25 Aralık 2017 Pazartesi
11 Mayıs 2017 Perşembe
ORİENT EXPRESS VE OSMANLI DÖNEMİ TÜRK FRANSIZ İLİŞKİLERİ
İlk
münasebetleri Hunlar ile başlayan Türk Fransız ilişkileri; 1526 yılında Osmanlı
Sultanı Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa kralı I.François (Fransuva)’yı
himayesine alarak kapitülasyon adı verilen ticari ve siyasi hakları verene
kadar “Haçlılık Ruhu” ile devam etmiştir. Kendilerine tanınan ticari, iktisadi,
hukuki ve siyasi ayrıcalıklara rağmen Fransa devleti hiçbir zaman Osmanlı
devleti üzerindeki yayılmacı emellerinden vazgeçmemiş, fırsat bulduğu anda bunu
göstermekten çekinmemiştir.
Şunu özellikle vurgulamak
gerektir ki; Fransa devletine tanınan ayrıcalıklar her ne kadar ilerleyen
yüzyıllarda Osmanlı devletinin başını ağrıtsa ve hatta içinden çıkılmaz bir
duruma gelse de; Kanuni Sultan Süleyman bu hakları tanırken Avrupa’da kurulu en
güçlü iki devletten birisi olan Fransa’yı doğal olarak rakibi Kutsal Roma
Germen İmparatorluğuna karşı desteklemek ve iki de bir karşısına çıkan “Haçlı
İttifakını” parçalamak amacını gütmüş ve başarılı da olmuştur. Kapitülasyonlarla birlikte kurulan ticaret
merkezlerine yerleşen yabancılar ve onların ihtiyaçları dolayısıyla siyasal,
kültürel ve dini birtakım imtiyazlar da beraberinde gelmiştir. Böylece, Osmanlı
Devleti’nde Fransız etkisi başlamıştır.
Artık gerileme ve çöküş sürecine giren Osmanlı Devleti
verdiği imtiyazlar sayesinde Avrupa’nın en imtiyazlı ülkesi konumuna gelen
Fransa için en kıymetli Pazar haline gelmiştir. Öyle ki, 1789 Fransız Devrimi
öncesi Osmanlı Devleti’ne en çok mal satan devlet Fransa’dır. Böylece
Türk-Fransız ilişkileri siyasi sahadan iktisadi alana yönelmiştir. Osmanlı
Devleti’nin Fransız dostluğuna en çok ihtiyaç duyduğu bu dönemde Fransa,
Osmanlı toprakları üzerinde bir sömürge imparatorluğu kurma denemelerine
girişerek, 1798’de bir Osmanlı eyaleti olan Mısır’a asker çıkarırken, 1830
yılında da Cezayir’i işgal edecektir. IX yüz yıla gelindiğinde Fransa
devletinin Osmanlı devletine bakışı meşhur “Şark Meselesi” penceresinden
olacak, nihai hedef olarak en büyük pazarı konumundaki Osmanlının
parçalanmasını ve Osmanlıdan arta kalanları sömürmeyi kendilerine devlet
politikası olarak kabul edeceklerdir.
Yukarıda
belirttiğimiz gibi kapitülasyonlar ile ayrıcalıklı devlet statüsüne kavuşan
Fransa devleti; daha rahat ticaret yapabilmek için Osmanlı topraklarında
koloniler oluşturmuştur. Özellikle Osmanlı liman kentlerinde ortaya çıkan
Fransız tüccarları adeta misyoner gibi çalışmışlar ve Osmanlı devleti üzerinde
kültürel anlamda da Fransız etkisinin doğmasına neden olmuşlardır. İlerleyen yıllarda
görüleceği üzere yapılan pek çok ıslahat hareketinde Fransız ekolü Osmanlı
devletinde vazgeçilmez olmuştur.[1]
OSMANLI DEVLETİNDE DEMİRYOLU
POLİTİKASI
Demiryolu
taşımacılığı dünyada ilk olarak 1825 yılında İngiltere de uygulamaya
konulmuştur. Bütün dünyada 19. Yüzyılın en önemli taşıma aracı demiryolları
olmuştur. Demiryolları; gelişmiş ülkelerde sanayileşme süreci içinde makina,
kömür, demir ve çelik gibi temel ürünlerin egemen olması ile önem kazanmıştır.
