19 Mayıs 2018 Cumartesi
7 Mart 2018 Çarşamba
NE DEĞİŞTİ?
Sabah
herkes haber bültenlerinde, TV programlarında, sosyal medyada bir furyaya
başlayacak; 8 Mart Dünya Kadınlar Günü Kutlu olsun ey millet diyeceğiz el
birliği!
Birkaç günden beri sosyal medya hesaplarında çokça kadın günü kutlamaları devam
etmekte, herkes cefakar kadınlarımıza karşı son sürat şirinlik yapmakta. Bir
kısım insanımız bu şaklabanlığa acayip sinir olurken, bir kısım da “Ne var
bunda? Herkes kutluyor, biz de kutlamalıyız.” demekte…
Dileyen
kutlar, dileyen eleştirir, dileyen anar. Ama gerçek olan bir şey varsa da şudur
ki; 8 Mart Dünya Kadınlar gününün ne olduğu hala ülkemizde tam olarak idrak
edilmiş değildir. Önce şunu ayırt etmek gerekiyor, kadınlar günü kutlama mı,
yoksa anma günü mü? Aslına bakılırsa Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanan bu gün
Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 16 Aralık 1977 tarihinde kabul ettiği ama
neden kabul ettiğini yazmadığı bir gündür. Birleşmiş Milletler sitesine girip bu
günün neden kabul edildiğini sorgularsanız 8 Mart 1857 de Amerika Birleşik
Devletlerinin New York kentinde daha iyi çalışma şartları için greve giden 40
bin işçinin bir fabrikaya kilitlenip, fabrikanın ateşe verilmesiyle 129 kadın
işçinin ölümü neticesi anma günü olarak kabul edildiği yazmaz! Çünkü kapitalizm
kendi maskesinin düşürülmesini, hele hele kendisi tarafından o maskenin
indirilmesini asla kabul etmez!
Evet; kötü şartlarda çalıştırılan dokuma işçilerinin daha
iyi çalışma şartları ve ücretler için toplandığı 8 Mart 1857 tarihi aynı
zamanda dünya işçi hakları tarihi açısından kapkara bir gündür. Çünkü o gün
yaklaşık 40 bin işçi daha iyi şartlar ve çalışma koşulları için greve giderken
başlarına gelecek felaketin farkında değillerdir. Toplandıkları tekstil
fabrikasında polisin sert müdahalesi ile karşılaşan işçiler kendilerini
fabrikaya kilitlediler. Fabrikada çıkan (yada çıkartılan) yangın nedeniyle
işçiler dışarı çıkmaya çalıştılar. Ancak fabrika önünde kurulan polis
barikatını aşamayan 129 kadın işçi yanarak can verdi. Peki neydi 40 bin işçiyi
o tekstil fabrikasına toplayan? Neydi 129 cana mal olan sebep? Dünyada işçi
hakları için ölümler denilince belki de ilk sırada yer alan bu olayı tetikleyen
veya bu duruma getiren sebepler nelerdi? Bildiğimiz kadarıyla cevaplamaya
çalışalım. Birincisi sırada kapitalistler için kadın işçi demek ucuz iş gücü
demekti. Daha uzun iş saatleri, daha az ücret demekti. Kadınların örgütlü
hareketi daha zayıf olduğu için sömürülmeleri de kolay olmaktaydı. Kadınların
daha iyi şartlarda çalışmaları, daha makul çalışma süreleri ve eşit ücret
talepleri sömürü düzeninin işine asla gelmediği gibi, düşünülmesi bile
sermayedarların uykusunu kaçırmaya yeterliydi. Bütün bunların neticesinde,
erkek işçilere göre daha fazla çalışmalarına karşın daha az ücret ve sosyal
hakları olan kadın emekçiler bu şartların düzeltilmesi talebiyle 8 Mart 1857 de
bir tekstil fabrikasında toplanmışlar ve greve gitmişlerdir. Polisin sert
müdahalesi, ardından fabrikada çıkan yangın neticesinde barikatı aşamadıkları
için ölen 129 kadın işçi 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününün başlangıç
noktasını oluşturmuştur. Ölen kadın işçilerin cenaze törenine 10 binler
katılmış ve bu olay işçi sendikaları tarafından unutulmamıştır. 26-27 Ağustos
1910 da Kopenhag’da toplanan II.Enternasyonalin kadınlar toplantısında
–Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı- Clara Zetkin tarafından 8 Mart
tarihinin 1857 fabrika yangınında ölen kadın işçilerin anısına Dünya Emekçi Kadınlar Günü olması teklif
edildi. Öneri oy birliği ile kabul edildi.
Dünyada yapılan ilk Emekçi Kadınlar Günü anması ise 19 Mart 1911 de
yapıldı. Avusturya,
Danimarka, Almanya ve İsviçre’de gösterilere katılan on binlerce kadın seçme ve
seçilme hakkının yanı sıra kadınlara iş ve mesleki eğitim verilmesi, çalışırken
çocuğunu emzirme hakkı, çalışma alanlarında kadın-erkek eşitliği sağlanmasını,
talep etti. Anma toplantıları ilk yıllarda ilk baharda ve belirli bir günü
olmayan şekilde yapılmıştır. Birliğin
sağlanması amacıyla, 1921 de toplanan III. Enternasyonalde, Sovyetler Birliği
Komünist Partisi lideri Vladimir
İlyiç Ulyanov Lenin’in teklifi ile anma günü olarak 8 Mart tarihinin, isim
olarak da “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olması kararlaştırılmıştır. 1960’lı yıllara
kadar pek çok ülkede kutlanmayan Dünya Emekçi Kadınlar Günü bu yılların sonuna
doğru ABD’de kutlanmaya başlayınca, 1977 yılında BM tarafından Dünya Kadınlar
Günü olarak kutlanmaya başlanmıştır. Türkiye’de 1921 tarihinden beri yapılan
anma toplantıları, 12 Eylül Cuntası tarafından yasaklanmasına karşın 1984
yılından beri yapılmaktadır.
