24 Ocak 2018 Çarşamba

KÜLTÜR ELÇİLERİ HORASAN ERENLERİ


Anadolu’da neredeyse her köyde, kasabada ve hatta dağ başlarında bulunan ve “eren” tabir edilen yatır veya evliya mezarları vardır. Bunların hepsinin de farklı farklı hikayeleri bulunur. Ancak hepsinin de ortak bir noktası vardır ki; kime sorarsanız sorun orada yatan bu yatırların yani erenlerin adları Horasan Erenidir.
            Ulu zirveleri, ıssız yol boylarını, ovaları ve ormanları kendilerine mekan tutan bu kişiler Horasan Erenleri adlarını nereden alırlar, nereden gelmişlerdir? Sıkça adını duyduğumuz İran’dan Anadolu’ya,  Balkanlara kadar Türklüğün ve İslam’ın bayraktarlığını yapan Horasan Erenleri kimlerdir? Kökleri kime ve neye dayanır? Nasıl ortaya çıkmışlar ve hangi amaçlarla hareket etmişlerdir? Bu erenlere adını veren Horasan neresidir? Türk ve İslam tarihindeki yeri ve önemi nedir?
            Horasan farsça güneşin yükseldiği yer anlamına gelmektedir. Günümüzde İran devletinin üç  eyaletinin adı olan Horasan, eskiden bugünkü İran, Afganistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan devletlerinin bazı bölgelerini içine alan geniş bir coğrafyanın adıydı.İslam coğrafyacılarının genellikle anlattıklarına göre doğudan Huttel, Gur ve kısmen Sicistan ( Sistan ); güneyden Deştilût ve Kirman ile Rey arasındaki Fars toprakları; batıdan Deştikevîr’in batı kısmı ve Taberistan ile Cürcan; kuzeyden de Türkmenistan’ın bir bölümü, Hârizm ve Mâverâünnehir tarafından çevrilmiştir.
Bu bölgenin bizim için en önemli özelliği tarihin her döneminde yoğun bir Türk nüfusunun burada bulunmuş olmasından dolayıdır.  Horasan bölgesi Halife Ömer zamanında İran’ın fethedilmesinin ardından  Arap ordularının yeni hedefi olmuş, ancak bölgenin  işgali ve Araplar tarafından ele geçirilmesi hiç de kolay olmamıştır. Bir kısmı Halife Ömer zamanında ele geçirilen Horasan bölgesinin İslam orduları tarafından fethi Halife Osman döneminde tamamlanmıştır.
            Türklerin İslamiyet ile tanışmaları Arap  orduları vasıtasıyla olmuştur. Yaklaşık olarak 70 yıl boyunca Türkler ve Araplar arasında savaşlar yaşanmış, birlik olamayan Türk boyları güçlü Arap orduları karşısında mağlup olmuşlardır. Türklere uygulanan baskılar neticesinde İslamiyet’i seçen Türk boyları bu baskıların kalkması veya azalması ile  tekrar eski atalar dinine dönmüşler, hatta Hazar Türkleri sırf Araplara olan hınçlarından dolayı Yahudi dinine geçmişlerdir. Müslüman olmayan Türklere ağır vergiler konulması, Türk ailelerin Arap ailelerle evlerini paylaşmaya zorlanması, Müslüman olmayan Türk kadınlarının ve kızlarının odalık, cariye adı altında köle pazarlarında satılması,  Müslüman olmak istemeyen erkeklerin köle yapılarak Irak, Suriye ve Arabistan gibi ülkelerde satılması ve yeni Müslüman olan Türklere [Mevali-Köle] denilmesi de Türklerin Araplara ve dolayısıyla İslam dinine mesafeli olmalarına neden olmuştur. Bu ve buna benzer yoğun Arap baskıları Türk boyları arasında İslamiyet’in hızla yayılmasını engellemiştir.
            Yukarıda anlattığımız nedenlerle uzun yıllar boyu Türk ve Arap ilişkileri çok sancılı bir süreçten geçmiştir. Ancak bazı nedenlerden dolayı bu sancılı ilişkiler gün gelip ortak düşmanlara karşı işbirliğine dönmeye başlayınca bu defa da Maveraünnehir ve Horasan bölgesindeki Türklerin hızla Müslümanlaştıklarını görmekteyiz. Yeni din ile ortaya çıkan yeni akımlar da Türk boyların arasında yaygınlaşmaya başlamıştır.
Türk tasavvuf tarihine bakıldığı zaman Sufilik geleneği olarak adlandırılan akımın Türkistan Sufiliği, Horasan Sufiliği ve Rum yani Anadolu Sufiliği olarak üçe ayrıldığını görmekteyiz. Türkistan Sufiliği dediğimiz akım ilk olarak Batı Türkistan’da ortaya çıkmıştır. İlk sufiler keşif sahibi insanlardı, mala mülke değer vermezler, bazen çıkınları bile olmadan gezer ve gittikleri yerlerde insanları dini yönden aydınlatırlardı.
Horasan sufiliği dediğimiz akımın öncüsü daha doğrusu kurucusu Hace Ahmet Yesevi’dir. 1093 yılında Sayramşehrinde doğan ve 1166 yılında Yesi köyünde vefat eden Hace Ahmet Yesevi, babası İbrahim Şeyh ve Arslan Baba'dan tasavvuf eğitimi aldı ve hocasının ölümünden sonra Yusuf  Hemedani'nin yanında eğitimini tamamladı.
İslam ile tanışmaları esnasında Türkler kendilerine dayatılan Arap kültürü ile adeta bunaltılmıştır.  Özellikle  Emevi halifeleri ve komutanları Türkleri zorla Araplaştırma çabasına girişmişler, İslam adı altında Arap yaşam tarzını Türklere dayatmışlardır. Arap ve Fars kültürlerinin Türk Milletine dayatılması Hace Ahmet Yesevi tarafından fark edilmiş talebelerini halkın içine salarak geleneksel Türk kültürünün yaşaması için gayret göstermiştir. Özellikle kendisinin yazdığı ve daha sonra Divan-ı Hikmet adıyla kitaplaştırılacak olan şiirlerini halk meclislerinde okutturmuştur. Hace Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri yoğun bir kültür emperyalizmi yaşayan Türkler arasında düşünce, dil ve inanç birliği konusunda adeta birleştirici bir etki oluşturmuştur.
 Türkistan'da faaliyetlerini sürdüren Ahmed Yesevî'nin yolu zamanla Yesevîlik adını aldı. "Horasan Okulu" olarak da adlandırılan tasavvuf akımının en önemli temsilcisi olan Hace Ahmed Yesevî'den adını alan Yesevîlik yolu, Türklere İslâm'ı ve dervişliğin yollarını öğretmeyi amaçlamıştır. Bunun için İslâm inancını, Türk gelenek, inanç ve yaşam tarzı ile sentezleme yolu seçilmiştir. Diğer bâzı âlimlerin yaptığı gibi kendisini belli bir alana hapsetmeyip inandıklarını ve öğrendiklerini yerli halka ve göçebe köylülere onların kendi anlayabilecekleri bir lisan ve alıştıkları yöntemlerle anlatmaya çalışmıştır.Mensup olduğu Türkmen toplulukların duygu, düşünce ve eğilimlerini çok iyi bilen Hace Ahmet Yesevi, eski Türk inanç sisteminin pek çok unsurunu yaşamakta, yaşatmakta ve İslam’la bütünleştirerek farklı şekiller altında sürdürülmesi için yeni yollar geliştirmekteydi. Sadece bulunduğu çağa ve coğrafyaya değil, çağlar ötesine ve sınırların dışına hitap eden Hazreti Piri Türkistan Hace Ahmet Yesevi Ata yetiştirdiği ve kaynaklarda 96 bin olarak yazılan talebesini özellikle Türklerin yoğun olarak yaşadığı yerlere göndermiş, onun ölümünden sonra da öğretisini devam ettiren talebeleri Horasan Erenleri adını alarak Türk Milletinin içinde ayrı bir yere sahip olmuşlardır. Ahmed Yesevi'nin müridleri ve takipçileri ölümünden önce ve ölümünün sonrasında, 12. yy ortalarından itibaren diğer bölgeler gibi Anadolu'ya da gelerek görüşlerini yaymaya devam ettiler. Anadolu'nun Türkleşmesinde büyük emekleri geçmiş olan Horasan Okulu, yetiştirdiği birçok alimi dağınık Türkmen aşiretlerine yollamış, bu alimler de devlet ve millet olma kavramlarının içini doldurmak için çalışmışlardır. 
Horasan Okulundan çıkan Yesevilik çıktığı Türkistan’dan dalga dalga bütün Türk yurtlarına ulaşmış, Kıpçak yurtlarından Azerbaycan’a, Anadolu’ya, hatta Hindistan’a kadar yayılmıştır. Bu inanç kültürünü bu kadar geniş bir coğrafyaya ulaştıranlar ise Horasan Erenleri olmuştur. Anadolu Selçuklu sultanlığı zamanında Abdalan-ı Rûm olarak adlandırılan bu dervişler Osmanlının kuruluşunda da aktif olarak rol oynamışlardır. Mesela pek çok efsaneye konu olan Sarı Saltuk –ki kendisinin tahta kılıçla cihat ettiği rivayet edilir.- daha Anadolu Selçuklu Devleti zamanında Balkanlara geçerek adeta  Osmanlının fütuhatına zemin hazırlamıştır. 
Hace Ahmet Yesevi tarafından yetiştirilen ve halk arasında kendilerine Horasan Erenleri denilen bu dervişlerin  her türlü meslek kollarında çalıştıklarını görmekteyiz. Değirmenci, demirci, aşçı, nalbant, debbağ, çoban ve benzeri meslek kollarında gördüğümüz Horasan Erenleri aynı zamanda Ahiyanı Rum, Anadolu Ahiliğinin (Anadolu Esnaf Birliğinin)de kurucularıdır. Sulucakarahöyük’te tekkesini kuran Hace Bektaşı Veli’de bir Horasan Ereni olup, Hace Ahmet Yesevi’nin talebesi ve halifesi Lokman Perende’nin halifesidir. Hace Bektaşı Veli’nin bir diğer adı Hünkar Hace Bektaşı Horasani’dir. Moğolların Anadolu ve İslam beldelerini işgalleri esnasında en büyük direnişi gösterenler temeli Horasan Erenleri olan Rûm Abdalları olmuştur. Bu dervişler özellikle devlet otoritesinin bitme noktasına geldiği işgal yıllarında halkı teşkilatlandırmışlar; kurdukları gizli gerilla teşkilatları ile Anadolu Türklüğünün bitmesinin önüne geçmişlerdir. Kendisi de bir Horasan Ereni olan Ahi Evran yani Şeyh Nasırettin Mahmut el Hoyi’nin eşi Fatma Bacı’da kurduğu Bacıyanı Rum (Anadolu Bacı) teşkilatı ile Anadolu kadınlarını, gerektiğinde düşmanlara karşı vatan savunmasında eşlerinin yanında mücadele etmesi ve gerektiğinde de kültürde, sanatta, edebiyatta, sosyal ve ekonomik alanlarda kalkınıp gelişmesini sağlamak için teşkilatlandırmıştır. Anadolu Kadınlar Birliği, kadınlar arasındaki yardımseverliğin, konukseverliğin, doğruluk ve merhametliliğin gelişmesine katkı sağladığı gibi Türk dilinin, Türk kültürünün ve İslam anlayışının kadınlar arasında yayılmasını hızlandırılmıştı.
Anadolu Kadınlar Birliği, Ahilerin kadınlar kolu olarak yetim ve kimsesiz genç kızları himayesine almış, onların eğitimlerinden, ev-bark sahibi olmalarından sorumlu olmuşlardır. Bunun dışında kimsesiz ihtiyar kadınların bakımı, genç kızların evlendirilmesi gibi birtakım sosyal hizmetlerde bulundular, maddi sıkıntı içinde olanlara yardım elini uzatmışlardır. 
Müslüman bir Türkü diğer Müslüman milletlerden ayıran en önemli özelliği akıl, mantık, bilim ve felsefeyi bilmesi ve kullanmasıdır. Aklının ve mantığının kabul etmediği, yaşam felsefesine uymayan, bilimin sorguladığı hiç bir şeyi Müslüman bir Türk'e kabul ettiremezsiniz! Çünkü bir Türk Allah’ı dahi aklı ile arar. İşte Hace Ahmet Yesevi'nin kurduğu Horasan Erenleri ekolü budur. Yani her şeyden evvel körü körüne birilerine yani şeyhlere, mollalara inanmak değil, aklı ve mantığı ile dinin gereğini yapmaktır.
Yüzyıllar boyunca Türklüğün varlığı için mücadele vermiş olan Horasan Erenleri yada Anadolu’daki adıyla Abdalanı Rum, Bacıyanı Rum ve Gazayanı Rum  teşkilatlarının  bu günkü uzantıları ülkemizin dört bir yanına yayılmış olan Yörük Türkmen Dernekleri ve onların gönül erleridir. İster Bektaşi, ister Sünni hangi mezhebe dahil olurlarsa olsunlar Yörük Türkmen Dernekleri Horasan Okulunun devamıdırlar. Çünkü bu dernekler bin yıl öncesinde olduğu gibi bu gün de Türklüğün varlığı, Türk devletinin ebedi müddet olmasını temel ilke edinmişlerdir.        


