18 Mart 2020 Çarşamba

KANLI SU TASI


KANLI SU TASI

            İbrahim yenice gelmişti koyun gütmeden. Anası Esme kadın merdivenin başında bekliyordu ya, pek bi durgun, pek bi üzgün gelmişti anasının duruşu. “Hayırdır gadın anam, ne oldu bi marak mı var?” dedi İbrahim. Anası usul usul indi merdivenlerden. Konuşmuyor, sadece sessizce ağlıyordu. “Desene ana, bi marak mı var? Durmuş’a mı bi şey oldu yoğusam?” diye üsteledi İbrahim. “Yok oğul, yok yiğidim. Ne marağı olacak suna boylum, kınalı koçum? Sadece muhtar Üsen (Hüseyin) geldi böğün.” Derin bi nefes aldı Esme kadın, içi sıkılıyor, söylemeye korkuyordu ya, neylersin mukadderat kaçış yok elbette söylenecek. “Desene ana, ne oldu ne dedi muhtar Üsen?” iyice meraklanmıştı İbrahim. Esme kadın “Celp kağıdını getirmiş. Cepheye çağırıyorlar a sürmeli goçum seni.” Derken artık tahammülü kalmamış, bırakıvermişti kendini. Hüngür hüngür ağlıyor, bir yandan da boynuna sarıldığı oğlunun yüzünü, boynunu öpüyordu. “Gız ana dur hele! Neye ağlar neye parçalarsın kendini? Vatan borcu bu gı, başka şeye benzer mi? Elbet gideceğiz, elbet düşmana çakmak çakıp, süngü ile karşı duracağız.” Diye teselli ediyordu İbrahim garip anasını.
Evin en büyük çocuğuydu İbrahim. Babası öleli dört sene olmuş, evin bütün yükü omuzlarına binmişti. Babasına Tan Süleyman derlerdi köyde. Genç, babayiğit, pehlivan adamdı babası. Güreşirdi, tan atmadan uyanır, sabah ezanlarında dağı bulurdu. Köy yerinde lakap takmak pek meşhurdur ya; “Tan atmadan yaylaya varmazsam o gün aç kalırım.” Dediği için Tan Süleyman deyivermişlerdi Süleyman pehlivana. Bir harman zamanında sarı sancı tutmuştu Süleyman Pehlivanı, boncuk boncuk terlemiş, iniltisi koca obayı sarmıştı da, sabaha karşı başında Esme kadın Yasin okurken ruhunu teslim edivermişti. Aydın İncirliova’dan göçüp gelen Koca İbrahim’in oğlu Tan Süleyman Pehlivan yine tan atmadan ruhunu teslim etmişti yaratana. Ardında bir dul eş, iki oğlan üç kız bırakıp ulu göçe çıkmıştı. Durmuşcuk daha iki yaşındaydı, emzikten bile kesilmemişti daha.
Ondan sonra hayat hiçte kolay olmadı İbrahim’e. Her işe o yetişiyor, anasının eli ayağı, gözü kulağı oluyordu. En büyük çocuk kendisiydi. Esme kadının ilk göz ağrısı, evinin direğiydi. Pehlivandı İbrahim, güreşirdi. Uzun boylu, yakışıklı, hele bi de yürüdü mü, kumral saçları savrulurdu ya omuzlarının üstünde… Komşu kızı Dudu’ya yangındı bir de. Gizli gizli bakarlardı birbirlerine, kimseler görmesin, duymasın diye utana sıkıla…
Yapılacak bir şey yoktu işte. Celp kağıdı gelmiş, köyden gidecek askerler akşam medresenin yanındaki Hafızların odasında toplanmışlardı. Muhtar Hüseyin her birine teker teker baktı. On sekiz mecburi yükümlü ile üç de gönüllü vardı. “Cuma günü namazdan sonra kalkamakta (mezarlığın üstündeki asker uğurlama yeri) toplanıp nasipse sizi yolcu edeceğiz. Hazırlıklarınızı ona göre yapın. Çavdır’dan garagoldan gelip alacaklar sizi.” Dedi muhtar. “Cumaya da iki gün var.” Dedi İbrahim içinden. Hafızların taş odaya bakıyordu şimdi. Bu oda dedesi Hafızlardan Hacı İsmail tarafından yaptırılmış, gelen giden garip gureba gelsin yatsın, gecelesin diye köye vakfedilmişti. O da tıpkı anası Esme kadın gibi odanın önündeki medresede okumuş, Arap Hocanın tedrisatından geçmişti. Okumuş kadındı anası, 7 sene Kozağacı medresesinde Arap Hocadan ders almış, icazet almış ve köyün kızlarına hocanımlık yapmıştı. Ufak tefek bir kadındı Esme kadın. Ama dağ gibiydi ya, değme erkeğin yapamadığı zorlu işlerin altına girerdi. Çift sürer, ekin biçer, kızak koşar, döğenle harman döver, bağ bostan eker dikerdi. Yaman kadındı şu Esme kadın. Beş çocuk doğurmuştu Esme kadın. İbrahim dedenin adıydı, ilkiydi, ilk göz ağrısıydı.  Sonra Şerife olmuştu. Ardından Fatmana ve Dudu, en son da Durmuş. Tan Süleyman Pehlivan öldüğünde Durmuş iki yaşındaydı. İbrahim 14 yaşındaydı babacığını toprağa verdiklerinde. Şimdi aradan geçen dört senenin sonunda padişah sancak-ı şerifi kaldırmış ve seferberlik ilan etmişti. Cuma günü yolcuydu nasipse. “Kaderde ne varsa o yaşanır bre!” dedi, kendi kendine eve dönerken. Dudu gilin evinden zayıf bir ışık sızıyordu. Yatsı okunmuş, herkes evlerine çekilmişti. Baktı o yana, belki bir ihtimal ya görürüm diye. Dudu’nun babası Osman dayı damın başında kar kürüyordu. “Noldu ula İbram? Ne vakıt gediyonuz gari?” dedi Osman dayı. Yerdeki karın ışıltısı üstüne vuran ayın şavkı ile bilmişti komşu oğlunu. “Cuma günü nasipse Osman dayı, Cuma namazından sonra.” Dedi İbrahim. “Hayırlısı dayım, hayırlısı!” diye mukabele etti Osman dayı. Eve girdiğinde bacılarının ve Durmuş’un çoktan uyumuş olduğunu gördü. Anacığı Kuran-ı Kerim okuyordu. Eyi yetiştirmişti Hacı İsmail kızı Esmayı. Henüz yedi yaşındayken hafize olmuştu Esma. El gibi kız çocuğu okumaz dememiş, medreseye salmıştı. Arap hoca okutmuştu Esmayı. Çok isteyeni olmuş, çok taliplisi gelmiş ama o Aydınlı Koca İbrahimin oğlu Süleyman’a meyil vermiş, ona varmıştı. Beş vakit namazını hiç geçirmezdi Esma. Hele üç aylar girdi mi, zinhar oruçsuz geçirdiği gün olmazdı. “Yavrım; namaz borcu ödenir, oruç borcu ödenir. Olur ki ödeyemeden emir hak vaki olur ölür gidersiniz. Allah merhametlidir, rahmandır, rahimdir olur ki affeder. Emme ve lakin sakın ha! Sakın el uzunluğu etmeyin. Kimsenin zemmini, gıybetini etmeyin. Irızına, namusuna kör bakmayın.  Kul hakkı ödenmez! Aç gezin, karnınıza taş basın emme hırsızlık etmeyin. Kimsenin hakkına girmeyin.” Derdi beş kuzuna her daim.
Cuma günü Cuma namazından sonra on sekiz mükellef, üç gönüllü toplandı köylülerle birlikte kalkamakta. Arap Hoca dualarını ettirdi. Herkes helallik verdi. Çavdır karakolundan bir çavuş ve iki askerin nezaretinde Türkten (Ambarcık köyü) gelen askerlerle birlikte Kütük Meşede birleşip  Tefenni’ye yola çıktı askerler. Gökbelden Karamusa’ya doğru çıkıp giden bu kafile Kara Kuzu gediğini aşınca içlerinden birisi başlayıverdi ya acı acı söylemeye;
Asker Olduk Çentelerimiz Dikildi
Gelinlik Kızların da Boynu Büküldü
Analar Babalar Kalkamaktan Döküldü
Ağlamayın Analar Ağlamayın Babalar
Biz Yine Geliriz
Gelmezsek,
Vatan Yoluna Kurban Oluruz!...