Demiryollarının bu tür hacimli ve yoğun yükleri en ucuz bir şekilde
taşıyabilmesi ve aynı zamanda taşımaya yönelik talepler itibarıyla bu ve diğer
sektörlerin gelişmesine katkıda bulunabilmesi ile o dönemde demiryolu yapımında
atılım yapılmıştır. Demiryolu yapımında uzmanlaşmış Batılı ülkeler teknoloji
satabilmek için her yolu denemişlerdir. Çünkü bu ülkeler tarımsal ürünlerini,
yeraltı ve yer üstü zenginliklerini demiryollarıyla limanlara oradan da
ülkelerine taşımak, kendi ülkelerinin mamul mallarını ise kısa sürede yoğun ve
ekonomik olarak taşımak için demiryollarına ihtiyaç duymuşlardır.[2]
Demiryollarının
gelişimi sanayi devrimine neden olmuştur. Kervanlarla günlerce süren yolların
neredeyse saatlere dönmesi, sadece batının değil Osmanlı devletinin de ciddi
olarak dikkatini çekmiş ve bu mucize ulaşım sisteminin ülkeye gelmesi için
Sultan Abdülmecit ve ardılı Sultan Abdülaziz çok gayret göstermişlerdir. Sultan
Abdülmecit (1839-1861) saray duvarına tren resmi asıyor ve özel doktoruna bu
resmi göstererek “Ülkemde bu trenlerden bulunması en büyük arzumdur” diyordu.[3]
Sultan Abdülmecid (1823-1861)
Osmanlı Devletinde ilk demiryolu
imtiyazı 1854 yılında 211 kilometrelik Kahire-İskenderiye Demiryolu imtiyazının
verilmesi ile başlar.[4] Bu günkü milli
sınırlamız içindeki ilk demiryolu hattımız ise 22 Eylül 1856 da yapımına
başlanıp 1866 yılında Sultan Abdülaziz zamanında açılan 130 kilometrelik İzmir
(Alsancak)-Aydın Demiryolu hattıdır.[5]
32 inci Osmanlı Padişahı ve 111
inci İslam Halifesi olan Sultan Abdülaziz 1861 yılında tahta geçtikten sonra
özellikle Osmanlı ordusunun modernize edilmesi, orduya yeterli top ve tüfek
alımı ile donanmanın güçlendirilmesi üzerinde çalışmıştır. Bunun için dışarıdan
alınan krediler dikkatli bir şekilde harcanırken, Avrupa devletleri ile denge
siyaseti izlenmiş, iç isyanlar ile zaten yeterince bunalan ülkenin ıslahı için
yeni okullar açılmasının önünü açmıştır. Sultan Abdülaziz Demiryolu
taşımacılığına büyük önem vermiştir. Hatta İstanbul-Viyana hattı için sarayının
bahçesinden demiryolu geçmesi gerekince “Memleketime demiryolu yapılsın da
isterse sırtımdan geçsin, razıyım” demiştir.[6]
Sultan Abdülaziz (1830-1876)
Sultan
Abdülaziz 1867 yılında Fransa İmparatoru III.Napoléon’un (Luis Napoléon) daveti
üzerine Avrupa seyahatine çıkar. 47 gün sürecek olan bu seyahatin ardından
İstanbul’a dönen sultanın icraatlarından
birisi Orient Express’in nihai sefer noktası olan İstanbul’un Viyana’ya
bağlanması için Belçikalı Van der Elst and Cie şirketine 31 Mayıs 1868 de
imtiyaz tanıması olmuştur.[7] Osmanlı Devleti’nin
işe Rumeli’den başlamak istemesi, tesadüfen alınan bir karar değildir. Bu
yıllarda Balkanlar’da karışıklıkların başladığı göz önünde bulundurulursa,
bunların bastırılabilmesi konusunda demiryolunun sağlayacağı avantajlar, devlet
adamlarına cazip gelmiştir. Çünkü, trenlerle sevk edilecek askeri birlikler
süratle isyan mıntıkasına ulaşabilecek ve böylece isyanın bastırılması
kolaylaşacaktır. Ayrıca herhangi bir savaş sırasında da, birlikler sınır
boylarına süratle gönderilebileceklerdir. Yine bu yıllarda, Avrupa ile siyasi
birlik sağlanması görüşü çok revaçtadır ve Avrupa ile demiryolu bağlantısının
bu hedefe varmayı hızlandıracağına inanılmaktadır. Öte yandan, ülkenin ekonomik
durumu Kırım Savaşı sebebiyle iyice kötüleşmiştir. Demiryolu yatırımının, milli
ekonominin tekrar rayına oturtulmasında önemli avantajlar sağlayacağı
düşünülmektedir.[8]
Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra
tahta geçen II. Abdülhamid Dönemi’nde
demiryolu yapımının hız kazandığı görülmektedir. Verilen imtiyazlarda, Suriye
ve Ege bölgesindeki bazı hatlar dışında, Almanların ağırlığı hissedilmektedir.
Çünkü Osmanlı Devleti’ndeki siyasi konjonktürün ibresi Almanya’ya dönmüş
bulunmaktadır. Sultan II. Abdülhamid, uygulamış olduğu politika gereği, ülkede
Müslümanların yaşadıkları bölgeleri elinde tutmaya gayret ediyordu. Buna
karşılık İngiltere, Fransa, Avusturya, Rusya ve İtalya gibi büyük devletlerin
çeşitli şekillerde aynı bölgeleri hedef almaları yüzünden, mezkur devletlere
karşı büyük bir güvensizlik oluşmuştu. Osmanlı toprakları üzerinde herhangi bir
talebi olmayan tek büyük ülke Almanya gibi görünüyordu.[9]
Sultan II. Abdülhamid de o kanaatteydi. Dolayısı ile demiryolu için verilen
imtiyazlarda genellikle Almanlar avantajlı çıkmışlardır. Bununla beraber Hasan
Fehmi Paşa’nın layihasında belirttiği gibi, tek bir yabancı ülkeye bağımlı
kalmamak için, İngiltere ve Fransa da demiryolu imtiyazlarından pay
almışlardır. Bu ülkeler, demiryolu yapımı için imtiyaz talep ederken,
kendilerine özgü birtakım gerekçelerle hareket etmişlerdir. Bu çerçevede
İngiltere Hindistan yolunu kısaltacak girişimler üzerinde yoğunlaşmış, Fransa
mali spekülasyonlara ve kazanç temin etmeye yönelmiş Almanya ise kıtasal
yayılma politikasını destekleyecek yatırımlara ağırlık vermiştir.[10]
ORİENT EXPRESS
Demiryolu
taşımacılığında, “altın” bir dönem yaşatabilmiş olan “Orient Express”in doğuşu
“Wagons-Lits”nin yaşama geçebilmesi sonucu olabilmiştir. Bilindiği gibi
“Wagons-Lits” Şirketi, 1872 yılında Brüksel’de “Le Compagnie Internationale de
Wagons-Lits” unvanı ile 1845 yılında Liege’de doğan “Georges Nagelmackers”
tarafından kurulmuş, süreç içinde ve 1876 yılında firmanın adı Georges
Nagelmackers tarafından önce, “La Compagnie Internationale des Wagons-Lits”,
1884 yılında ise “La Compagnie Internationale des Wagons-Lits et des Grands
Express Europeens” olarak değiştirilmiştir.[11]
“Orient-Express”
ise, “Wagons-Lits” şirketinin değişmez ve lüks bir parçası olarak ilk kez 5
Haziran 1883 günü, “Paris-İstanbul” parkuru üzerinde çalışmaya başlamıştı. İlk
kez bu parkur üzerinde çalışan lüks tren üç yataklı, bir yemekli ve iki furgon
vagonundan oluşmuştu. Önce “Train Express-Orient” olarak adlandırılan, bu lüks
tren süreç içinde “Orient-Express” olarak ünlendi. 1982 yılında yüzüncü yılını
doldurduğunda hâlâ bu adla anılıyordu.