Bu gün sözde Dünya Kadınlar Günü
olarak sözüm ona kutlanan ama gerçekte bir tüketim çılgınlığına dönüştürülen
Dünya Kadın Emekçiler Günü artık asıl amaçlarından saptırılmış, çıkış noktaları
unutturulmuş, temel, ana ve hayatın esas noktası olan kadınlarımızı olması
gereken yerde değil, ticari bir meta haline getirmiştir. Sadece bizim
kadınlarımız değil, dünya kadınları da kapitalizmin oyununa pekâlâ gelerek can
verip, emek ve alın teri akıtarak kendi bileklerinin zoru ile aldıkları bir
günün kapitalizme hizmet eden bir gün haline getirilmesine ses
çıkarmamışlardır.
8 Mart Dünya Emekçi
Kadınlar Gününü tüketim gününe çevirenlere sormak istiyorum; “Ne değişti?
Kadın cinayetlerini bitirdiniz mi?
Kadınlara mobing (işyerinde baskı) bitti mi?
Kadınlar eşit işe eşit ücret alabiliyor mu?
Kadınlara siyasette kota kaldırıldı mı?
Namus ceza indiriminde etken olmaktan çıktı mı?
Kızların hepsi okula gidebiliyor mu?
Çocuk gelinler bitti mi?
Kızlara giydiklerinden dolayı okulda, işte, arabada laf
atmalar bitti mi?
Tecavüzler bitti mi?
Vahşice öldürülüp yitip giden hayatların hesabı soruldu
mu?
Kadın ana yani temel oldu mu?
Cevabınız Evet mi?"
Hadi o zaman 8 Mart Kadınlar Gününüz kutlu olsun!
4 Mart 2018 Pazar
SAVAŞANLAR VE YATANLAR
Bir süre önce Antalya il merkezinde, Türkiye ve kardeş
ülkelerden 328 Yörük Türkmen derneği, federasyon, konfederasyon, birlik yada
vakıf temsilcisi 3 üncü uluslararası Yörük Türkmen Çalıştayında bir araya
geldi. 8 Şubatta başlayan çalıştay 11
Şubatta sona ererken üzerinde çalışılan konular, ortaya konulan sorunlar, çözüm
önerileri ve alınan kararlar Türkiye ve dünya ekseninde Yörük Türkmen
Hareketinin dünü, bu günü ve geleceği konusunda çok ciddi sonuçlar ortaya
koydu.
Şurası
unutulmaması gereken bir husustur ki; Yörük Türkmen Hareketi dediğimiz olgunun
temeli Türk Kültürüdür. Unutulmaya yüz tutmuş konar göçer Yörüklerin gelenek,
görenek, anane ve Töresinin yaşatılması amacıyla kurulan dernekler artık bu
hareketin asli çıkış noktasının kadim Türk Kültürü olduğu konusunda hem
fikirlerdir. Şöyle ki; ister Urfa’da, ister Bursa’da, Söğüt veya Antalya’da,
Burdur ya da Diyarbakır’da yaşatılan bu kültürün birbirinden hiçbir farkı
olmadığı yapılan her üç çalıştayda da net bir biçimde ortaya konulmuştur.
2016
yılında yaptığımız ilk çalıştayda Yörük ve Türkmen olarak ikiye ayrılan kesimin
gerçekte bir kavram karışıklığından dolayı bu halde olduğu, aslında Kızılırmak
nehrinin doğusunda kalan Türk unsurların ne kadar Türkmen ise batısında
kalanlarında aynı şekilde Türkmen oldukları, batısında Yörük olarak
adlandırılanların ne kadar konar göçer ise doğusunda kalanlarında o kadar konar
göçer Yörük oldukları bizzat bilimsel olarak ispat edilmiş ve tebliğ olarak tarafımca
çalıştayda okunmuştu. Yine 2016 çalıştayında Yörük Türkmen Kültürünün Orta
Asyadan bu yana süre gelen kadim Türk Kültürünün bu gün yaşayan en diri hali
olduğu katılımcılara anlatılmıştı.
Elbette 2016 çalıştayı yapılırken bu
satırların yazılması kadar kolay yapılmadı. Uzun süredir kafamı kurcalayan
Yörük Türkmen Hareketinin bilimsel bir şekilde araştırılması, tartışılması ve
bir temele oturtulması fikrimi 17 Kasım 2015 tarihinde ziyaretime gelen Türkiye’nin ilk Yörük Türkmen
Derneğini kuran gönül insanı ve bu hareketin ilk ateşini yakan kişi olan
Antalya Yörükler Derneği Başkanı Abdullah Duman beye açmıştım. Duman başkan
heyecanla karşılamıştı bu fikrimi. Nasıl yapabiliriz konusundan neler
yapabiliriz konusuna gelmiştik bir anda. Fikir güzeldi, önemliydi de aynı
zamanda. Çünkü şimdiye kadar pek üzerinde durulmayan Yörük Türkmen Kültürü
ciddi anlamda bizzat bu kültürü yaşayan ve yaşatanlar tarafından ele
alınacaktı. Duman başkan; bana bu çalıştayın konuları üzerinde çalışmamı
söylerken, kendisi bu işi destekleyecek kişi ve kuruluşları bulacağını
söylüyordu. Ben o gece sabaha kadar uyuyamadım sevinç ve heyecandan. Gerçekten
çok heyecan verici bir şeydi bu iş.