            İbrahim gittikten sonra evin bütün işleri Esme kadına ve büyük kızı Şerife’ye kalmıştı. Her gün bir arpa ekmeği sadaka veriyordu Esme kadın. “Oğlumun yoluna, önüne gerilir. Ben aç yatayım da oğlumun çöreği (sadakası) kalmasın.” Der di hep.
İbrahim bir buçuk sene sonra izine geldi. Çavuş olmuş, müfrezesi varmış. Öyle de yakışmış ki asker urbaları, deme gitsin! Çanakkale’yi anlatırdı anası ve kardeşlerine. Cehennemi yaşamıştı orada. Kaç kere ölümden dönmüş, kaç kere süngü yemiş, kurşun sıyırıp geçmişti. Anasına diyemese de merak etmişti ya, çatlayacaktı neredeyse. En küçük bacısı Dudu’yu çağırdı hanaya (eski evlerde balkon). “Osman dayının Dudu nerelerde bacım? Görünmedi hiç.” Diye sordu bin bir merakla. Birazda alacağı cevabın korkusu vardı içinde. Ya evlenip gitmişse, değil mi ya? Köy yeri burası, kızın yaşı on beş oldu mu verirlerdi ere. Küçük Dudu ağasına “Dudu aba Oylumuara (Uylupınar köyü) gitti abasının yanına. Abası doğurmuş da orada duracakmış bir süre.” Deyince dünyalar onun oluverdi. Birkaç gün sonra gelivermişti Dudu. Onu  uzaktan uzağa görünce kanatlanıp kuş olası gelmişti İbrahim’in. Anasına açtı konuyu; “Ana ben Osman dayının Dudu’ya vurgunum. Adı belli olsun, iste onu bana. Söz keselim.” dedi. Esme kadın güngörmüş, akıllı, ulu kadındı. Bilirdi oğlunun komşu kızına içten içe yanık olduğunu. Lakin sırası değildi şimdi. İbrahim askerdi. Daha bitmemişti askerliği. Hele ki seferberlik devam ederken böyle bir şey yapması son derece yanlış olurdu. “Oğul, canım oğul, koç yiğidim, gözümden sakındığım göz bebeğim oğul. Şimdilerde böyle bir şey yaparsak yanlış olur. Seferberliğin ne vakit biteceği belli değil. Hele sen hayırlısı ile teskereni al, sılana dön. O zaman düşünürüz böyle işleri. Şimdi zamanı değildir can oğul.” diyerek bu işin önünde engeller olduğunu anlattı Esme kadın oğluna. “Peki, ana, dediğin gibi olsun. Emme bi yol deseydik. Bi adını koysaydık. Hem beklerdi beni Dudu, ha anam olmaz mı?” dediyse de anasının kararını değiştiremedi İbrahim.
Sayılı gün tez geçer misali üç haftalık izin de bitivermişti. Anasının elini öptü, kardeşlerini öpüp yola koyuldu İbrahim. Konya’ya varıp müfrezesi ile birlikte doğuya, Erzincan’a hareket etti. Çanakkale’den sonra yeni cephe Bayburt-Erzurum cephesi, düşman da Moskof gavuru idi.
İbrahim’den üç kere mektup aldı Esme kadın. Moskof gavurunun zorlu bir düşman olduğundan, 3 metre karın içinde çarpıştıklarından, zaferi kazanacaklarından bahsediyor, bacılarını, küçük Durmuşu, anasını sorarken komşuları Osman dayıyı da sormadan etmiyordu. Sonra arkası kesildi mektupların. 1917 senesinin ağır kışı gelip çatmıştı zemheri ile birlikte. Geçim iyice zorlaşmış, artık arpa ekmeğine katacak mısır unu da bulunamaz olmuştu. Esme kadın arpa ekmeğinin içine azda olsa mısır unu koyardı. Ecekteki ya da Kemerde ki tarlada ekip hasat ettikleri darıyı su değirmeninde öğütür, az az arpa ununa karıştırırdı. Hiç olmasın kara arpa ekmeğine azıcık mısır tadı verirdi. Durmuşcuk yiyemezdi ya bu arpa ekmeğini, ona ettiği bir iki mısır ekmeğinden yedirirdi Esme kadın. İşte o mısırın da sonu gelmişti. Hem de daha zemheri başında.
Her gece düşüne girerdi oğlu İbrahim. Onu askere saldığı günden beri her gece görürdü. Son iki üç gündür görmez olmuştu düşünde. İki üç gündür yüreğine bir ağırlık da gelip çökmüştü ya; zemheri soğuğunda yanıyordu Esme kadın. Kızlarda farkındaydı ondaki bu hallerin. Şerife bir iki sormuş, hep üstünkörü cevaplar almıştı. Sabah namazından sonra oğulsuz koyunlardan (kuzusu ölen koyunlara oğulsuz, yavrusuz denir) ikisini sağdı Esme kadın. Bakraca koyduğu sütle medreseden hocası olan Arap hocanın evinin yolunu tuttu. Eve varırken yüreğini bir şeylerin sıkıştırdığını hissediyor, sanki mengeneye alınmış gibi sıkışan yüreğinin ağırlığından boğulacak gibi oluyordu. Arap hocanın hanımı Sultan ana evin avlusundaydı. Gelirken görmüştü Esme kadını. “Buyur gel Esma, geç kızım.” dedi Sultan ana. “Buyurduk geldik Sultan anam. Eyi mi ettik, kötü mü ettik bilmeyon emme, alaca garankıda (karanlıkta) geldik gari.” diye cevap verdi Esme kadın. “Hayır diyelim hayır olsun a gızım. Hayır olsun, hayırlar beri, şerler öte getsin. Geç hele, çık yukarı Arap hoca camiden geldi.” diyerek yukarı çıktılar. Arap Hoca rahlenin üzerine koyduğu Kuran-ı Kerimi okuyordu. Bilirdi ki Arap Hoca kitaptan okumaz, ezberinden okurdu Kuranı… Teni esmer olduğu için köylüler adını Arap Hoca demişlerdi medresenin en gedikli müderrisine. O da ses etmemiş, Arap Hoca olmayı kabul etmişti. Gerçek adının Ahmet olduğunu pek az kişi bilirdi. Hoş, bir Allahın kulu da kalkıp Ahmet Hoca demezdi ya, neyse. Hem Esme kadına, hem de oğlu İbrahim’e hocalık etmiş olan Arap Hoca 90 yaşını devirmesine rağmen hala dinç ve aklı başındaydı. Usulca mindere ilişti Esme kadın. Arap Hoca okumasını bitirip “Hoş