İLK SEFER
17 Mayıs 1883 tarihinde “Train Express-Orient” adı altında Paris garından kalkan, “Orient-Express” Viyana-Budapeşte-Bükreş’i geçiyor, Romanya’nın Tuna üzerindeki küçük bir liman kasabası olan Giurgevvo (bugünkü adı Giurgiu)’ya geliyordu. Gelen yolcular burada trenden iniyor ve bazı deniz araçları ile karşı sahildeki Bulgaristan’ın “Rusçuk” kentine geçiyorlardı. Burada kendilerini bekleyen diğer bir trene binerek, Karadeniz sahilindeki Varna’ya yedi saatlik bir yolculuktan sonra ulaşabiliyorlardı. Limanda kendilerini İstanbul’a götürecek Avusturya – Macaristan’a ait bir gemi hazır bulunuyor ve bu eskimiş gemi ile onbeş saat sonra İstanbul’ a varıyorlardı. Değişik vasıtalarla yapılan bu yolculuk aşağı yukarı 82 saat sürüyordu.
O dönemler, “Lüks” Orient-Express”; Paris’ten, Salı ve Cuma günleri saat 19.30 da kalkıyor, cumartesi ve Salı günleri sabah saat 07.00′ de İstanbul’a varıyordu. Aslında önce “Train Express-Orient” ve sonra “Orient-Express” olarak ünlenen tren için 17 Mayıs 1883 tarihinde bu parkur hazırlanmış ise de bu ünlü trenin İstanbul’a ilk hareketi 5 Haziran 1883 tarihinde gerçekleşmişti.
“Orient-Express” yani “Şark
Ekspresi” olarak adlandırılan trende iki
servis vagonu vardı. Birisisinde bagajlar,
diğerinde de duş kabinleri, personel odaları ve yiyeceklerin konduğu
bölümler bulunuyordu. Furgonların arasında kırk yolcunun kalabildiği iki
yataklı vagon ve çok konforlu dört tuvalet kabini vardı. Lokanta vagonu, Goblen
halılarla döşenmişti. Maroken koltuklar “Cordoba” derisi ve Cenova kadifeleri
ile kaplanmıştı. Geniş bir yemek, bir kütüphane ve sigara, ayrıca kadınlar için
bir dinlenme salonu vardı. Bunlara bir ofis ve şefin masasının bulunduğu bölüm
de eklenmişti. Vagonların içi ise birer harikaydı. Lambriler hint meşesi ve
akaju üzerine yapılmış markütörilerden oluşuyordu. Yatak haline dönüşen
kanepeler, deri ile kaplanmıştı. Perdeler özel “damasko” dan yapılmış,
kordonları ise ipekten örülmüştü.
Kullanılan battaniyeler özel İngiliz yününden, üstlerindeki örtüler ise halis ipekten yapılmıştı.
Tuvaletlerdeki etajerlerin üzerinde; kristal şişeler içinde kolonyalar, kokulu sabunlar, nefis havlular ve çiçeklerle dolu dekoratif vazolar vardı. Yemek zamanı geldiğinde, personel gümüşten yapılmış bir çanı, kapıların önünde tıngırdatıyor ve” Bayanlar baylar yemek hazır” diye sesleniyordu. Vagon restoranda yemek, bir rüya alemi içinde geçiyordu. Yemek salonu, kristal ve bakır karışımından yapılmış gaz lambaları ile aydınlatılmıştı. Trenin sallantısı sonucu bu lambaların titreyen ışıkları, tavandaki, (güzel sanatlar akademisi talebeleri tarafından yapılmış) mitolojik resimleri hareketlendirerek sanki canlandırıyordu. “Delacroix”nın orijinal desenleri, küçük ve cici çerçeveler içinde yemek masalarının üzerlerine konmuştu. Çatal ve bıçak takımları, masif gümüşten yemek ve servis tabakları en iyi porselenden ve markalı idi. “Menü” ise, “Orient-Express”in bu “lüks” yolculuğu için özellikle hazırlanmıştı. Örneğin; “Havyar, İstridye, Istakoz her türlü av eti, kav’dan özel şaraplar, şampanya-meyva”, arkasından kahve ve havana puroları. Trenle seyahat edecek olan yolcuların her türlü ihtiyacı günün en lüks markaları ile giderilmiştir.
Şark
Ekspresinin seferlerinin başlamasından sonra İstanbul’a gelenler şehirdeki
çeşitli otellerde kalıyordu. 1895 yılından itibaren ise İstanbul’a
gelen yolcular treni işleten Vagon-Li Şirketi’nin satın aldığı Pera
Palas’ta kalmaya başladılar. 4 yıl süren (1914-1918) I. Dünya Savaşı sırasında
Şark Ekspresi seferleri yapılamadı. Tren savaş sırasında istasyonda kaldı.
1919’da
yeniden seferlerine başlayan Şark Ekspresi 1905 yılında açılan simplon
tünelinin ismiyle ‘Simplon Orient Express’ olarak anılmaya başlandı. Şark
Ekspresinin yeni sefer güzergahından I. Dünya Savaşının mağlupları olan Almanya
ve Avusturya’nın istasyonları çıkarıldı. Böylece Şark Ekspresi, Paris Lozan Milano ve Venedik üzerinden
58 saatte İstanbul’a ulaşmaya başladı.
Orient Express yol güzergahları
1929’daki
büyük ekonomik bunalım trenin yolcularının azalmasına yol açtı. Şark Ekpresi
çeşitli roman ve filmlere konu oldu. Ünlü İngiliz polisiye roman yazarı Agatha
Christie’Şark Ekspresinde Cinayet’ isimli romanını 1934 yılında
yayınladı.