Çalıştayın
ana konularının tespiti hakikaten çok zorlu bir sürecinde başlangıcını teşkil
etti. Evet; belki görünende basit bir şeymiş gibi görünen ama denenmemişin
denenmesi, yapılmamışın yapılması insanın üzerinde büyük bastı yaratıyordu.
Şimdiye kadar şenlik yada şölenlerde bir araya gelmiş Yörük Türkmen derneklerini
böylesine büyük bir organizasyonda bir araya getirmek, gördükleri sorunlar ve
çözüm önerilerini toplamak, daha da önemlisi bir yol haritası çıkarmak çok
zordu. Bu süreçte bizzat kendim, Abdullah Duman, Halil Yılmaz ve Mehmet Duman
epeyce ter dökmüş, yol haritası çıkarmak için sabahlara kadar konuşmuştuk.
Resim altı not: Kudret Harmanda,
Ümit Uysal ve Abdullah Duman
İlk Çalıştayın yapılmasında Muratpaşa
Belediyesinin kadirşinas Başkanı Yörük çocuğu Ümit Uysal beyin emek ve katkısı
asla unutulamaz. Gazipaşalı öğretmen bir babanın ve Serikli bir ev hanımının
evladı, yetiştiği çevrenin sorunlarını en iyi bilen insanlardan birisi olan saygıdeğer
başkan Uysal, Yörük diyarı Antalya’nın böyle büyük bir organizasyona ev
sahipliği yapmasının onuru ve sorumluluğunda bu organizasyonun
gerçekleştirilmesi için her türlü yardımı yapmıştır. Kendisine buradan bir kere
daha teşekkürlerimi iletmek isterim.
Gerek Muratpaşa
Belediyesinin cefakâr kültür müdürü ve çalışanları, gerekse Antalya Yörükler
Derneğinin saygıdeğer başkanı ile yönetim kurulu ve çalışanları gerçekten çok
zor bir organizasyonun başarılmasında gecelerini gündüzlerine katarak
cansiperane bir şekilde çalıştılar. İlk olmasının yanında bir o kadar da zor
bir organizasyonun toplanması, ülkemizde yapılmayan bir oluşumun ortaya
konulması hakikaten çok zor ve bir o kadar da yorucu idi. Çünkü bizden
başarıdan ziyade başarısızlık, sonuç değil fiyasko bekleniyordu. Zaman son
derece kısıtlı, imkanlar sınırlıydı. Buna mukabil çalışmalar hiç durmadan devam
etti. Nihayetinde Türkiye Birinci Yörük Türkmen Çalıştayı ve Arama Konferansı
2016 yılının 26 Şubatında Antalya il merkezinde toplandı. 27 ve 28 Şubat
tarihlerinde de devam eden çalıştayda ortaya konulan sorunlar, çözüm önerileri
ve nihayetinde derneklerin problemleri o güne kadar ele alınmayan, daha doğrusu
ele alınması bile cesaret isteyen konuların ortaya yatırıldığı bir çözümleme ve
öz eleştiri toplantısı haline dönüştü. Çalıştay adına yaraşır bir şekilde
başladı ve nihayet buldu. İlk olmasına karşın istediğimiz sonuçların çok
ötesinde sonuçlar almış ve hedefimizin çok daha ötelerine ulaşmıştık.
Yörük
Türkmen Kültür Derneklerinin pek çoğunun katıldığı ilk çalıştay sonuçları
açısından gerçekten çok önemliydi bizim için. En azından yapılmayanı yapmak
cesaretini göstermiş, söylenti olarak bilinen pek çok şeyi bilimsel temellere
oturtmuştuk. Bu gerçek bile yaptığımız işin ne kadar önemli olduğunu ortaya
koymuştu.
Elbette bu çalıştay yapılırken
perdenin önünde olanlar kadar, gizli kahramanlarda emek sarf etmiş, bazen
ayaklarımıza kara sular inerken, bazen de uykusuz günde 1-1,5 saat uyku ile
idare etmek zorunda kalmıştık. Hatta hatırlarım; gecenin saat üçünde Abdullah
Duman başkanla aç olduğumuzu hatırlayıp çorbacı aramıştık Antalya sokaklarında.
Çünkü biz bir kültür hareketinin başarıya ulaşması için gece-gündüz,
uykulu-uykusuz, aç-susuz gibi konulara takılmayacak kadar bu davaya mesaisini
ve kendini feda eden kişileriz. Biz, bizleri “Beş yıldızlı otellerde Yörükçülük
yapıyorlar.” diye eleştiren ama kendileri klavye ve monitör başından kalkamayan
kardeşlerimize inat bu davanın nesillere ulaştırılması için görevli sayıyoruz.
