11 Mayıs 2017 Perşembe

ORİENT EXPRESS VE OSMANLI DÖNEMİ TÜRK FRANSIZ İLİŞKİLERİ



                İlk münasebetleri Hunlar ile başlayan Türk Fransız ilişkileri; 1526 yılında Osmanlı Sultanı Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa kralı I.François (Fransuva)’yı himayesine alarak kapitülasyon adı verilen ticari ve siyasi hakları verene kadar “Haçlılık Ruhu” ile devam etmiştir. Kendilerine tanınan ticari, iktisadi, hukuki ve siyasi ayrıcalıklara rağmen Fransa devleti hiçbir zaman Osmanlı devleti üzerindeki yayılmacı emellerinden vazgeçmemiş, fırsat bulduğu anda bunu göstermekten çekinmemiştir.
Şunu özellikle vurgulamak gerektir ki; Fransa devletine tanınan ayrıcalıklar her ne kadar ilerleyen yüzyıllarda Osmanlı devletinin başını ağrıtsa ve hatta içinden çıkılmaz bir duruma gelse de; Kanuni Sultan Süleyman bu hakları tanırken Avrupa’da kurulu en güçlü iki devletten birisi olan Fransa’yı doğal olarak rakibi Kutsal Roma Germen İmparatorluğuna karşı desteklemek ve iki de bir karşısına çıkan “Haçlı İttifakını” parçalamak amacını gütmüş ve başarılı da olmuştur.  Kapitülasyonlarla birlikte kurulan ticaret merkezlerine yerleşen yabancılar ve onların ihtiyaçları dolayısıyla siyasal, kültürel ve dini birtakım imtiyazlar da beraberinde gelmiştir. Böylece, Osmanlı Devleti’nde Fransız etkisi başlamıştır.
                Artık gerileme ve çöküş sürecine giren Osmanlı Devleti verdiği imtiyazlar sayesinde Avrupa’nın en imtiyazlı ülkesi konumuna gelen Fransa için en kıymetli Pazar haline gelmiştir. Öyle ki, 1789 Fransız Devrimi öncesi Osmanlı Devleti’ne en çok mal satan devlet Fransa’dır. Böylece Türk-Fransız ilişkileri siyasi sahadan iktisadi alana yönelmiştir. Osmanlı Devleti’nin Fransız dostluğuna en çok ihtiyaç duyduğu bu dönemde Fransa, Osmanlı toprakları üzerinde bir sömürge imparatorluğu kurma denemelerine girişerek, 1798’de bir Osmanlı eyaleti olan Mısır’a asker çıkarırken, 1830 yılında da Cezayir’i işgal edecektir. IX yüz yıla gelindiğinde Fransa devletinin Osmanlı devletine bakışı meşhur “Şark Meselesi” penceresinden olacak, nihai hedef olarak en büyük pazarı konumundaki Osmanlının parçalanmasını ve Osmanlıdan arta kalanları sömürmeyi kendilerine devlet politikası olarak kabul edeceklerdir.
                Yukarıda belirttiğimiz gibi kapitülasyonlar ile ayrıcalıklı devlet statüsüne kavuşan Fransa devleti; daha rahat ticaret yapabilmek için Osmanlı topraklarında koloniler oluşturmuştur. Özellikle Osmanlı liman kentlerinde ortaya çıkan Fransız tüccarları adeta misyoner gibi çalışmışlar ve Osmanlı devleti üzerinde kültürel anlamda da Fransız etkisinin doğmasına neden olmuşlardır. İlerleyen yıllarda görüleceği üzere yapılan pek çok ıslahat hareketinde Fransız ekolü Osmanlı devletinde vazgeçilmez olmuştur.[1]


OSMANLI DEVLETİNDE DEMİRYOLU POLİTİKASI

                Demiryolu taşımacılığı dünyada ilk olarak 1825 yılında İngiltere de uygulamaya konulmuştur. Bütün dünyada 19. Yüzyılın en önemli taşıma aracı demiryolları olmuştur. Demiryolları; gelişmiş ülkelerde sanayileşme süreci içinde makina, kömür, demir ve çelik gibi temel ürünlerin egemen olması ile önem kazanmıştır. Demiryollarının bu tür hacimli ve yoğun yükleri en ucuz bir şekilde taşıyabilmesi ve aynı zamanda taşımaya yönelik talepler itibarıyla bu ve diğer sektörlerin gelişmesine katkıda bulunabilmesi ile o dönemde demiryolu yapımında atılım yapılmıştır. Demiryolu yapımında uzmanlaşmış Batılı ülkeler teknoloji satabilmek için her yolu denemişlerdir. Çünkü bu ülkeler tarımsal ürünlerini, yeraltı ve yer üstü zenginliklerini demiryollarıyla limanlara oradan da ülkelerine taşımak, kendi ülkelerinin mamul mallarını ise kısa sürede yoğun ve ekonomik olarak taşımak için demiryollarına ihtiyaç duymuşlardır.[2]  
                Demiryollarının gelişimi sanayi devrimine neden olmuştur. Kervanlarla günlerce süren yolların neredeyse saatlere dönmesi, sadece batının değil Osmanlı devletinin de ciddi olarak dikkatini çekmiş ve bu mucize ulaşım sisteminin ülkeye gelmesi için Sultan Abdülmecit ve ardılı Sultan Abdülaziz çok gayret göstermişlerdir.  Sultan Abdülmecit (1839-1861) saray duvarına tren resmi asıyor ve özel doktoruna bu resmi göstererek “Ülkemde bu trenlerden bulunması en büyük arzumdur” diyordu.[3]

Sultan Abdülmecid (1823-1861)
Osmanlı Devletinde ilk demiryolu imtiyazı 1854 yılında 211 kilometrelik Kahire-İskenderiye Demiryolu imtiyazının verilmesi ile başlar.[4] Bu günkü milli sınırlamız içindeki ilk demiryolu hattımız ise 22 Eylül 1856 da yapımına başlanıp 1866 yılında Sultan Abdülaziz zamanında açılan 130 kilometrelik İzmir (Alsancak)-Aydın Demiryolu hattıdır.[5]

32 inci Osmanlı Padişahı ve 111 inci İslam Halifesi olan Sultan Abdülaziz 1861 yılında tahta geçtikten sonra özellikle Osmanlı ordusunun modernize edilmesi, orduya yeterli top ve tüfek alımı ile donanmanın güçlendirilmesi üzerinde çalışmıştır. Bunun için dışarıdan alınan krediler dikkatli bir şekilde harcanırken, Avrupa devletleri ile denge siyaseti izlenmiş, iç isyanlar ile zaten yeterince bunalan ülkenin ıslahı için yeni okullar açılmasının önünü açmıştır. Sultan Abdülaziz Demiryolu taşımacılığına büyük önem vermiştir. Hatta İstanbul-Viyana hattı için sarayının bahçesinden demiryolu geçmesi gerekince “Memleketime demiryolu yapılsın da isterse sırtımdan geçsin, razıyım” demiştir.[6]  

Sultan Abdülaziz (1830-1876)
Sultan Abdülaziz 1867 yılında Fransa İmparatoru III.Napoléon’un (Luis Napoléon) daveti üzerine Avrupa seyahatine çıkar. 47 gün sürecek olan bu seyahatin ardından İstanbul’a dönen sultanın  icraatlarından birisi Orient Express’in nihai sefer noktası olan İstanbul’un Viyana’ya bağlanması için Belçikalı  Van der Elst and Cie şirketine 31 Mayıs 1868 de imtiyaz tanıması olmuştur.[7] Osmanlı Devleti’nin işe Rumeli’den başlamak istemesi, tesadüfen alınan bir karar değildir. Bu yıllarda Balkanlar’da karışıklıkların başladığı göz önünde bulundurulursa, bunların bastırılabilmesi konusunda demiryolunun sağlayacağı avantajlar, devlet adamlarına cazip gelmiştir. Çünkü, trenlerle sevk edilecek askeri birlikler süratle isyan mıntıkasına ulaşabilecek ve böylece isyanın bastırılması kolaylaşacaktır. Ayrıca herhangi bir savaş sırasında da, birlikler sınır boylarına süratle gönderilebileceklerdir. Yine bu yıllarda, Avrupa ile siyasi birlik sağlanması görüşü çok revaçtadır ve Avrupa ile demiryolu bağlantısının bu hedefe varmayı hızlandıracağına inanılmaktadır. Öte yandan, ülkenin ekonomik durumu Kırım Savaşı sebebiyle iyice kötüleşmiştir. Demiryolu yatırımının, milli ekonominin tekrar rayına oturtulmasında önemli avantajlar sağlayacağı düşünülmektedir.[8]
 Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra tahta geçen  II. Abdülhamid Dönemi’nde demiryolu yapımının hız kazandığı görülmektedir. Verilen imtiyazlarda, Suriye ve Ege bölgesindeki bazı hatlar dışında, Almanların ağırlığı hissedilmektedir. Çünkü Osmanlı Devleti’ndeki siyasi konjonktürün ibresi Almanya’ya dönmüş bulunmaktadır. Sultan II. Abdülhamid, uygulamış olduğu politika gereği, ülkede Müslümanların yaşadıkları bölgeleri elinde tutmaya gayret ediyordu. Buna karşılık İngiltere, Fransa, Avusturya, Rusya ve İtalya gibi büyük devletlerin çeşitli şekillerde aynı bölgeleri hedef almaları yüzünden, mezkur devletlere karşı büyük bir güvensizlik oluşmuştu. Osmanlı toprakları üzerinde herhangi bir talebi olmayan tek büyük ülke Almanya gibi görünüyordu.[9] Sultan II. Abdülhamid de o kanaatteydi. Dolayısı ile demiryolu için verilen imtiyazlarda genellikle Almanlar avantajlı çıkmışlardır. Bununla beraber Hasan Fehmi Paşa’nın layihasında belirttiği gibi, tek bir yabancı ülkeye bağımlı kalmamak için, İngiltere ve Fransa da demiryolu imtiyazlarından pay almışlardır. Bu ülkeler, demiryolu yapımı için imtiyaz talep ederken, kendilerine özgü birtakım gerekçelerle hareket etmişlerdir. Bu çerçevede İngiltere Hindistan yolunu kısaltacak girişimler üzerinde yoğunlaşmış, Fransa mali spekülasyonlara ve kazanç temin etmeye yönelmiş Almanya ise kıtasal yayılma politikasını destekleyecek yatırımlara ağırlık vermiştir.[10]