25 Aralık 2017 Pazartesi

AKLINI KULLANMAK

Gerçek milliyetçilik salt kendi ırkını, devletini, ülkesini sevmek ve ona çalışmak değildir. Gerçek milliyetçilik; daha yaşanabilir bir dünya için çalışmak, bütün insanların derdine çare olabilmek, insanları inanç, dil, din, ırk, mezhep yada başka şekillerde tasnif ederek değil, iyi ve kötü olarak ayırabilmektir. Kısacası, ne hayal peşinde koşmak, ne de olmayacak duaya amin demektir. Kendinden olmayanı ötekileştirmek yerine, onu olduğu gibi kabul etmek ve hatta kazanabilmektir.
Bu ülke çok değil 37 sene önce her gün kardeş kanının döküldüğü bir yerdi. Kim neyi savunuyordu? Milliyetçiler sözüm ona Sovyet güdümünde kendilerine silah sıkan solcuları (sonradan anlaşıldı ki Sovyetler beş kuruş yardım bile etmemişlerdi.) vatan millet aşkına vururken, solcular Amerikan çıkarlarına hizmet ettiğini söyledikleri milliyetçileri emperyalizme uşaklık ettikleri için öldürüyorlardı! Her iki tarafında tek bir sloganı vardı; TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE! Hakikatte ise durum çok farklıydı. Bir yanda solcu bir genci vuran silah, öbür yanda sağcı bir genci de vuruyor, ölenlerin ismi yada fraksiyonu farklı olsa da öldürenlerin amacı tek ve net bir biçimde ortaya konuluyordu; KAOS İÇİNDE FAKİR BİR TÜRKİYE!
Gün gelip insanlar gözlerindeki at gözlüklerini çıkarınca, dünyanın sadece beyaz ve siyahtan oluşmadığını görünce, aslında düşmanın ortak ve tek, kendilerinin ise kullanıldıklarının farkına vardılar. Ama iş işten geçmiş, kaos yılları binlerce insanımızın canına  mal olmuştu.
Birilerinin yüz yıllardan beri süre gelen planlarını bozan Kızıloğuz Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları temelleri sağlam bir devlet, inançlı kadrolar ve hak ettiği yere gelmek isteyen bir millet ile dünyada başarılamayan, daha doğrusu denenmeyen bir şeyi yapmışlardı. Öyle ki; yanmış yıkılmış bir ülkeden bayındır bir ülkeye, tebaadan millet olan bir topluluğa,  geride kalmışlığı kader olarak görenlere inat, toplu iğne bile yapamaz  durumdaki bir devletten, dünyanın uçak üreten 5 inci devletine gelmek her babayiğidin harcı olmadığı gibi, elbette bu durumun ortaya çıkardığı sonuç kadim düşmanlarımız tarafından da dikkatle izlenecek ve gerekli tedbirler alınacaktır.
Genç Türkiye Cumhuriyetinin yaptığı atılımlar özellikle bu bölgede gözü olanlar tarafından dikkatlice takip edilmiş, bu devletin ileride başlarını ağrıtacağını bildikleri için inanç yada ırk  merkezli sorunlar çıkartılarak ülkenin karışıklık içinde olması istenmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında çıkartılan bazı isyan ve ayaklanmalar tesadüfi olaylar değildir. Bizzat İngiltere ve bağlaşıklarının desteklediği, isyancılara doğrudan silah ve para vererek çıkarttıkları karışıklılardır. Oysa Türkiye’nin o yıllarda en büyük derdi milli kalkınma ve diriliş hareketidir. Bunu gerek Atatürk’ün söylev ve demeçlerinde, gerekse yapılan devrimlerde açık bir şekilde görmek mümkündür. Ona göre savaş neticesinde kazanılan zaferler iktisadi zaferlerle taçlandırılmadığı sürece kalıcı olamazlar. Bundan dolayıdır ki; daha zafer kazanılmadan toplanan maarif kongresi (15-21 Temmuz 1921) ve  devletin şekli bile ilan edilmeden toplanan İzmir İktisat Kongresi, (17 Şubat-4 Mart 1923) yeni kadroların hiç de yabana atılacak kişiler olmadığını göstermiştir.
Atatürk yaptığı devrimlerde halkın doğrudan yer almasını zaruret olarak görmüştür. Çünkü ona göre “Halkın tabanına yayılmayan bir uygarlık sahtedir, kandırıcıdır. Türk Devrimin temeli yüksek Türk Kültürüdür.” Gazi Mustafa Kemal’in ebediyete intikalinden sonra da devam ettirilmesi gereken Türk Devrimi ne yazık ki Cumhuriyeti kuran kadroların arasında çıkan sorunlar nedeniyle devam edememiş, dünyanın buhran içinde geçirdiği dönemlerde bile yüksek kalkınma hızı ile iktisat ve ekonomi derslerinde konu olmuş Türk İktisadi Kalkınması durma noktasına gelmiştir.
Özellikle Atatürk’ün vefatından sonra Türkiye’de belirgin bir siyasi ayrılık görülmektedir. Bir yanda yükselen Alman faşizmi ve onun hayranları, öte yanda Sovyet Komünizmi ve ona hayranlık duyan sözüm ona romantik sosyalistler, diğer yanda ise her iki kanadı da izleyen Milli Şef İnönü ve hükümeti. Temelinde bazı şair ve yazarların da gazete ve dergilerde şiddetli atışmalarının yattığı sağ-sol çatışması tam da bu yıllarda başlamıştır ülkemizde. Meşhur şair ve yazarların atışmaları gerek üniversite ve gerekse lise gençliğinde hararetli taraftarlar da toplamış, iş nümayişlere kadar gitmiştir. Aslına bakıldığında çok derin ayrılıkların olmadığı bu kırılmalar ileride çok daha büyük kırılmalara ve hatta kopmalara kadar gitmiştir. Oysa temelde tek bir sorun vardır; egemen devletlerin yeni oyun sahasının artık Ortadoğu olduğu ve güçlü bir Türkiye’nin bu coğrafyada istenmediği gerçeği! Çok partili hayata geçişimiz artık aradaki siyasal çatlakların iyice derinleştiği zamanlardır. CHP ve DP arasındaki gerginlikler memleket geneline de yayılırken, kanaat önderlerinin çabaları da hep boşa gitmektedir. Neticede gelinen noktada 1957 olayları ve ardından 1960 darbesi toplumun bünyesinde artık kapanmayacak yaraların açılmasına neden olacaktır.
