16 Haziran 2019 Pazar

KÜLTÜREL YOZLAŞMA


Toplum olmak ile topluluk ya da kitle veya sürü olmak çok farklı şeylerdir. Toplumu eğitimli, ne yaptığını bilen ve sorumluluk sahibi bireyler oluşturur. Birlikte oluşun bir amacı vardır. Ortak bir kültür ve ortak bir gaye etrafında toplanılmıştır. Oysa topluluk ya da sürü kerhen bir arada, zorlama ya da tesadüf ile birliktedir. Toplum her şeyden evvel kendi kültürüne ve oluşturduğu değerlere sahip çıkar. Topluluk için korunacak bir değerler topluluğu ya da kültür yoktur. Bu gün Türkiye toplumu Türk Milletinin 5 bin seneden beri oluşturduğu değerleri ve kültürü harcamakta müflis babanın hovarda oğlu misali yarış halindedir. Oysa bu değerler pek çok badirelerin birlikte atlatılması ya da yaşanması ile ortaya çıkmış, ulus bütünlüğü ve kültürü ile oluşturulmuş gerçeklerdir.
Öncelikle kültür, İnsanların toplumsal yaşam içinde tarih boyunca ürettikleri bütün maddi ve manevi değerlerin hepsini dile getirir. Kültür maddi ve manevi olarak ikiye ayrılır.  Maddi kültür insanın doğa ile etkileşimi sonucu ürettiği her şeydir. Manevi kültür ise insanları birbirleri ile olan etkileşimi sonuncunda ortaya koydukları her şeydir. Kültür milli niteliğe sahiptir, her toplumun kendine özgü kültürü vardır.  Uygarlık ise kültürün evrenselleşmiş halidir. Kültür basit kurallar ya da değerler bütünü değildir. Öncelikle toplumu ve onu oluşturan bireyi korur. Çünkü kültür süreğen yani devamlılık arz eder. Toplumsaldır, insanların toplum halinde yaşamasından doğar. Tarihseldir, bir geçmişi vardır. Öğrenilir ve öğretilir, sonradan kazanılır. Sürekliliğe sahiptir. Kuşaktan kuşağa aktarılır. Devamlılık gösterir. Toplumdan topluma değişir. Uyulması gereken kurallardan oluşur. Kültürün maddi öğeleri, manevi öğelerinden hızlı değişir. Kültür dil yolu ile sonraki nesle aktarılır. Her kültürün alt kültürleri vardır.
Yukarıda bahsettiğimiz üzere Türkiye toplumu basit bir tüketim kültürüne değil en az 5 bin senelik bir değerler manzumesine sahiptir. Bu değerlerin ortak adı da Türk Kültürüdür.  Türk kültürünün en önemli özelliği bize yani ulusumuza has olması, bizi biz yapmasıdır. Bize değer veren, bizi diğer toplumlardan ayıran en temel özelliğimizdir. Bize Türk kimliğini ve kişiliğini kazandıran özgün yapımızdır. Bizim kültürümüz bize hastır. Pek çok ulusun gıpta ile baktığı ve her daim övgü ile söz ettiği bir kültür birikimine sahibiz. O kadar güzel ve mümtaz bir kültüre sahibiz ki, eski Çin, İran, Bizans ve Avrupa kayıtlarında Türklerin kültürü hakkında gerçekten çok değerli görüşler yazılmış, ulusumuzun birlik ve beraberliği ile kültürel farklılığı hep takdir edilmiştir. Bizi beş bin senedir bir arada tutan en değerli varlığımız dilimiz ve bunun etrafında gelişen kültürümüzdür. Buradan geriye baktığımızda dünya tarihinde Türk kültürü kadar eski olan bir ya da iki kültürden başka bir birikim göremiyoruz. Tarihi süreçte ölmüş olan sözde kültürlerin de birileri tarafından sahiplenilmesi bile bizim kültürümüzün büyüklüğünü ve kadimden beri var oluşunu gölgeleyemiyor. Birilerinin ısrarla sahiplenmeye çalıştığı Helen, Mısır, Roma gibi devletlerin ya da uygarlıkların kültürlerinden bu gün bahsetmek imkansızdır. Ama beş bin yıldır var olduğunu çeşitli kaynaklardan öğrendiğimiz Türk Kültürü bu gün bile aynı canlılığı ile devam etmektedir. Bizim kültürümüz eşsizdir, çünkü binlerce yılın birikimidir. Nadidedir çünkü hala canlı bir şekilde yaşatılmaktadır. Yeryüzüne yayılmış yaklaşık 350 milyonluk bir ulus tarafından yaşatılmaktadır.
Çok değil bundan 50-60 sene önce son derece bağlı olduğumuz değerlerimiz artık yavaş yavaş terkedilir olmuş, ulus bütünlüğümüz ve kültürel zenginliğimiz yoğun bir kültürel erozyona maruz kalmıştır.
