galip iken mağlup duruma düşsün. Birinci Cihan Harbi sebepleri ve sonuçlarıyla sadece yapıldığı yılları değil, bu günü bile, etkilemiş ve hala da etkilemektedir.

Osmanlı Devleti birinci cihan harbine girerken 25 milyonluk bir nüfusa ve 4.980.000 km² lik bir yüz ölçümüne sahiptir.  Harp başladığında kırk tümen olan asker varlığı harp süresince yaklaşık 300 tümene yani 3 milyon kişiye ulaşmıştır. 7 ana cephede binlerce evladını kaybetmesine rağmen yenilmemiş, ancak müttefikleri teslim olunca mecburen teslim olarak bir nevi idam fermanı olan Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalamıştır. Mondros Antlaşmasının arkası ne padişah, nede düşmandan medet uman mandacıların beklediği gibi olmamış, galiplerin gerçek niyetlerinin ne olduğu 20 Ağustos 1920 de  Fransa'nın başkenti Paris'in 3 km batısındaki Sevr (Sèvres) banliyösünde bulunan Seramik Müzesi'nde (Musée National de Céramique) Osmanlı Delegasyonu önüne konulan 433 maddelik sözde bir barış antlaşması ile ortaya konulmuştur. Tarihe Sevr Antlaşması olarak geçen ve Türk Milletinin ve kahraman ordusunun süngünün ucuna takarak YOK! Saydığı bu antlaşma bir yerde Türk Milletinin yok edilme, tarihten silme hareketidir. Bazılarının iddia ettiği gibi bu antlaşma ile bırakılan birkaç vilayet falan yoktur. Çok değil Sevr Antlaşmasından 4 yıl önce  İngiltere ve Fransa arasında 9 ve 16 Mayıs 1916 tarihleri arasında karşılıklı olarak verilen mektuplarla  Sykes-Picot Anlaşması yapılmıştır. –ki bu antlaşmadan önce 1916 yılı Ocak ayında Şerif Hüseyin-Mc Mahon Anlaşması imzalanmıştır-  Sykes-Picot Anlaşması Osmanlı Devletine son verdiği gibi Türk Milletinin tam anlamıyla ön Asya’dan atılmasını, ön Asya’nın ve Anadolu’nun tüm yer altı ve yer üstü kaynaklarının insanları ile birlikte sömürgeleştirilmesini, kısacası Türk Milletinin idamını öngörmekteydi. Bu antlaşmanın bir ayağı olan Rusların devrim neticesinde çekilmelerin ardından İtalya’nın büyük bir iştahla gruba dahil olmak istediğini görmekteyiz. Öte yandan, İtalya’nın İtilâf Devletleri safında savaşa katılması ve Anadolu’dan ısrarla pay istemesi sonucunda 21 Nisan 1917’de St. Jean De Maurienne’de bu antlaşmaya İtalya devleti de imza koyar.
Ancak anlaşmanın taraflarının evdeki yaptıkları hesap harp meydanlarına uymadı. Türk Ordusu yedi cephede yaptığı kahramanca mücadeleler neticesinde İngiliz, Fransız, İtalyan ve Rus emperyalistlerinin heveslerini kursaklarında bıraktı. Hele ki Rus devrimi yapılan tüm planları suya düşürdü. İşte 10 Ağustos 1920 de Paris kentinin Sevr banliyösünde yapılan antlaşmanın temelinde 1916 senesinde İngiliz ve Fransızlar arasında yapılan bu mutabakatın ruhu yatmaktaydı.

Sevr antlaşmasının 433 maddesinde neler yoktu ki? Anadolu’nun santim santim  paylaşımından tutun da, doğuda ABD başkanı Wilson efendinin hakem sıfatı ile bazı vilayetlerimizi Ermenilere vermesi, azınlıklara  devlet kurma hakkının verilmesi, İzmir’in Osmanlı Devletinde olan egemenlik haklarının 5 yıl süre ile Yunanlılara verilmesi (hazret sanki araba kiralıyor!) beş yılın sonunda plesipit (halk oylaması) ile İzmir ilinin kimde kalacağına oranın halkının karar vermesi, Duyun-u Umumiyenin tekrar teşekkülü, Kapitülasyonların devamı, Türk Boğazlarının uluslar arası komisyona devri, Savaş Suçlularının cezalandırmak için itilaf devletlerine verilmesi, Osmanlı Donanmasının ilgası, zabıta kuvvetleri dahil toplamda 50.700 kişilik bir ordu olması ve ordunun itilaf devletlerince kontrolü gibi maddelerin yanında Türk hukuku ve idari düzeni hemen her alanda Müttefikler tarafından belirlenen kurallara uygun hale getirilecek; sivil deniz ve demiryolu trafiği Müttefik devletler arasında yapılan işbölümü çerçevesinde yönetilecek; iş ve işçi hakları düzenlenecek hükümlerini ilgili devletlerin komisyonlarınca yapılacağı gibi hususlar bulunmaktadır.