Şark Ekspresi
sadece yolcu treni değildi. Tren, çeşitli ticaret eşyalarını karşılıklı olarak
İstanbul’a ve Paris’e taşıyordu. İstanbul’da Fransızca olarak yayınlanan
La Patrie gazetesinde yayınlanan haberlere göre 1925 Şapka
İnkılabından sonra binlerce şapka ve kasket Şark Ekspresiyle İstanbul’a
getirildi.
II. Dünya
Savaşı (1939-1945) sırasında Şark Ekspresinin seferleri tekrar kesintiye
uğradı. II. Dünya Savaşından sonra Trenin güzergahı üzerindeki ülkelerin bir
kısmında sosyalist rejimler kuruldu. Soğuk savaş sebebiyle çeşitli
kısıtlamalarla karşı karşıya kalan ve gittikçe önemini kaybeden Şark Ekspresi
son seferini 27 Mayıs 1977 tarihinde gerçekleştirdi. Trenin
vagonları Montecarlo’da satıldı. Agatha Christie’nin ‘Şark Ekspresinde Cinayet’
isimli romanına konu olan trenin iki vagonu bir İngiliz tarafından satın
alındı. Vagonlardan bazıları Fas Kraliyet Sarayı Müzesi tarafından
satın alındı. Society Expeditions isminde bir kuruluş tarafından düzenlenen ve
sembolik bir anlam taşıyan, Şark Ekspresinin 100. Yıl seferine dünyanın değişik
ülkelerinden gelen 100 kadar ünlü katıldı.
Günümüzde senede bir kez eylül
ayında olmak üzere seferlerine devam etmektedir.
İLGİNÇ OLAYLAR
Serüveni
neredeyse 100 yıla yakın süren Orient Express’in seferleri esnasında çok ilginç
olaylar da yaşanmıştır. Mesela bunlardan birisi 31 Mayıs 1891 günü,
“Paris-İstanbul seferini yapan Orient-Express’in Çerkezköy yakınlarında
haydutların saldırısına uğramasıdır. Yolculardan 40.000. Sterling gaspeden
haydutlar ayrıca beş Alman yolcuyu da rehin alırlar. Bu yolcular için de
8.000 Sterling fidye alan soyguncular beş yolcuyu serbest bırakırlar. 12 Eylül
1892 tarihinde ise “Orient-Express” kolera salgınından dolayı, ülke girişinde
karantinaya alındı. 12 Eylül 1931 günü, “Orient-Express”e Macaristan’da
teröristler tarafından ateş açılması sonucu 20 yolcu hayatını kaybetti.
I.Dünya
Savaşını sona erdiren mütareke İtilaf Devletleri ile Almanya arasında
Paris yakınlarında Şark Ekspresinin 2419 numaralı vagonunda imzalandı. Daha
sonra bu vagon tarihi öneminden dolayı Fransızlar tarafından müzeye kondu.II.
Dünya Savaşı sırasında Almanya, Fransa’yı işgal edince Hitler Almanların
I. Dünya Savaşında teslim anlaşmasını imzaladığı tarihi vagonda bu defa
Fransızların teslim anlaşmasını imzalamasını istedi. Şark Ekspresinin 2419
numaralı vagonu müzeden çıkarıldı. Bu tarihi vagonda bu defa Fransa’nın teslim
anlaşması imzalandı. Bu vagon daha sonra Almanya’ya götürüldü. 1945 yılında
Almanya’nın teslim olmasından kısa bir süre önce bu vagon bir SS birliği
tarafından imha edildi. Böylece Almanya ikinci defa bu tarihi vagonda anlaşma
imzalama ihtimalinden kurtuldu.
SANAT VE EDEBİYATTA ORİENT EXPRESS
Sırlara, entrika ve gizli aşk
maceralarına buluşma yeri olarak hizmet eder.
Graham Greene’in İstanbul Treni
adlı kitabı diğer Şark Expresi servisinde yer alırken; Agatha Christie’nin
Şark Expresinde Cinayet adlı romanı Simplon Şark Expresinde geçer.
Orient-Express’in bazı
eserlere konu olduğu ve çeşitli yorumlar yapıldığı bilinmektedir. Ancak bunlar
arasında gerçekten ünlenenler azdır. Örneğin;Edmond About, 1883 yılında
katıldığı yolculuktan ötürü, “De Pontoise a İstanbul” adlı yapıtını yazdı. Paul
Morand’ın “Le Voyage” adlı eserinde “Orient-Express” bölümü gerçekten
ilginçtir. Emile Henriot, “La Rose de Bratislava” da, Orient-Express’i
düşünüldüğünden çok daha iyi yorumlar. Pierre Mac Orlan “Sentimentalite mobile”
de; Bernad Frank “Reflexions sur le Wagon-Lits”de Dr. Fritz Stökl “Les Hotel
Roulants” (Das Rollende Hotels), Graham Green “Orient-Express” te ve Agatha
Christie “Le Crime de 1 Orient-Express”te oldukça ilginç yaklaşımlarla
“Orient-Express”i yorumlamağa çalışmışlar ve gerçekten de başarılı olmuşlardır.
Bunun sonucu bazı eserler “beyaz perdeye” aynen veya değiştirilerek
aktarılmıştır.
Sessiz sinemada “Orient-Express’le
ilgili filme rastlanmamaktadır. Ancak daha sonraki yıllarda Orient Express ile
ilgili pek çok film yapılmıştır.
NEDEN İSTANBUL?
Osmanlı
Devletinin Sultan II. Abdülhamit ile Almanlar yörüngesinde yeni bir siyaset
anlayışı getirmesi Avrupalı devletlerin dikkatinden hiçbir zaman kaçmamıştır.