ORİENT EXPRESS


Demiryolu taşımacılığında, “altın” bir dönem yaşatabilmiş olan “Orient Express”in doğuşu “Wagons-Lits”nin yaşama geçebilmesi sonucu olabilmiştir. Bilindiği gibi “Wagons-Lits” Şirketi, 1872 yılında Brüksel’de “Le Compagnie Internationale de Wagons-Lits” unvanı ile 1845 yılında Liege’de doğan “Georges Nagelmackers” tarafından kurulmuş, süreç içinde ve 1876 yılında firmanın adı Georges Nagelmackers tarafından önce, “La Compagnie Internationale des Wagons-Lits”, 1884 yılında ise “La Compagnie Internationale des Wagons-Lits et des Grands Express Europeens” olarak değiştirilmiştir.[11]
“Orient-Express” ise, “Wagons-Lits” şirketinin değişmez ve lüks bir parçası olarak ilk kez 5 Haziran 1883 günü, “Paris-İstanbul” parkuru üzerinde çalışmaya başlamıştı. İlk kez bu parkur üzerinde çalışan lüks tren üç yataklı, bir yemekli ve iki furgon vagonundan oluşmuştu. Önce “Train Express-Orient” olarak adlandırılan, bu lüks tren süreç içinde “Orient-Express” olarak ünlendi. 1982 yılında yüzüncü yılını doldurduğunda hâlâ bu adla anılıyordu.

İLK SEFER


                          17 Mayıs 1883 tarihinde “Train Express-Orient” adı altında Paris garından kalkan, “Orient-Express” Viyana-Budapeşte-Bükreş’i geçiyor, Romanya’nın Tuna üzerindeki küçük bir liman kasabası olan Giurgevvo (bugünkü adı Giurgiu)’ya geliyordu. Gelen yolcular burada trenden iniyor ve bazı deniz araçları ile karşı sahildeki Bulgaristan’ın “Rusçuk” kentine geçiyorlardı. Burada kendilerini bekleyen diğer bir trene binerek, Karadeniz sahilindeki Varna’ya yedi saatlik bir yolculuktan sonra ulaşabiliyorlardı. Limanda kendilerini İstanbul’a götürecek Avusturya – Macaristan’a ait bir gemi hazır bulunuyor ve bu eskimiş gemi ile onbeş saat sonra İstanbul’ a varıyorlardı. Değişik vasıtalarla yapılan bu yolculuk aşağı yukarı 82 saat sürüyordu.

O dönemler, “Lüks” Orient-Express”; Paris’ten, Salı ve Cuma günleri saat 19.30 da kalkıyor, cumartesi ve Salı günleri sabah saat 07.00′ de İstanbul’a varıyordu. Aslında önce “Train Express-Orient” ve sonra “Orient-Express” olarak ünlenen tren için 17 Mayıs 1883 tarihinde bu parkur hazırlanmış ise de bu ünlü trenin İstanbul’a ilk hareketi 5 Haziran 1883 tarihinde gerçekleşmişti.
                   “Orient-Express” yani “Şark Ekspresi”  olarak adlandırılan trende iki servis vagonu vardı. Birisisinde bagajlar,  diğerinde de duş kabinleri, personel odaları ve yiyeceklerin konduğu bölümler bulunuyordu. Furgonların arasında kırk yolcunun kalabildiği iki yataklı vagon ve çok konforlu dört tuvalet kabini vardı. Lokanta vagonu, Goblen halılarla döşenmişti. Maroken koltuklar “Cordoba” derisi ve Cenova kadifeleri ile kaplanmıştı. Geniş bir yemek, bir kütüphane ve sigara, ayrıca kadınlar için bir dinlenme salonu vardı. Bunlara bir ofis ve şefin masasının bulunduğu bölüm de eklenmişti. Vagonların içi ise birer harikaydı. Lambriler hint meşesi ve akaju üzerine yapılmış markütörilerden oluşuyordu. Yatak haline dönüşen kanepeler, deri ile kaplanmıştı. Perdeler özel “damasko” dan yapılmış, kordonları ise ipekten örülmüştü.


Kullanılan battaniyeler özel İngiliz yününden, üstlerindeki örtüler ise halis ipekten yapılmıştı.
Tuvaletlerdeki etajerlerin üzerinde; kristal şişeler içinde kolonyalar, kokulu sabunlar, nefis havlular ve çiçeklerle dolu dekoratif vazolar vardı. Yemek zamanı geldiğinde, personel gümüşten yapılmış bir çanı, kapıların önünde tıngırdatıyor ve” Bayanlar baylar yemek hazır” diye sesleniyordu. Vagon restoranda yemek, bir rüya alemi içinde geçiyordu. Yemek salonu, kristal ve bakır karışımından yapılmış gaz lambaları ile aydınlatılmıştı. Trenin sallantısı sonucu bu lambaların titreyen ışıkları, tavandaki, (güzel sanatlar akademisi talebeleri tarafından yapılmış) mitolojik resimleri hareketlendirerek sanki canlandırıyordu. “Delacroix”nın orijinal desenleri, küçük ve cici çerçeveler içinde yemek masalarının üzerlerine konmuştu. Çatal ve bıçak takımları, masif gümüşten yemek ve servis tabakları en iyi porselenden ve markalı idi. “Menü” ise, “Orient-Express”in bu “lüks” yolculuğu için özellikle hazırlanmıştı. Örneğin; “Havyar, İstridye, Istakoz her türlü av eti, kav’dan özel şaraplar, şampanya-meyva”, arkasından kahve ve havana puroları. Trenle seyahat edecek olan yolcuların her türlü ihtiyacı günün en lüks markaları ile giderilmiştir.  
Şark Ekspresinin seferlerinin başlamasından sonra İstanbul’a gelenler şehirdeki çeşitli otellerde kalıyordu. 1895 yılından itibaren ise İstanbul’a gelen yolcular treni işleten Vagon-Li Şirketi’nin satın aldığı Pera Palas’ta kalmaya başladılar. 4 yıl süren (1914-1918) I. Dünya Savaşı sırasında Şark Ekspresi seferleri yapılamadı. Tren savaş sırasında istasyonda kaldı.
1919’da yeniden seferlerine başlayan Şark Ekspresi 1905 yılında açılan simplon tünelinin ismiyle ‘Simplon Orient Express’ olarak anılmaya başlandı. Şark Ekspresinin yeni sefer güzergahından I. Dünya Savaşının mağlupları olan Almanya ve Avusturya’nın istasyonları çıkarıldı. Böylece Şark Ekspresi, Paris Lozan Milano ve Venedik üzerinden 58 saatte İstanbul’a ulaşmaya başladı. 

Orient Express yol güzergahları
1929’daki büyük ekonomik bunalım trenin yolcularının azalmasına yol açtı. Şark Ekpresi çeşitli roman ve filmlere konu oldu. Ünlü İngiliz polisiye roman yazarı Agatha Christie’Şark Ekspresinde Cinayet’ isimli romanını 1934 yılında yayınladı.
Şark Ekspresi sadece yolcu treni değildi. Tren, çeşitli ticaret eşyalarını karşılıklı olarak İstanbul’a ve Paris’e taşıyordu. İstanbul’da Fransızca olarak yayınlanan La Patrie gazetesinde yayınlanan haberlere göre 1925 Şapka İnkılabından sonra binlerce şapka ve kasket Şark Ekspresiyle İstanbul’a getirildi.
II. Dünya Savaşı (1939-1945) sırasında Şark Ekspresinin seferleri tekrar kesintiye uğradı. II. Dünya Savaşından sonra Trenin güzergahı üzerindeki ülkelerin bir kısmında sosyalist rejimler kuruldu. Soğuk savaş sebebiyle çeşitli kısıtlamalarla karşı karşıya kalan ve gittikçe önemini kaybeden Şark Ekspresi son seferini 27 Mayıs 1977 tarihinde gerçekleştirdi. Trenin vagonları Montecarlo’da satıldı. Agatha Christie’nin ‘Şark Ekspresinde Cinayet’ isimli romanına konu olan trenin iki vagonu bir İngiliz tarafından satın alındı. Vagonlardan bazıları Fas Kraliyet Sarayı Müzesi tarafından satın alındı. Society Expeditions isminde bir kuruluş tarafından düzenlenen ve sembolik bir anlam taşıyan, Şark Ekspresinin 100. Yıl seferine dünyanın değişik ülkelerinden gelen 100 kadar ünlü katıldı.
Günümüzde senede bir kez eylül ayında olmak üzere seferlerine devam etmektedir.