 TV, İnternet ve basın yayın organları tarafından son 30 seneden beri toplumumuz yoğun bir KÜLTÜR EMPERYALİZMİ sağanağına maruz bırakılmış, eğer tedbir almazsak çok değil on yıl içinde aile, toplum, ulus bilincini yok edecek derecede kültürel değerlerimiz yozlaştırılmıştır. Son yıllarda ulus bilincinin karşısına çıkartılan en önemli düşman, popüler kültür adı altındaki TÜKETİM TOPLUMU adı verilen yozlaşmış topluluktur. Düşünün ki; ne kadar insani değer varsa bir nevi pazar eşyasına, pazarlama ürününe dönüştürülmüş, aile, toplum ve ulus bilinci yok edilmiştir. Türk Milletinin ne kadar kutsalı varsa buna sahip çıkmak gericilik sayılır olmuştur. Basit gibi görünen ama ileride çok derin meselelere yol açacak uygulamalar bile vatanını ve milletini sevenler tarafından dile getirilemez olmuş durumdadır. Buna ister mahalle baskısı deyiniz, isterse toplumsal duyarsızlık. Mesela; bedelli askerlik gibi hayati bir konuda bu yanlıştır dediğiniz anda linç edilmeniz çok da uzak bir ihtimal değildir. Ama bu meselenin ülke ve devletin bekası kadar milletin bu coğrafya da var olabilmesi için hayati önemde olduğunu herkes bilir. Kimsenin işine gelmez çünkü angarya gibi görülür. Herkes askerliğin mecburi bir hizmetten ziyade zaruri, olmazsa olmaz bir hizmet olduğunu bilir ama, popüler tüketim kültürü bunun böyle olduğunu toplumdan saklar ve hatta gereksiz olduğunu empoze eder. Neden? Çünkü efendilere köle gereklidir, sorgulamadan tüketecek, ne ürettiğinin ya da tükettiğinin farkında olmayacak toplum bilincinden yoksun yığınlar, kitleler ve topluluklar gereklidir de ondan.
Düşünün; sizin var olmanızda, bu günlerinize gelmenizde, sizin siz olmanızda insanüstü bir gayret sarf eden anne ve babalarınızı bir güne hapseden aynı kültür ya da dayatma değil de nedir? Sevdiklerinizin bir güne ya da günlere sığdırılması toplumun yozlaşması değil de nedir? Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü gibi uyduruk günlerin açıklaması neyle, hangi kültür birikimi ile yapılacaktır? Kutsallarımıza acımasız bir şekilde saldıran kültür emperyalizminin nihai hedefi ulus bilincini yok edip, tüketim kültürünü dayatmaktır. Birimiz bile bu gün kalkıp eski atalarımızda anneye, babaya, aileye verilen değeri araştırma ihtiyacı hissetmiyoruz. Toplumda yetim ve öksüzlere verilen değeri, onların nasıl korunduğunu kaçımız biliyoruz ya da merak ettik? Hasta olanlarımızı bile insani bir biçimde tedavi eden bir toplumdan, duyarsızlaştırılan bir topluma gelmek inanın insanın içini acıtıyor. Biz bu değiliz aziz okuyucularım. Türk Milleti, Türk Kültürü bu değil! Sokaklarında sadaka verilecek fakir bulunmayan bir toplumdan, sokakta evsizleri olan bir topluma gelmek bizim utancımızdır. Türk Kültürü acilen layık olduğu yere, toplumsal yaşantımıza döndürülmeli, uydurma moda terimler ya da akımlarla yok edilmesinin önüne geçilmelidir. Bunun için görev sadece devlete ve  kurumlara değil, aynı zamanda doğrudan doğruya bize yani bu toplumu, bu ulusu oluşturan bireylere ve sivil toplum kuruluşları olan kültür derneklerine ile vakıflara düşmektedir.
Bizler yani Türk Ulusunun fertleri bizim kültürümüzün masallarda kalmasına izin veremeyiz ve vermeyeceğiz.  Bu uğurda mesaimizi, malımızı, paramızı harcayacağız ama asla bu kültürün unutulmasına izin vermeyeceğiz. Çünkü Türk Ulusunun varlığı ve bekası demek ancak ve ancak Türk Dili ve Türk Kültürü ile mümkündür. Ulusal bilincin aynı ile yaşatılması ve gelecek nesillere ulaştırılması için Varlığımızı Türk Varlığına armağan edeceğiz! Ne mutlu Türküm diyene!