Osmanlı başkenti olan İstanbul her zamankinden çok daha ilgi çeker hale gelmiş,
adeta kuşatılmıştır. Osmanlı devletinin 1815 te Viyana Konferansında “Şark
Meselesi” etrafında “Hasta Adam” ilan edilmesi, Avrupa’nın söz sahibi
devletleri tarafından çok daha dikkatli takip edilmesini gerektirmiştir.
Bilindiği
üzere Osmanlı Devleti sanayi devrimini kaçırmıştır. Ancak buna karşın gerek
Sultan Abdülmecit, gerek Abdülaziz ve II. Abdülhamit ülkenin gelişmesi için
imkanlar dahilinde ıslahatlar yapılması için gayret göstermişler, Avrupa
devletleri arasındaki anlaşmazlıkları çok iyi değerlendirmişlerdir. Osmanlı
devleti her alanda olduğu üzere demiryollarında da yetersiz kalan imkânlardan
dolayı imtiyazlar yoluyla dış yatırımı çekebilmek amacıyla farklı bir politika
izlemiş, bu günkü anlamda “Yap-İşlet-Devret” modelini uygulamaya koymuştur.
Genel itibariyle 99 yıllığına verilen bu imtiyazlar neticesinde her ne kadar
devletin aleyhine gibi görülse de, devletin kilometre garantisi vermesine
rağmen kâr ettiği görülecektir. Sultan II. Abdülhamit ülkenin menfaatleri için
İngiltere, Fransa ve benzeri ülkelerin imtiyazlar almaması için çaba harcarken
ibre bu kez Almanlara doğru dönecek, görünende basit turistik bir tren seyahati
gibi görünen Orient Express’de bu eksen kaymasının olduğu esnada ortaya
çıkacaktır.
Hiçbir batı
devleti için o günü İstanbul’u yani Osmanlı başkenti göz ardı edilemezdi.
Fransız hariciyesi bunun gayet net bir şekilde farkındaydı. Bunun için
hazırlanan ve görünende Osmanlı’yı Avrupa’ya bağlayan Orient Express hakikatte
Fransız emperyalizminin bir koç başı gibi hizmet görmüş, sözüm ona turistik
seyahatler için sefere çıkan tren, Abdülhamit aleyhtarı yayınların taşınmasının
yanında kültür emperyalizminin de maskelenmesi için kullanılmıştır. Gerçekte bu trende sadece
zengin ve meraklı yolcular taşınmamış, İngiliz ve Fransız casuslar da bu trenin
müdavimleri olmuşlardır. Anlaşılacağı
üzere Orient Express’in Paris-İstanbul seferini yapmasın tesadüf değildir![12]
[1] - III.Selim
ile başlayan ıslahatlarda özellikle ordunun ıslah edilmesi hedeflenmiş ve bunun
için Fransız ekolü benimsenmiştir. Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz zamanında
orduya muallimler getirilmiş, harp okullarında Fransızca dersler açılmıştır.
(Y.N.)
[2] TMMOB
Ulaşımda Demiryolu Gerçeği 2008
[4] Ulusal Demiryolu Kongresi Bildirileri, Ankara,
1979.
[10] Muhteşem Kaynak, "Osmanlı Ekonomisinin Dünya Ekonomisine
Eklemlenme Sürecinde Osmanlı Demiryollarına Bir Bakış", Yapıt, yıl 1984,
sayı 5, s. 82.
[11] Behrend, Georges, "The History of the Wagons-Lit,
1876-1955," Modern Transport Publishing Co., 1959.
[12] Kudret
Harmanda YN
3 Ekim 2016 Pazartesi
YÖRÜK ALBAY
Devletle daima barışık oldular.
Çünkü devleti hep kendilerinin bildiler. Ne vakit ki devlet vazife istedi,
canlarını, mallarını ve dahi evlatlarını devletleri uğruna feda ettiler.
Canları sıkıldı, kafaları bozuldu, serzenişlerinin payitahtta duyulmayışına
kızdılar bazen, lakin devlet bizim dediler, dişlerini sıktılar, devletlerine
ihaneti düşünmediler!
"Bizim"
dedikleri devletleri gün oldu sürgün etti onları, Mora'ya, Kıbrıs'a, Bosna'ya.
Sessizce gittiler, yeni yurtlarında yine devletlerinin verdiği vazifeyi
cansiperane yerine getirdiler. Bu devlet bize düşmanlık etti demediler. Yine
asker verdiler, yine vergi ödediler ve yine bu devlet bizim dediler!
Osmanlının kuruluşunda temel harç olan
Yörük Türkmenler, her dönemde devleti kendinin bilmişler, devlete hizmeti
kendilerine bir vazife saymışlardır. Buna karşın devletin dönme, devşirme
paşalarının ve valilerinin kendilerine yaptıkları muamelelerden dolayı da
devleti hiç bir zaman kendilerine düşman
bellememişlerdir. Onlar iç devlet demek her şeyden evvel baba demektir. Devletin
kendilerinin olduğunu sayarlar. Çünkü onlar Ertuğrul ocağından, Edebalı
dergahından nasiplidirler.
Koca
bir imparatorluğu adeta sırtlanmış olan Yörük Türkmenler imparatorluğun en
buhranlı dönemlerinde dahi kendilerini geriye çekmediler. Devletin bütün
nimetlerinden devşirmeler faydalanırken, onlar serhat boylarında sarı ekin
başağı gibi dökülürken, asla devletlerine sırt çevirmediler.
Deliler,
Azablar ve Sipahiler Osmanlı ordusunda sadece Yörük Türkmenlerden oluşturulan
ve ordunun ağırlığını oluşturan askeri birliklerdir. Hal böyleyken büyük
fütühatların temelini de ordunun bu en önemli kısımları oluşturmuş, kendisi de
Selçuklunun Tımarlı Sipahisi olan Ertuğrul Bey Gazi obasındaki askeri teşkilatı
bu şekilde kurmuştur. Yani Osmanlı
ordusunun temelinde de Yörük Türkmenler mevcuttur.