Türkiye artık iyice birileri tarafından dizayn edilmeye başlanmış, gençlik karşı karşıya getirilir olmuştur. 1960’lı yılların sonlarında ortaya çıkan olaylar ve ardılı 12 Mart muhtırası neticesinde gelinen nokta; birilerinin eline fırsat geçtiğinin resmidir aslında. Bir yanda Komünist Rusya’ya karşı ülkeyi savunan milliyetçiler, öbür yanda Amerikan emperyalizmine karşı memleketi korumaya ant içmiş solcular… Ama ne hikmetse ölen de, yaralanan da, sakat kalan da bizim çocuklar! Basılan okullar, yakılan araçlar, kundaklanan evler, bombalanan sinemalar, grev yapılan fabrikalar ne Washington’da, ne Moskova’da, ne Londra yada Paris’te; hepsi de bizim öz yurdumuz, tek vatanımız Türkiye’de! O halde mesele ne? Yada çözülemeyen konu ne? Üleşilemeyen, paylaşılamayan zenginlik nerede? Sokaklarda ne Amerikan ordusunun, ne Sovyet Kızıl ordusunun askerleri değil, Anadolu ve Trakya’nın yanık tenli, kavruk Mehmetleri vardı!  Maraş, Çorum, Sivas, Malatya gibi yerlerde katliamlar yapılırken  kime hizmet ediliyordu? Sovyetlere mi? İngilizlere mi? Çine mi? Amerikaya mı? Yoksa hepsine birden emperyalizme mi?
12 Eylül darbesini getiren aslında sağ-sol çatışmasından ziyade; birbirini dinlemek, anlamak ve karşısındaki ne düşünüyor diye merak etmek zahmetine katlanamayan bir zihniyettir. Birbirimizi dinlemek, derdimizi bölmek yerine ötekileştiren bir yabanilik ve bencillik çerçevesinde öz kardeşini düşmanı olarak görmek acaba neyin nesidir? Hangi üleşilemeyen bir servetin yada durdurulamayan bir kan davasının sonucudur? Oysa gerçekte karşımızdakini dinleme zahmetine katlansak, en azından kendimizi onun yerine koysak ne kaybederiz ki?
Aslında çok şey kaybederiz karşımızdakini dinlersek; kinimizi, nefretimizi, ülkemizdeki ve dünyadaki sefaleti, insanın insana zulmünü, çocuk ölümlerini, ilaçsız kalan insanların ölümlerini, güçlülerin zayıflara ettikleri eziyetleri, fakirliği, muhtaçlığı… Ondan dolayı dinlemek, anlamak ve düşünmek gelmez işimize. Oysa aynı sosyal çevrenin, aynı şehrin, aynı ülkenin ve gezegenin insanları değil miyiz?  Hangi rezidanstan çıkar sosyalist yada milliyetçilerin cenazeleri? Hangi zengin semtinde birbirine silah sıkar o semtin çocukları? Oysa düşmanımız bir değil mi? Bizi birbirimize düşürerek kanımızla beslenen emperyalizm için ölen kim olursa olsun kendinin yaşaması esas değil mi? Dün Arap baharı denilerek Kuzey Afrika ve Orta Doğuyu kan gölüne çevirenler aynı düşmana hizmet edenler değil mi?
Bu gün ülkemizin ve içinde bulunduğumuz coğrafyanın en tehlikeli düşmanı ne Amerika, ne İngiltere, ne Çin yada Rusya veya Almanya değil; kendi içimizde yaşattığımız ve kinimizle beslediğimiz ötekileştirme ve kendimizi her konuda haklı görmedir. Lütfen düşünelim, aklımızı kullanmayı öğrenelim. Biz birbirimizi düşman yerine koyduğumuz sürece düşmana ihtiyacımız olmayacaktır. Unutmayalım; her canlı akıllıdır, ama gerçek akıllı olanlar aklını kullanmayı bilenlerdir!

11 Mayıs 2017 Perşembe

ORİENT EXPRESS VE OSMANLI DÖNEMİ TÜRK FRANSIZ İLİŞKİLERİ



                İlk münasebetleri Hunlar ile başlayan Türk Fransız ilişkileri; 1526 yılında Osmanlı Sultanı Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa kralı I.François (Fransuva)’yı himayesine alarak kapitülasyon adı verilen ticari ve siyasi hakları verene kadar “Haçlılık Ruhu” ile devam etmiştir. Kendilerine tanınan ticari, iktisadi, hukuki ve siyasi ayrıcalıklara rağmen Fransa devleti hiçbir zaman Osmanlı devleti üzerindeki yayılmacı emellerinden vazgeçmemiş, fırsat bulduğu anda bunu göstermekten çekinmemiştir.
Şunu özellikle vurgulamak gerektir ki; Fransa devletine tanınan ayrıcalıklar her ne kadar ilerleyen yüzyıllarda Osmanlı devletinin başını ağrıtsa ve hatta içinden çıkılmaz bir duruma gelse de; Kanuni Sultan Süleyman bu hakları tanırken Avrupa’da kurulu en güçlü iki devletten birisi olan Fransa’yı doğal olarak rakibi Kutsal Roma Germen İmparatorluğuna karşı desteklemek ve iki de bir karşısına çıkan “Haçlı İttifakını” parçalamak amacını gütmüş ve başarılı da olmuştur.  Kapitülasyonlarla birlikte kurulan ticaret merkezlerine yerleşen yabancılar ve onların ihtiyaçları dolayısıyla siyasal, kültürel ve dini birtakım imtiyazlar da beraberinde gelmiştir. Böylece, Osmanlı Devleti’nde Fransız etkisi başlamıştır.
                Artık gerileme ve çöküş sürecine giren Osmanlı Devleti verdiği imtiyazlar sayesinde Avrupa’nın en imtiyazlı ülkesi konumuna gelen Fransa için en kıymetli Pazar haline gelmiştir. Öyle ki, 1789 Fransız Devrimi öncesi Osmanlı Devleti’ne en çok mal satan devlet Fransa’dır. Böylece Türk-Fransız ilişkileri siyasi sahadan iktisadi alana yönelmiştir. Osmanlı Devleti’nin Fransız dostluğuna en çok ihtiyaç duyduğu bu dönemde Fransa, Osmanlı toprakları üzerinde bir sömürge imparatorluğu kurma denemelerine girişerek, 1798’de bir Osmanlı eyaleti olan Mısır’a asker çıkarırken, 1830 yılında da Cezayir’i işgal edecektir. IX yüz yıla gelindiğinde Fransa devletinin Osmanlı devletine bakışı meşhur “Şark Meselesi” penceresinden olacak, nihai hedef olarak en büyük pazarı konumundaki Osmanlının parçalanmasını ve Osmanlıdan arta kalanları sömürmeyi kendilerine devlet politikası olarak kabul edeceklerdir.
                Yukarıda belirttiğimiz gibi kapitülasyonlar ile ayrıcalıklı devlet statüsüne kavuşan Fransa devleti; daha rahat ticaret yapabilmek için Osmanlı topraklarında koloniler oluşturmuştur. Özellikle Osmanlı liman kentlerinde ortaya çıkan Fransız tüccarları adeta misyoner gibi çalışmışlar ve Osmanlı devleti üzerinde kültürel anlamda da Fransız etkisinin doğmasına neden olmuşlardır. İlerleyen yıllarda görüleceği üzere yapılan pek çok ıslahat hareketinde Fransız ekolü Osmanlı devletinde vazgeçilmez olmuştur.[1]