geldin kızım. Hayır olsun inşallah.” dedi. “Hocam, hayır mı, şer mi bilemedim. Askere gettiği günden beri oğlum İbrahim her gece düşüme girerdi. Üç-dört gündür hiç göremez oldum. Size sorayım dedim, bu nedendir diye. Onun için sabahın bu kör vaktinde rahatsız ettim sizi.” dedi Esme kadın. Arap Hoca bir yandan sakalını karıştırırken öte yandan Esme kadına bakıyordu. Yüzü birden değişmiş, doksanlık bu koca çınarın esmer simasında hüzün bulutları çökmüştü. “Onlar gitti kızım Esma, onlar hazreti peygambere komşu oldular!” diye konuşunca ne diyeceğini bilemedi Esme kadın. Koçaş dağı gelip çökmüştü yüreğine, çığlık bile atamamış, Arap Hocaya bakakalmıştı. “Ne ediyorsun hoca? Öyle şey denir mi bu garipceğize?” diye çıkıştı Sultan ana. Onu bile duymuyordu Esme kadın. Fırladı çıktı Arap hocanın evinden. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu. Bağırıp çağırmak, kendini dağlara vurmak istiyordu. Ama yapamazdı, evde bekleyen üç kız bir oğlancık geliyordu aklına. Eve döndü Esme kadın. Şerife yenice koyunlara ot burması asmış, eve çıkıyordu. “Ne oldu gız gadın anam? Neye ağlarsın böyle? Yoğusam bi şey mi var?” diye soran kızını duymadı bile Esme kadın. Çıktı eve, yatakta uyuyan Durmuşu kucakladı, bağrına bastı. Ağladı, inilti çıkarıyor, bağırıp çağıramıyordu. Ona öyle öğretilmişti. Şehitlerin ruhu incitilmez, yasını bile sessiz etmesini bileceksin, şehir anası olduğunun farkında olacaksın. Ağır başlı ve vakur olacaksın denilmişti. Bu coğrafyanın kaderiydi bu. Acını bile sessiz yaşamak, kaderine boyun eğmek, tevekkül etmek… Esme kadın da öyle yaptı. Acısını sessizce yaşadı. Sessizce ağladı, sessizce kıyılan ciğerinin acısını çekti sinesine.
Çok geçmedi zemheri çıkmadan muhtar İbrahim’in şehadet kağıdını, künyesini getirdi. 3 Kânunuevvel 1333’te (3 Aralık 1917) şehit düşmüştü İbrahim çavuş. Moskof gavuru çekilirken onların ardından kalan Ermeni tümeni ile tutuşulan harpte şehadete ermişti.  Gözüne bile bakamadığı ilk göz ağrısı, kınalı koçu, yiğitler yiğidi oğlu İbrahim çavuş Erzurum dağlarında kalmıştı. Baktıkça Koçaş dağı bir öksüz, bir garip bakar olmuştu Esme kadına. Aydınlı Koca İbrahimlerden Tan Süleyman pehlivanın oğlu İbrahim Çavuş, Erzurum dağlarında  vatan için, millet için, namus için hakka varmıştı.
Yıllar yılları kovaladı. Gün geceye kavuştu. Günler hafta, haftalar ay, aylar yıl oldu. Çok zor zamanlar geçirdi Esme kadın. Üç kızını çırak çıkardı (everdi). Durmuş büyümüş, anasının kanadına yapışmıştı. Arada sırada oğlu İbrahim’i görürdü düşünde Esme kadın. İlk askere saldığı gün gibi görürdü bazen, bazen de izinden dönerken ki halini görürdü. Üstünde çavuş üniforması, Kalkamaktan uğurladığı gündeki gibi. Durmuş evlenmiş, ilk bebesi altı ay yaşamış ve ölmüştü. Zühre gelin ikinci bebesini doğurdu. Adına Dursun dediler. Yaşasın diye. Sonra Durmuş kalkıp askere gitti. Riyaset-i Cumhur Muhafız Alayında asker oldu Durmuş. Pek sevindi esme kadın; “İbrahim’imin kumandanını koruyor oğlum. Çanakkale’de kumandanıymış Kemal Paşa. Durmuşum ağasının kumandanını koruyor.” Derdi konu komşuya.
Bir gün köy muhtarı Rıza Efendi elinde bir mazbata ile geldi Esme kadının yanına. Orak harman zamanıydı. “Golay gelsin Esme bılla (abla)!” dedi muhtar. “Sağol bıllam, hoş geldin Irza.” diye mukabele etti Esme kadın. “Hayrolsun bıllam?” Muhtar atından inip ardıcın gölgesinde bağdaş kurdu. “Hayır bılla, hayır. Tefenni’den şubeden geliyon. Sene maaş bağlanmış İbrahim’den dolayı. Yazısını verdiler. Gelip alsın maaşını dediler. Kağıdını vermeye geldim.”  diyerek elindeki kağıdı verdi Esme kadına.  Bir ayran ikram etti muhtara Esme kadın. Muhtar ayranı içip, atına atladı ve oradan uzaklaştı. Durmuş hanımı Zühre gelinle ekin biçiyordu. Bir atlının alacıktan (yayla evi, taş duvarla yapılır. Üstüne ağaç kabukları ve ağaç dallarıyla çatı yapılır ki, son güze kadar orada kalınırdı.) uzaklaştığını görünce vardı anasının yanına. Anacığı Esme kadın yeni alfabeyi bilmiyordu. Durmuş askerlik yaptığı Riyaset-i Cumhur Muhafız Alayında yeni alfabe ile okuma yazmayı öğrenmiş ve ağası gibi çavuş olmuştu. Elindeki kâğıdı aldı anasının. Okudu, anasının yüzüne baktı. “Ne diyor oğul?” dedi Esme kadın merakla. “Ağam şehit olduğu için, sene vatani hizmet tertibinden aylık bağlamış ana devlet.” dedi Durmuş. “Aylığın Tefenni’de mal müdürlüğündeymiş. Gel al deyorlar.” diyerek açıkladı durumu. 13 sene olmuştu İbrahim şehit olalı. Neler gelip geçmiş, neler neler olmuştu. Ama acısı her daim yeni, her daim tazeydi. “Kaç para değer biçmişler oğluma, kaç para bedel vermişler kınalı koçuma?” dedi Esme kadın… “Üç ayda bir 2700 kuruş ana. Aylık 900 kuruş.” dedi Durmuş. “Benim yiğidimin bedeli üç aylık 27 lira mıymış hele? 27 lira mıymış vatan için can vermenin bedeli? 