Bizim davamız beş bin senelik Türk kültürünün gelecek nesillere eksiksiz olarak
teslim edilmesi davasıdır. Bizim kavgamız Türklüğün bekası, Türk illerinin
mamurluğu ve Türk devletinin inkişafı davasıdır. Bundan dolayı biz kendimizi bu
davanın erleri olarak yatanlardan değil, savaşanlardan görüyoruz. Aldığımız
sorumluluğun, omuzlarımızdaki yükün farkındayız.
İlkini
2016 yılının Şubat ayında yaptığımız çalıştayımızın ikincisini 2017 yılının
Şubat ayında ve nihayet üçüncüsünü 2018 yılı Şubat ayında yaptık. Temeli Yüksek Türk Kültürü olan Yörük Türkmen
Hareketinin gelecek kuşaklara aktarılması için yaptığımız çalışmaların bu
kadarla sınırlı kalması elbette düşünülemez. Ancak şunu da belirtmekte fayda
görmekteyim ki; basit terimlerle geçiştirilmeye çalışılan Yörük Türkmen
hareketi artık bilimsel temellere ve gerçekte hak ettiği yere oturtulmuştur. Bu
hareket bütün siyasi görüş ve düşüncelerin çok ötesinde, partiler üstü bir
konumda olduğunu göstermiştir. Bu gün üniversitelerde kurulan Yörük Kültürünü
Araştırma Merkezleri, Belediyelerin yaptırdıkları Yörük Türkmen Kültür Evleri
ve Müzeleri, kamu ya da özel kuruluşlar tarafından yapılan Yörük Türkmen
Çalıştayları Antalya’da yakılan ateşin ışığının artık bütün dünya Türklüğünü aydınlattığını
göstermektedir.
Kızıloğuz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün
“Güvencim ve Kıvancım” dediği ve mensubiyeti ile gurur duyduğu, Türklüğün
temeli olan Yörük Türkmenler de kendilerinin bu ülkenin ve Türkiye Cumhuriyeti
devletinin asli kurucu unsurları olduklarının bilincindedir. Dün 1921 yılının o
buhranlı günlerinde bile “Arkadaşlar!
Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve
o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve
kuvvet asla bizi yenemez.” Diyerek bu milletin asli unsuru olarak gördüğü
Yörüklere olan inancını ve güvenini dile getiren Kızıloğuzun bu sözü aynı
zamanda bizler için bir vasiyettir. Bizler Kızıloğuzdan aldığımız emanet olan
Türkiye Cumhuriyetinin inkişafı için gece ve gündüz durmadan çalışacağımıza söz
verdik. Bizler her zaman ve her şartta ülkemiz ve devletimiz için hizmette asla
ve kat’a gaflete düşmedik ve daima hazır bulunduk. Çünkü bizler bu milleti, bu
devleti ve bu vatanı canımızdan aziz bildik ve çok sevdik! Biz rahat
döşeklerimizde yatmayı değil, ülkemiz ve milletimiz için can vermeyi seçtik ve
bunu kendimiz için şeref saydık! Bu nedenle kendimizi yatanlardan değil
savaşanlardan saydık ve saymaya da devam edeceğiz!
26 Şubat 2018 Pazartesi
KEMALİZM Mİ, İNÖNİZM Mİ?
Şu sosyal medya denilen
kökü dışarıda oluşumlar olmasa memlekette ne kadar münevver, ne kadar filozof,
ne kadar âlim varmış göremeden terki dünya eyleyecekmişiz. Şükürler olsun o felakete duçar olmadan
sosyal medya sayesinde memleketimin kıyıda köşede kalmış gizli alimlerini
tanımak şerefine nail oldum.
Geçen gün sosyal medya hesabımda bir konu üzerinde fikir
beyan eden benden epeyce yaşlı ve tecrübeli bir sayfa arkadaşım; “Kemalizm
uydurmadır, aslı İnönizmdir. Gerçekte Atatürkçülük vardır. Kemalizmi İnönü
uydurmuştur.” gibi bir söz etti. Şaşırmak isterdim, lakin bırakın şaşırmayı
araştırmam gerektiğini, bir fazla okumam gerektiğini anladım. Çünkü iddialar yenilir yutulur cinsten
olmadığı gibi, okudukça aslında
bildiğimi sandığım Kemalist Felsefeyi çok da bilmediğimi, aslında Kemalizmin
başlı başına bir bilimsel konu olduğunu gördüm. Peki
neydi Kemalizm? Uydurma bir ideoloji mi, yoksa Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş
ve varoluş felsefesi mi? Oligarkların ve oportünistlerin dayattığı, Müslüman
ahalinin başında Demoklesin kılıcı gibi tutulan bir olgu mu? Kendi neslini
yaratan, 10 yılda 15 milyon genci otaya çıkaran yeni bir oluşum mu? Milli vicdan,
milli devlet, milli ekonomi, milli kültür adı altında tam anlamıyla yeni bir
felsefe mi? Sorular, sorular, sorular… Cevapları bile tek olamayan, her
kafaya göre farklı cevapları olan sorular.