OSMANLI DEVLETİNDE DEMİRYOLU POLİTİKASI

                Demiryolu taşımacılığı dünyada ilk olarak 1825 yılında İngiltere de uygulamaya konulmuştur. Bütün dünyada 19. Yüzyılın en önemli taşıma aracı demiryolları olmuştur. Demiryolları; gelişmiş ülkelerde sanayileşme süreci içinde makina, kömür, demir ve çelik gibi temel ürünlerin egemen olması ile önem kazanmıştır. Demiryollarının bu tür hacimli ve yoğun yükleri en ucuz bir şekilde taşıyabilmesi ve aynı zamanda taşımaya yönelik talepler itibarıyla bu ve diğer sektörlerin gelişmesine katkıda bulunabilmesi ile o dönemde demiryolu yapımında atılım yapılmıştır. Demiryolu yapımında uzmanlaşmış Batılı ülkeler teknoloji satabilmek için her yolu denemişlerdir. Çünkü bu ülkeler tarımsal ürünlerini, yeraltı ve yer üstü zenginliklerini demiryollarıyla limanlara oradan da ülkelerine taşımak, kendi ülkelerinin mamul mallarını ise kısa sürede yoğun ve ekonomik olarak taşımak için demiryollarına ihtiyaç duymuşlardır.[2]  
                Demiryollarının gelişimi sanayi devrimine neden olmuştur. Kervanlarla günlerce süren yolların neredeyse saatlere dönmesi, sadece batının değil Osmanlı devletinin de ciddi olarak dikkatini çekmiş ve bu mucize ulaşım sisteminin ülkeye gelmesi için Sultan Abdülmecit ve ardılı Sultan Abdülaziz çok gayret göstermişlerdir.  Sultan Abdülmecit (1839-1861) saray duvarına tren resmi asıyor ve özel doktoruna bu resmi göstererek “Ülkemde bu trenlerden bulunması en büyük arzumdur” diyordu.[3]

Sultan Abdülmecid (1823-1861)
Osmanlı Devletinde ilk demiryolu imtiyazı 1854 yılında 211 kilometrelik Kahire-İskenderiye Demiryolu imtiyazının verilmesi ile başlar.[4] Bu günkü milli sınırlamız içindeki ilk demiryolu hattımız ise 22 Eylül 1856 da yapımına başlanıp 1866 yılında Sultan Abdülaziz zamanında açılan 130 kilometrelik İzmir (Alsancak)-Aydın Demiryolu hattıdır.[5]

32 inci Osmanlı Padişahı ve 111 inci İslam Halifesi olan Sultan Abdülaziz 1861 yılında tahta geçtikten sonra özellikle Osmanlı ordusunun modernize edilmesi, orduya yeterli top ve tüfek alımı ile donanmanın güçlendirilmesi üzerinde çalışmıştır. Bunun için dışarıdan alınan krediler dikkatli bir şekilde harcanırken, Avrupa devletleri ile denge siyaseti izlenmiş, iç isyanlar ile zaten yeterince bunalan ülkenin ıslahı için yeni okullar açılmasının önünü açmıştır. Sultan Abdülaziz Demiryolu taşımacılığına büyük önem vermiştir. Hatta İstanbul-Viyana hattı için sarayının bahçesinden demiryolu geçmesi gerekince “Memleketime demiryolu yapılsın da isterse sırtımdan geçsin, razıyım” demiştir.[6]  

Sultan Abdülaziz (1830-1876)
Sultan Abdülaziz 1867 yılında Fransa İmparatoru III.Napoléon’un (Luis Napoléon) daveti üzerine Avrupa seyahatine çıkar. 47 gün sürecek olan bu seyahatin ardından İstanbul’a dönen sultanın  icraatlarından birisi Orient Express’in nihai sefer noktası olan İstanbul’un Viyana’ya bağlanması için Belçikalı  Van der Elst and Cie şirketine 31 Mayıs 1868 de imtiyaz tanıması olmuştur.[7] Osmanlı Devleti’nin işe Rumeli’den başlamak istemesi, tesadüfen alınan bir karar değildir. Bu yıllarda Balkanlar’da karışıklıkların başladığı göz önünde bulundurulursa, bunların bastırılabilmesi konusunda demiryolunun sağlayacağı avantajlar, devlet adamlarına cazip gelmiştir. Çünkü, trenlerle sevk edilecek askeri birlikler süratle isyan mıntıkasına ulaşabilecek ve böylece isyanın bastırılması kolaylaşacaktır. Ayrıca herhangi bir savaş sırasında da, birlikler sınır boylarına süratle gönderilebileceklerdir. Yine bu yıllarda, Avrupa ile siyasi birlik sağlanması görüşü çok revaçtadır ve Avrupa ile demiryolu bağlantısının bu hedefe varmayı hızlandıracağına inanılmaktadır. Öte yandan, ülkenin ekonomik durumu Kırım Savaşı sebebiyle iyice kötüleşmiştir. Demiryolu yatırımının, milli ekonominin tekrar rayına oturtulmasında önemli avantajlar sağlayacağı düşünülmektedir.[8]
 Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra tahta geçen  II. Abdülhamid Dönemi’nde demiryolu yapımının hız kazandığı görülmektedir. Verilen imtiyazlarda, Suriye ve Ege bölgesindeki bazı hatlar dışında, Almanların ağırlığı hissedilmektedir. Çünkü Osmanlı Devleti’ndeki siyasi konjonktürün ibresi Almanya’ya dönmüş bulunmaktadır. Sultan II. Abdülhamid, uygulamış olduğu politika gereği, ülkede Müslümanların yaşadıkları bölgeleri elinde tutmaya gayret ediyordu. Buna karşılık İngiltere, Fransa, Avusturya, Rusya ve İtalya gibi büyük devletlerin çeşitli şekillerde aynı bölgeleri hedef almaları yüzünden, mezkur devletlere karşı büyük bir güvensizlik oluşmuştu. Osmanlı toprakları üzerinde herhangi bir talebi olmayan tek büyük ülke Almanya gibi görünüyordu.[9] Sultan II. Abdülhamid de o kanaatteydi. Dolayısı ile demiryolu için verilen imtiyazlarda genellikle Almanlar avantajlı çıkmışlardır. Bununla beraber Hasan Fehmi Paşa’nın layihasında belirttiği gibi, tek bir yabancı ülkeye bağımlı kalmamak için, İngiltere ve Fransa da demiryolu imtiyazlarından pay almışlardır. Bu ülkeler, demiryolu yapımı için imtiyaz talep ederken, kendilerine özgü birtakım gerekçelerle hareket etmişlerdir. Bu çerçevede İngiltere Hindistan yolunu kısaltacak girişimler üzerinde yoğunlaşmış, Fransa mali spekülasyonlara ve kazanç temin etmeye yönelmiş Almanya ise kıtasal yayılma politikasını destekleyecek yatırımlara ağırlık vermiştir.[10]

ORİENT EXPRESS


Demiryolu taşımacılığında, “altın” bir dönem yaşatabilmiş olan “Orient Express”in doğuşu “Wagons-Lits”nin yaşama geçebilmesi sonucu olabilmiştir. Bilindiği gibi “Wagons-Lits” Şirketi, 1872 yılında Brüksel’de “Le Compagnie Internationale de Wagons-Lits” unvanı ile 1845 yılında Liege’de doğan “Georges Nagelmackers” tarafından kurulmuş, süreç içinde ve 1876 yılında firmanın adı Georges Nagelmackers tarafından önce, “La Compagnie Internationale des Wagons-Lits”, 1884 yılında ise “La Compagnie Internationale des Wagons-Lits et des Grands Express Europeens” olarak değiştirilmiştir.[11]
“Orient-Express” ise, “Wagons-Lits” şirketinin değişmez ve lüks bir parçası olarak ilk kez 5 Haziran 1883 günü, “Paris-İstanbul” parkuru üzerinde çalışmaya başlamıştı. İlk kez bu parkur üzerinde çalışan lüks tren üç yataklı, bir yemekli ve iki furgon vagonundan oluşmuştu. Önce “Train Express-Orient” olarak adlandırılan, bu lüks tren süreç içinde “Orient-Express” olarak ünlendi. 1982 yılında yüzüncü yılını doldurduğunda hâlâ bu adla anılıyordu.