Yukarıda yazılı maddeler bakıldığında esir bir ulusa bile dikte ettirilemeyecek kadar ağır, onur kırıcı ve bir o kadar da uygulanması imkansız maddelerdir. Türk Milleti ve onun bağrından çıkarttığı Boz yeleli Bozkurt Gazi Mustafa Kemal ile kahraman Türk Ordusu tarihin çöplüğünde kara bir leke olarak kalacak bu antlaşmayı süngüsüne takarak bir paçavra gibi Akdenizin  serin sularına gömmüştür. Türk ordusu 37.975 şehit, 31.173 gazisi ile Sevr antlaşmasını doğmadan tarihin tozlu raflarına kaldırmıştır.

Lozan antlaşması; dünün galipleri, bu günün mağlupları tarafından genç Türkiye’nin ve zaferinin tanınması anlamını taşımaktadır. Bu günün bazı kalemşörlerinin dediği gibi Lozan asla bir hezimet değildir! Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 şartları göz önüne alınırsa tam bir zaferdir! Düşünün ki; genç nüfusun bittiği, elde eskilerin tabiri ile delik kuruşun bile kalmadığı, bir milletin tüm imkanlarını tükettiği bir ulusal kurtuluş harbinin ardından imzalanan bu antlaşma, öyle basit görülecek, ucuz bir kazınım olarak takdim edilecek bir antlaşma değildir. Bazı vekiller tarafından o günün şartlarında Misak-ı Milli’yi aykırı olduğu savı ile görüşme heyeti eleştirilmiştir. Belki o günün şartlarında bu doğru gibi görülebilir. Ama unutulmaması gereken çok önemli bir husus vardır ki bunu,  TBMM başkanı ve Türkiye Ordusu Başkomutanı Mareşal Gazi Mustafa Kemal,  Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi ve diğer ordu komutanı paşalar daima kendi aralarında istişare etmişler, ordumuzun hiç kesintisiz 11 yıldır (Trablusgarp,Balkan,Cihan ve Kurtuluş Savaşları) savaşmasının neticesinde muharip gücünün neredeyse yüzde sekseninin kaybettiğini ve kalan askeri gücün ülke sınırlarının mevcut durumunu korumak ve kollamak için bile yetersiz kaldığını gördükleri için, gereksiz maceralar yerine  akıllıca davranmayı uygun görmüşlerdir. Bu öngörünün ne kadar doğru ve isabetli olduğu Musul meselesinde çok net bir biçimde ortaya çıkmıştır.

Lozan anlaşması getirdiği kazanımları ile Türkiye’nin Milleti ve Devleti ile uluslar arası camiada var oluşunun kanıtıdır! 91 inci yılında Milletimize ve ülkemize kutlu olsun!

ŞANLI DİRENİŞİN ADI TÜRK MUKAVEMET TEŞKİLATI

Kıbrıs adası   Akdenizin üçüncü en büyük adasıdır. Kuzeyinde 65 km mesafe ile Türkiye, doğusunda 112 km mesafe ile Suriye, 267 km ile İsrail, 162 km ile Lübnan; güneyinde 418 km ile Mısır; kuzeybatısında ise 965 km ile Yunanistan yer almaktadır. Toplam yüzölçümü 9.251 km2 olup, nüfusun  %70 ini Rumlar ve %30 unu Türkler oluşturmaktadır. Bulunduğu konum gereği Kıbrıs adası Ön Asya’da tarih boyunca çok önemli bir yere sahip olmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun 1571 yılında fethine kadar Hitit, Mısır, Fenike, Asur, Makedon, Roma, Bizans, Arap, Haçlı, Tapınak Şovalyeleri,  Luzinyanlar, Ceneviz ve Venedik Cumhuriyetleri tarafından yönetilmiştir.
           