İLGİNÇ OLAYLAR

                Serüveni neredeyse 100 yıla yakın süren Orient Express’in seferleri esnasında çok ilginç olaylar da yaşanmıştır. Mesela bunlardan birisi 31 Mayıs 1891 günü, “Paris-İstanbul seferini yapan Orient-Express’in Çerkezköy yakınlarında haydutların saldırısına uğramasıdır. Yolculardan 40.000. Sterling gaspeden haydutlar ayrıca beş Alman yolcuyu da rehin alırlar. Bu yolcular için de 8.000 Sterling fidye alan soyguncular beş yolcuyu serbest bırakırlar. 12 Eylül 1892 tarihinde ise “Orient-Express” kolera salgınından dolayı, ülke girişinde karantinaya alındı.  12 Eylül 1931 günü, “Orient-Express”e Macaristan’da teröristler tarafından ateş açılması sonucu 20 yolcu hayatını kaybetti.
I.Dünya Savaşını sona erdiren mütareke İtilaf Devletleri ile Almanya arasında Paris yakınlarında Şark Ekspresinin 2419 numaralı vagonunda imzalandı. Daha sonra bu vagon tarihi öneminden dolayı Fransızlar tarafından müzeye kondu.II. Dünya Savaşı sırasında Almanya, Fransa’yı işgal edince Hitler Almanların I. Dünya Savaşında teslim anlaşmasını imzaladığı tarihi vagonda bu defa Fransızların teslim anlaşmasını imzalamasını istedi. Şark Ekspresinin 2419 numaralı vagonu müzeden çıkarıldı. Bu tarihi vagonda bu defa Fransa’nın teslim anlaşması imzalandı. Bu vagon daha sonra Almanya’ya götürüldü. 1945 yılında Almanya’nın teslim olmasından kısa bir süre önce bu vagon bir SS birliği tarafından imha edildi. Böylece Almanya ikinci defa bu tarihi vagonda anlaşma imzalama ihtimalinden kurtuldu.

SANAT VE EDEBİYATTA ORİENT EXPRESS

Sırlara, entrika ve gizli aşk maceralarına buluşma yeri olarak hizmet eder.
Graham Greene’in İstanbul Treni adlı kitabı diğer Şark Expresi servisinde yer alırken; Agatha Christie’nin Şark Expresinde Cinayet adlı romanı Simplon Şark Expresinde geçer.
 Orient-Express’in bazı eserlere konu olduğu ve çeşitli yorumlar yapıldığı bilinmektedir. Ancak bunlar arasında gerçekten ünlenenler azdır. Örneğin;Edmond About, 1883 yılında katıldığı yolculuktan ötürü, “De Pontoise a İstanbul” adlı yapıtını yazdı. Paul Morand’ın “Le Voyage” adlı eserinde “Orient-Express” bölümü gerçekten ilginçtir. Emile Henriot, “La Rose de Bratislava” da, Orient-Express’i düşünüldüğünden çok daha iyi yorumlar. Pierre Mac Orlan “Sentimentalite mobile” de; Bernad Frank “Reflexions sur le Wagon-Lits”de Dr. Fritz Stökl “Les Hotel Roulants” (Das Rollende Hotels), Graham Green “Orient-Express” te ve Agatha Christie “Le Crime de 1 Orient-Express”te oldukça ilginç yaklaşımlarla “Orient-Express”i yorumlamağa çalışmışlar ve gerçekten de başarılı olmuşlardır. Bunun sonucu bazı eserler “beyaz perdeye” aynen veya değiştirilerek aktarılmıştır.
Sessiz sinemada “Orient-Express’le ilgili filme rastlanmamaktadır. Ancak daha sonraki yıllarda Orient Express ile ilgili pek çok film yapılmıştır.

NEDEN İSTANBUL?

Osmanlı Devletinin Sultan II. Abdülhamit ile Almanlar yörüngesinde yeni bir siyaset anlayışı getirmesi Avrupalı devletlerin dikkatinden hiçbir zaman kaçmamıştır. Osmanlı başkenti olan İstanbul her zamankinden çok daha ilgi çeker hale gelmiş, adeta kuşatılmıştır. Osmanlı devletinin 1815 te Viyana Konferansında “Şark Meselesi” etrafında “Hasta Adam” ilan edilmesi, Avrupa’nın söz sahibi devletleri tarafından çok daha dikkatli takip edilmesini gerektirmiştir.
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti sanayi devrimini kaçırmıştır. Ancak buna karşın gerek Sultan Abdülmecit, gerek Abdülaziz ve II. Abdülhamit ülkenin gelişmesi için imkanlar dahilinde ıslahatlar yapılması için gayret göstermişler, Avrupa devletleri arasındaki anlaşmazlıkları çok iyi değerlendirmişlerdir. Osmanlı devleti her alanda olduğu üzere demiryollarında da yetersiz kalan imkânlardan dolayı imtiyazlar yoluyla dış yatırımı çekebilmek amacıyla farklı bir politika izlemiş, bu günkü anlamda “Yap-İşlet-Devret” modelini uygulamaya koymuştur. Genel itibariyle 99 yıllığına verilen bu imtiyazlar neticesinde her ne kadar devletin aleyhine gibi görülse de, devletin kilometre garantisi vermesine rağmen kâr ettiği görülecektir. Sultan II. Abdülhamit ülkenin menfaatleri için İngiltere, Fransa ve benzeri ülkelerin imtiyazlar almaması için çaba harcarken ibre bu kez Almanlara doğru dönecek, görünende basit turistik bir tren seyahati gibi görünen Orient Express’de bu eksen kaymasının olduğu esnada ortaya çıkacaktır.
Hiçbir batı devleti için o günü İstanbul’u yani Osmanlı başkenti göz ardı edilemezdi. Fransız hariciyesi bunun gayet net bir şekilde farkındaydı. Bunun için hazırlanan ve görünende Osmanlı’yı Avrupa’ya bağlayan Orient Express hakikatte Fransız emperyalizminin bir koç başı gibi hizmet görmüş, sözüm ona turistik seyahatler için sefere çıkan tren, Abdülhamit aleyhtarı yayınların taşınmasının yanında kültür emperyalizminin de maskelenmesi  için kullanılmıştır. Gerçekte bu trende sadece zengin ve meraklı yolcular taşınmamış, İngiliz ve Fransız casuslar da bu trenin müdavimleri olmuşlardır.  Anlaşılacağı üzere Orient Express’in Paris-İstanbul seferini yapmasın tesadüf değildir![12]




[1] - III.Selim ile başlayan ıslahatlarda özellikle ordunun ıslah edilmesi hedeflenmiş ve bunun için Fransız ekolü benimsenmiştir. Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz zamanında orduya muallimler getirilmiş, harp okullarında Fransızca dersler açılmıştır. (Y.N.)

[2] TMMOB Ulaşımda Demiryolu Gerçeği 2008
[3] Mithat Sertoğlu, "Türkiye'de İlk Tren", Demiryol, yıl 1964, sayı 456-457, s. 6.
[4]  Ulusal Demiryolu Kongresi Bildirileri, Ankara, 1979.

[5] TCDD Türkiye’de Demiryolu tarihi- http://www.tcdd.gov.tr/content/31

[6] Sait Toydemir, "Sirkeci Banliyösünün İnşası", Demiryol, C. 23-25, s. 35.
[7] Peter Hertner, The Balkan Railways 2006
[8] Başbakanlık Osmanlı Arşivleri  İMM, no. 393.
[9] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfuzu, İstanbul 1983, s. 38-39.
[10] Muhteşem Kaynak, "Osmanlı Ekonomisinin Dünya Ekonomisine Eklemlenme Sürecinde Osmanlı Demiryollarına Bir Bakış", Yapıt, yıl 1984, sayı 5, s. 82.
[11] Behrend, Georges, "The History of the Wagons-Lit, 1876-1955," Modern Transport Publishing Co., 1959.
[12] Kudret Harmanda YN 