İLK SEFER


                          17 Mayıs 1883 tarihinde “Train Express-Orient” adı altında Paris garından kalkan, “Orient-Express” Viyana-Budapeşte-Bükreş’i geçiyor, Romanya’nın Tuna üzerindeki küçük bir liman kasabası olan Giurgevvo (bugünkü adı Giurgiu)’ya geliyordu. Gelen yolcular burada trenden iniyor ve bazı deniz araçları ile karşı sahildeki Bulgaristan’ın “Rusçuk” kentine geçiyorlardı. Burada kendilerini bekleyen diğer bir trene binerek, Karadeniz sahilindeki Varna’ya yedi saatlik bir yolculuktan sonra ulaşabiliyorlardı. Limanda kendilerini İstanbul’a götürecek Avusturya – Macaristan’a ait bir gemi hazır bulunuyor ve bu eskimiş gemi ile onbeş saat sonra İstanbul’ a varıyorlardı. Değişik vasıtalarla yapılan bu yolculuk aşağı yukarı 82 saat sürüyordu.

O dönemler, “Lüks” Orient-Express”; Paris’ten, Salı ve Cuma günleri saat 19.30 da kalkıyor, cumartesi ve Salı günleri sabah saat 07.00′ de İstanbul’a varıyordu. Aslında önce “Train Express-Orient” ve sonra “Orient-Express” olarak ünlenen tren için 17 Mayıs 1883 tarihinde bu parkur hazırlanmış ise de bu ünlü trenin İstanbul’a ilk hareketi 5 Haziran 1883 tarihinde gerçekleşmişti.
                   “Orient-Express” yani “Şark Ekspresi”  olarak adlandırılan trende iki servis vagonu vardı. Birisisinde bagajlar,  diğerinde de duş kabinleri, personel odaları ve yiyeceklerin konduğu bölümler bulunuyordu. Furgonların arasında kırk yolcunun kalabildiği iki yataklı vagon ve çok konforlu dört tuvalet kabini vardı. Lokanta vagonu, Goblen halılarla döşenmişti. Maroken koltuklar “Cordoba” derisi ve Cenova kadifeleri ile kaplanmıştı. Geniş bir yemek, bir kütüphane ve sigara, ayrıca kadınlar için bir dinlenme salonu vardı. Bunlara bir ofis ve şefin masasının bulunduğu bölüm de eklenmişti. Vagonların içi ise birer harikaydı. Lambriler hint meşesi ve akaju üzerine yapılmış markütörilerden oluşuyordu. Yatak haline dönüşen kanepeler, deri ile kaplanmıştı. Perdeler özel “damasko” dan yapılmış, kordonları ise ipekten örülmüştü.


Kullanılan battaniyeler özel İngiliz yününden, üstlerindeki örtüler ise halis ipekten yapılmıştı.
Tuvaletlerdeki etajerlerin üzerinde; kristal şişeler içinde kolonyalar, kokulu sabunlar, nefis havlular ve çiçeklerle dolu dekoratif vazolar vardı. Yemek zamanı geldiğinde, personel gümüşten yapılmış bir çanı, kapıların önünde tıngırdatıyor ve” Bayanlar baylar yemek hazır” diye sesleniyordu. Vagon restoranda yemek, bir rüya alemi içinde geçiyordu. Yemek salonu, kristal ve bakır karışımından yapılmış gaz lambaları ile aydınlatılmıştı. Trenin sallantısı sonucu bu lambaların titreyen ışıkları, tavandaki, (güzel sanatlar akademisi talebeleri tarafından yapılmış) mitolojik resimleri hareketlendirerek sanki canlandırıyordu. “Delacroix”nın orijinal desenleri, küçük ve cici çerçeveler içinde yemek masalarının üzerlerine konmuştu. Çatal ve bıçak takımları, masif gümüşten yemek ve servis tabakları en iyi porselenden ve markalı idi. “Menü” ise, “Orient-Express”in bu “lüks” yolculuğu için özellikle hazırlanmıştı. Örneğin; “Havyar, İstridye, Istakoz her türlü av eti, kav’dan özel şaraplar, şampanya-meyva”, arkasından kahve ve havana puroları. Trenle seyahat edecek olan yolcuların her türlü ihtiyacı günün en lüks markaları ile giderilmiştir.  
Şark Ekspresinin seferlerinin başlamasından sonra İstanbul’a gelenler şehirdeki çeşitli otellerde kalıyordu. 1895 yılından itibaren ise İstanbul’a gelen yolcular treni işleten Vagon-Li Şirketi’nin satın aldığı Pera Palas’ta kalmaya başladılar. 4 yıl süren (1914-1918) I. Dünya Savaşı sırasında Şark Ekspresi seferleri yapılamadı. Tren savaş sırasında istasyonda kaldı.
1919’da yeniden seferlerine başlayan Şark Ekspresi 1905 yılında açılan simplon tünelinin ismiyle ‘Simplon Orient Express’ olarak anılmaya başlandı. Şark Ekspresinin yeni sefer güzergahından I. Dünya Savaşının mağlupları olan Almanya ve Avusturya’nın istasyonları çıkarıldı. Böylece Şark Ekspresi, Paris Lozan Milano ve Venedik üzerinden 58 saatte İstanbul’a ulaşmaya başladı. 

Orient Express yol güzergahları
1929’daki büyük ekonomik bunalım trenin yolcularının azalmasına yol açtı. Şark Ekpresi çeşitli roman ve filmlere konu oldu. Ünlü İngiliz polisiye roman yazarı Agatha Christie’Şark Ekspresinde Cinayet’ isimli romanını 1934 yılında yayınladı.
Şark Ekspresi sadece yolcu treni değildi. Tren, çeşitli ticaret eşyalarını karşılıklı olarak İstanbul’a ve Paris’e taşıyordu. İstanbul’da Fransızca olarak yayınlanan La Patrie gazetesinde yayınlanan haberlere göre 1925 Şapka İnkılabından sonra binlerce şapka ve kasket Şark Ekspresiyle İstanbul’a getirildi.
II. Dünya Savaşı (1939-1945) sırasında Şark Ekspresinin seferleri tekrar kesintiye uğradı. II. Dünya Savaşından sonra Trenin güzergahı üzerindeki ülkelerin bir kısmında sosyalist rejimler kuruldu. Soğuk savaş sebebiyle çeşitli kısıtlamalarla karşı karşıya kalan ve gittikçe önemini kaybeden Şark Ekspresi son seferini 27 Mayıs 1977 tarihinde gerçekleştirdi. Trenin vagonları Montecarlo’da satıldı. Agatha Christie’nin ‘Şark Ekspresinde Cinayet’ isimli romanına konu olan trenin iki vagonu bir İngiliz tarafından satın alındı. Vagonlardan bazıları Fas Kraliyet Sarayı Müzesi tarafından satın alındı. Society Expeditions isminde bir kuruluş tarafından düzenlenen ve sembolik bir anlam taşıyan, Şark Ekspresinin 100. Yıl seferine dünyanın değişik ülkelerinden gelen 100 kadar ünlü katıldı.
Günümüzde senede bir kez eylül ayında olmak üzere seferlerine devam etmektedir.

İLGİNÇ OLAYLAR

                Serüveni neredeyse 100 yıla yakın süren Orient Express’in seferleri esnasında çok ilginç olaylar da yaşanmıştır. Mesela bunlardan birisi 31 Mayıs 1891 günü, “Paris-İstanbul seferini yapan Orient-Express’in Çerkezköy yakınlarında haydutların saldırısına uğramasıdır. Yolculardan 40.000. Sterling gaspeden haydutlar ayrıca beş Alman yolcuyu da rehin alırlar. Bu yolcular için de 8.000 Sterling fidye alan soyguncular beş yolcuyu serbest bırakırlar. 12 Eylül 1892 tarihinde ise “Orient-Express” kolera salgınından dolayı, ülke girişinde karantinaya alındı.  12 Eylül 1931 günü, “Orient-Express”e Macaristan’da teröristler tarafından ateş açılması sonucu 20 yolcu hayatını kaybetti.
I.Dünya Savaşını sona erdiren mütareke İtilaf Devletleri ile Almanya arasında Paris yakınlarında Şark Ekspresinin 2419 numaralı vagonunda imzalandı. Daha sonra bu vagon tarihi öneminden dolayı Fransızlar tarafından müzeye kondu.II. Dünya Savaşı sırasında Almanya, Fransa’yı işgal edince Hitler Almanların I. Dünya Savaşında teslim anlaşmasını imzaladığı tarihi vagonda bu defa Fransızların teslim anlaşmasını imzalamasını istedi. Şark Ekspresinin 2419 numaralı vagonu müzeden çıkarıldı. Bu tarihi vagonda bu defa Fransa’nın teslim anlaşması imzalandı. Bu vagon daha sonra Almanya’ya götürüldü. 1945 yılında Almanya’nın teslim olmasından kısa bir süre önce bu vagon bir SS birliği tarafından imha edildi. Böylece Almanya ikinci defa bu tarihi vagonda anlaşma imzalama ihtimalinden kurtuldu.