Sözlük anlamı
olarak Kemalizm Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve Türk Devrimin ideoloğu Gazi
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün görüş, düşünce ve ilkelerini benimsemek, onun yolundan
gitmek, ilke ve devrimlerine sahip çıkmak anlamına gelmektedir. Bu sözcüğü ilk
kullananlar da yabancı yazarlar olmuş, özellikle Türk İstiklal Savaşı esnasında
düşman yazarlar ve askerleri tarafından “Kemalin Askerleri” tanımıyla hayat
bulmuş bir olgudur. O halde şunu net bir şekilde ortaya koyabiliriz ki;
Kemalizm sonradan uydurulmuş bir şey değildir.
Tarihi
gelişimine bakıldığında da açık bir şekilde görüleceği üzere; Kemalizm demek Türk Devrimi demektir.
Kemalizm demek antiemperyalizm demektir. Kemalizm demek sömürü düzenine
başkaldırı, kula kulluk etmeye isyan demektir. Kemalizm demek unutturulmak
istenen ve temeli yüksek Türk kültürü olan Türk Milletinin ümmet değil millet
olduğunun dünyaya ilanıdır. Kemalizm kuru kuruya bir ideoloji değil, dayanağı
Türk kültürü olan bir yaşam şeklidir. Her alanda Türklüğün ve Türk Devletinin
varlık kavgasının yaşandığı, Türklüğün yeniden doğuşunun adıdır Kemalizm!
Bu gün bazı kesimlerin özellikle ikinci cumhurbaşkanı Mustafa İsmet İNÖNÜ’ye
dayandırmaya çalıştığı Kemalizm Felsefesi her şeyden evvel daha Türkiye
Cumhuriyeti kurulmadan var olmuş bir olgudur.
Sivas ve Erzurum Kongrelerinde tam bağımsızlık fikri ile ağırlığını
ortaya koymuş, TBMM’nin açılışı ile de millet egemenliğini temel almasıyla ete
kemiğe bürünmüştür. Eğer Mustafa Kemal ATATÜRK’ün altı ilkesi dikkatlice
incelenecek olursa her bir ilkenin çıkış noktasının millet egemenliği, Türk
Milliyetçiliği ve Türk kültürü olduğu net bir biçimde görülecektir. Çünkü
Mustafa Kemal daha harp akademileri öğrencisi olduğu yıllarda bile millet
egemenliğinden bahsetmiş ve bu nedenle kovuşturmalara bile uğramıştır. Şunu net
bir biçimde ifade etmek isterim ki; Kemalizm daha Mustafa Kemal talebe iken
şekillenmeye başlamış ve Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte resmi bir hüviyet
kazanmıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi
Kemalizm ilk olarak yabancılar ve Damat Ferit hükümeti tarafından ortaya
atılmış bir terimdir. Kemalistler yada Kemaliler olarak adlandırılan Mustafa
Kemal ve taraftarları sözüm ona Anadolu’da Osmanlıya isyan eden Celalilere
benzetilmek suretiyle küçük görülmek istenmiştir. Kemaliler tanımı sadece
Mustafa Kemal’in askerleri için de kullanılmamış, Kuvayi Milliye hareketi
içindeki gruplar içinde kullanılmıştır. İngiliz ve Yunan kayıtlarında ortaya
çıkan ve Mustafa Kemal’in askerlerini tanımlayan terim, daha sonraları Mustafa
Kemal’in felsefesi ya da ideoloji anlamında Kemalizm adını almıştır. Yani
Kemalizm uydurulmuş yada sonradan çıkarılmış bir terim değil, Türk İstiklal
Mücadelesi ile ortaya çıkmış bir olgudur. İddia edildiği gibi Kemalizm M.İsmet
İNÖNÜ tarafından uydurulan bir ideoloji de değildir. Temeli Mustafa Kemal ATATÜRK
ve onun fikirleridir.
Kemalizm
tek başına bir terim değil, terimler bütünüdür. Kendiliğinden ortaya çıkmış bir
olgu da değildir. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kurduğu devlet, verdiği mücadele,
yaptığı devrimler ve bıraktığı ilkeleri hepsi Kemalizmi oluşturan öğelerdir. Kemalizmin
dayandığı Atatürk ilkelerinden Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Halkçılık 1927
yılında Türkiye Cumhuriyetini kuran Cumhuriyet Halk Fırkasının ilkeleri olarak
benimsendi. 1931’deki III. CHP Kurultayında ise
bunlara laiklik, devletçilik ve inkılapçılık da eklendi.
Bunlar yapılırken Mustafa Kemal ATATÜRK Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı ve
Cumhuriyet Halk Partisinin de genel başkanıydı. Yani İsmet İNÖNÜ ne
cumhurbaşkanı, ne de milli şef değildi! Demek ki Kemalizm Felsefesi daha
Mustafa Kemal sağ iken kurulmuş ve uygulamaya konulmuştu! Zaten Kemalizmin başkaları tarafından ortaya konulan bir ideoloji
olması da imkansızdır. Çünkü Mustafa Kemal ATATÜRK ileride ATATÜRKÇÜLÜK olarak
da adlandırılacak olan bu felsefeyi bizzat kendisi kurmuş ve uygulamıştır. Ne
Komünizm ne de Faşizme benzemeyen bu yeni ideolojinin kaynağı doğrudan doğruya
Türk Milleti ve onun o günkü ihtiyaçlarının ortaya koyduğu gerçektir.