27 lira mı ediyormuş koç yiğidimin ederi? Söylesene Durmuş Efendi; 27 lira mı ağanın değeri?” Bağırıyordu Esme kadın. Zoruna gitmişti besbelli. Cana bedel ödenmesi, oğlunun vatan için, millet için, namus için şehit düşmesine değer biçilmesi zoruna gitmişti. “Ana ne var bunda? Seni muhtaç diye, ihtiyacı var diye düşünmüş devletimiz. Hem üç ayda bir 27 lira eyi para. Bi öküz parası. Sene bedel ödemeyo devlet. Sadece ihtiyacın var diye veriyo. Hem neden kötü? Bak dört nüfus olduk. Beşincisi yolda. Emme gine de sen bilirsin.”  Usul usul, yavaş yavaş konuşuyordu Durmuş. Karısı Zühre gelin çatlama gebeydi yine. Belki oğlan olurdu. Beş kişi olacaklardı bebek doğunca. Üç ayda bir de olsa 27 lira iyi paraydı. İki aylıkla öküz alırdı bi çift kendine. Dalaman tarafına öküz aramaya gitmezdi baharda. Anasının yüzüne baktı. Koca bir keder bulutu gelip çökmüştü Esme ananın yüzüne. Oğluna bakıyordu. Tıpkı ağasına, İbrahim’e benziyordu Durmuş. Pehlivandı, güreşlere gidiyordu ağası gibi, Çavdıra, Dirmil’e, Elmalı’ya gidip güreşirdi.  Hatta Elmalı’dan ödül olarak bi koç bile getirmişti. “Haklı” diye düşündü Esme ana, eyice paraydı 27 lira üç aylık. Yine de ses etmedi, Ecek pınarına doğru yürüdü. “Pazar ertesi gitmeli Tefenni’ye, sorup öğrenmeli neyin nesidir.”
Erken yatardı Esme ana; yatsıyı kılar, biraz Kuran okur, okuduğu Kuranı İbrahim’le şehitlere bağışlar ve yatardı. Sabah da ezan okunmadan ayaktaydı. Lakin bu gece uyuyamamış, bir türlü uyku tutmamıştı. Yanıyordu her yanı. Tarifsiz bir ateşin içindeydi. Bir ara uyudu mu, uyanık mıydı bilmiyordu ama alacığın kapısında İbrahim beliriverdi. Sağ kolu yoktu. Sol eliyle kolunu tutuyor, anasına bakıyordu. Bakışlarda öyle bir hüzün ve öyle bir öfke vardı ya, biraz önce yanan Esme ana buz kesilmişti birden. Sessizce sırtını dönüp gitti İbrahim. Sabah ezanı okunana kadar dışarıda oturdu Esme ana. Hayal miydi, yoksa gerçek mi? İyi de İbrahim öleli 13 sene olmuştu. Gelmesi zaten imkânsızdı. Erzurum dağında kalmıştı İbrahim. Künyesi gelmişti. Hem ölü adam nasıl gelecekti? Sabah namazını kıldı esme ana, gelinini kaldırdı. Hamur yoğurmasını söyledi. Ecek pınarına suya gitti kendisi. Pınarın başına varırken kayanın başında birisini gördü. Hiç kımıldamıyor, sol eliyle sağ omzunu tutuyor, kendisine bakıyordu. “İbrahim, oğlum!” diyebildi sadece… Esme kadın epeyce gelmeyince Zühre gelin kocası Durmuş’u kaldırmış, Ecek pınarına salmıştı. Pınarın başına vardığında anasını baygın buldu Durmuş. Elini yüzünü suyla yıkadı. Kendine geldi Esme kadın. “Ne oldu ana? Griz mi geldi?” diye merak endişe ile sordu Durmuş. “Yok oğlum, ayağım kaydı herhal, düşmüşüm.” dedi Esma ana. Diyemedi bu gece ağan alacığa geldi, demin de pınarın başındaydı diye. Dese kesin “delirmiş anam” derdi Durmuş. Demedi, diyemedi.
Taş pazarında Çavdır’da mal pazarı kurulur,  ertesi günü yani Pazartesi günleri de bezirgânlar, satıcılar gelir sebze, meyve, kumaş gibi şeyleri satarlardı. Esme kadın pazartesi günü gidecekti Tefenni’ye. Oğlu Durmuş’a “Çavdır pazarına iki kuzu götür sat. Geline basma al. Artan parayı da getir. Tefenni’ye gedecen Pazar ertesi.” dedi sabah ile. “Tamam ana, iki erkek kuzu vardı, onlarla üç de koca koyun var. Götürüp satayım.” diye cevap verdi Durmuş. Oğlu pazara koyunları götürürken geliniyle birlik ekin biçmeye gitti Esme kadın. Öğlen olmadan, hava kızmadan gelinine “Hadi kızım sen eve git. Yemek hazırla, ben azıcık daha biçeyim. Durmuş gelir az sonra.” Diyerek gelinini eve salmış, kendisi de kuşluk namazı kılmak için abdest almaya kör kuyunun başına varmıştı. Abdest alırken birden sanki kuyunun içindeki suya oğlu İbrahim’in siması vurdu. Yüreği sıkıştı birden. Acı bir sızı girdi yüreğine. Olduğu yere çöküp kaldı bir süre. Abdestini alıp kuşluk namazını kıldıktan sonra her zaman yaptığı gibi biraz uyumak için ardıcın altına uzandı. Sanki altına uzandığı ardıç ağacı değil de, başında İbrahim bekliyordu. Düşünde kendini hiç tanımadığı, başı karlı ve dumanlı dağlarda buldu Esme kadın. İçi yanıyor, bir yudum su diye aramadık yer bırakmıyordu. Bir ara oğlunu, şehit İbrahim’i gördü. Sağ kolu yoktu. Sol elinde kalaylı bir su tası vardı. Oğluna doğru koştu, “Oğlum çok yandım bir yudum su!” diye inledi. İbrahim hiç konuşmuyor, sol elinde tuttuğu su tasını anasına uzatıyordu. Eline aldı tası, tam içecekti ki; tasın içindeki su kan olmuştu! Yüzüne baktı İbrahim’in, ağlıyordu oğlu. Ama gözlerinden yaş değildi, kandı akan. “Ana kalk, uyan ana!” diye omuzlarını sarsan gelininin sesi ile uyandı. Kan ter içinde kalmış, ağzı dili kurumuştu Esme ananın. Zühre gelinin elinde kalaylı su tası vardı. Tanıyıverdi Esme ana bu tası. İbrahim Çanakkale harbinden izine geldiğinde anasına hediye getirmişti bu Kütahya işi tası. Kalaylatırdı her sene. Kullandırmazdı kimseye. Düşünde İbrahim’in su verdiği tas idi bu. İçi kan dolu olan tas.