Koskoca
bir imparatorluk tarihin tozlu raflarında yerini alırken elimizde kalan son
kara parçası olan Anadolu işgal edilmiş, adeta kendi öz yurdumuzda köle
durumuna düşürülmüş, İstanbul’dan Ankara’ya pasaportla gider hale
getirilmiştik. Payitahtımınız işgal edilmiş, devlet başkanımız olan padişah
esir, meclisimiz dağıtılmıştı. Genç bir paşa bütün bunların kader olmadığının
bilinci ve Toroslarda yanan ateşe olan güvenç ile yola çıkıyordu. Kendisi de
Kızıloğuzun Kocacık Yörüklerinden olan Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal Paşa
aklında olanı uygulamanın güçlüğü bir yana imkânsızlığı içerisinde Samsun’a
doğru giderken dayanağı ve güvenci Toroslarda Kurulu kıl çadırlar ve tüten
dumandı. Çünkü Gazi Mustafa Kemal çok iyi biliyordu ki; Yörük Türkmenler bu
memleketin asıl sahipleri ve bekçileridir. Yörük Türkmenler aç kalır, ölür, ama
asla özgürlüklerinden ödün vermezler. İşte bu güvendir Sarı Paşayı Samsun
limanına götüren güç!
Anadolu
halkı bunca yoksulluğa ve imkânsızlığa karşın Sarı Paşasını yalnız bırakmamış,
kanının son damlasına kadar çarpışmış, son dilim ekmeğine kadar ordusuna
bağışlamış, son mermisine varana kadar istiklali için harcamıştır. Yegâne
ayrıcalığının Türklüğü olduğunu bilen Anadolu ve Trakya halkı dünyada eşine
rastlanamayacak bir destan yazmış, neticede Anadolu Bozkırını düşmana mezar
ederken, temeli yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur!
Sadece Türkiye Cumhuriyetini kurmakla kalmayan Türk Milleti verdiği mücadele
ile dünya milletlerine örnek olmuştur.
“Arkadaşlar gidip Toros dağlarına bakınız;
eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa,
şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla Türk’ü yenemez.” Sözü
laf olsun diye söylenmiş bir söz değildir. İnanmışlığın, güvenmişliğin verdiği
bir cesaret ile söylenmiş, aynı zamanda sadece bir hedef değil, bir vazifenin
de temelini çizmiş bir sözdür. Kendisi de mensubu olmakla gurur duyduğu Yörük
Türkmenlerin bu memleketin asıl sahibi olduğunu ve bir Türkün asla ve asla
memleketini terketmeyeceğinin dünyaya haykırılmasıdır. Çünkü Türk ölür ama asla
toprağını terk etmez. Hele hele Yörük Türkmenler vatan dedikleri bir yeri asla
bırakamaz, terk edemezler. İşte Mustafa Kemal Paşaya yukarıdaki meşhur sözü
ettiren bu güvendir!
Gazi
Mustafa Kemal soy olarak Yörük Türkmendir. Gazi
Mustafa Kemal Atatürk'ün baba soyu, Konya-Karaman'dan gelerek Manastır
Vilayeti'nin Debre - i Bala Sancağı'na bğlı Kocacık'a yerleşti. Aile sonradan
Selanik'e göç etti. Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Mehmet'in taşıdığı
"kızıl" lakabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan
"Kocacık"ın da gösterdiği üzere; Mustafa Kemal'in baba tarafından
soyu Anadolu'nun da Türkleşmesinde önemli roller oynayan "Kızıl -
Oğuz" yahut "Kocacık Yörük Türkmenleri’nden gelmektedir. Gazi Mustafa
Kemal kendisine soyunu soran Enver Behnan Şapolyo’ya “Babam Ali Rıza Efendi
yerli olarak Selaniklidir. Kendileri Yörük sülalesindendir. Annem her zaman
Yörük olmakla iftihar ederdi.” demiştir.
Yüzyıllardır
vatanı ve milleti için ter dökmüş, gittiği her yerde temiz ve dürüst hayatları
ile örnek olmuş Yörük Türkmenler haksız bir şekilde bir televizyon dizisi
karakteri nedeniyle adeta algı operasyonu yapılmak suretiyle töhmet altında
bırakılmak istenmektedir. Uygarlık
tarihinde mümtaz bir yere sahip olan Yörük Türkmenler kökü dışarıda 15 Temmuz
girişimini konu alan bir televizyon dizisinde konu karakterlerinden birisinin
“Yörük Albay”, “Albay Yörük” diyerek adlandırılmasından ve bu şekilde halka
lanse edilmesinden son derece rahatsız olmuşlardır. Çünkü onlar “Bizden amir de
çıkar, memurda. Her rütbede asker de çıkar. Hatta kendisi de bir Yörük Türkmen
olan Türkiye Cumhuriyetinin kurucu Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal ordumuzun en
yüksek rütbesi olan Mareşal rütbesine sahiptir. Ancak bizden hiçbir şekilde
halkına kurşun sıkan bir hain çıkmaz! Bundan dolayı bir dizi de dahi olsa YÖRÜK
adının bu şekilde kullanılması kabul edilemez!” demekteler…
Sayın
kanal yöneticilerine ve malum dizinin yapımcılarına şunu söylemek istiyorum ki; “Düşünce mermi
gibidir. Namludan çıkan mermi nasıl hedefine varırsa, dilden çıkan sözde
hedefini öylece bulur. Sözünüze sahip çıkamayacaksanız çenenizi tutmayı
bileceksiniz!” Lütfen hatanızdan dönün
ve Yörük Türkmenlerden özür dileyerek bir daha böyle hatalara düşmeyin!
27 Eylül 2016 Salı
YÖRÜK SİYASETİ
Türkiye'de binlerce dernek,
vakıf, oda, düşünce kuruluşu var. Bunların hepside kendince bu ülkeye lazım ve
hatta şart olduklarını iddia etmekteler. Olabilir, herkes kendince haklıdır.
Kimsenin neden var olduğunu ya da olması gerektiğini sorgulayacak değiliz.