Mustafa
Kemal ATATÜRK Türk Devrimini yaparken -bunun tanımlamasında İnkılap kelimesinin
kullanılmasındaki yegane amaç Sovyet Devriminden ayırmaktır.- her şeyiyle
milletine inanıp güvenerek hareket etmiştir. Yoksa o gayet iyi bilir ki; halkın
desteği olmadan hiçbir hareket başarıya ulaşamaz. Mustafa Kemal ATATÜRK
Kemalist devrimin amacını açıklarken; “Türkiye
bir maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne
Amerikanlaşacak, ne Batılılaşacaktır. O, sadece özleşecektir.” demektedir. Yani Türk Devriminin amacının Türk Ulusunun
kendi köklerine dönmesi, özüne dönerek ileriye gitmesi, muasır medeniyetler
seviyesine ulaşırken de başka uluslara, topluluklara benzememesi gerektiğini
kesin bir dille ifade etmiştir.
Sadece Türk Milletinin değil, mazlum
ve esir milletlerinde örnek aldıkları Kemalist Felsefe şüphe götürmez bir
şekilde Türk Milletinin içinden çıkmış ve hem dünya Türklüğüne ve hem de mazlum
milletlere mal olmuştur. Her zaman
söylediğim gibi; Ali Rıza Efendi ve Molla Zübeyde Hanımın oğlu Mustafa Kemal
Türk Milletinin bir ferdidir, ancak Mustafa Kemal ATATÜRK dünyadaki bütün
uluslara, mazlum milletlere aittir! Kemalizm de birilerinin uydurduğu gibi ne
İNÖNÜ, ne BAYAR veya başka birisi tarafından değil, bizatihi Gazi Mustafa Kemal
ATATÜRK tarafından ortaya konulmuş ve uygulanmıştır. Bu gün 350 milyonluk Türk
dünyasının kurtuluş reçetesi de KEMALİZMDİR!
24 Ocak 2018 Çarşamba
KÜLTÜR ELÇİLERİ HORASAN ERENLERİ
Anadolu’da neredeyse
her köyde, kasabada ve hatta dağ başlarında bulunan ve “eren” tabir edilen
yatır veya evliya mezarları vardır. Bunların hepsinin de farklı farklı
hikayeleri bulunur. Ancak hepsinin de ortak bir noktası vardır ki; kime
sorarsanız sorun orada yatan bu yatırların yani erenlerin adları Horasan Erenidir.
Ulu zirveleri, ıssız yol boylarını, ovaları ve ormanları
kendilerine mekan tutan bu kişiler Horasan Erenleri adlarını nereden alırlar,
nereden gelmişlerdir? Sıkça adını duyduğumuz İran’dan Anadolu’ya, Balkanlara kadar Türklüğün ve İslam’ın
bayraktarlığını yapan Horasan Erenleri kimlerdir? Kökleri kime ve neye dayanır?
Nasıl ortaya çıkmışlar ve hangi amaçlarla hareket etmişlerdir? Bu erenlere
adını veren Horasan neresidir? Türk ve İslam tarihindeki yeri ve önemi nedir?
Horasan farsça güneşin yükseldiği yer
anlamına gelmektedir. Günümüzde İran devletinin üç eyaletinin adı olan Horasan, eskiden bugünkü İran, Afganistan, Tacikistan,
Türkmenistan ve Özbekistan devletlerinin bazı bölgelerini içine alan geniş bir
coğrafyanın adıydı.İslam coğrafyacılarının genellikle anlattıklarına göre
doğudan Huttel, Gur ve kısmen Sicistan ( Sistan ); güneyden Deştilût ve Kirman
ile Rey arasındaki Fars toprakları; batıdan Deştikevîr’in batı kısmı ve
Taberistan ile Cürcan; kuzeyden de Türkmenistan’ın bir bölümü, Hârizm ve Mâverâünnehir
tarafından çevrilmiştir.
Bu
bölgenin bizim için en önemli özelliği tarihin her döneminde yoğun bir Türk
nüfusunun burada bulunmuş olmasından dolayıdır. Horasan bölgesi Halife Ömer zamanında İran’ın
fethedilmesinin ardından Arap
ordularının yeni hedefi olmuş, ancak bölgenin işgali ve Araplar tarafından ele geçirilmesi
hiç de kolay olmamıştır. Bir kısmı Halife Ömer zamanında ele geçirilen Horasan
bölgesinin İslam orduları tarafından fethi Halife Osman döneminde tamamlanmıştır.
Türklerin
İslamiyet ile tanışmaları Arap orduları
vasıtasıyla olmuştur. Yaklaşık olarak 70 yıl boyunca Türkler ve Araplar
arasında savaşlar yaşanmış, birlik olamayan Türk boyları güçlü Arap orduları
karşısında mağlup olmuşlardır. Türklere uygulanan baskılar neticesinde İslamiyet’i
seçen Türk boyları bu baskıların kalkması veya azalması ile tekrar eski atalar dinine dönmüşler, hatta
Hazar Türkleri sırf Araplara olan hınçlarından dolayı Yahudi dinine
geçmişlerdir. Müslüman olmayan Türklere ağır vergiler konulması, Türk ailelerin
Arap ailelerle evlerini paylaşmaya zorlanması, Müslüman olmayan Türk
kadınlarının ve kızlarının odalık, cariye adı altında köle pazarlarında
satılması, Müslüman olmak istemeyen
erkeklerin köle yapılarak Irak, Suriye ve Arabistan gibi ülkelerde satılması ve
yeni Müslüman olan Türklere [Mevali-Köle] denilmesi de Türklerin Araplara ve
dolayısıyla İslam dinine mesafeli olmalarına neden olmuştur. Bu ve buna benzer
yoğun Arap baskıları Türk boyları arasında İslamiyet’in hızla yayılmasını
engellemiştir.