20 Mayıs 2019 Pazartesi

UYDURULAN KÜLTÜR (!)



Binlerce yılın birikimi, binlerce yılın süre gelen gelenek, görenek ve ananelerinin bütünü olan Türk Kültürü, bu gün yeryüzünde en geniş coğrafyada yaşayan canlı bir olgudur.  Ülkemizin herhangi bir ilinde, ilçesinde, beldesinde veya köyünde rastlayabileceğiniz bir kültürel ögemize iklimler, ülkeler ötesinde Çuvaşistan’da veya Doğu Türkistan’da rastlamak sizi şaşırtmamalıdır. Dediğimiz gibi Türk Kültürü, coğrafya ne kadara geniş ve farklı olursa olsun halen canlı bir şekilde yaşamakta ve yaşatılmaktadır.
Kültürümüzün canlı örnekleri o kadar çok ve o kadar çeşitlidir ki, bu bizim buraya yazamayacağımız kadar uzun ve konumuzun dışındadır. Ancak yine de özellikle Kültür nedir, Türk Kültürünün kökleri nelerdir kısaca değinmek, kısaca açıklamak yerinde olacaktır.  Sözlük anlamı olarak Türk Dil Kurumu sözlüğünde Kültür; Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü.” olarak açıklanmaktadır. Yani kültür her şeyden evvel tarihsel köklere dayanmak zorundadır. Öyle kendiliğinden bir anda ortaya çıkmaz, çıkamaz! Siz isteseniz de belli bir gelişim sürecini tamamlamadan hiçbir olguyu kültür elemanı yapamazsınız. Bu ancak tarihsel bir süreç içerisinde, o da toplum eğer benimser ve yaşatırsa kültüre adapte olur ve kültürün bir ögesi olabilir. Türk kültürünün temel dayanağı Türk Milletinin binlerce senedir var olan ve adına Türk Töresi denilen kanunları yani temel yaşam felsefesidir. Bu felsefe o kadar derin, o kadar köklü ve o kadar büyüktür ki; 4650 senedir zerrece değişmemiş, bunca ülke, iklim ve millet ile etkileşmesine rağmen asla özünden kopmamıştır.
Ülkemizde son yıllarda adeta mantar misali çoğalan dernekler, sözüm ona Türk Kültürünü yaşatma adına var olduklarını iddia etmelerine karşın dernek isimlerinde geçen kültür kelimesi sadece bir süsten öteye geçememiştir. Öyle ki; çoğu dernek mensubunun kültür deyince aklına sadece kılık kıyafet gibi tarihi süreçte her an değişebilen ve değişmiş olgular gelmektedir. O giysilerin üzerindeki motiflerin, renklerin ya da atılan düğümlerin bile ne anlama geldiği çoğu insan tarafından bilinmemektedir. İran’ın Fars Eyaletinde yaşayan Kaşkay Türklerinin kadınlarının halen giydiği allı morlu üç eteklerin aynının daha 40 yıl öncesine kadar Toroslarda yaşayan Yörük kadınlarının giysileri olduğunu, bu giysilerin düğün gibi özel günlerde halen kadınlarımız tarafından giyildiğini çoğu insan bilmez.  Azerbaycan’da gelin başı olarak kullanılan kuş tüylerinin pek çok Türkmen aşiretleri tarafından halen kullanılageldiğini bilmedikleri gibi, bu kültüre yabancı insanlar için kuş tüylü gelin başları tuhaf olarak karşılanmaktadır. Türk kültüründe her şeyin kendine has derin anlamları vardır. Çünkü bu kültür yazılı olarak 4650 senedir var olan, yaşayan bir kültürdür. Şöyle ki; Türk tarihinin çeşitli evrelerinde bazı Türk Boyları esaret altına girmişler ama asla kendi öz benliklerini unutmamışlar, Türk kimliğini daima diri tutmuşlardır. Büyük Kök Türk  İmparatorluğu yıkılıp Aşina boyu esir olarak Çin ülkesine götürüldüğünde Türkler asla Çinliler tarafından asimile edilememişlerdir. Çünkü asil ve gururlu Türkler asla kültürlerini unutmamışlar, bunun neticesinde 19 Mayıs 639 da Aşina prenslerinden Kürşad (Ashina Jiesheshuai) ayaklanmasının ardından Çinliler Türkleri asimile edemeyeceklerini anlayıp onları esirlikten kendi bozkırlarına göndermek zorunda kalmışlardır. Özellikle yakın dönemde 1920-1991 yıllarında esir kalan eski Sovyetler Birliği ülkelerinin içinde en büyük zulüm ve baskıları gören Türk toplulukları buna karşın asla Türklüklerini unutmamışlardır. Bunun nedeni de binlerce yılın birikimi olan Türk kültürüdür!