1970'ler
ve 80'ler çok hızlı değişimlerin yaşandığı, tabiri caiz ise dünyanın
değişmekten yerinde duramadığı yıllardı. Aynı değişim hızı 1990'lara
gelindiğinde daha çok ivme kazanmış, bireysel değişimler önce toplumsal
hareketlere ve arkasından bölgesel değişimlere dönüşmüştür. Bu dediğimiz
elbette birkaç satırın yazılması kadar kolay olmuş şeyler değildir. Her şeyden
evvel bahsettiğimiz değişimlerin olabilmesi için toplumların hazırlanması, daha
Türkçesi bazı şeylerin halka, bireylere ve hatta milletlere unutturulması,
insanların geçmişte erdem ve fazilet olarak gördüğü değerlerden kaçması
istenmiş ve yapılmıştır. Elbette bunlar o kadar basit olmamıştır. Şöyle ki; insanlar
yaptıkları geleneksel işlerden uzaklaştırılmış, gündelik basit işler bile yük
gibi gösterilmiştir.
Bu satırların yazarı Burdur ilinin bir dağ
köyünde doğdu ve büyüdü. Onun çocukluğunda köyünde yapılan pek çok şey önce
televizyonların, ardından bizzat toplumdaki mahalle baskısı neticesinde
unutuldu ya da unutturuldu. Küçük bir örnek; bizim çocukluğumuzda köyümüzde
yetim bulunmazdı. Çünkü köyden kimin anası veya babası ölürse ölsün köyümüz ve
köylümüz sahip çıkardı. Hiçbir zaman yetim ve öksüzler muhtaç edilmez, ne
ihtiyaçları varsa el birliği ile giderilir ve karşılığı kesinlikle beklenmezdi.
Ne zaman ki köyümüze televizyon girdi, o gün öksüz ve yetimler gerçekten garip
kaldı! Dün köylünün el birliği çeyizini hazırladığı, düğününü ettiği öksüz ve
yetimler sözüm ona devlet korumasına verildi, millet sırt çevirdi! Köyde kendi
ellerimizle hazırlayıp şehirdeki yakınlarımıza götürdüğümüz kese yoğurtlarımız
vakumlu yoğurtlara yenildi. Tarhana çorbamız hazır çorbalara, analarımızın
ördüğü yün çoraplar trikotaja yenildiler. Bütün bunlar özellikle ülkemize
yönelik ekonomik, sosyal ve kültürel emperyalizmin kısa vadede ortaya çıkan
etkileridir.
Özellikle
1990'lara gelindiğinde bir kısım insanımız geçmişle bağlarımızı kopartma
gayretinde olan kültürel değişimlere bilinçli bir şekilde karşı koyabilmek,
unutulmaya yüz tutan kültürümüzü yaşatabilmek için dernekleşme karar verdiler.
1994 yılına güneyin incisi Antalya kentinde kurulan Yörükler Derneği, yozlaşmaya efece karşı koyuşun, kültür
emperyalizmine zeybekçe duruşun ilk nüvesidir. O günlerde birkaç gönüllü ile
bir araya gelerek bu derneği kuran Abdullah Duman; "Yaptığımız iş hakikatte yel değirmenlerine karşı kafa tutmaktı.
Çünkü halkımız yoğun bir kültürel yozlaşma altındaydı. Biz özellikle Yörükler
Derneği adını seçtik. Zira Yörük Türk Milletinin yozlaşmamış, bozulmamış tarafıdır.
Yörük terimi ayrı bir boy ya da budun da değildir. Osmanlı devletinde
Kızılırmak nehrinin batısında kalanlara Taife-i Yörükan yani Yörük Fırkası,
doğusunda kalanlara da Taife-i Türkman yani Türkmen Fırkası denilmiştir. Oysa
her ikisi de köken olarak aynıdır. Türkün Oğuz boyunun farklı isim almış
halidir. Biz halkımızın unuttuğu değerlerini hatırlatmak, cihana örnek olmuş
hasletlerini tekrar canlandırmak için bu derneği kurduk. Hem kültürel hem de
sosyal ve ekonomik anlamda milletimizin bağımsızlığı temel hedefimizdir. Antalya'da küçücük bir kıvılcım olarak
yaktığımız ateş, bu gün Çağın Ateşine dönüşmüş, Yörük Türkmen teriminin basit
bir anlamı olmadığı, bu terimin temelinin Türklük olduğu insanımız tarafından
anlaşılmıştır!" diyerek gelinen
noktayı açık ve net bir biçimde ifade etmektedir.
Peki,
nedir Yörüklerin beklentileri? Ya da yirmi iki senede bir iken sayıları 314
olan Yörük Türkmen derneklerinin amaçları nelerdir? Siyasetleri nedir bu Yörük
Türkmenlerin? Karşılaştıkları zorluklar, aldıkları ödül ve taltifler nelerdir?
Devletten beklentileri, halktan istekleri nelerdir? Ne yer ne içerler? Ne yapar ne ederler? Demokrasi onlar için
nedir? Politikada yerleri nedir?
Evvel
emirde şunu çok iyi bilmek zorundayız ki; Yörük Türkmenler kanaatkâr insanlardır.
Devletin kendilerinin olduğunu bilirler. Devletin kanunlarına itaat etmek, her
konuda devletin yanında olmak onların kendilerine görev saydıkları bir haldir.
Yörük Türkmenlerin en büyük siyaseti Türk Milletinin varlığı ve Türk devletinin
devamlılığı için her türlü cefaya katlanmak, "Varlığım Türk varlığına feda olsun!" diyerek her
şeyinden vazgeçip Türklüğünden ödün vermemektir. Çünkü Yörük Türkmenlerin siyasetinin temelinde Türk Milletinin varlığı,
Türk Devletinin inkişafı ve devamlılığı yatar.