Sabaha kadar uyuyamadı yine Esme kadın. Tan atana kadar hep oturdu ocaklığın başında. Bir ara uyudu mu, kendinden mi geçti hatırlamıyordu. Kendini yine karlı dağlarda, çöl ovalarda, tanımadığı yerlerde gördü. Dudakları kurumuş, ciğerleri yanıyordu susuzluktan. Bir an kör kuyuyu gördü, eğildi içmek için, kan oldu kuyu. Ecek pınarını gördü, kan akıyordu. Kalaylı tası gördü, içi kan doluydu. Alacığın önündeki ardıcın dibinde oğlunu, İbrahimi gördü. Koştu oğluna, sağ kolundan kan akıyordu, yüzüne bile bakmadı İbrahim… Kalktı yürüdü bilinmez yerlere. Baktı Esme kadın, bakakaldı ardından. Ardıcın dibinde bir kara öküz peydah oldu ya, gözleri kanlı, burnundan kan damlar… Uyanıverdi Esme kadın, uyuyakalmıştı ocaklığın başında. Oğluna seslendi; “Durmuş, kalk oğlum. Tefenni’ye gideceğiz. Hazırlan!” dedi.
Oğlu Durmuş ile birlikte Tefenni’ye vardıklarında vakit kuşluk olmuştu. Doğruca şubeye gittiler. Şube süvari alayının hemen yanı başında tek katlı taş bir bina idi. Bekletmediler Esme kadını, doğruca şube başkanının yanına çıkardılar. Elindeki kâğıdı uzattı Esme kadın. Şube başkanı olan binbaşı kâğıdı alıp okudu. “Maaşını bizden değil, mal müdürlüğünden alacaksın teyze.” dedi. “Yok, kumandan bey oğlum, ben mayış almaya gelmedim. Bu mayış nerden iptal edilir onu sormaya geldim. Sen bilirsin diye geldim yanına.” Dedi Esme kadın. Şube başkanı Binbaşı bu yoksul kadına dikkatlice baktı. Üstte yok, başta yok misali, tepeden tırnağa fakirlik akıyordu Esme kadının halinden. “Teyze neden iptal ettiriyorsun? Al işte, belli ki ihtiyacın var. Hem bu senin kanunen hakkın. Az mı gördün üç ayda bir 27 lirayı? Artar bu zamanla, al sen bu parayı.” Dedi binbaşı. “Kumandan oğlum, bu mayış nerden iptal edilir sen de hele bene! Boş ver azını çoğunu, ihtiyaç değil bene bu mayış!” diyen kadına bir daha baktı binbaşı. Bu millet bu yüzden asil, bu yüzden mağrur. Beş kuruşa hasret, neredeyse bir servet değerindeki maaşı kabul etmiyor. “Peki teyze, seni Kaymakamlığa göndereyim. Oraya istida ver. Oradan gelecek istida ile biz maaşı istemediğini Ankara’ya yazarız.” diyerek çağırdığı emir eriyle birlikte hükümet konağına gönderdi ana oğlu. Emir eri durumu oradaki memurlara izah edince Esme anayı aldılar Kaymakamın makamına. Kaymakam bu ufak tefek kadını görünce buyur etti. “Anlat hele teyze derdini, nasıl yardımcı oluruz sana?” dedi. Esme kadın; “Kaymakam bey oğlum, ben Kozağacı köyünden geliyorum. Benim oğlum şehittir. Bene muhtar bu kağıdı getirdi, mayış bağlamışlar sene dedi. Ben bu parayı istemeyon. Bu işi senin bildiğini, senin iptal edeceğini söyledi kumandan. Undan geldik yanına. Bi yardımcı oluvu anam.” Kaymakam bey, bu ufak tefek ama kocaman yürekli yiğit Yörük kadınına şöyle bir baktı. “Anacığım, görüyorum ki senin bu maaşa herkesten çok ihtiyacın var. 27 lira az para değil. Hele ki senin gibi ihtiyaç sahibi bir kadın için çok iyi para. Neden kabul etmiyorsun ki?” Esme kadın; “Kaymakam bey oğlum, ben oğlumu vatana adadım. Onun kanını para ile satmadım. Yarın huzuru mahşerde oğlumun yüzünü bana haram kılmasınlar. Alın paranızı sizin olsun. Ben istemeyon!” “Peki ana, dediğin gibi olsun.” diyen kaymakam bey kalem katibini çağırıp Esma ana için dilekçe yazmasını söyledi. Yazılan dilekçeye parmağını basan Esme ana sanki üstünden Koçaş dağı kalkmış gibi ferahladığını hisseti. Durmuş, hiçbir şey sormadı anasına. Yerini, yurdunu bilen kadındır anam, elbet bir bildiği vardır diye düşündü.
Esme kadın Tefenni’den döndüğünde Ecekteki alacığa gitmedi. Durmuş’u saldı gelinin yanına. Kendisi evde kaldı. Yatsıdan sonra her zaman yaptığı gibi Kuran-ı Kerim okudu. Bakara suresi 154 üncü ayetine geldiğinde “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Bilakis onlar diridirler, fakat siz hissedemezsiniz.” Sanki kapıda İbrahim belirdi. Sol elinde Ecekteki alacıkta kalan kalaylı su tası vardı. Hiç ses etmeden anasına verdi tası. Esme kadın tasın içine baktı. Buz gibi suyu içti, içti, içti… Ömrü boyunca bu kadar lezzetli, bu kadar güzel, hoş su içmemişti. İbrahim’in ona gülümsediğini gördü.
Ezan okunurken  uyandığında rahlenin önünde uyuyup kaldığını gördü. Hepsi de bir düşümüş dedi. Rahlenin dibinde kalaylı su tası duruyordu…Onu alıp çanaklığa koydu, namazını kılıp Eceğe doğru yola çıktı.
Esme nenem 20 Şubat 1952 günü vefat etti. Her zaman “Ben bu vatana kınalı bir koç hediye ettim. Ahir ömrümde Kevser ırmağının suyundan içtim.” der idi.. Kutlu tini şad olsun.
18 Mart 2020 Kudret HARMANDA
(Esma Ersanım’ın torunu Dudu Harmanda ve Dursun Özyağcı anlatımıyla. Ruhları şad olsun.)
Not: Şehit Tan Süleyman Oğlu İbrahim’in Erzurum Hasankale’de (Pasinler) muharebe esnasında sağ koluna isabet eden bir top mermisi ile şehit olduğu 1965 senesinde kardeşi Durmuş’a Burdur Yeşilovalı bir asker arkadaşı tarafından anlatılmış, merhume Esma nenem oğlunun hep sağ kolunun olmadığı şekli ile düşünde gördüğünü söylemiştir.