Bizim kültürümüz hiçbir zaman taklit etmemiş, ama taklit edilmiş, başka uluslar tarafından alınmıştır. Temelde zaaflarımızdan birisi olan tarihimizi başkalarından öğrenme eksikliğimiz, kültür birikimimizi ve çeşitliliğimizi öğrenmede de ne yazık ki kendisini göstermektedir. Oysa bu konuda Türk Cumhuriyetleri ve akraba toplulukları ile yapılacak çok ciddi bir alan taraması bizim bu büyük kültürü tanımamızı ve yabancı olduğumuzu sandığımız kendimize ait olan pek çok kültürel öğeyi öğrenmemizi sağlayacaktır. Bu konuda görev sadece Türk Devletleri kültür bakanlıklarına değil, aynı zamanda sivil toplum kuruluşlarına da düşmektedir.
Son zamanlarda sözüm ona adında kültür ibaresi bulunan bazı sivil toplum kuruluşları kendilerince yeni kültür tanımları yapmakta, tarihimizde ve kültürümüzde olmayan sıfatları sözüm ona ulufe misali sağa sola dağıtmaktadırlar. Bir kere şunun akıldan asla çıkartılmaması gerektir ki; Türkçede askeri sıfatlar gibi yönetimsel sıfatlarda açık, net ve bellidir. Mesela Türk Kağanın eşine Katun denilir, asla ona başka sıfat uydurulmaz. Bu Tengri Kut Mete zamanında da böyle idi, Sultan Unvanını kullanana kadar Tuğrul bey zamanında da böyleydi. Türkler İslam dinine girdikten sonra Kağanlarına Padişah, Sultan ya da Şah demişler, eşlerine de Hanım, Sultan veya Şah Banu unvanını layık görmüşlerdir. Ama buna karşın, Türk tarihinde Tomris gibi kadın kağanlarımıza da asla ve asla olmadık sıfatlar yakıştırılmamış, bunlara erkeklere ait sıfatlar takılmamıştır. Mesela Tomris’e Katun denilmiştir. Ata Beylikler ya da Beylikler döneminde bu siyasi oluşumların başında bulunan kadın beylere de asla BEY HATUN(?) denilmemiş, doğrudan doğruya HANIM ya da SULTAN denilmiş, başkaca bir isim uydurulmamıştır. Bir de eski Türklerde TERKEN ismi vardır ki, bu isim köken olarak kraliçe, katun, imparatoriçe anlamında kullanıldığı gibi, ilerleyen dönemlerde kız çocuklarına da verilmiştir.  Ancak kelimelerin genel anlamlarına bakıldığında Türk devletlerini yöneten kadın hakan yada beylere asla erkek sıfatlar verilmemiş, doğrudan doğruya kendi unvanları olan Katun, Terken, Hanım, Şah Banu, Sultan terimleri kullanılmıştır. Osmanlı Sarayında padişahlara erkek çocuk doğuran kadınlara önceleri Haseki denilirken, daha sonraları Kadın Efendi unvanı verilmiştir. Ancak bu unvanların devlet ricalinde bir kıymeti yoktur. Çünkü yönetici sınıf değildir.