Yukarıda
anlattığımız nedenlerle uzun yıllar boyu Türk ve Arap ilişkileri çok sancılı
bir süreçten geçmiştir. Ancak bazı nedenlerden dolayı bu sancılı ilişkiler gün
gelip ortak düşmanlara karşı işbirliğine dönmeye başlayınca bu defa da
Maveraünnehir ve Horasan bölgesindeki Türklerin hızla Müslümanlaştıklarını
görmekteyiz. Yeni din ile ortaya çıkan yeni akımlar da Türk boyların arasında
yaygınlaşmaya başlamıştır.
Türk tasavvuf tarihine bakıldığı zaman Sufilik
geleneği olarak adlandırılan akımın Türkistan Sufiliği, Horasan Sufiliği ve Rum
yani Anadolu Sufiliği olarak üçe ayrıldığını görmekteyiz. Türkistan Sufiliği
dediğimiz akım ilk olarak Batı Türkistan’da ortaya çıkmıştır. İlk sufiler keşif sahibi insanlardı, mala mülke değer vermezler, bazen
çıkınları bile olmadan gezer ve gittikleri yerlerde insanları dini yönden aydınlatırlardı.
Horasan sufiliği dediğimiz akımın öncüsü daha
doğrusu kurucusu Hace Ahmet Yesevi’dir. 1093 yılında Sayramşehrinde doğan ve
1166 yılında Yesi köyünde vefat eden Hace Ahmet Yesevi, babası İbrahim Şeyh ve Arslan
Baba'dan tasavvuf eğitimi aldı ve hocasının
ölümünden sonra Yusuf Hemedani'nin
yanında eğitimini tamamladı.
İslam
ile tanışmaları esnasında Türkler kendilerine dayatılan Arap kültürü ile adeta
bunaltılmıştır. Özellikle Emevi
halifeleri ve komutanları Türkleri zorla Araplaştırma çabasına girişmişler,
İslam adı altında Arap yaşam tarzını Türklere dayatmışlardır. Arap ve Fars kültürlerinin
Türk Milletine dayatılması Hace Ahmet Yesevi tarafından fark edilmiş
talebelerini halkın içine salarak geleneksel Türk kültürünün yaşaması için
gayret göstermiştir. Özellikle kendisinin yazdığı ve daha sonra Divan-ı Hikmet
adıyla kitaplaştırılacak olan şiirlerini halk meclislerinde okutturmuştur. Hace
Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri yoğun bir kültür emperyalizmi yaşayan Türkler
arasında düşünce, dil ve inanç birliği konusunda adeta birleştirici bir etki
oluşturmuştur.
Türkistan'da faaliyetlerini sürdüren
Ahmed Yesevî'nin yolu zamanla Yesevîlik adını aldı. "Horasan
Okulu" olarak da
adlandırılan tasavvuf akımının en önemli temsilcisi olan Hace Ahmed Yesevî'den adını alan Yesevîlik yolu, Türklere İslâm'ı ve dervişliğin yollarını öğretmeyi amaçlamıştır. Bunun için İslâm inancını, Türk gelenek, inanç ve yaşam tarzı ile
sentezleme yolu seçilmiştir. Diğer bâzı âlimlerin yaptığı gibi kendisini belli
bir alana hapsetmeyip inandıklarını ve öğrendiklerini yerli halka ve göçebe köylülere
onların kendi anlayabilecekleri bir lisan ve alıştıkları yöntemlerle anlatmaya
çalışmıştır.Mensup olduğu Türkmen toplulukların duygu, düşünce ve
eğilimlerini çok iyi bilen Hace Ahmet Yesevi, eski Türk inanç sisteminin pek
çok unsurunu yaşamakta, yaşatmakta ve İslam’la bütünleştirerek farklı şekiller
altında sürdürülmesi için yeni yollar geliştirmekteydi. Sadece bulunduğu çağa
ve coğrafyaya değil, çağlar ötesine ve sınırların dışına hitap eden Hazreti
Piri Türkistan Hace Ahmet Yesevi Ata yetiştirdiği ve kaynaklarda 96 bin olarak
yazılan talebesini özellikle Türklerin yoğun olarak yaşadığı yerlere göndermiş,
onun ölümünden sonra da öğretisini devam ettiren talebeleri Horasan Erenleri adını
alarak Türk Milletinin içinde ayrı bir yere sahip olmuşlardır. Ahmed Yesevi'nin müridleri ve
takipçileri ölümünden önce ve ölümünün sonrasında, 12. yy ortalarından itibaren
diğer bölgeler gibi Anadolu'ya da gelerek görüşlerini yaymaya devam ettiler.
Anadolu'nun Türkleşmesinde büyük emekleri geçmiş olan Horasan Okulu,
yetiştirdiği birçok alimi dağınık Türkmen aşiretlerine yollamış, bu alimler de devlet ve millet
olma kavramlarının içini doldurmak için çalışmışlardır.