16 Haziran 2019 Pazar

KÜLTÜREL YOZLAŞMA


Toplum olmak ile topluluk ya da kitle veya sürü olmak çok farklı şeylerdir. Toplumu eğitimli, ne yaptığını bilen ve sorumluluk sahibi bireyler oluşturur. Birlikte oluşun bir amacı vardır. Ortak bir kültür ve ortak bir gaye etrafında toplanılmıştır. Oysa topluluk ya da sürü kerhen bir arada, zorlama ya da tesadüf ile birliktedir. Toplum her şeyden evvel kendi kültürüne ve oluşturduğu değerlere sahip çıkar. Topluluk için korunacak bir değerler topluluğu ya da kültür yoktur. Bu gün Türkiye toplumu Türk Milletinin 5 bin seneden beri oluşturduğu değerleri ve kültürü harcamakta müflis babanın hovarda oğlu misali yarış halindedir. Oysa bu değerler pek çok badirelerin birlikte atlatılması ya da yaşanması ile ortaya çıkmış, ulus bütünlüğü ve kültürü ile oluşturulmuş gerçeklerdir.
Öncelikle kültür, İnsanların toplumsal yaşam içinde tarih boyunca ürettikleri bütün maddi ve manevi değerlerin hepsini dile getirir. Kültür maddi ve manevi olarak ikiye ayrılır.  Maddi kültür insanın doğa ile etkileşimi sonucu ürettiği her şeydir. Manevi kültür ise insanları birbirleri ile olan etkileşimi sonuncunda ortaya koydukları her şeydir. Kültür milli niteliğe sahiptir, her toplumun kendine özgü kültürü vardır.  Uygarlık ise kültürün evrenselleşmiş halidir. Kültür basit kurallar ya da değerler bütünü değildir. Öncelikle toplumu ve onu oluşturan bireyi korur. Çünkü kültür süreğen yani devamlılık arz eder. Toplumsaldır, insanların toplum halinde yaşamasından doğar. Tarihseldir, bir geçmişi vardır. Öğrenilir ve öğretilir, sonradan kazanılır. Sürekliliğe sahiptir. Kuşaktan kuşağa aktarılır. Devamlılık gösterir. Toplumdan topluma değişir. Uyulması gereken kurallardan oluşur. Kültürün maddi öğeleri, manevi öğelerinden hızlı değişir. Kültür dil yolu ile sonraki nesle aktarılır. Her kültürün alt kültürleri vardır.
Yukarıda bahsettiğimiz üzere Türkiye toplumu basit bir tüketim kültürüne değil en az 5 bin senelik bir değerler manzumesine sahiptir. Bu değerlerin ortak adı da Türk Kültürüdür.  Türk kültürünün en önemli özelliği bize yani ulusumuza has olması, bizi biz yapmasıdır. Bize değer veren, bizi diğer toplumlardan ayıran en temel özelliğimizdir. Bize Türk kimliğini ve kişiliğini kazandıran özgün yapımızdır. Bizim kültürümüz bize hastır. Pek çok ulusun gıpta ile baktığı ve her daim övgü ile söz ettiği bir kültür birikimine sahibiz. O kadar güzel ve mümtaz bir kültüre sahibiz ki, eski Çin, İran, Bizans ve Avrupa kayıtlarında Türklerin kültürü hakkında gerçekten çok değerli görüşler yazılmış, ulusumuzun birlik ve beraberliği ile kültürel farklılığı hep takdir edilmiştir. Bizi beş bin senedir bir arada tutan en değerli varlığımız dilimiz ve bunun etrafında gelişen kültürümüzdür. Buradan geriye baktığımızda dünya tarihinde Türk kültürü kadar eski olan bir ya da iki kültürden başka bir birikim göremiyoruz. Tarihi süreçte ölmüş olan sözde kültürlerin de birileri tarafından sahiplenilmesi bile bizim kültürümüzün büyüklüğünü ve kadimden beri var oluşunu gölgeleyemiyor. Birilerinin ısrarla sahiplenmeye çalıştığı Helen, Mısır, Roma gibi devletlerin ya da uygarlıkların kültürlerinden bu gün bahsetmek imkansızdır. Ama beş bin yıldır var olduğunu çeşitli kaynaklardan öğrendiğimiz Türk Kültürü bu gün bile aynı canlılığı ile devam etmektedir. Bizim kültürümüz eşsizdir, çünkü binlerce yılın birikimidir. Nadidedir çünkü hala canlı bir şekilde yaşatılmaktadır. Yeryüzüne yayılmış yaklaşık 350 milyonluk bir ulus tarafından yaşatılmaktadır.
Çok değil bundan 50-60 sene önce son derece bağlı olduğumuz değerlerimiz artık yavaş yavaş terkedilir olmuş, ulus bütünlüğümüz ve kültürel zenginliğimiz yoğun bir kültürel erozyona maruz kalmıştır.
 TV, İnternet ve basın yayın organları tarafından son 30 seneden beri toplumumuz yoğun bir KÜLTÜR EMPERYALİZMİ sağanağına maruz bırakılmış, eğer tedbir almazsak çok değil on yıl içinde aile, toplum, ulus bilincini yok edecek derecede kültürel değerlerimiz yozlaştırılmıştır. Son yıllarda ulus bilincinin karşısına çıkartılan en önemli düşman, popüler kültür adı altındaki TÜKETİM TOPLUMU adı verilen yozlaşmış topluluktur. Düşünün ki; ne kadar insani değer varsa bir nevi pazar eşyasına, pazarlama ürününe dönüştürülmüş, aile, toplum ve ulus bilinci yok edilmiştir. Türk Milletinin ne kadar kutsalı varsa buna sahip çıkmak gericilik sayılır olmuştur. Basit gibi görünen ama ileride çok derin meselelere yol açacak uygulamalar bile vatanını ve milletini sevenler tarafından dile getirilemez olmuş durumdadır. Buna ister mahalle baskısı deyiniz, isterse toplumsal duyarsızlık. Mesela; bedelli askerlik gibi hayati bir konuda bu yanlıştır dediğiniz anda linç edilmeniz çok da uzak bir ihtimal değildir. Ama bu meselenin ülke ve devletin bekası kadar milletin bu coğrafya da var olabilmesi için hayati önemde olduğunu herkes bilir. Kimsenin işine gelmez çünkü angarya gibi görülür. Herkes askerliğin mecburi bir hizmetten ziyade zaruri, olmazsa olmaz bir hizmet olduğunu bilir ama, popüler tüketim kültürü bunun böyle olduğunu toplumdan saklar ve hatta gereksiz olduğunu empoze eder. Neden? Çünkü efendilere köle gereklidir, sorgulamadan tüketecek, ne ürettiğinin ya da tükettiğinin farkında olmayacak toplum bilincinden yoksun yığınlar, kitleler ve topluluklar gereklidir de ondan.
Düşünün; sizin var olmanızda, bu günlerinize gelmenizde, sizin siz olmanızda insanüstü bir gayret sarf eden anne ve babalarınızı bir güne hapseden aynı kültür ya da dayatma değil de nedir? Sevdiklerinizin bir güne ya da günlere sığdırılması toplumun yozlaşması değil de nedir? Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü gibi uyduruk günlerin açıklaması neyle, hangi kültür birikimi ile yapılacaktır? Kutsallarımıza acımasız bir şekilde saldıran kültür emperyalizminin nihai hedefi ulus bilincini yok edip, tüketim kültürünü dayatmaktır. Birimiz bile bu gün kalkıp eski atalarımızda anneye, babaya, aileye verilen değeri araştırma ihtiyacı hissetmiyoruz. Toplumda yetim ve öksüzlere verilen değeri, onların nasıl korunduğunu kaçımız biliyoruz ya da merak ettik? Hasta olanlarımızı bile insani bir biçimde tedavi eden bir toplumdan, duyarsızlaştırılan bir topluma gelmek inanın insanın içini acıtıyor. Biz bu değiliz aziz okuyucularım. Türk Milleti, Türk Kültürü bu değil! Sokaklarında sadaka verilecek fakir bulunmayan bir toplumdan, sokakta evsizleri olan bir topluma gelmek bizim utancımızdır. Türk Kültürü acilen layık olduğu yere, toplumsal yaşantımıza döndürülmeli, uydurma moda terimler ya da akımlarla yok edilmesinin önüne geçilmelidir. Bunun için görev sadece devlete ve  kurumlara değil, aynı zamanda doğrudan doğruya bize yani bu toplumu, bu ulusu oluşturan bireylere ve sivil toplum kuruluşları olan kültür derneklerine ile vakıflara düşmektedir.
Bizler yani Türk Ulusunun fertleri bizim kültürümüzün masallarda kalmasına izin veremeyiz ve vermeyeceğiz.  Bu uğurda mesaimizi, malımızı, paramızı harcayacağız ama asla bu kültürün unutulmasına izin vermeyeceğiz. Çünkü Türk Ulusunun varlığı ve bekası demek ancak ve ancak Türk Dili ve Türk Kültürü ile mümkündür. Ulusal bilincin aynı ile yaşatılması ve gelecek nesillere ulaştırılması için Varlığımızı Türk Varlığına armağan edeceğiz! Ne mutlu Türküm diyene!