SANAT VE EDEBİYATTA ORİENT EXPRESS

Sırlara, entrika ve gizli aşk maceralarına buluşma yeri olarak hizmet eder.
Graham Greene’in İstanbul Treni adlı kitabı diğer Şark Expresi servisinde yer alırken; Agatha Christie’nin Şark Expresinde Cinayet adlı romanı Simplon Şark Expresinde geçer.
 Orient-Express’in bazı eserlere konu olduğu ve çeşitli yorumlar yapıldığı bilinmektedir. Ancak bunlar arasında gerçekten ünlenenler azdır. Örneğin;Edmond About, 1883 yılında katıldığı yolculuktan ötürü, “De Pontoise a İstanbul” adlı yapıtını yazdı. Paul Morand’ın “Le Voyage” adlı eserinde “Orient-Express” bölümü gerçekten ilginçtir. Emile Henriot, “La Rose de Bratislava” da, Orient-Express’i düşünüldüğünden çok daha iyi yorumlar. Pierre Mac Orlan “Sentimentalite mobile” de; Bernad Frank “Reflexions sur le Wagon-Lits”de Dr. Fritz Stökl “Les Hotel Roulants” (Das Rollende Hotels), Graham Green “Orient-Express” te ve Agatha Christie “Le Crime de 1 Orient-Express”te oldukça ilginç yaklaşımlarla “Orient-Express”i yorumlamağa çalışmışlar ve gerçekten de başarılı olmuşlardır. Bunun sonucu bazı eserler “beyaz perdeye” aynen veya değiştirilerek aktarılmıştır.
Sessiz sinemada “Orient-Express’le ilgili filme rastlanmamaktadır. Ancak daha sonraki yıllarda Orient Express ile ilgili pek çok film yapılmıştır.

NEDEN İSTANBUL?

Osmanlı Devletinin Sultan II. Abdülhamit ile Almanlar yörüngesinde yeni bir siyaset anlayışı getirmesi Avrupalı devletlerin dikkatinden hiçbir zaman kaçmamıştır. Osmanlı başkenti olan İstanbul her zamankinden çok daha ilgi çeker hale gelmiş, adeta kuşatılmıştır. Osmanlı devletinin 1815 te Viyana Konferansında “Şark Meselesi” etrafında “Hasta Adam” ilan edilmesi, Avrupa’nın söz sahibi devletleri tarafından çok daha dikkatli takip edilmesini gerektirmiştir.
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti sanayi devrimini kaçırmıştır. Ancak buna karşın gerek Sultan Abdülmecit, gerek Abdülaziz ve II. Abdülhamit ülkenin gelişmesi için imkanlar dahilinde ıslahatlar yapılması için gayret göstermişler, Avrupa devletleri arasındaki anlaşmazlıkları çok iyi değerlendirmişlerdir. Osmanlı devleti her alanda olduğu üzere demiryollarında da yetersiz kalan imkânlardan dolayı imtiyazlar yoluyla dış yatırımı çekebilmek amacıyla farklı bir politika izlemiş, bu günkü anlamda “Yap-İşlet-Devret” modelini uygulamaya koymuştur. Genel itibariyle 99 yıllığına verilen bu imtiyazlar neticesinde her ne kadar devletin aleyhine gibi görülse de, devletin kilometre garantisi vermesine rağmen kâr ettiği görülecektir. Sultan II. Abdülhamit ülkenin menfaatleri için İngiltere, Fransa ve benzeri ülkelerin imtiyazlar almaması için çaba harcarken ibre bu kez Almanlara doğru dönecek, görünende basit turistik bir tren seyahati gibi görünen Orient Express’de bu eksen kaymasının olduğu esnada ortaya çıkacaktır.
Hiçbir batı devleti için o günü İstanbul’u yani Osmanlı başkenti göz ardı edilemezdi. Fransız hariciyesi bunun gayet net bir şekilde farkındaydı. Bunun için hazırlanan ve görünende Osmanlı’yı Avrupa’ya bağlayan Orient Express hakikatte Fransız emperyalizminin bir koç başı gibi hizmet görmüş, sözüm ona turistik seyahatler için sefere çıkan tren, Abdülhamit aleyhtarı yayınların taşınmasının yanında kültür emperyalizminin de maskelenmesi  için kullanılmıştır. Gerçekte bu trende sadece zengin ve meraklı yolcular taşınmamış, İngiliz ve Fransız casuslar da bu trenin müdavimleri olmuşlardır.  Anlaşılacağı üzere Orient Express’in Paris-İstanbul seferini yapmasın tesadüf değildir![12]




[1] - III.Selim ile başlayan ıslahatlarda özellikle ordunun ıslah edilmesi hedeflenmiş ve bunun için Fransız ekolü benimsenmiştir. Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz zamanında orduya muallimler getirilmiş, harp okullarında Fransızca dersler açılmıştır. (Y.N.)

[2] TMMOB Ulaşımda Demiryolu Gerçeği 2008
[3] Mithat Sertoğlu, "Türkiye'de İlk Tren", Demiryol, yıl 1964, sayı 456-457, s. 6.
[4]  Ulusal Demiryolu Kongresi Bildirileri, Ankara, 1979.

[5] TCDD Türkiye’de Demiryolu tarihi- http://www.tcdd.gov.tr/content/31

[6] Sait Toydemir, "Sirkeci Banliyösünün İnşası", Demiryol, C. 23-25, s. 35.
[7] Peter Hertner, The Balkan Railways 2006
[8] Başbakanlık Osmanlı Arşivleri  İMM, no. 393.
[9] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfuzu, İstanbul 1983, s. 38-39.
[10] Muhteşem Kaynak, "Osmanlı Ekonomisinin Dünya Ekonomisine Eklemlenme Sürecinde Osmanlı Demiryollarına Bir Bakış", Yapıt, yıl 1984, sayı 5, s. 82.
[11] Behrend, Georges, "The History of the Wagons-Lit, 1876-1955," Modern Transport Publishing Co., 1959.
[12] Kudret Harmanda YN 