3 Ekim 2016 Pazartesi

YÖRÜK ALBAY

Devletle daima barışık oldular. Çünkü devleti hep kendilerinin bildiler. Ne vakit ki devlet vazife istedi, canlarını, mallarını ve dahi evlatlarını devletleri uğruna feda ettiler. Canları sıkıldı, kafaları bozuldu, serzenişlerinin payitahtta duyulmayışına kızdılar bazen, lakin devlet bizim dediler, dişlerini sıktılar, devletlerine ihaneti düşünmediler! 
            "Bizim" dedikleri devletleri gün oldu sürgün etti onları, Mora'ya, Kıbrıs'a, Bosna'ya. Sessizce gittiler, yeni yurtlarında yine devletlerinin verdiği vazifeyi cansiperane yerine getirdiler. Bu devlet bize düşmanlık etti demediler. Yine asker verdiler, yine vergi ödediler ve yine bu devlet bizim dediler!
            Osmanlının kuruluşunda temel harç olan Yörük Türkmenler, her dönemde devleti kendinin bilmişler, devlete hizmeti kendilerine bir vazife saymışlardır. Buna karşın devletin dönme, devşirme paşalarının ve valilerinin kendilerine yaptıkları muamelelerden dolayı da devleti hiç bir zaman  kendilerine düşman bellememişlerdir. Onlar iç devlet demek her şeyden evvel baba demektir. Devletin kendilerinin olduğunu sayarlar. Çünkü onlar Ertuğrul ocağından, Edebalı dergahından nasiplidirler.
            Koca bir imparatorluğu adeta sırtlanmış olan Yörük Türkmenler imparatorluğun en buhranlı dönemlerinde dahi kendilerini geriye çekmediler. Devletin bütün nimetlerinden devşirmeler faydalanırken, onlar serhat boylarında sarı ekin başağı gibi dökülürken, asla devletlerine sırt çevirmediler.
            Deliler, Azablar ve Sipahiler Osmanlı ordusunda sadece Yörük Türkmenlerden oluşturulan ve ordunun ağırlığını oluşturan askeri birliklerdir. Hal böyleyken büyük fütühatların temelini de ordunun bu en önemli kısımları oluşturmuş, kendisi de Selçuklunun Tımarlı Sipahisi olan Ertuğrul Bey Gazi obasındaki askeri teşkilatı bu şekilde kurmuştur. Yani Osmanlı ordusunun temelinde de Yörük Türkmenler mevcuttur.
            Koskoca bir imparatorluk tarihin tozlu raflarında yerini alırken elimizde kalan son kara parçası olan Anadolu işgal edilmiş, adeta kendi öz yurdumuzda köle durumuna düşürülmüş, İstanbul’dan Ankara’ya pasaportla gider hale getirilmiştik. Payitahtımınız işgal edilmiş, devlet başkanımız olan padişah esir, meclisimiz dağıtılmıştı. Genç bir paşa bütün bunların kader olmadığının bilinci ve Toroslarda yanan ateşe olan güvenç ile yola çıkıyordu. Kendisi de Kızıloğuzun Kocacık Yörüklerinden olan Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal Paşa aklında olanı uygulamanın güçlüğü bir yana imkânsızlığı içerisinde Samsun’a doğru giderken dayanağı ve güvenci Toroslarda Kurulu kıl çadırlar ve tüten dumandı. Çünkü Gazi Mustafa Kemal çok iyi biliyordu ki; Yörük Türkmenler bu memleketin asıl sahipleri ve bekçileridir. Yörük Türkmenler aç kalır, ölür, ama asla özgürlüklerinden ödün vermezler. İşte bu güvendir Sarı Paşayı Samsun limanına götüren güç!
            Anadolu halkı bunca yoksulluğa ve imkânsızlığa karşın Sarı Paşasını yalnız bırakmamış, kanının son damlasına kadar çarpışmış, son dilim ekmeğine kadar ordusuna bağışlamış, son mermisine varana kadar istiklali için harcamıştır. Yegâne ayrıcalığının Türklüğü olduğunu bilen Anadolu ve Trakya halkı dünyada eşine rastlanamayacak bir destan yazmış, neticede Anadolu Bozkırını düşmana mezar ederken, temeli yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur! Sadece Türkiye Cumhuriyetini kurmakla kalmayan Türk Milleti verdiği mücadele ile dünya milletlerine örnek olmuştur.
            “Arkadaşlar gidip Toros dağlarına bakınız; eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla Türk’ü yenemez.” Sözü laf olsun diye söylenmiş bir söz değildir. İnanmışlığın, güvenmişliğin verdiği bir cesaret ile söylenmiş, aynı zamanda sadece bir hedef değil, bir vazifenin de temelini çizmiş bir sözdür. Kendisi de mensubu olmakla gurur duyduğu Yörük Türkmenlerin bu memleketin asıl sahibi olduğunu ve bir Türkün asla ve asla memleketini terketmeyeceğinin dünyaya haykırılmasıdır. Çünkü Türk ölür ama asla toprağını terk etmez. Hele hele Yörük Türkmenler vatan dedikleri bir yeri asla bırakamaz, terk edemezler. İşte Mustafa Kemal Paşaya yukarıdaki meşhur sözü ettiren bu güvendir!
            Gazi Mustafa Kemal soy olarak Yörük Türkmendir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün baba soyu, Konya-Karaman'dan gelerek Manastır Vilayeti'nin Debre - i Bala Sancağı'na bğlı Kocacık'a yerleşti. Aile sonradan Selanik'e göç etti. Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Mehmet'in taşıdığı "kızıl" lakabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan "Kocacık"ın da gösterdiği üzere; Mustafa Kemal'in baba tarafından soyu Anadolu'nun da Türkleşmesinde önemli roller oynayan "Kızıl - Oğuz" yahut "Kocacık Yörük Türkmenleri’nden gelmektedir. Gazi Mustafa Kemal kendisine soyunu soran Enver Behnan Şapolyo’ya “Babam Ali Rıza Efendi yerli olarak Selaniklidir. Kendileri Yörük sülalesindendir. Annem her zaman Yörük olmakla iftihar ederdi.” demiştir.
            Yüzyıllardır vatanı ve milleti için ter dökmüş, gittiği her yerde temiz ve dürüst hayatları ile örnek olmuş Yörük Türkmenler haksız bir şekilde bir televizyon dizisi karakteri nedeniyle adeta algı operasyonu yapılmak suretiyle töhmet altında bırakılmak istenmektedir. Uygarlık tarihinde mümtaz bir yere sahip olan Yörük Türkmenler kökü dışarıda 15 Temmuz girişimini konu alan bir televizyon dizisinde konu karakterlerinden birisinin “Yörük Albay”, “Albay Yörük” diyerek adlandırılmasından ve bu şekilde halka lanse edilmesinden son derece rahatsız olmuşlardır. Çünkü onlar “Bizden amir de çıkar, memurda. Her rütbede asker de çıkar. Hatta kendisi de bir Yörük Türkmen olan Türkiye Cumhuriyetinin kurucu Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal ordumuzun en yüksek rütbesi olan Mareşal rütbesine sahiptir. Ancak bizden hiçbir şekilde halkına kurşun sıkan bir hain çıkmaz! Bundan dolayı bir dizi de dahi olsa YÖRÜK adının bu şekilde kullanılması kabul edilemez!” demekteler…
            Sayın kanal yöneticilerine ve malum dizinin yapımcılarına şunu söylemek istiyorum ki;Düşünce mermi gibidir. Namludan çıkan mermi nasıl hedefine varırsa, dilden çıkan sözde hedefini öylece bulur. Sözünüze sahip çıkamayacaksanız çenenizi tutmayı bileceksiniz!” Lütfen hatanızdan dönün ve Yörük Türkmenlerden özür dileyerek bir daha böyle hatalara düşmeyin!


27 Eylül 2016 Salı

YÖRÜK SİYASETİ

             Türkiye'de binlerce dernek, vakıf, oda, düşünce kuruluşu var. Bunların hepside kendince bu ülkeye lazım ve hatta şart olduklarını iddia etmekteler. Olabilir, herkes kendince haklıdır. Kimsenin neden var olduğunu ya da olması gerektiğini sorgulayacak değiliz.
            1970'ler ve 80'ler çok hızlı değişimlerin yaşandığı, tabiri caiz ise dünyanın değişmekten yerinde duramadığı yıllardı. Aynı değişim hızı 1990'lara gelindiğinde daha çok ivme kazanmış, bireysel değişimler önce toplumsal hareketlere ve arkasından bölgesel değişimlere dönüşmüştür. Bu dediğimiz elbette birkaç satırın yazılması kadar kolay olmuş şeyler değildir. Her şeyden evvel bahsettiğimiz değişimlerin olabilmesi için toplumların hazırlanması, daha Türkçesi bazı şeylerin halka, bireylere ve hatta milletlere unutturulması, insanların geçmişte erdem ve fazilet olarak gördüğü değerlerden kaçması istenmiş ve yapılmıştır. Elbette bunlar o kadar basit olmamıştır. Şöyle ki; insanlar yaptıkları geleneksel işlerden uzaklaştırılmış, gündelik basit işler bile yük gibi gösterilmiştir.
            Bu satırların yazarı Burdur ilinin bir dağ köyünde doğdu ve büyüdü. Onun çocukluğunda köyünde yapılan pek çok şey önce televizyonların, ardından bizzat toplumdaki mahalle baskısı neticesinde unutuldu ya da unutturuldu. Küçük bir örnek; bizim çocukluğumuzda köyümüzde yetim bulunmazdı. Çünkü köyden kimin anası veya babası ölürse ölsün köyümüz ve köylümüz sahip çıkardı. Hiçbir zaman yetim ve öksüzler muhtaç edilmez, ne ihtiyaçları varsa el birliği ile giderilir ve karşılığı kesinlikle beklenmezdi. Ne zaman ki köyümüze televizyon girdi, o gün öksüz ve yetimler gerçekten garip kaldı! Dün köylünün el birliği çeyizini hazırladığı, düğününü ettiği öksüz ve yetimler sözüm ona devlet korumasına verildi, millet sırt çevirdi! Köyde kendi ellerimizle hazırlayıp şehirdeki yakınlarımıza götürdüğümüz kese yoğurtlarımız vakumlu yoğurtlara yenildi. Tarhana çorbamız hazır çorbalara, analarımızın ördüğü yün çoraplar trikotaja yenildiler. Bütün bunlar özellikle ülkemize yönelik ekonomik, sosyal ve kültürel emperyalizmin kısa vadede ortaya çıkan etkileridir.   
            Özellikle 1990'lara gelindiğinde bir kısım insanımız geçmişle bağlarımızı kopartma gayretinde olan kültürel değişimlere bilinçli bir şekilde karşı koyabilmek, unutulmaya yüz tutan kültürümüzü yaşatabilmek için dernekleşme karar verdiler. 1994 yılına güneyin incisi Antalya kentinde kurulan Yörükler Derneği,  yozlaşmaya efece karşı koyuşun, kültür emperyalizmine zeybekçe duruşun ilk nüvesidir. O günlerde birkaç gönüllü ile bir araya gelerek bu derneği kuran Abdullah Duman; "Yaptığımız iş hakikatte yel değirmenlerine karşı kafa tutmaktı. Çünkü halkımız yoğun bir kültürel yozlaşma altındaydı. Biz özellikle Yörükler Derneği adını seçtik. Zira Yörük Türk Milletinin yozlaşmamış, bozulmamış tarafıdır. Yörük terimi ayrı bir boy ya da budun da değildir. Osmanlı devletinde Kızılırmak nehrinin batısında kalanlara Taife-i Yörükan yani Yörük Fırkası, doğusunda kalanlara da Taife-i Türkman yani Türkmen Fırkası denilmiştir. Oysa her ikisi de köken olarak aynıdır. Türkün Oğuz boyunun farklı isim almış halidir. Biz halkımızın unuttuğu değerlerini hatırlatmak, cihana örnek olmuş hasletlerini tekrar canlandırmak için bu derneği kurduk. Hem kültürel hem de sosyal ve ekonomik anlamda milletimizin bağımsızlığı temel hedefimizdir. Antalya'da küçücük bir kıvılcım olarak yaktığımız ateş, bu gün Çağın Ateşine dönüşmüş, Yörük Türkmen teriminin basit bir anlamı olmadığı, bu terimin temelinin Türklük olduğu insanımız tarafından anlaşılmıştır!"  diyerek gelinen noktayı açık ve net bir biçimde ifade etmektedir.
            Peki, nedir Yörüklerin beklentileri? Ya da yirmi iki senede bir iken sayıları 314 olan Yörük Türkmen derneklerinin amaçları nelerdir? Siyasetleri nedir bu Yörük Türkmenlerin? Karşılaştıkları zorluklar, aldıkları ödül ve taltifler nelerdir? Devletten beklentileri, halktan istekleri nelerdir? Ne yer ne içerler?  Ne yapar ne ederler? Demokrasi onlar için nedir? Politikada yerleri nedir?       
            Evvel emirde şunu çok iyi bilmek zorundayız ki; Yörük Türkmenler kanaatkâr insanlardır. Devletin kendilerinin olduğunu bilirler. Devletin kanunlarına itaat etmek, her konuda devletin yanında olmak onların kendilerine görev saydıkları bir haldir. Yörük Türkmenlerin en büyük siyaseti Türk Milletinin varlığı ve Türk devletinin devamlılığı için her türlü cefaya katlanmak, "Varlığım Türk varlığına feda olsun!" diyerek her şeyinden vazgeçip Türklüğünden ödün vermemektir. Çünkü Yörük Türkmenlerin siyasetinin temelinde Türk Milletinin varlığı, Türk Devletinin inkişafı ve devamlılığı yatar.
            Yörük Türkmen demek Oğuz demektir. Oğuz demek ise Türk demektir. Yörük Türkmenlerin tek bir siyaseti, tek bir amacı vardır; kıyamete kadar milletimizin hür ve müstakil yaşaması! Bunun ötesine Yörük Türkmenlerin kimse ile bir meselesi olamaz. Çünkü Yörük Türkmenler Türkün ulu başbuğu Atatürk'ün "Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez!" sözünü kendilerine amentü bellemiş, bu söz üzerine asli ve kurucu unsuru olmaktan onur duydukları Türkiye Cumhuriyetini ilelebet yaşatmaya ant içmişlerdir.  Yörük Türkmenlerin kimseden bir ödül ya da taltif beklentileri de olmamıştır.
            Kuruldukları günden bu güne kadar bütün Yörük Türkmen derneklerinin tek bir amacı olmuştur. Bu da unutulan milli kültürümüzün hatırlanması, milletimizin binlerce yılda meydana getirdiği gelenek, görenek ve ananelerinin yaşatılmasıdır. Hiç birinin de birlerinin iddia ettiği gibi kavmiyet gütme amaçları, yeni bir kavim çıkartma gayeleri yoktur.
            Ülkesi ve devleti için seve seve canı başta olmak üzere tüm varlığını harcamaktan çekinmeyecek olan Yörük Türkmenler “Hizmet, Külfet,” noktasında nasıl en önde koşuyorlarsa, nimet noktasında da devletin kendilerini unutmamasını da istemektedirler. Bunun için de kendilerine ayrımcılık yapılmasını değil, herkese eşit davranılmasını talep etmektedirler. Başarılı Yörük Türkmen bürokratlarının önünün sudan sebeplerle kesilmemesini, atama ve görevlendirmelerde liyakate önem verilmesini istemektedirler. Hali hazırda göçerlik geleneğinin son temsilcileri olan Sarıkeçili obası da kendilerine özellikle bu kültürün yaşatılması için devletten yardım istemektedirler. Göçer halde yaşayan ve bu geleneğin son temsilcisi olan Yörükler özellikle ormanların korumasının kendilerine verilmesini istiyorlar. Nedenini ise şöyle izah ediyorlar; “ Yörükler yeşili sever ve korurlar! Çünkü bizim varlık nedenimiz Doğa Anamızdır. Hiçbir Yörük Türkmen varlık nedenine ihanet etmez. Biz suları, ağaçları, yaylak ve kışlakları hatta kel tepeleri bile koruruz.  Bizim için doğa kutsaldır. Devletimiz bize ormanları açsın, tek bir orman yangını, tek bir orman katliamı olmaz. Bizim atalarımızın yüz yıllarca korudukları ormanları biz de aynı sevgi ve alaka ile koruyabiliriz. Yeter ki devletimiz Kara Keçiye ve bize yasakladığı ormanları bizim sorumluluğumuza versin!”  Ne diyelim, belki devlet ricali Yörük Türkmenlerin bu dileğini duyarlar.