Bir de tarihimizde Bacıyan-ı Rûm yani Anadolu kadınlar birliği yada teşkilatı bulunmaktadır ki; bu teşkilat Türk kadınının hakikaten vatanı ve milleti için neler yapabileceğinin mükemmel bir örneğidir. Bu teşkilatın kurucusu ülkemizde Ahilik teşkilatının kurucusu Ahi Evran Hace Nasuriddin’in eşi olan Fatma Bacıdır ki, kendisine “Kadın Ana” “Hatun Ana” “Kadıncık” gibi sıfatlarla hitap edilir, ama ne hikmetse BACI BEY(?)  denilmezdi! Çünkü Türk Töresinde kadın erkekleştirilmez, kadın kutsaldır ve toplumun temeli yani anasıdır. İlk Şamanlar bile kadındır. Ama ne hikmetse bu Şaman yada Kam olarak adlandırılan kadınlara kimse ŞAMAN BACI, KAM ANA BEY dememiş, deme ihtiyacı hissetmemiştir.
Son söz olarak sayın kültür dernekleri mensupları ve yöneticileri; lütfen kültürümüzü bilerek dernekçilik yapalım. Uydurma terimlerle, sıfatlarla dernekçilik ya da kültür temsilciliği yapılmaz, unutmayalım!

20 Eylül 2018 Perşembe

KÖLELER


Kölelere ekmek gerekti,
efendilere ise ekmek kazanmak için köle.
Efendiler ekmek verdiler kölelere, onların kazandığı
alın teri ile, bin bir zahmetle yaptıkları ekmekleri...
Kölelere sormadı efendileri, "bu ekmek nasıl kazanıldı?"
Köleler sorgulamadı, "bizim kazandığımız ekmekleri
bize neden özgürlüğümüzün karşılığı verdiler" diye
efendileri sormadı, köleler sorgulamadı, ekmek neyin karşılığı diye...
Bir gün, çıkıp dedi içlerinden en asi olanı,
"Ekmeği kazanan biz, alın terini akıtan biz, kazandığımız ekmeğe
bir lokma versin efendiler diye, kölelik eden yine biz!" diye
haykırdı var gücüyle....
İçlerinden en yaşlı olanı; "Sus!" dedi "Sus! Bozgunculuk yapma!
Bizim kaderimiz bu, köle doğduk, köle büyüdük, kadere boyun eğmeyi,
ve efendilerine itaat eden mutlu bir köle olarak ölmeyi yazmışlar bize,
Şimdi sen kalkıp diyorsun ki, ekmek bizim, emek bizim, özgürlük bizim olmalı...
Kadere isyan eden bir günahkar, bir lanetli gibi...
derhal tövbe etmelisin
bu zararlı düşünceleri, kafandan def etmelisin!"
Ve o deli cesaretin sahibi, söyledi usul usul; "Bu böyle gitmez!
Annem köleydi, babam da öyle. Ve onların anneleri ve babaları da,
hep aynı efendiye değildi kölelikleri, bir lokma ekmek içindi
oysa toprak işleyenin, su kullananın, ekmek ise, emek harcayanın...
olmak zorunda kardeşlerim, değişmeli bu düzen...
yoksa ölümü kader diye sunarlar, ekmek karşılığı prangayı
ve bir damla su için boynunuzda zincirleri
lütuf değildir kendi emeğinizin karşılığı,
isyan değildir hakkını istemek, haktır en başında
bizim düşmanımız efendiler değil, cehaletimizdir
boynumuzdaki zincir, ellerimizde kelepçe
ayaklarımızda pranga sanmayın demirdendir...
bizi köle eden, bizim cehaletimiz,
bizi mahkum eden bizim korkularımız
bizi kör eden kardeşlerim; inanın bana
gözümüzde büyüttüğümüz nokta kadar şeyleri
bize dayatılandır, bize lütuf diye sunulandır,
Biz çokken o mutlu azınlığın karşısında
haline şükreden, bizden olduğunu söyleyen
ama;
gerçekte bizi kendi korkularımızla yüzleşmekten
alıkoyan, satılmış ruhlar ve
bize biz olduğumuzu unutturanlardır!"
Dalgalandı köleler topluluğu, bulandı duru ve boş beyinler
bir tarafta hakkına razı olduğunu söyleyenler
öte yanda, hak, hukuk, emek ve ekmek diyenler
ve bir yanda onlara daima şükretmeyi salık veren efendiler...
Ta o günden beridir ki
köleler savaşır durur, hak, eşitlik ve adalet diyerek
oysa kavgaları hep kendi aralarında olmuştur
efendiler; onlar için çarpışan kölelere madalya takarken her zaman
özgürlük diyenleri hep hain ilan etmiştir...
Köleler, halinden memnun tok köleler...
Onlar efendilerine çok müteşekkirler...
ve halinden memnun olmayıp, özgürlük diyerek aç yatan
asi köleler...
Onlar hallerinden çok memnunlar, aç bile olsalar
Bir felsefe, bir ideoloji değil bu, yada epik bir destan
yazılıp gelen ta dünya kurulduğu günden gelen...
bir yanda aç yatarken halinden memnun,
öte yanda tok yatmaktan mesut olan köleler..
Oysa dostlarım; güneş hepimizin, hava da öyle
su bedava olmalı, ekmek de,
köle olmamalı insan insana, insan da heveslerine
üleşmeli zenginliği, üleşmeli ekmeği ve suyu
biri yaşarken sevinçleri, öteki üzülmemeli
sevinci paylaşmalı, kederi bölüşmeli
köle ve efendi nasıl ki eşitse toprağın altında
toprağın üstünde de insanlar eşit bir şekilde
havayı soluyabilmeli, suyu içebilmeli,
ve ekmeği herkes eşit yiyebilmeli...
19 Eylül 2018 22 suları
Kudret Harmanda