20 Mayıs 2019 Pazartesi

UYDURULAN KÜLTÜR (!)



Binlerce yılın birikimi, binlerce yılın süre gelen gelenek, görenek ve ananelerinin bütünü olan Türk Kültürü, bu gün yeryüzünde en geniş coğrafyada yaşayan canlı bir olgudur.  Ülkemizin herhangi bir ilinde, ilçesinde, beldesinde veya köyünde rastlayabileceğiniz bir kültürel ögemize iklimler, ülkeler ötesinde Çuvaşistan’da veya Doğu Türkistan’da rastlamak sizi şaşırtmamalıdır. Dediğimiz gibi Türk Kültürü, coğrafya ne kadara geniş ve farklı olursa olsun halen canlı bir şekilde yaşamakta ve yaşatılmaktadır.
Kültürümüzün canlı örnekleri o kadar çok ve o kadar çeşitlidir ki, bu bizim buraya yazamayacağımız kadar uzun ve konumuzun dışındadır. Ancak yine de özellikle Kültür nedir, Türk Kültürünün kökleri nelerdir kısaca değinmek, kısaca açıklamak yerinde olacaktır.  Sözlük anlamı olarak Türk Dil Kurumu sözlüğünde Kültür; Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü.” olarak açıklanmaktadır. Yani kültür her şeyden evvel tarihsel köklere dayanmak zorundadır. Öyle kendiliğinden bir anda ortaya çıkmaz, çıkamaz! Siz isteseniz de belli bir gelişim sürecini tamamlamadan hiçbir olguyu kültür elemanı yapamazsınız. Bu ancak tarihsel bir süreç içerisinde, o da toplum eğer benimser ve yaşatırsa kültüre adapte olur ve kültürün bir ögesi olabilir. Türk kültürünün temel dayanağı Türk Milletinin binlerce senedir var olan ve adına Türk Töresi denilen kanunları yani temel yaşam felsefesidir. Bu felsefe o kadar derin, o kadar köklü ve o kadar büyüktür ki; 4650 senedir zerrece değişmemiş, bunca ülke, iklim ve millet ile etkileşmesine rağmen asla özünden kopmamıştır.
Ülkemizde son yıllarda adeta mantar misali çoğalan dernekler, sözüm ona Türk Kültürünü yaşatma adına var olduklarını iddia etmelerine karşın dernek isimlerinde geçen kültür kelimesi sadece bir süsten öteye geçememiştir. Öyle ki; çoğu dernek mensubunun kültür deyince aklına sadece kılık kıyafet gibi tarihi süreçte her an değişebilen ve değişmiş olgular gelmektedir. O giysilerin üzerindeki motiflerin, renklerin ya da atılan düğümlerin bile ne anlama geldiği çoğu insan tarafından bilinmemektedir. İran’ın Fars Eyaletinde yaşayan Kaşkay Türklerinin kadınlarının halen giydiği allı morlu üç eteklerin aynının daha 40 yıl öncesine kadar Toroslarda yaşayan Yörük kadınlarının giysileri olduğunu, bu giysilerin düğün gibi özel günlerde halen kadınlarımız tarafından giyildiğini çoğu insan bilmez.  Azerbaycan’da gelin başı olarak kullanılan kuş tüylerinin pek çok Türkmen aşiretleri tarafından halen kullanılageldiğini bilmedikleri gibi, bu kültüre yabancı insanlar için kuş tüylü gelin başları tuhaf olarak karşılanmaktadır. Türk kültüründe her şeyin kendine has derin anlamları vardır. Çünkü bu kültür yazılı olarak 4650 senedir var olan, yaşayan bir kültürdür. Şöyle ki; Türk tarihinin çeşitli evrelerinde bazı Türk Boyları esaret altına girmişler ama asla kendi öz benliklerini unutmamışlar, Türk kimliğini daima diri tutmuşlardır. Büyük Kök Türk  İmparatorluğu yıkılıp Aşina boyu esir olarak Çin ülkesine götürüldüğünde Türkler asla Çinliler tarafından asimile edilememişlerdir. Çünkü asil ve gururlu Türkler asla kültürlerini unutmamışlar, bunun neticesinde 19 Mayıs 639 da Aşina prenslerinden Kürşad (Ashina Jiesheshuai) ayaklanmasının ardından Çinliler Türkleri asimile edemeyeceklerini anlayıp onları esirlikten kendi bozkırlarına göndermek zorunda kalmışlardır. Özellikle yakın dönemde 1920-1991 yıllarında esir kalan eski Sovyetler Birliği ülkelerinin içinde en büyük zulüm ve baskıları gören Türk toplulukları buna karşın asla Türklüklerini unutmamışlardır. Bunun nedeni de binlerce yılın birikimi olan Türk kültürüdür!


Bizim kültürümüz hiçbir zaman taklit etmemiş, ama taklit edilmiş, başka uluslar tarafından alınmıştır. Temelde zaaflarımızdan birisi olan tarihimizi başkalarından öğrenme eksikliğimiz, kültür birikimimizi ve çeşitliliğimizi öğrenmede de ne yazık ki kendisini göstermektedir. Oysa bu konuda Türk Cumhuriyetleri ve akraba toplulukları ile yapılacak çok ciddi bir alan taraması bizim bu büyük kültürü tanımamızı ve yabancı olduğumuzu sandığımız kendimize ait olan pek çok kültürel öğeyi öğrenmemizi sağlayacaktır. Bu konuda görev sadece Türk Devletleri kültür bakanlıklarına değil, aynı zamanda sivil toplum kuruluşlarına da düşmektedir.
Son zamanlarda sözüm ona adında kültür ibaresi bulunan bazı sivil toplum kuruluşları kendilerince yeni kültür tanımları yapmakta, tarihimizde ve kültürümüzde olmayan sıfatları sözüm ona ulufe misali sağa sola dağıtmaktadırlar. Bir kere şunun akıldan asla çıkartılmaması gerektir ki; Türkçede askeri sıfatlar gibi yönetimsel sıfatlarda açık, net ve bellidir. Mesela Türk Kağanın eşine Katun denilir, asla ona başka sıfat uydurulmaz. Bu Tengri Kut Mete zamanında da böyle idi, Sultan Unvanını kullanana kadar Tuğrul bey zamanında da böyleydi. Türkler İslam dinine girdikten sonra Kağanlarına Padişah, Sultan ya da Şah demişler, eşlerine de Hanım, Sultan veya Şah Banu unvanını layık görmüşlerdir. Ama buna karşın, Türk tarihinde Tomris gibi kadın kağanlarımıza da asla ve asla olmadık sıfatlar yakıştırılmamış, bunlara erkeklere ait sıfatlar takılmamıştır. Mesela Tomris’e Katun denilmiştir. Ata Beylikler ya da Beylikler döneminde bu siyasi oluşumların başında bulunan kadın beylere de asla BEY HATUN(?) denilmemiş, doğrudan doğruya HANIM ya da SULTAN denilmiş, başkaca bir isim uydurulmamıştır. Bir de eski Türklerde TERKEN ismi vardır ki, bu isim köken olarak kraliçe, katun, imparatoriçe anlamında kullanıldığı gibi, ilerleyen dönemlerde kız çocuklarına da verilmiştir.  Ancak kelimelerin genel anlamlarına bakıldığında Türk devletlerini yöneten kadın hakan yada beylere asla erkek sıfatlar verilmemiş, doğrudan doğruya kendi unvanları olan Katun, Terken, Hanım, Şah Banu, Sultan terimleri kullanılmıştır. Osmanlı Sarayında padişahlara erkek çocuk doğuran kadınlara önceleri Haseki denilirken, daha sonraları Kadın Efendi unvanı verilmiştir. Ancak bu unvanların devlet ricalinde bir kıymeti yoktur. Çünkü yönetici sınıf değildir.