            Doğu Akdenize ve ön Asyaya sahip olmak isteyen bütün devletler bunun ön şartı olarak Kıbrıs adasına sahip olmak gerektiğini bildikleri için bu yalnız ada tarih boyunca savaşların merkezi olmuştur. Elbette bu durum “Üzerinde Güneş Batmayan” Büyük Britanya İmparatorluğu içinde geçerlidir. Kıbrıs adası bulunduğu jeopolitik konum münasebetiyle Büyük Britanya’nın iştahı kabartmakta, fırsat kollanmaktadır. Beklenen fırsat Osmanlı-Rus Savaşı ile ortaya çıkar. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı yada Anadolu’da bilinen adıyla meşhur 93 Harbi Osmanlının mağlubiyeti ile sonuçlanınca Britanya Krallığı Osmanlıya Ruslara karşı yardım bahanesi ile Kıbrıs adasını 4 Haziran 1878 tarihinde bir sözleşme ile 92.799 sterline kiraladı. Sözde ada kiralandı, ama gerçekte tüm yönetim erki atanan İngiliz Komiserindeydi artık. 1914 Yılında 1 inci Cihan Harbi patlak verince de İngiltere Kıbrıs Adasını tek taraflı iltihak etti. 1923 de imzalana Lozan Antlaşmasının 21 inci maddesi gereği adanın iltihakı tanındı. 1925 yılında da Türkiye Cumhuriyeti adada Konsolosluğunu açtı. 1931 Ekim ayından itibaren Rumlar adada  Nikodimos Milanos önderliğinde Yunanistanla birleşmek için Enosis adını verdikleri isyanları başlattılar. İngiltere’nin sert tutumu Rumları bir nebze olsun durdururken, Türk Cemaati de İngilizlerin baskılarından nasibin alıyordu. 1954 yılında Georgios Grivas tarafından kurulan EOKA (Ethniki Organosis Kyprion Agoniston) terör örgütü görünende İngiliz güçlerine karşı eylemler düzenliyor gibi durmasına rağmen, asıl hedefleri Birleşmiş Milletler tarafından ret edilen Self Determinasyon (Ulusların Kendi Geleceğini Belirleme Hakkı) elde etmek için adada bulunan Türklerin baskı ile adadan atılmasıydı. Çünkü daha önce Birleşmiş Milletlere baş vuran Rumlar adada iki toplum bulunduğu gerekçesi ile ret edilmişlerdi. EOKA sadece İnglizlere ve Türklere saldırmıyordu, aynı zamanda AKEL (Kıbrıs Komünist Partisi) mensuplarını da öldürmekteydi. AKEL partisi iki toplumlu bağımsız Kıbrıs Devletinden yanaydı. Bu durum da EOKA ve Grivas’ın hiç hoşuna gitmiyordu.
           
            EOKA'nın Kıbrıslı Türklere yönelik saldırılarına karşılık vermek amacıyla 1956 yılında Volkan örgütü kuruldu. Ardından Kara Çete, 9 Eylül Cephesi ve Doktor Fazıl Küçük’ün kurduğu  Kıbrıs Türk Mukavemet Birliği örgütleri kuruldu. Ancak Kara Çete ve  Kıbrıs Türk Mukavemet Birliği  başarı sağlayamadıklarından güçlerini birleştirmek için Volkan örgütüne katıldılar. Türk Mukavemet Teşkilatı, 23 Kasım 1957 akşamı, Lefkoşa varoşlarında Türkiye Kıbrıs Büyükelçiliği görevlisi Mustafa Kemal Tanrısevdi'nin evinde, Rauf Denktaş,Burhan Nalbantoğlu ve Mustafa Kemal Tanrısevdi tarafından kuruldu. Teşkilat adada bulunan diğer teşkilatlarında katılımı ile resmi kuruluşunu TMT’nin ilk lideri “Ali Conan” kod adlı Yarbay Ali Rıza VURUŞKAN ve beraberindeki dört subayın adaya ayak bastığı  1 Ağustos 1958 olarak kabul eder. TMT’nin komutanın telsiz kodu BOZKURT’tur.   Genelkurmay Özel Harp Dairesi Başkanlığınca; Kıbrıs'ı istirdat projesi kapsamında, Kıbrıs'ta özel Harp Dairesi Subaylarının, Türk Mukavemet Teşkilatı kurulmasında kullandığı teşkilattan şifreli kod isimleri:


Bozkurt : Yarbay Rıza Vuruşkan, Ağrı : Dr. Fazıl Küçük, Toros : Rauf Denktaş
Kurt : Mücahitler, Temizlik kurdu : Eğitimciler Bereket kurdu : Silah ikmalinde çalışanlar
Fal kurdu : İstihbaratçılar Serçe : Tabanca Serçe gagası : Mermi

TMT, Kıbrısa yayılmış şekilde, Sancak denilen sistemle   örgütlenmişti. Sancakların başında bulunan TMT komutanlarına “Sancaktar” deniliyordu. Bütün Kıbrıs’ta 10 sancak bulunmaktaydı: Lefkoşe, Boğaz, Serdarlı, Magosa, Larnaka, Limasol, Baf, Lefke, Erenköy ve Yeşilırmak. Sancaklar da kendi içinde tabur ve bölüklere ayrılıyordu. Sancaktarlar ve tabur komutanları Türkiye’den gönderilen subaylardan oluşuyordu. Sancakların içinde en kuvvetli olanları Lefkoşe, Boğaz ve Serdarlı sancakları idi. Bunlardan Lefkoşe sancağında 4, diğer ikisinde 3 tabur bulunmaktaydı. Bu on sancak Lefkoşe’deki “Bayraktar” a bağlı idi. Kurmay Albay olan Bayraktar iki yılda bir Türkiye’den gönderilirdi. Kıbrıs’taki Türk büyükelçiliğinde idari ateşe göreviyle bulunan ve bu görev altında çalışmalarını gizli olarak yürüten Bayraktarlar, diğer on sancağın liderliğini yapmaktan, Türkiye ile bağlantıyı sağlamaktan ve Lefkoşe’deki atölyede silah üretimini sağlamaktan sorumlu idi. TMT’nin elindeki silahlar Rum teröristlerle karşılaştırıldığında daha güçsüzdü. Av tüfekleri, Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma tüfekler gibi eski ve etkisiz silahların yanında Lefkoşe’deki atölyede üretilen A4 makineli tüfeği ve Sten makineli tabancası gibi silahlar da TMT Mücahitleri tarafından kullanılmaktaydı. 1974 Barış Harekatı öncesinde TMT üyesi 18 bine yakın mücahit bulunmaktaydı. Bunların 9 bini yedekti. Rum güçleri-ki görünende EOKA, ama gerçekte bu günün Rum Milli Muhafız ordusu ve Yunan Ordusunun subayları ve eratı-  Türklerden daha fazlaydı. Rumların ağır silahlara sahip, tank ve top destekli 20 bin kişilik bir ordusu vardı. TMT güçleri ne Rumlar kadar askere ne de silah ve cephaneye sahipti.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin adaya müdahale ettiği 20 Temmuz 1974 sabahına kadar Kıbrıs Türk Cemaatini canını dişine takarak savunan Türk Mukavemet Teşkilatı 1 Ağustos 1976 da Kıbrıs Türk Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığına dönüştürülmüştür. TMT’nin KURTLARI Bayrakların bez parçası, vatanın kuru bir topraktan ibaret olmadığını dünya aleme ilan ve ispat etmişlerdir. Dökülen şehit kanı al bayrağın rengi, Kıbrıs Toprağının şerefi olmuştur!  Bu gün 40 ıncı onur yılını kutladığımız Kıbrıs Türklüğünün Kurtuluş Bayramı sadece bize değil “Yes be Annem!” diyen zihniyete de şunu açık bir şekilde göstermektedir ki; KIBRIS TÜRKTÜR! TÜRK OLARAK KALACAKTIR!

40 ıncı onur yılımızı kutlarken, aziz şehitlerimizi, Kıbrıs davasına ömürlerini adamış Doktor Fazıl KÜÇÜK, Rauf Raif DENKTAŞ, Türkiye Başbakanı Mustafa Bülent ECEVİT, Başbakan Yardımcısı Prof.Dr. Nejmettin ERBAKAN ile  isimlerini hatırlayamadığımız ve bu gün aramızda olmayanları  rahmet,  Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatının kahraman gazilerini minnetle anıyorum. 

 20 Temmuz 2014