            Burada son bir defa Çağın Ateşini Yakan adam Abdullah Duman’a kulak verelim. Abdullah başkan sabırla anlatıyor bize. "Yaptığımız işin gereği Yörük Türkmen dernekleri olarak devletimizden Toplum Yararına Çalışan Dernekler statüsüne alınmak istiyoruz. Bunun haricinde bir talebimiz olmadı. Çünkü biz kendi yağımızla kavrulmayı,  devletimize yük olmamayı kadimden beri ilke edindik. Bizim için demokrasi aklın, bilimin ve fennin doğrudan doğruya halk yönetiminde yer almasıdır. Bunu hayatımızın her evresinde gösterdik ve göstermeye de devam ediyoruz. 15 Temmuz kalkışmasında bütün üyelerimizi devletimizin yanında olduğumuz konusunda gerek sosyal ağlardan ve gerekse SMS ile bilgilendirdik ve tarafımızı belli ettik. O gece bizden evvel hiç bir dernek ya da kuruluş açık bir şekilde tavrını belli etmemiştir. Ancak biz Yörükler Derneği olarak Türkiye Cumhuriyetinin bekası için ettiğimiz yemine sadık kalarak yerimizin devletimizin yanı olduğunu cümle cihana ilan ettik. Bütün üyelerimizi meydanlara gelmeleri için çağırdık.
            Biz bu devleti sokakta bulmadık, birlerinin keyfine harcanmasına da izin verecek değiliz. Politik olarak herkesin düşüncesine saygı duyarız ve aynı saygının bize karşı da gösterilmesini isteriz. Bizim kimse ile doğrudan ya da dolaylı olarak bağlantımız yoktur. Bu nedenle özelikle bazı kesimler tarafından eleştiriliyor ve iftiralara maruz kalıyoruz.  Aziz milletimize ve devletimize verilmeyecek tek bir hesabımız olmadığı gibi, bize saldıranlara da kökü dışarıda ihanet çetelerine prim vermemiş olmanın haklı gururu ile gerekli cevaplarını veriyoruz.  22 sene önce çıktığımız bu kutlu yolda geldiğimiz noktaya bakınca çok işler başarmış olmanın haklı gururunu yaşıyoruz. Dün Yörük olduğunu söyleyemeyenlerin bu gün göğsünü gererek Yörük olduklarını söylemeleri, hedeflerimize ulaştığımızın göstergesidir. Yörük Türkmenliğin kuru kuruya bir terim olmadığını 2016 yılında yaptığımız 1 inci Türkiye Yörük Türkmen Çalıştayında herkese ilan ettik. Biz bu devletin asli ve temel öğeleriyiz.  Bizden yani Yörük Türkmenlerden hain çıkmaz. Devlet büyüklerimizin bu hususu özellikle dikkate almalarını istirham ediyoruz.
            Velhasılı Yörük Türkmenler siyasetlerinin Türk  Milletinin bekası ve Türk Devletinin inkişafı olduğunu cümle cihana ilan  ediyorlar.

15 Haziran 2016 Çarşamba

TAHTA KILIÇLA İKLİMLERİ FETHEDENLER: ABDALLAR



Horasan'dan Rum'a zuhur eyleyen
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi
Binip cansız duvarları yürüten
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi?

Doksan altı bin Horasan Pirleri
Elli yedi bin de Rum erenleri
Cümlesinin servirazı serveri
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi?

Balım Sultan arkadaşı, yoldaşı
Kızıldeli Sultan dürür hem eşi
Abdal Musa Sultan dersen ne kişi
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi? 
Abdal Musa Sultan

            Âşık Paşazade Tarihinde zikredilen dört gruptan birisi olan Abdalan-ı Rûm ya da  Anadolu Abdalları kimdir? Başıbozuk, aylak ayak takımı mı, yoksa bu toprakları tahta kılıçla fetheden, İslam beldesi eden gizli fatihler mi?   Nereden gelip, hangi tarihi görevi üstlenmişler ve ne şekilde başarılı olmuşlardır? Anadolu Abdalları Osmanlı Devletinin fetih politikalarını nasıl şekillendirmiştir? Abdallar bazılarının iddia ettiği gibi çingene midir? Yersiz yurtsuz kişiler midir?
            Evvel emirde şunu çok iyi idrak etmek zorundayız ki; Abdalan-ı Rûm olarak adlandırılan Anadolu Abdalları ile bir Türkmen boyu olan Abdallar ayrı şeylerdir. Ülkemizde yaşayan bir Alevi Türkmen boyuna da, Çin’de Doğu Türkistan’da yaşayan bir Uygur boyuna da Abdal denilmektedir. Aynı şekilde Kuzey Hindistan’da yaşayan bir Müslüman topluma da Abdallar denilmektedir. Safavi hükümdarı Şah Tahmasp Şam ve Halep Türkmenleri ile beraber İran’a giden bir Abdal oymağı olduğunu bildirmektedir. Pek çok arşiv belgelerinde Anadolu, Suriye ve Irak içerisinde Türkmen boyları içerisinde Abdal oymaklarının bulunduğu kaydı mevcuttur. Ancak asıl konumuz olan Anadolu Abdalları bir boy olmaktan öte bir görevin temsilcileri olan kişilerdir.
            Bir abdal Allah hariç dünya da ki her şeyden vazgeçmiş kişidir Abdallık mertebesine ermiş kişi hakikatin mutlak ve doğrudan bilgisine erişebilmektedir. Toplumsal bir şahsiyet olarak abdal zayıf, ezilmiş ve baskı altında olanlara yardım elini uzatan ve dinsizlere (kâfirlere) karşı mücadele veren bir otoritedir. Daha ziyade göçebe Türkmenler arasında yaygın olan abdallar Selçuklu Devletinde ve Osmanlı İmparatorluğunda misyoner dervişler olarak çok önemli görevler üstlenmişlerdir. Abdallar sanıldığı gibi sadece Anadolu’ya has bir durum değildir. Daha önce Orta Asya’da Gök Tanrı dinine inanan Türklerde Şamanlara (kamlara) Abıdal şeklinde lakaplar takıldığını da görmekteyiz.