Horasan
Okulundan çıkan Yesevilik çıktığı Türkistan’dan dalga dalga bütün Türk
yurtlarına ulaşmış, Kıpçak yurtlarından Azerbaycan’a, Anadolu’ya, hatta
Hindistan’a kadar yayılmıştır. Bu inanç kültürünü bu kadar geniş bir coğrafyaya
ulaştıranlar ise Horasan Erenleri olmuştur. Anadolu Selçuklu sultanlığı
zamanında Abdalan-ı Rûm olarak adlandırılan bu dervişler Osmanlının kuruluşunda
da aktif olarak rol oynamışlardır. Mesela pek çok efsaneye konu olan Sarı
Saltuk –ki kendisinin tahta kılıçla cihat ettiği rivayet edilir.- daha Anadolu
Selçuklu Devleti zamanında Balkanlara geçerek adeta Osmanlının fütuhatına
zemin hazırlamıştır.
Hace
Ahmet Yesevi tarafından yetiştirilen ve halk arasında kendilerine Horasan
Erenleri denilen bu dervişlerin her
türlü meslek kollarında çalıştıklarını görmekteyiz. Değirmenci, demirci, aşçı,
nalbant, debbağ, çoban ve benzeri meslek kollarında gördüğümüz Horasan Erenleri
aynı zamanda Ahiyanı Rum, Anadolu Ahiliğinin (Anadolu Esnaf Birliğinin)de
kurucularıdır. Sulucakarahöyük’te
tekkesini kuran Hace Bektaşı Veli’de bir Horasan Ereni olup, Hace Ahmet
Yesevi’nin talebesi ve halifesi Lokman Perende’nin halifesidir. Hace Bektaşı
Veli’nin bir diğer adı Hünkar Hace Bektaşı Horasani’dir. Moğolların Anadolu ve
İslam beldelerini işgalleri esnasında en büyük direnişi gösterenler temeli
Horasan Erenleri olan Rûm Abdalları olmuştur. Bu dervişler özellikle devlet
otoritesinin bitme noktasına geldiği işgal yıllarında halkı
teşkilatlandırmışlar; kurdukları gizli gerilla teşkilatları ile Anadolu
Türklüğünün bitmesinin önüne geçmişlerdir. Kendisi de bir Horasan Ereni olan
Ahi Evran yani Şeyh
Nasırettin Mahmut el Hoyi’nin eşi Fatma Bacı’da kurduğu Bacıyanı Rum (Anadolu
Bacı) teşkilatı ile Anadolu kadınlarını, gerektiğinde düşmanlara karşı
vatan savunmasında eşlerinin yanında mücadele etmesi ve gerektiğinde de
kültürde, sanatta, edebiyatta, sosyal ve ekonomik alanlarda kalkınıp
gelişmesini sağlamak için teşkilatlandırmıştır. Anadolu Kadınlar Birliği,
kadınlar arasındaki yardımseverliğin, konukseverliğin, doğruluk ve
merhametliliğin gelişmesine katkı sağladığı gibi Türk dilinin, Türk kültürünün
ve İslam anlayışının kadınlar arasında yayılmasını hızlandırılmıştı.
Anadolu Kadınlar Birliği, Ahilerin kadınlar kolu olarak yetim ve kimsesiz genç kızları himayesine almış, onların eğitimlerinden, ev-bark sahibi olmalarından sorumlu olmuşlardır. Bunun dışında kimsesiz ihtiyar kadınların bakımı, genç kızların evlendirilmesi gibi birtakım sosyal hizmetlerde bulundular, maddi sıkıntı içinde olanlara yardım elini uzatmışlardır.
Anadolu Kadınlar Birliği, Ahilerin kadınlar kolu olarak yetim ve kimsesiz genç kızları himayesine almış, onların eğitimlerinden, ev-bark sahibi olmalarından sorumlu olmuşlardır. Bunun dışında kimsesiz ihtiyar kadınların bakımı, genç kızların evlendirilmesi gibi birtakım sosyal hizmetlerde bulundular, maddi sıkıntı içinde olanlara yardım elini uzatmışlardır.
Müslüman bir Türkü diğer Müslüman milletlerden
ayıran en önemli özelliği akıl, mantık, bilim ve felsefeyi bilmesi ve
kullanmasıdır. Aklının ve mantığının kabul etmediği, yaşam felsefesine uymayan,
bilimin sorguladığı hiç bir şeyi Müslüman bir Türk'e kabul ettiremezsiniz! Çünkü
bir Türk Allah’ı dahi aklı ile arar. İşte Hace Ahmet Yesevi'nin kurduğu Horasan
Erenleri ekolü budur. Yani her şeyden evvel körü körüne birilerine yani
şeyhlere, mollalara inanmak değil, aklı ve mantığı ile dinin gereğini
yapmaktır.
Yüzyıllar boyunca Türklüğün varlığı için
mücadele vermiş olan Horasan Erenleri yada Anadolu’daki adıyla Abdalanı Rum,
Bacıyanı Rum ve Gazayanı Rum teşkilatlarının bu günkü uzantıları ülkemizin dört bir yanına
yayılmış olan Yörük Türkmen Dernekleri ve onların gönül erleridir. İster
Bektaşi, ister Sünni hangi mezhebe dahil olurlarsa olsunlar Yörük Türkmen
Dernekleri Horasan Okulunun devamıdırlar. Çünkü bu dernekler bin yıl öncesinde
olduğu gibi bu gün de Türklüğün varlığı, Türk devletinin ebedi müddet olmasını
temel ilke edinmişlerdir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)