3 Ekim 2016 Pazartesi

YÖRÜK ALBAY

Devletle daima barışık oldular. Çünkü devleti hep kendilerinin bildiler. Ne vakit ki devlet vazife istedi, canlarını, mallarını ve dahi evlatlarını devletleri uğruna feda ettiler. Canları sıkıldı, kafaları bozuldu, serzenişlerinin payitahtta duyulmayışına kızdılar bazen, lakin devlet bizim dediler, dişlerini sıktılar, devletlerine ihaneti düşünmediler! 
            "Bizim" dedikleri devletleri gün oldu sürgün etti onları, Mora'ya, Kıbrıs'a, Bosna'ya. Sessizce gittiler, yeni yurtlarında yine devletlerinin verdiği vazifeyi cansiperane yerine getirdiler. Bu devlet bize düşmanlık etti demediler. Yine asker verdiler, yine vergi ödediler ve yine bu devlet bizim dediler!
            Osmanlının kuruluşunda temel harç olan Yörük Türkmenler, her dönemde devleti kendinin bilmişler, devlete hizmeti kendilerine bir vazife saymışlardır. Buna karşın devletin dönme, devşirme paşalarının ve valilerinin kendilerine yaptıkları muamelelerden dolayı da devleti hiç bir zaman  kendilerine düşman bellememişlerdir. Onlar iç devlet demek her şeyden evvel baba demektir. Devletin kendilerinin olduğunu sayarlar. Çünkü onlar Ertuğrul ocağından, Edebalı dergahından nasiplidirler.
            Koca bir imparatorluğu adeta sırtlanmış olan Yörük Türkmenler imparatorluğun en buhranlı dönemlerinde dahi kendilerini geriye çekmediler. Devletin bütün nimetlerinden devşirmeler faydalanırken, onlar serhat boylarında sarı ekin başağı gibi dökülürken, asla devletlerine sırt çevirmediler.
            Deliler, Azablar ve Sipahiler Osmanlı ordusunda sadece Yörük Türkmenlerden oluşturulan ve ordunun ağırlığını oluşturan askeri birliklerdir. Hal böyleyken büyük fütühatların temelini de ordunun bu en önemli kısımları oluşturmuş, kendisi de Selçuklunun Tımarlı Sipahisi olan Ertuğrul Bey Gazi obasındaki askeri teşkilatı bu şekilde kurmuştur. Yani Osmanlı ordusunun temelinde de Yörük Türkmenler mevcuttur.
            Koskoca bir imparatorluk tarihin tozlu raflarında yerini alırken elimizde kalan son kara parçası olan Anadolu işgal edilmiş, adeta kendi öz yurdumuzda köle durumuna düşürülmüş, İstanbul’dan Ankara’ya pasaportla gider hale getirilmiştik. Payitahtımınız işgal edilmiş, devlet başkanımız olan padişah esir, meclisimiz dağıtılmıştı. Genç bir paşa bütün bunların kader olmadığının bilinci ve Toroslarda yanan ateşe olan güvenç ile yola çıkıyordu. Kendisi de Kızıloğuzun Kocacık Yörüklerinden olan Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal Paşa aklında olanı uygulamanın güçlüğü bir yana imkânsızlığı içerisinde Samsun’a doğru giderken dayanağı ve güvenci Toroslarda Kurulu kıl çadırlar ve tüten dumandı. Çünkü Gazi Mustafa Kemal çok iyi biliyordu ki; Yörük Türkmenler bu memleketin asıl sahipleri ve bekçileridir. Yörük Türkmenler aç kalır, ölür, ama asla özgürlüklerinden ödün vermezler. İşte bu güvendir Sarı Paşayı Samsun limanına götüren güç!
            Anadolu halkı bunca yoksulluğa ve imkânsızlığa karşın Sarı Paşasını yalnız bırakmamış, kanının son damlasına kadar çarpışmış, son dilim ekmeğine kadar ordusuna bağışlamış, son mermisine varana kadar istiklali için harcamıştır. Yegâne ayrıcalığının Türklüğü olduğunu bilen Anadolu ve Trakya halkı dünyada eşine rastlanamayacak bir destan yazmış, neticede Anadolu Bozkırını düşmana mezar ederken, temeli yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur! Sadece Türkiye Cumhuriyetini kurmakla kalmayan Türk Milleti verdiği mücadele ile dünya milletlerine örnek olmuştur.
            “Arkadaşlar gidip Toros dağlarına bakınız; eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla Türk’ü yenemez.” Sözü laf olsun diye söylenmiş bir söz değildir. İnanmışlığın, güvenmişliğin verdiği bir cesaret ile söylenmiş, aynı zamanda sadece bir hedef değil, bir vazifenin de temelini çizmiş bir sözdür. Kendisi de mensubu olmakla gurur duyduğu Yörük Türkmenlerin bu memleketin asıl sahibi olduğunu ve bir Türkün asla ve asla memleketini terketmeyeceğinin dünyaya haykırılmasıdır. Çünkü Türk ölür ama asla toprağını terk etmez. Hele hele Yörük Türkmenler vatan dedikleri bir yeri asla bırakamaz, terk edemezler. İşte Mustafa Kemal Paşaya yukarıdaki meşhur sözü ettiren bu güvendir!
            Gazi Mustafa Kemal soy olarak Yörük Türkmendir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün baba soyu, Konya-Karaman'dan gelerek Manastır Vilayeti'nin Debre - i Bala Sancağı'na bğlı Kocacık'a yerleşti. Aile sonradan Selanik'e göç etti. Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Mehmet'in taşıdığı "kızıl" lakabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan "Kocacık"ın da gösterdiği üzere; Mustafa Kemal'in baba tarafından soyu Anadolu'nun da Türkleşmesinde önemli roller oynayan "Kızıl - Oğuz" yahut "Kocacık Yörük Türkmenleri’nden gelmektedir. Gazi Mustafa Kemal kendisine soyunu soran Enver Behnan Şapolyo’ya “Babam Ali Rıza Efendi yerli olarak Selaniklidir. Kendileri Yörük sülalesindendir. Annem her zaman Yörük olmakla iftihar ederdi.” demiştir.
            Yüzyıllardır vatanı ve milleti için ter dökmüş, gittiği her yerde temiz ve dürüst hayatları ile örnek olmuş Yörük Türkmenler haksız bir şekilde bir televizyon dizisi karakteri nedeniyle adeta algı operasyonu yapılmak suretiyle töhmet altında bırakılmak istenmektedir. Uygarlık tarihinde mümtaz bir yere sahip olan Yörük Türkmenler kökü dışarıda 15 Temmuz girişimini konu alan bir televizyon dizisinde konu karakterlerinden birisinin “Yörük Albay”, “Albay Yörük” diyerek adlandırılmasından ve bu şekilde halka lanse edilmesinden son derece rahatsız olmuşlardır. Çünkü onlar “Bizden amir de çıkar, memurda. Her rütbede asker de çıkar. Hatta kendisi de bir Yörük Türkmen olan Türkiye Cumhuriyetinin kurucu Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal ordumuzun en yüksek rütbesi olan Mareşal rütbesine sahiptir. Ancak bizden hiçbir şekilde halkına kurşun sıkan bir hain çıkmaz! Bundan dolayı bir dizi de dahi olsa YÖRÜK adının bu şekilde kullanılması kabul edilemez!” demekteler…
            Sayın kanal yöneticilerine ve malum dizinin yapımcılarına şunu söylemek istiyorum ki;Düşünce mermi gibidir. Namludan çıkan mermi nasıl hedefine varırsa, dilden çıkan sözde hedefini öylece bulur. Sözünüze sahip çıkamayacaksanız çenenizi tutmayı bileceksiniz!” Lütfen hatanızdan dönün ve Yörük Türkmenlerden özür dileyerek bir daha böyle hatalara düşmeyin!