           
Abdal deyiminin temel çıkış noktası Yeseviye yolu ya da tarikatı dediğimiz ve kurucusu Hazreti Piri Türkistan’ı Hace Ahmet Yesevi Ata isimli bir Türk düşünürü olan öğretidir. Hace Ahmed Yesevî, babası İbrahim Şeyh ve Arslan Baba'dan tasavvuf eğitimi aldı ve hocasının ölümünden sonra Yusuf Hemedani'nin yanında eğitimini tamamladı. Türkistan'da faaliyetlerini sürdüren Ahmed Yesevî'nin yolu zamanla Yesevîlik adını aldı. "Horasan Okulu" olarak da adlandırılan tasavvuf akımının en önemli temsilcisi olan Hoca Ahmed Yesevî'den adını alan Yesevîlik yolu, Türklere İslâm'ı ve dervişliğin yollarını öğretmeyi amaçlamıştır. Bunun için İslâm inancını, Türk gelenek, inanç ve yaşam tarzı ile sentezleme yolu seçilmiştir. Yesevilik yolu her şeyden evvel İslam’da kadın ve erkeğin denk olduğunu iddia eder. Bunda en önemli etken ise Tengri inancından gelen ve İslam öncesi Türk içtimai hayatıdır. Türk kadını İslam öncesinde erkek ile denk olarak hareket etmiş, bunu İslam inancı ile tanıştıktan sonra da devam ettirmeye gayret etmiştir. İşte bundan dolayıdır ki Hace Ahmet Yesevi ilk Müslüman olan Türkler arasında çok derin etkiler bırakmıştır. 
           Türklerin İslam ile tanışmaları ve geçiş süreci esnasında Türkler kendilerine dayatılan İran ve Arap kültürü ile adeta bunaltılmıştır.  Özellikle Emevi halifeleri ve komutanları Türkleri zorla Araplaştırma çabasına girişmişler, İslam adı altında Arap yaşam tarzını Türklere dayatmışlardır. Arap ve İran kültürlerinin Türk Milletine dayatılması Hace Ahmet Yesevi tarafından fark edilmiş talebelerini halkın içine salarak geleneksel Türk kültürünün yaşaması için gayret göstermiştir. Özellikle kendisinin yazdığı ve daha sonra Divan-ı Hikmet adıyla kitaplaştırılacak olan şiirlerini halk meclislerinde okutturmuştur. Hace Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri yoğun bir kültür emperyalizmi yaşayan Türkler arasında düşünce, dil ve inanç birliği konusunda adeta birleştirici bir etki oluşturmuştur.

           Yesevilik çıktığı Türkistan’dan dalga dalga bütün Türk yurtlarına yayılmıştır. Kıpçak yurtlarından Azerbaycan’a, Anadolu’ya, hatta Hindistan’a kadar yayılmıştır. Bu inanç kültürünü bu kadar geniş bir coğrafyaya ulaştıranlar ise Horasan Erenleri ya da  Abdallar olmuştur. Anadolu Selçuklu sultanlığı zamanında Abdalan-ı Rûm olarak adlandırılan bu dervişler Osmanlının kuruluşunda da aktif olarak rol oynamışlardır. Mesela pek çok efsaneye konu olan Sarı Saltuk –ki kendisinin tahta kılıçla cihat ettiği rivayet edilir.- daha Anadolu Selçuklu Devleti zamanında Balkanlara geçerek adeta  Osmanlının fütuhatına zemin hazırlamıştır.  Bu gün Anadolu’nun pek çok ulu doruğunda genel olarak o dağın ya da dağ grubunun ismi ile anılan ve Eren tabir edilen evliya makamlarında bu Urum Abdallarının yattığını biliyoruz. Kendisi de bir Urum Abdalı olan ve Antalya Elmalı tekke Köyünde medfun olan Abdal Musa Sultan; Hace Bektaş-ı Veli için söylediği bir deyişinde doksan altı bin Horasan piri, elli yedi bin de Rum yani Anadolu erenlerinden bahsetmektedir. Osmanlı Devletinin kuruluşunda Osman Gazi adına ilk hutbeyi okuyan Dursun Fakih’de bazı kaynaklarda Anadolu Abdallarından sayılmaktadır.

            Osmanlının ilk kuruluş yıllarında gazalara katılan Anadolu Abdalları daha Anadolu Selçuklu devleti devam ederken Bizans köylerine ve şehirlerine, hatta Trakya’ya geçerek İslam dinini tebliğ etmişlerdir. Gerek yaşamları ve gerekse yüksek karakterleri ile gittikleri her yerde çok kısa sürede sevilmişler ve İslam dinini yaymışlar, hem Selçuklu ve hem de ardılı Osmanlı ordularının fütuhatlarını kolaylaştırmışlardır.
            Moğolların Anadolu’yu istila ettikleri zamanlarda Anadolu Abdalları, Ahi Evran Hace Nasuriddin’in Ahileri yani Ahiyan-ı Rûm (Anadolu Ahileri) ve Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacının kurduğu Bacıyan-ı Rûm olarak adlandırılan Anadolu Bacıları Teşkilatı ile birlikte hareket etmişlerdir. Özellikle 1261 den sonra Anadolu’da Moğollara karşı yapılan ayaklanmalarda bu üç grubun ittifakla hareket ettiklerini görmekteyiz. Özellikle Kırşehir’de Moğol hâkimiyetine karşı isyan eden Ahi Evran Hace Nasuriddin’in isyanı kanlı bir şekilde bastırılıp Ahi Evran’da şehit edilir. Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacı eşinin şehit edilmesine müteakip,  Abdalan-ı Rûm’un en önemli temsilcisi Hace Bektaş-ı Veli’ye sığınır. Abdalan-ı Rûm dediğimiz Anadolu Abdalları büyük bir kıyıma uğramalarına rağmen tebliğ vazifesinden geri durmamışlardır. Anadolu’nun bu buhranlı döneminde dahi tebliğ ve gaza ruhundan ayrılmayan Abdallar,  Domaniç yaylasında kurulan o küçük uç beyliğini cihan imparatorluğu yapacak temelinde harcını karmıştır.
            Osmanlı İmparatorluğunun ilk zamanlarında özellikle Trakya ve Balkanları fethe hazırlayan ve daha sonra yeni fethedilen yerlere yerleşen Abdallar, bulundukları yerleri cazibe merkezleri yapmışlardır.  Anadolu’dan Balkanlara göç eden veya devletin yerleştirdiği ve daha sonra adları Taife-i Yörükan yada Evlad-ı Fatihan olacak olan kolonilere rehberlik ve öncülük etmişlerdir.
            15 inci yüzyıldan itibaren Abdalların Osmanlı’dan kopuşunu görmekteyiz. Sünnileşen devlet bürokrasisi özellikle 1453 yılından sonra Abdalları ikinci plana itmiştir. Netice itibariyle Anadolu ve Balkanları ilmek ilmek dokuyan, Türkleştiren ve İslamlaştıran abdalların sessizce tarih sahnesinden çekildiklerini görmekteyiz. Anadolu coğrafyasında isimleri unutulmuş olan ve hiçte hak etmedikleri halde “Başı bozuk, serseri, yeri yurdu olmayan avare” gibi tanımlamalara maruz kalan Abdalların, Ahiler, Gaziler, Alperenler kadar anılmayı ve yâd edilmeyi hak ettikleri de bir gerçektir!

10 Haziran 2016 Cuma

YÖRÜK TÜRKMENLERİN KISA HAL TERCEMESİ

Yörük Türkmen terimini incelemeden önce bu terimin anası olan Türk tanımlamasının çözülmesi şarttır. İnsanlığın yazılı olan 6 bin yıllık tarihi boyunca hep varlık göstermiş olan Türk Milletinin kökü nedir? Nereye dayanır? Pek çok batılı tarihçinin yüz yıllar boyu büyük bir merakla araştırdıkları, gerek sosyal hayatları, gerek savaşçı yaşam kültürleri ve gerekse tarih yazan müthiş devlet kurma becerileri ile Türkler nerede ve nasıl tarih sahnesine çıkmışlardır? Türkler pek farkında değil ama Avrupalılar şu gerçeğin farkındadır. Tarihten Türkler çıkarılırsa ortada tarih diye bir şey kalmaz der Alman iktisatçı Fritz Neumark. Hakikaten de yazılı tarihi incelediğimizde görmekteyiz ki son iki bin yıl boyunca tarih adeta Türkler tarafından yazılmıştır. Büyük kavimler göçü, doğudan batıya yapılan Oğuz göçleri, İslam’la tanışmalarının akabinde bu dinin bayraktarlığını yapmaları, doğu ve batıda kurdukları hâkimiyet ile Türk Milleti tam anlamıyla tarih yazan millet unvanını hak ederek almıştır.
İlk Türk ismine antik Çin kayıtlarında Tue-Kue şeklinde rastlamaktayız. Bu durum özellikle Türk Milletinin yazılı tarihini 7 inci yüzyıla dayamaya çalışan birçok tarihçinin kasıtlı ve uydurma tezlerini çürütmektedir. Çünkü bu gün yapılan pek çok bilimsel araştırma neticesinde Hun devletinin ilk Türk devleti olmadığı, Türk Tarihinde bilinen ilk kağanın Teoman olmadığı ortaya konulmuştur. Macar tarihçi Prof. Dr. László Rásonyi;  sanıldığı gibi Hunların ilk Türk devleti olmadığını, Çu Türklerinin Çin ülkesine 891 yıl hükmettiklerini yazarken,  Alman tarihçi Profesör Doktor Wolfram Eberhard 1947 de yayımlanan “Çin Tarihi” adlı eserinin 32-76sayfalarında Çu hükümdar soyunun bütün kurumlarından söz etmektedir. Yine aynı eserin 17. sayfasında Proto Türklerden, bunların İ.Ö. üçüncü bin yıllarına ait niteliklerinden, tarihlerinden söz etmektedir. Yine o, Çuların Çinlilere tarım, hayvancılık, avcılık, at kültürü ve başka konularda çok etki yaptıklarını yazıyor. Bütün bunları anlatmamızın tek nedeni şudur; hala ısrarla Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı Türk Tarihini Hun devleti ve onun Kağanı Teoman ile başlatmaktadır. Bu tamamıyla yanlışta ısrardır. Bu yanlıştan derhal dönülmelidir.