7 Mart 2018 Çarşamba

NE DEĞİŞTİ?



Sabah herkes haber bültenlerinde, TV programlarında, sosyal medyada bir furyaya başlayacak; 8 Mart Dünya Kadınlar Günü Kutlu olsun ey millet diyeceğiz el birliği! Birkaç günden beri sosyal medya hesaplarında çokça kadın günü kutlamaları devam etmekte, herkes cefakar kadınlarımıza karşı son sürat şirinlik yapmakta. Bir kısım insanımız bu şaklabanlığa acayip sinir olurken, bir kısım da “Ne var bunda? Herkes kutluyor, biz de kutlamalıyız.” demekte…
            Dileyen kutlar, dileyen eleştirir, dileyen anar. Ama gerçek olan bir şey varsa da şudur ki; 8 Mart Dünya Kadınlar gününün ne olduğu hala ülkemizde tam olarak idrak edilmiş değildir. Önce şunu ayırt etmek gerekiyor, kadınlar günü kutlama mı, yoksa anma günü mü? Aslına bakılırsa Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanan bu gün Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun  16 Aralık 1977 tarihinde kabul ettiği ama neden kabul ettiğini yazmadığı bir gündür. Birleşmiş Milletler sitesine girip bu günün neden kabul edildiğini sorgularsanız 8 Mart 1857 de Amerika Birleşik Devletlerinin New York kentinde daha iyi çalışma şartları için greve giden 40 bin işçinin bir fabrikaya kilitlenip, fabrikanın ateşe verilmesiyle 129 kadın işçinin ölümü neticesi anma günü olarak kabul edildiği yazmaz! Çünkü kapitalizm kendi maskesinin düşürülmesini, hele hele kendisi tarafından o maskenin indirilmesini asla kabul etmez!
            Evet; kötü şartlarda çalıştırılan dokuma işçilerinin daha iyi çalışma şartları ve ücretler için toplandığı 8 Mart 1857 tarihi aynı zamanda dünya işçi hakları tarihi açısından kapkara bir gündür. Çünkü o gün yaklaşık 40 bin işçi daha iyi şartlar ve çalışma koşulları için greve giderken başlarına gelecek felaketin farkında değillerdir. Toplandıkları tekstil fabrikasında polisin sert müdahalesi ile karşılaşan işçiler kendilerini fabrikaya kilitlediler. Fabrikada çıkan (yada çıkartılan) yangın nedeniyle işçiler dışarı çıkmaya çalıştılar. Ancak fabrika önünde kurulan polis barikatını aşamayan 129 kadın işçi yanarak can verdi. Peki neydi 40 bin işçiyi o tekstil fabrikasına toplayan? Neydi 129 cana mal olan sebep? Dünyada işçi hakları için ölümler denilince belki de ilk sırada yer alan bu olayı tetikleyen veya bu duruma getiren sebepler nelerdi? Bildiğimiz kadarıyla cevaplamaya çalışalım. Birincisi sırada kapitalistler için kadın işçi demek ucuz iş gücü demekti. Daha uzun iş saatleri, daha az ücret demekti. Kadınların örgütlü hareketi daha zayıf olduğu için sömürülmeleri de kolay olmaktaydı. Kadınların daha iyi şartlarda çalışmaları, daha makul çalışma süreleri ve eşit ücret talepleri sömürü düzeninin işine asla gelmediği gibi, düşünülmesi bile sermayedarların uykusunu kaçırmaya yeterliydi. Bütün bunların neticesinde, erkek işçilere göre daha fazla çalışmalarına karşın daha az ücret ve sosyal hakları olan kadın emekçiler bu şartların düzeltilmesi talebiyle 8 Mart 1857 de bir tekstil fabrikasında toplanmışlar ve greve gitmişlerdir. Polisin sert müdahalesi, ardından fabrikada çıkan yangın neticesinde barikatı aşamadıkları için ölen 129 kadın işçi 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününün başlangıç noktasını oluşturmuştur. Ölen kadın işçilerin cenaze törenine 10 binler katılmış ve bu olay işçi sendikaları tarafından unutulmamıştır. 