27 Eylül 2016 Salı

YÖRÜK SİYASETİ

             Türkiye'de binlerce dernek, vakıf, oda, düşünce kuruluşu var. Bunların hepside kendince bu ülkeye lazım ve hatta şart olduklarını iddia etmekteler. Olabilir, herkes kendince haklıdır. Kimsenin neden var olduğunu ya da olması gerektiğini sorgulayacak değiliz.
            1970'ler ve 80'ler çok hızlı değişimlerin yaşandığı, tabiri caiz ise dünyanın değişmekten yerinde duramadığı yıllardı. Aynı değişim hızı 1990'lara gelindiğinde daha çok ivme kazanmış, bireysel değişimler önce toplumsal hareketlere ve arkasından bölgesel değişimlere dönüşmüştür. Bu dediğimiz elbette birkaç satırın yazılması kadar kolay olmuş şeyler değildir. Her şeyden evvel bahsettiğimiz değişimlerin olabilmesi için toplumların hazırlanması, daha Türkçesi bazı şeylerin halka, bireylere ve hatta milletlere unutturulması, insanların geçmişte erdem ve fazilet olarak gördüğü değerlerden kaçması istenmiş ve yapılmıştır. Elbette bunlar o kadar basit olmamıştır. Şöyle ki; insanlar yaptıkları geleneksel işlerden uzaklaştırılmış, gündelik basit işler bile yük gibi gösterilmiştir.
            Bu satırların yazarı Burdur ilinin bir dağ köyünde doğdu ve büyüdü. Onun çocukluğunda köyünde yapılan pek çok şey önce televizyonların, ardından bizzat toplumdaki mahalle baskısı neticesinde unutuldu ya da unutturuldu. Küçük bir örnek; bizim çocukluğumuzda köyümüzde yetim bulunmazdı. Çünkü köyden kimin anası veya babası ölürse ölsün köyümüz ve köylümüz sahip çıkardı. Hiçbir zaman yetim ve öksüzler muhtaç edilmez, ne ihtiyaçları varsa el birliği ile giderilir ve karşılığı kesinlikle beklenmezdi. Ne zaman ki köyümüze televizyon girdi, o gün öksüz ve yetimler gerçekten garip kaldı! Dün köylünün el birliği çeyizini hazırladığı, düğününü ettiği öksüz ve yetimler sözüm ona devlet korumasına verildi, millet sırt çevirdi! Köyde kendi ellerimizle hazırlayıp şehirdeki yakınlarımıza götürdüğümüz kese yoğurtlarımız vakumlu yoğurtlara yenildi. Tarhana çorbamız hazır çorbalara, analarımızın ördüğü yün çoraplar trikotaja yenildiler. Bütün bunlar özellikle ülkemize yönelik ekonomik, sosyal ve kültürel emperyalizmin kısa vadede ortaya çıkan etkileridir.   
            Özellikle 1990'lara gelindiğinde bir kısım insanımız geçmişle bağlarımızı kopartma gayretinde olan kültürel değişimlere bilinçli bir şekilde karşı koyabilmek, unutulmaya yüz tutan kültürümüzü yaşatabilmek için dernekleşme karar verdiler. 1994 yılına güneyin incisi Antalya kentinde kurulan Yörükler Derneği,  yozlaşmaya efece karşı koyuşun, kültür emperyalizmine zeybekçe duruşun ilk nüvesidir. O günlerde birkaç gönüllü ile bir araya gelerek bu derneği kuran Abdullah Duman; "Yaptığımız iş hakikatte yel değirmenlerine karşı kafa tutmaktı. Çünkü halkımız yoğun bir kültürel yozlaşma altındaydı. Biz özellikle Yörükler Derneği adını seçtik. Zira Yörük Türk Milletinin yozlaşmamış, bozulmamış tarafıdır. Yörük terimi ayrı bir boy ya da budun da değildir. Osmanlı devletinde Kızılırmak nehrinin batısında kalanlara Taife-i Yörükan yani Yörük Fırkası, doğusunda kalanlara da Taife-i Türkman yani Türkmen Fırkası denilmiştir. Oysa her ikisi de köken olarak aynıdır. Türkün Oğuz boyunun farklı isim almış halidir. Biz halkımızın unuttuğu değerlerini hatırlatmak, cihana örnek olmuş hasletlerini tekrar canlandırmak için bu derneği kurduk. Hem kültürel hem de sosyal ve ekonomik anlamda milletimizin bağımsızlığı temel hedefimizdir. Antalya'da küçücük bir kıvılcım olarak yaktığımız ateş, bu gün Çağın Ateşine dönüşmüş, Yörük Türkmen teriminin basit bir anlamı olmadığı, bu terimin temelinin Türklük olduğu insanımız tarafından anlaşılmıştır!"  diyerek gelinen noktayı açık ve net bir biçimde ifade etmektedir.
            Peki, nedir Yörüklerin beklentileri? Ya da yirmi iki senede bir iken sayıları 314 olan Yörük Türkmen derneklerinin amaçları nelerdir? Siyasetleri nedir bu Yörük Türkmenlerin? Karşılaştıkları zorluklar, aldıkları ödül ve taltifler nelerdir? Devletten beklentileri, halktan istekleri nelerdir? Ne yer ne içerler?  Ne yapar ne ederler? Demokrasi onlar için nedir? Politikada yerleri nedir?       
            Evvel emirde şunu çok iyi bilmek zorundayız ki; Yörük Türkmenler kanaatkâr insanlardır. Devletin kendilerinin olduğunu bilirler. Devletin kanunlarına itaat etmek, her konuda devletin yanında olmak onların kendilerine görev saydıkları bir haldir. Yörük Türkmenlerin en büyük siyaseti Türk Milletinin varlığı ve Türk devletinin devamlılığı için her türlü cefaya katlanmak, "Varlığım Türk varlığına feda olsun!" diyerek her şeyinden vazgeçip Türklüğünden ödün vermemektir. Çünkü Yörük Türkmenlerin siyasetinin temelinde Türk Milletinin varlığı, Türk Devletinin inkişafı ve devamlılığı yatar.
            Yörük Türkmen demek Oğuz demektir. Oğuz demek ise Türk demektir. Yörük Türkmenlerin tek bir siyaseti, tek bir amacı vardır; kıyamete kadar milletimizin hür ve müstakil yaşaması! Bunun ötesine Yörük Türkmenlerin kimse ile bir meselesi olamaz. Çünkü Yörük Türkmenler Türkün ulu başbuğu Atatürk'ün "Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez!" sözünü kendilerine amentü bellemiş, bu söz üzerine asli ve kurucu unsuru olmaktan onur duydukları Türkiye Cumhuriyetini ilelebet yaşatmaya ant içmişlerdir.  Yörük Türkmenlerin kimseden bir ödül ya da taltif beklentileri de olmamıştır.
            Kuruldukları günden bu güne kadar bütün Yörük Türkmen derneklerinin tek bir amacı olmuştur. Bu da unutulan milli kültürümüzün hatırlanması, milletimizin binlerce yılda meydana getirdiği gelenek, görenek ve ananelerinin yaşatılmasıdır. Hiç birinin de birlerinin iddia ettiği gibi kavmiyet gütme amaçları, yeni bir kavim çıkartma gayeleri yoktur.
            Ülkesi ve devleti için seve seve canı başta olmak üzere tüm varlığını harcamaktan çekinmeyecek olan Yörük Türkmenler “Hizmet, Külfet,” noktasında nasıl en önde koşuyorlarsa, nimet noktasında da devletin kendilerini unutmamasını da istemektedirler. Bunun için de kendilerine ayrımcılık yapılmasını değil, herkese eşit davranılmasını talep etmektedirler. Başarılı Yörük Türkmen bürokratlarının önünün sudan sebeplerle kesilmemesini, atama ve görevlendirmelerde liyakate önem verilmesini istemektedirler. Hali hazırda göçerlik geleneğinin son temsilcileri olan Sarıkeçili obası da kendilerine özellikle bu kültürün yaşatılması için devletten yardım istemektedirler. Göçer halde yaşayan ve bu geleneğin son temsilcisi olan Yörükler özellikle ormanların korumasının kendilerine verilmesini istiyorlar. Nedenini ise şöyle izah ediyorlar; “ Yörükler yeşili sever ve korurlar! Çünkü bizim varlık nedenimiz Doğa Anamızdır. Hiçbir Yörük Türkmen varlık nedenine ihanet etmez. Biz suları, ağaçları, yaylak ve kışlakları hatta kel tepeleri bile koruruz.  Bizim için doğa kutsaldır. Devletimiz bize ormanları açsın, tek bir orman yangını, tek bir orman katliamı olmaz. Bizim atalarımızın yüz yıllarca korudukları ormanları biz de aynı sevgi ve alaka ile koruyabiliriz. Yeter ki devletimiz Kara Keçiye ve bize yasakladığı ormanları bizim sorumluluğumuza versin!”  Ne diyelim, belki devlet ricali Yörük Türkmenlerin bu dileğini duyarlar.


            Burada son bir defa Çağın Ateşini Yakan adam Abdullah Duman’a kulak verelim. Abdullah başkan sabırla anlatıyor bize. "Yaptığımız işin gereği Yörük Türkmen dernekleri olarak devletimizden Toplum Yararına Çalışan Dernekler statüsüne alınmak istiyoruz. Bunun haricinde bir talebimiz olmadı. Çünkü biz kendi yağımızla kavrulmayı,  devletimize yük olmamayı kadimden beri ilke edindik. Bizim için demokrasi aklın, bilimin ve fennin doğrudan doğruya halk yönetiminde yer almasıdır. Bunu hayatımızın her evresinde gösterdik ve göstermeye de devam ediyoruz. 15 Temmuz kalkışmasında bütün üyelerimizi devletimizin yanında olduğumuz konusunda gerek sosyal ağlardan ve gerekse SMS ile bilgilendirdik ve tarafımızı belli ettik. O gece bizden evvel hiç bir dernek ya da kuruluş açık bir şekilde tavrını belli etmemiştir. Ancak biz Yörükler Derneği olarak Türkiye Cumhuriyetinin bekası için ettiğimiz yemine sadık kalarak yerimizin devletimizin yanı olduğunu cümle cihana ilan ettik. Bütün üyelerimizi meydanlara gelmeleri için çağırdık.
            Biz bu devleti sokakta bulmadık, birlerinin keyfine harcanmasına da izin verecek değiliz. Politik olarak herkesin düşüncesine saygı duyarız ve aynı saygının bize karşı da gösterilmesini isteriz. Bizim kimse ile doğrudan ya da dolaylı olarak bağlantımız yoktur. Bu nedenle özelikle bazı kesimler tarafından eleştiriliyor ve iftiralara maruz kalıyoruz.  Aziz milletimize ve devletimize verilmeyecek tek bir hesabımız olmadığı gibi, bize saldıranlara da kökü dışarıda ihanet çetelerine prim vermemiş olmanın haklı gururu ile gerekli cevaplarını veriyoruz.  22 sene önce çıktığımız bu kutlu yolda geldiğimiz noktaya bakınca çok işler başarmış olmanın haklı gururunu yaşıyoruz. Dün Yörük olduğunu söyleyemeyenlerin bu gün göğsünü gererek Yörük olduklarını söylemeleri, hedeflerimize ulaştığımızın göstergesidir. Yörük Türkmenliğin kuru kuruya bir terim olmadığını 2016 yılında yaptığımız 1 inci Türkiye Yörük Türkmen Çalıştayında herkese ilan ettik. Biz bu devletin asli ve temel öğeleriyiz.  Bizden yani Yörük Türkmenlerden hain çıkmaz. Devlet büyüklerimizin bu hususu özellikle dikkate almalarını istirham ediyoruz.
            Velhasılı Yörük Türkmenler siyasetlerinin Türk  Milletinin bekası ve Türk Devletinin inkişafı olduğunu cümle cihana ilan  ediyorlar.