Konumuz olan Yörük Türkmen teriminin dayandığı nokta Türk ismidir. Yaklaşık olarak 3500 yıl Orta Asya bozkırlarında yaşayan Türk Milleti zamanla yeni yaşam alanlarına ihtiyaç duymuştur. Bu ihtiyacın neticesinde büyük kavimler göçünü başlatan Hun Türkleri  dünya tarihini temelinden değiştirmiş, yeni yeni toplumları ve bu toplumların kaynaşması ile halkların ortaya çıkmasına neden olmuşladır. Orta Asya Türk devletlerinin ardı ardına tarih sahnesinden çekilmeleri, bölgede ortaya çıkan Çin baskısı ve buna bağlı istikrarsızlık yeni yerlerin aranması neticesini doğurmuştur. Arapların Maveraünnehir, Türklerin ise Çay Ardı  dedikleri Ceyhun (Amuderya) ve Seyhun (Siriderya) nehirleri arasında kalan bölgede meskun olan Oğuz Türkleri ilk olarak Halife Osman zamanında Araplar ile temasa geçmiş ve işgalci Arap akınlarına yıllarca direnmişlerdir. Daha sonraki yıllarda Emevi hanedanı ile Arap akınları devam etmiş, ancak Oğuz Türkleri Tengrici dinlerini değiştirmede çok da istekli olmamışlardır. Araplar tarafından fethedilen Türk kentleri (Lütfen buraya dikkat; 644-757 yılları arasında Araplar Türk ülkesine akınlar yaparken göçebe bir millete değil, o günün en modern ve zengin Türk kentlerine akınlar yapmaktadır!) yağmalanırken, esir edilen Türkler Müslümanlaştırılmak istenmiş, görünende Müslümanlaşan Türkler Arap baskısı ortadan kalkınca yine Tengri inancına geri dönmüşlerdir! (Halife Hişam Bin Abdülmelik (724 – 743) döneminde çok kalabalık cihat orduları karşısında Müslümanlığı kabul etmek zorunda kalarak Araplarla barış yapmışlar (737), Araplar bölgeden çekildikten sonra tekrar eski Tengri dinlerine dönmüşlerdir!) Türklerin zorla Müslümanlığı kabul etmeyeceğini gören Arap idareciler bu kez  Müslümanlığı kabul eden Türklere ekonomik çıkarlar sağlamaya, cizye olarak alınan vergileri düşürmeye, çok daha yumuşak politikalar uygulamaya başlarlar. Bütün bunlar olurken Tengri inancına sahip Türkler ile Müslüman olan Türklerin ayrılması amacıyla Müslüman olan Türklere Türk-İman (İman etmiş Türk) denilmeye başlandığını İbni Kesir’in el Bidaye ve'n Nihaye fi't Tarih isimli eserinden öğrenmekteyiz. Ebul Gazi,  İranlıların Müslüman Oğuz Türklerini Tengri inancına sahip Oğuz Türklerinden ayırmak için Türk Manend-Türki İman (İmanlı Türk) olarak isimlendirdiklerini yazar.  Bu terim zamanla Türkmen olarak dilimize yerleşmiştir. 
Fransız Türkolg Jean Deny ise “men” ekinin güç anlamı ifade ettiğini belirtmekte olup, Türkmen teriminin güçlü Türk anlamına geldiğini söylemektedir. Fuad Köprülü’nün başını çektiği ve bu konuda yaygın olan kanaate göre; Maveraünnehir Müslümanlarınca Müslüman olan Oğuzlara, Müslüman olmayan Oğuzlardan ayırmak için  “Türkmen” adı verilmiştir. Oğuzlar ise kendilerine “Türkmen” demiyorlardı. Faruk Sümer’in ifadesine göre 13. Yüzyıla kadar atalarının Oğuz ismini yaşattılar. Bundan sonra ise “Türkmen” kelimesi “Oğuz” kelimesinin yerini aldı. İbrahim Kafesoğlu Oğuzlar arasında ‹İslamiyet’ten önce siyasi bir tabir olarak Türkmen adının kullanıldığını ‹İslamiyet ile birlikte bu Türkler için kullanılan Türkmen tabirinin Kök-Türk tabiri gibi kabilevî değil siyasî bir hüviyet kazandığını söyler. Karlukların en kudretli zamanlarında Oğuz değil bu ismi kullandıklarını söylüyor. Kafesoğlu burada Kaşgarî’nin sözlerini dayanak göstermiştir. Kaşgarî, “Karluklar Oğuzlardan ayrı, fakat onlar gibi Türkmendirler” şeklinde beyan etmiştir.
Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu İmparatorluklarında etkin bir güç olan Oğuz Türkleri yani Türkmenler Selçuklu fütuhatlarının bel kemiğini oluşturmuşlardır. Anadolu, Kafkasya, İran ve Suriye ile Irak’a akın akın yerleşen Türkmenler Ön Asya’nın Türkleşmesinde en temel etken olmuşlardır.

YÖRÜK TERİMİNİN ORTAYA ÇIKIŞI

Yörük kelimesi Türkçe’de yürümek kökünden çıkartılmıştır. Meninski sözlüğünde gezgin olarak tanımlanmaktadır. “Yörük”, kelimesi “yürümek” fiilinden gelip o dönemde hala yerleşmeyip konargöçer hayatlarını devam ettiren Türkmenler için kullanılan bir kelimedir. Yörükler de esasen göç vakti, göç kondu gibi tabirleri kullanmaktadırlar. Göçebe sözü tek başına bu insanların hayat tarzlarını açıklamamaktadır. Çünkü onlar konar-göçer bir yaşam sürmektedirler. Yazlık ve kışlık ikamet alanları mevcuttur. Bu nedenle konar-göçer tabirinin kullanılması daha doğrudur. İlk dönem Osmanlı tarihçilerinden Aşık Paşazade onlar için “göçer halk, göçer il” tabirini kullanırken, Oruç Bey ise “göçküncü Yörükler, göçer Yörükler” demiştir.  Osmanlı tarihçileri Yörükler için Oğuz boylarına mensup olduklarını yazmaktadır. Osmanlı kaynaklarında ilk defa tahrir defterlerinde rastladığımız Yörük terimi “Konar-göçer Türkmen aşiretleri” şeklinde tanımlanmıştır. Kızılırmak nehrinin doğusunda kalan Oğuz Türklerine Taife-i Türkman denilirken, batısında kalanlara Taife-i Yörükan denilmiştir. Osmanlı kayıtlarında Yörükler için Yüvrük veya Yüğrük  (Güçlü, çevik, çalışkan, eline ayağına çabuk), gibi tanımlamalar da kullanıldığını görmekteyiz.
Antropolojik olarak bunun tanımlamasını yapmamız gerekirse; Sosyal Antropoloji açısından yerleşik hayata geçen Türk’e; ”Türkmen”, transhümans (konar-göçer) halindeki Türk’e de “Yörük” adının verildiğine antropologlar hem fikirdir. Genelde Yörüklük, ekonomik uğraşının, hayat tarzına dayalı olarak gelişen beşeri bir durumdur.
Bu gün yaygın olarak ve ne yazık ki yanlış olarak kullanılan bir konuya değinmek istiyorum. Sanıldığı gibi Türk milleti göçebe bir millet değildir! Hal böyleyken ısrarla bazı tarihçi geçinen zevat Türkler göçebe bir millettir demekte, Nuh tufanından bu yana var olan bir milleti ve kültürünü adeta yok saymaktadır. Oysa en eski Çin ve İran kayıtlarında, Helenistik dönem tarihlerinde Türk Milletinin göç eden, yazlık ve kışlık kültürüne sahip bir millet olduğu, çok büyük bir kültürün sahibi olduğu yazılıdır. Bu gün Orta Asya kazılarında elde ettiğimiz bulgular Türklerin hiçte sanıldığı gibi göçebe kültüre sahip olmadığını, bu kültürden çok daha ileri bir kültürün kurucusu olduklarını göstermektedir. Hal böyleyken kendi milletine göçebe millet demek evvel emirde aldıkları tarih eğitimine ve Türklüğe ihanettir.
            Yukarıda zikrettiğimiz gibi bu gün Yörük denildiği zaman ne hikmetse herkesin aklına (ki acı olanı da şudur ki bu adla anılanlar dahil olmak üzere) göçebe, davar yetiştiren, belirli bir adresi olmayan, yeri bucağı belirsiz kişi yada oymaklar diye haksız bir tanımlama gelmektedir. Öncelikle şunu aklımıza koymak zorundayız; Yörük bir kavim adı değildir! Yörüklük ekonomik gerekçelerle ortaya çıkmış bir yaşam felsefesinin, bir kültürün adıdır. Sırf siyasi bir tanımlamadan dolayı insanımızı hiçte hak etmediği sıfatlarla anlatmaya çalışmak kendi insanımıza yapabileceğimiz en büyük saygısızlıktır. Çünkü Yörük Türkmen tanımlaması askeri ve iktisadi olarak ortaya çıkmış bir tanımlamadır. Aslı ve temeli Türk’tür! Tanımadığımız, daha doğrusu tanımak istemediğimiz bazı gerçekler vardır ki bunları gördükçe ve öğrendikçe yüz yıllardır haksız olarak, hiçte hak etmedikleri şekilde tanımladığımız bu insanlardan özür dilememiz gerekmektedir.
Selçuklu İmparatorluğunun batıya doğru devam eden fütuhatlarında Türkmenler çok etkili bir rol oynamışlardır. Sadece İran’da değil, Irak, Suriye ve Anadolu’da gittikleri her yerde yerli halk ile kaynaşan Türkmenler hem yeni yurtlar edinirken, hem de yeni bir kültürün doğmasına neden olmuşlardır. Anadolu Selçuklu devletinin yıkılması ile ortaya çıkan siyasi durum; bulunduğu konum itibarıyla en küçük uç beyliği olmasına rağmen Osmanlı Beyliğinin gelişmesin ve devletleşmesine zemin hazırlamıştır.  Gerek Osman Bey, gerek Orhan bey ve ardılı Osmanlı Sultanları daima batıya doğru fetih hareketlerinde bulunurken, fethedilen her yere öncelikle konargöçer Türkmenleri yani Yörükleri yerleştirmeye büyük önem vermişlerdir. Bu politika ile Osmanlı girdiği yerlerde kalıcı olduğunu göstermiş ve askeri olarak fethettiği yerleri iktisadi ve sosyal anlamda kendine bağlı hale getirmiştir. Şunu özellikle unutmamalıyız ki; Osmanlı Devleti kuruluşunda sanıldığı gibi tek bir oymak olarak sahneye çıkmamıştır! Her şeyden evvel Osmanlı Beyliği bir aşiretler birliğidir. Sadece tek bir aşiretten bir devlet çıktı demek tarihi gerçeklerle bağdaşmayacağı gibi Osmanlı ailesinin mensubu olduğu Kayı aşiretinin önder aşiret olarak tarihi rolü de inkâr edilemez!
Osmanlı Devleti, İnsanlık Tarihinin beklide en detaylı kayıtlarını tutan bir devlet sistemi oluşturmuştur. Devlet olmanın gereği kayıt ve arşivlerde ise, Osmanlı devleti bunu tarihi süreçte ender denilebilecek bir şekilde başarmıştır.  Osmanlı vergi ve askeri sistemi gereği, esnafın kullanacağı hammaddeden, pazarda satılacak ürünlerin rayiç bedellerine varıncaya kadar  en küçük ayrıntıya kadar kayıt altına alınmış, en ücra mezralarda yaşayan halkın günlük ihtiyaçları, neyle geçim sağladıkları, vatandaşın medeni haline varıncaya kadar devletin kayıtlarına alınmıştır.  623 yıllık devlet hayatının beklide en önemli özelliği çok titiz bir şekilde devlet unsurlarının envanterini çıkarmış olması ve bu sayede bütün unsurlarına hâkim olmuş olmasıdır. Osmanlı Devleti, kendi uhdesi altındaki konargöçerlerden, yerleşik hayata dâhil olan bütün unsurlarını da kayıt altına almıştır. Tahrir Defterleri, Mufassal Defterler, İcmal Defterleri (özellikle Muhasebe İcmal Defterleri) anlattığımız durumun kanıtlarını teşkil etmektedir. Tahrir Defteri; Arazi yazılırken tutulan defterler hakkında kullanılan isimlendirmedir. Tahrir Defterinin tutulmasının en büyük gerekçesi tımar sisteminin işleyişini sağlayacak olan devletin gelirleri ile ilgilidir. Tahrir Defterinde Osmanlı yerleşim birimleri, görevlilerce titiz bir çalışmayla mukim insanların, vergi mükellefleri, içlerinde vergiden muaf olanlar varsa hangi vergiden ne sebeple muaf oldukları yazılır; bunun yanında topraklı ve topraksız köylüler, evli ve bekâr haneler, meslek gurupları, ilmiyeye mensupları, ihtiyar ve sakatlar defterdeki hanelerine yazılırdı. Her köyün merası, ormanı, korusu, yaylağı, kışlağı, çayırı ayrıntılı olarak gösterilerek yetiştirilen mahsuller ve senede vermekle mükellef olunan vergi miktarı deftere geçirilirdi.