Bir de tarihimizde Bacıyan-ı Rûm yani Anadolu kadınlar birliği yada teşkilatı bulunmaktadır ki; bu teşkilat Türk kadınının hakikaten vatanı ve milleti için neler yapabileceğinin mükemmel bir örneğidir. Bu teşkilatın kurucusu ülkemizde Ahilik teşkilatının kurucusu Ahi Evran Hace Nasuriddin’in eşi olan Fatma Bacıdır ki, kendisine “Kadın Ana” “Hatun Ana” “Kadıncık” gibi sıfatlarla hitap edilir, ama ne hikmetse BACI BEY(?)  denilmezdi! Çünkü Türk Töresinde kadın erkekleştirilmez, kadın kutsaldır ve toplumun temeli yani anasıdır. İlk Şamanlar bile kadındır. Ama ne hikmetse bu Şaman yada Kam olarak adlandırılan kadınlara kimse ŞAMAN BACI, KAM ANA BEY dememiş, deme ihtiyacı hissetmemiştir.
Son söz olarak sayın kültür dernekleri mensupları ve yöneticileri; lütfen kültürümüzü bilerek dernekçilik yapalım. Uydurma terimlerle, sıfatlarla dernekçilik ya da kültür temsilciliği yapılmaz, unutmayalım!

20 Eylül 2018 Perşembe

KÖLELER


Kölelere ekmek gerekti,
efendilere ise ekmek kazanmak için köle.
Efendiler ekmek verdiler kölelere, onların kazandığı
alın teri ile, bin bir zahmetle yaptıkları ekmekleri...
Kölelere sormadı efendileri, "bu ekmek nasıl kazanıldı?"
Köleler sorgulamadı, "bizim kazandığımız ekmekleri
bize neden özgürlüğümüzün karşılığı verdiler" diye
efendileri sormadı, köleler sorgulamadı, ekmek neyin karşılığı diye...
Bir gün, çıkıp dedi içlerinden en asi olanı,
"Ekmeği kazanan biz, alın terini akıtan biz, kazandığımız ekmeğe
bir lokma versin efendiler diye, kölelik eden yine biz!" diye
haykırdı var gücüyle....
İçlerinden en yaşlı olanı; "Sus!" dedi "Sus! Bozgunculuk yapma!
Bizim kaderimiz bu, köle doğduk, köle büyüdük, kadere boyun eğmeyi,
ve efendilerine itaat eden mutlu bir köle olarak ölmeyi yazmışlar bize,
Şimdi sen kalkıp diyorsun ki, ekmek bizim, emek bizim, özgürlük bizim olmalı...
Kadere isyan eden bir günahkar, bir lanetli gibi...
derhal tövbe etmelisin
bu zararlı düşünceleri, kafandan def etmelisin!"
Ve o deli cesaretin sahibi, söyledi usul usul; "Bu böyle gitmez!
Annem köleydi, babam da öyle. Ve onların anneleri ve babaları da,
hep aynı efendiye değildi kölelikleri, bir lokma ekmek içindi
oysa toprak işleyenin, su kullananın, ekmek ise, emek harcayanın...
olmak zorunda kardeşlerim, değişmeli bu düzen...
yoksa ölümü kader diye sunarlar, ekmek karşılığı prangayı
ve bir damla su için boynunuzda zincirleri
lütuf değildir kendi emeğinizin karşılığı,
isyan değildir hakkını istemek, haktır en başında
bizim düşmanımız efendiler değil, cehaletimizdir
boynumuzdaki zincir, ellerimizde kelepçe
ayaklarımızda pranga sanmayın demirdendir...
bizi köle eden, bizim cehaletimiz,
bizi mahkum eden bizim korkularımız
bizi kör eden kardeşlerim; inanın bana
gözümüzde büyüttüğümüz nokta kadar şeyleri
bize dayatılandır, bize lütuf diye sunulandır,
Biz çokken o mutlu azınlığın karşısında
haline şükreden, bizden olduğunu söyleyen
ama;
gerçekte bizi kendi korkularımızla yüzleşmekten
alıkoyan, satılmış ruhlar ve
bize biz olduğumuzu unutturanlardır!"
Dalgalandı köleler topluluğu, bulandı duru ve boş beyinler
bir tarafta hakkına razı olduğunu söyleyenler
öte yanda, hak, hukuk, emek ve ekmek diyenler
ve bir yanda onlara daima şükretmeyi salık veren efendiler...
Ta o günden beridir ki
köleler savaşır durur, hak, eşitlik ve adalet diyerek
oysa kavgaları hep kendi aralarında olmuştur
efendiler; onlar için çarpışan kölelere madalya takarken her zaman
özgürlük diyenleri hep hain ilan etmiştir...
Köleler, halinden memnun tok köleler...
Onlar efendilerine çok müteşekkirler...
ve halinden memnun olmayıp, özgürlük diyerek aç yatan
asi köleler...
Onlar hallerinden çok memnunlar, aç bile olsalar
Bir felsefe, bir ideoloji değil bu, yada epik bir destan
yazılıp gelen ta dünya kurulduğu günden gelen...
bir yanda aç yatarken halinden memnun,
öte yanda tok yatmaktan mesut olan köleler..
Oysa dostlarım; güneş hepimizin, hava da öyle
su bedava olmalı, ekmek de,
köle olmamalı insan insana, insan da heveslerine
üleşmeli zenginliği, üleşmeli ekmeği ve suyu
biri yaşarken sevinçleri, öteki üzülmemeli
sevinci paylaşmalı, kederi bölüşmeli
köle ve efendi nasıl ki eşitse toprağın altında
toprağın üstünde de insanlar eşit bir şekilde
havayı soluyabilmeli, suyu içebilmeli,
ve ekmeği herkes eşit yiyebilmeli...
19 Eylül 2018 22 suları
Kudret Harmanda