26-27 Ağustos 1910 da Kopenhag’da toplanan II.Enternasyonalin kadınlar toplantısında –Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı- Clara Zetkin tarafından 8 Mart tarihinin 1857 fabrika yangınında ölen kadın işçilerin anısına  Dünya Emekçi Kadınlar Günü olması teklif edildi. Öneri oy birliği ile kabul edildi.   Dünyada yapılan ilk Emekçi Kadınlar Günü anması ise 19 Mart 1911 de yapıldı. Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de gösterilere katılan on binlerce kadın seçme ve seçilme hakkının yanı sıra kadınlara iş ve mesleki eğitim verilmesi, çalışırken çocuğunu emzirme hakkı, çalışma alanlarında kadın-erkek eşitliği sağlanmasını, talep etti. Anma toplantıları ilk yıllarda ilk baharda ve belirli bir günü olmayan şekilde yapılmıştır.  Birliğin sağlanması amacıyla, 1921 de toplanan III. Enternasyonalde, Sovyetler Birliği Komünist Partisi lideri Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin’in teklifi ile anma günü olarak 8 Mart tarihinin, isim olarak da “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olması kararlaştırılmıştır. 1960’lı yıllara kadar pek çok ülkede kutlanmayan Dünya Emekçi Kadınlar Günü bu yılların sonuna doğru ABD’de kutlanmaya başlayınca, 1977 yılında BM tarafından Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmaya başlanmıştır. Türkiye’de 1921 tarihinden beri yapılan anma toplantıları, 12 Eylül Cuntası tarafından yasaklanmasına karşın 1984 yılından beri yapılmaktadır.
            Bu gün sözde Dünya Kadınlar Günü olarak sözüm ona kutlanan ama gerçekte bir tüketim çılgınlığına dönüştürülen Dünya Kadın Emekçiler Günü artık asıl amaçlarından saptırılmış, çıkış noktaları unutturulmuş, temel, ana ve hayatın esas noktası olan kadınlarımızı olması gereken yerde değil, ticari bir meta haline getirmiştir. Sadece bizim kadınlarımız değil, dünya kadınları da kapitalizmin oyununa pekâlâ gelerek can verip, emek ve alın teri akıtarak kendi bileklerinin zoru ile aldıkları bir günün kapitalizme hizmet eden bir gün haline getirilmesine ses çıkarmamışlardır.
            8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü tüketim gününe çevirenlere sormak istiyorum; “Ne değişti?  
Kadın cinayetlerini bitirdiniz mi?
Kadınlara mobing (işyerinde baskı) bitti mi?
Kadınlar eşit işe eşit ücret alabiliyor mu?
Kadınlara siyasette kota kaldırıldı mı?
Namus ceza indiriminde etken olmaktan çıktı mı?
Kızların hepsi okula gidebiliyor mu?
Çocuk gelinler bitti mi?
Kızlara giydiklerinden dolayı okulda, işte, arabada laf atmalar bitti mi?
Tecavüzler bitti mi?
Vahşice öldürülüp yitip giden hayatların hesabı soruldu mu?
Kadın ana yani temel oldu mu?
Cevabınız Evet mi?"
Hadi o zaman 8 Mart Kadınlar Gününüz kutlu olsun!