Osmanlılarda göç ve iskân hadisesine baktığımızda şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır: Fethedilen her toprak parçasına özellikle Moğol baskısı ile gelen Yörük Türkmen aşiretleri yerleştirilmekte, Osmanlı hâkimiyeti pekiştirilmektedir. Osmanlı devleti Balkanlarda gerçekleştirdiği fetihlerin sonucunda ele geçirdiği toprakların Türkleşmesi için Yörüklerden yararlanmıştır. Özellikle Yörük Türkmenler Balkanlara gönderilmiş, bu toprakların Türkleşmesi için çaba gösterilmiştir. Yörüklerin sade yaşantısı, yerli halka davranışları neticesinde fethedilen yerlerde kısa sürede devlet hâkimiyeti tesis edilmiştir. Özellikle Trakya, Balkanlar, Macaristan, Bosna Hersek, Romanya gibi bölgelere yerleştirilen Yörük Türkmen taifesi çok kısa sürede buralarda bulunan gayrı Türk unsurlar ile kaynaşmış, sadece hayvancılık değil tarımın ziraat kolunda da çok başarılı olmuşlardır. Öyle ki 93 harbinden sonra başlayan tersine göç ile Anadolu içlerine yerleştirilen Evladı Fatihan olarak anılan Muhacir Yörük Türkmenler, kullanılamayan pek çok bataklık alanları kurutarak tarıma kazandırmışlardır. Şunu net bir biçimde ifade edebiliriz ki, Anadolu’daki modern tarıma geçişi Balkanlardan gelen muhacir olarak adlandırdığımız Yörük Türkmenler sağlamıştır.  Bir kısım Yörük Türkmenler Osmanlı Devleti tarafından özellikle maden sahaları etrafına yerleştirilmiş ve buralardaki madenlerin hem korunması hem de işlenmesinde çalışmışlardır. Mesela Kocacık Yörükleri Rudnik madeni hizmetinde, Tekirdağ Yörükleri Bosna madeni hizmetinde tayin olunmuşlar, bu alanlarda iskan edilmişlerdir. Bu insanların özellikle tersine göç sonrası maden sahalarına yerleştirildiklerini söylersek ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
            Yaşam tarzlarının en büyük özelliklerinden birisi de ihtiyaçlarını kendilerinin gidermesi –kendilerine yeten- insanlar olmasıdır. Bu durum Yörüklerin tamamen kapalı bir ekonomik yapıya sahip olduğu kanısını getirmemelidir. Çünkü Yörük Obaları Anadolu’da kara ulaşımını –nakliyeyi- ellerinde bulunduruyorlardı. Yörükler aynı zamanda Osmanlı ordusunun da en büyük at ve deve yetiştiricileriydiler. İç Anadolu’da Atçeken Yörükleri ve Halep Yörükleri geçimlerini bu yönden yetiştiricilikle sağlarlardı.
            Yörükan Taifesi olarak kayıtlarda rastladığımız Yörükler Osmanlı Devleti için önemli bir asker ve vergi kaynağıdır aynı zamanda. Konargöçerler Osmanlı Devleti’ne şu vergileri vermektedir. Adet-i Ağnam (Koyun ve keçi adedine göre alınırdı. Genelde iki koyuna bir akçedir. Yörenin ekonomik yapısına göre ağnam vergisindeki oran değişebilirdi.), Resm-i Yaylak (Bir Yörük aşireti yaylada üç günden fazla kalırsa bu vergiyi vermek zorundadır. Her sürüden bir koyun veya hane başına 200 dirhem yağ alınmasıdır.), Resm-i Kışlak ( Resm-i Yaylak bedeli kadar alınırdı.) Resm-i otlak ( Devlet ricalinin belirlediği güzergah dışına çıkan Yörüklerden ceza niteliğinde alınırdı. Sürü başına bir koyundur.) vergileridir. Bu vergilerin yanında Bennak, mücerred (Bekarlardan gücü kuvveti yerinde olanlardan alınırdı. Üç nefere 1 kuruş şeklinde raiçlenirdi.), avarız ve bad-ı heva vergileri de istenirdi.
XV. yüzyıl ortalarından itibaren askeri ve stratejik vazifelerde önemli roller üstlenmeye başlayan Yörükler, sorumlulukları kanunlarla belirlenerek, XVI. yüzyıl ortalarında orduda hizmet eden ve devlet işlerinde önemli görevler alan bir askeri sınıf haline gelmişlerdir. Bu gruplar ile ordunun iaşesi kolaylaşıyor ve fetihler ilerledikçe ordunun arkası emniyet altına alınmış oluyordu. Bu itibarla Rumeli’de Yörük sözü, Anadolu’dakinden farklı olarak etnik bir grubu ifade etmekten çok, ordu ve devlet teşkilatında görevler alan, bazı imtiyaz ve muafiyetleri olan askeri bir sınıfı anlatıyordu.
Bütün bunları anlatmamızın nedeni birilerinin ısrarla Yörük Türkmenleri sadece davar yetiştiren, peynir yapan, göçebe, yersiz yurtsuz gibi göstermelerine tarihin ışığında cevap vermek içindir. Eğer dünya tarihi baştan aşağı değişmişse; küçücük bir uç beyliği, üç kıtaya hükmeden bir cihan imparatorluğu olmuşsa bunun temelinde Yörük Türkmenler vardır! Askeri, ekonomik ve siyasi anlamda devletin temel harcı olmuş bu insanlar daima devleti kendilerinin bilmiş, devletin yanında yer almışlardır.
            Türk Milletinin ateşten gömlek giydiği o buhranlı ve karanlık günlerde "Yörükler Türk milletinin çalışkan ve üretken evlatlarıdır. Babam Ali Rıza Efendi yerli olarak Selaniklidir. Kendileri Yörük sülalesinden gelir. Annem her zaman Yörük olmaktan iftihar ederdi." diyerek  kendisi de gururla bir Yörük olduğunu söyleyen Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı vatanın ve milletin kurtuluşu için Samsun'a çıkaran güç " Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez." sözünde saklıdır.