Yörük Türkmen demek Oğuz demektir. Oğuz
demek ise Türk demektir. Yörük Türkmenlerin tek bir siyaseti, tek bir amacı
vardır; kıyamete kadar milletimizin hür ve müstakil yaşaması! Bunun ötesine Yörük
Türkmenlerin kimse ile bir meselesi olamaz. Çünkü Yörük Türkmenler Türkün ulu
başbuğu Atatürk'ün "Arkadaşlar!
Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve
o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve
kuvvet asla bizi yenemez!" sözünü kendilerine amentü bellemiş, bu söz
üzerine asli ve kurucu unsuru olmaktan onur duydukları Türkiye Cumhuriyetini
ilelebet yaşatmaya ant içmişlerdir. Yörük Türkmenlerin kimseden bir ödül ya da
taltif beklentileri de olmamıştır.
Kuruldukları günden bu güne kadar
bütün Yörük Türkmen derneklerinin tek bir amacı olmuştur. Bu da unutulan milli kültürümüzün
hatırlanması, milletimizin binlerce yılda meydana getirdiği gelenek, görenek ve
ananelerinin yaşatılmasıdır. Hiç birinin de birlerinin iddia ettiği gibi
kavmiyet gütme amaçları, yeni bir kavim çıkartma gayeleri yoktur.
Ülkesi
ve devleti için seve seve canı başta olmak üzere tüm varlığını harcamaktan
çekinmeyecek olan Yörük Türkmenler “Hizmet, Külfet,” noktasında nasıl en önde
koşuyorlarsa, nimet noktasında da devletin kendilerini unutmamasını da
istemektedirler. Bunun için de kendilerine ayrımcılık yapılmasını değil,
herkese eşit davranılmasını talep etmektedirler. Başarılı Yörük Türkmen
bürokratlarının önünün sudan sebeplerle kesilmemesini, atama ve
görevlendirmelerde liyakate önem verilmesini istemektedirler. Hali hazırda
göçerlik geleneğinin son temsilcileri olan Sarıkeçili obası da kendilerine
özellikle bu kültürün yaşatılması için devletten yardım istemektedirler. Göçer
halde yaşayan ve bu geleneğin son temsilcisi olan Yörükler özellikle ormanların
korumasının kendilerine verilmesini istiyorlar. Nedenini ise şöyle izah
ediyorlar; “ Yörükler yeşili sever ve korurlar! Çünkü bizim varlık nedenimiz
Doğa Anamızdır. Hiçbir Yörük Türkmen varlık nedenine ihanet etmez. Biz suları,
ağaçları, yaylak ve kışlakları hatta kel tepeleri bile koruruz. Bizim için doğa kutsaldır. Devletimiz bize
ormanları açsın, tek bir orman yangını, tek bir orman katliamı olmaz. Bizim
atalarımızın yüz yıllarca korudukları ormanları biz de aynı sevgi ve alaka ile
koruyabiliriz. Yeter ki devletimiz Kara Keçiye ve bize yasakladığı ormanları
bizim sorumluluğumuza versin!” Ne
diyelim, belki devlet ricali Yörük Türkmenlerin bu dileğini duyarlar.
Burada
son bir defa Çağın Ateşini Yakan adam Abdullah Duman’a kulak verelim. Abdullah
başkan sabırla anlatıyor bize. "Yaptığımız işin gereği Yörük Türkmen dernekleri olarak devletimizden
Toplum Yararına Çalışan Dernekler statüsüne alınmak istiyoruz. Bunun haricinde
bir talebimiz olmadı. Çünkü biz kendi yağımızla kavrulmayı, devletimize yük olmamayı kadimden beri ilke
edindik. Bizim için demokrasi aklın, bilimin ve fennin doğrudan doğruya halk
yönetiminde yer almasıdır. Bunu hayatımızın her evresinde gösterdik ve
göstermeye de devam ediyoruz. 15 Temmuz kalkışmasında bütün üyelerimizi
devletimizin yanında olduğumuz konusunda gerek sosyal ağlardan ve gerekse SMS
ile bilgilendirdik ve tarafımızı belli ettik. O gece bizden evvel hiç bir
dernek ya da kuruluş açık bir şekilde tavrını belli etmemiştir. Ancak biz
Yörükler Derneği olarak Türkiye Cumhuriyetinin bekası için ettiğimiz yemine
sadık kalarak yerimizin devletimizin yanı olduğunu cümle cihana ilan ettik. Bütün
üyelerimizi meydanlara gelmeleri için çağırdık.
Biz
bu devleti sokakta bulmadık, birlerinin keyfine harcanmasına da izin verecek
değiliz. Politik olarak herkesin düşüncesine saygı duyarız ve aynı saygının
bize karşı da gösterilmesini isteriz. Bizim kimse ile doğrudan ya da dolaylı
olarak bağlantımız yoktur. Bu nedenle özelikle bazı kesimler tarafından eleştiriliyor
ve iftiralara maruz kalıyoruz. Aziz
milletimize ve devletimize verilmeyecek tek bir hesabımız olmadığı gibi, bize
saldıranlara da kökü dışarıda ihanet çetelerine prim vermemiş olmanın haklı
gururu ile gerekli cevaplarını veriyoruz.
22 sene önce çıktığımız bu kutlu yolda geldiğimiz noktaya bakınca çok
işler başarmış olmanın haklı gururunu yaşıyoruz. Dün Yörük olduğunu söyleyemeyenlerin
bu gün göğsünü gererek Yörük olduklarını söylemeleri, hedeflerimize
ulaştığımızın göstergesidir. Yörük Türkmenliğin kuru kuruya bir terim
olmadığını 2016 yılında yaptığımız 1 inci Türkiye Yörük Türkmen Çalıştayında herkese
ilan ettik. Biz bu devletin asli ve temel öğeleriyiz. Bizden yani Yörük Türkmenlerden hain çıkmaz.
Devlet büyüklerimizin bu hususu özellikle dikkate almalarını istirham ediyoruz.”
Velhasılı
Yörük Türkmenler siyasetlerinin Türk
Milletinin bekası ve Türk Devletinin inkişafı olduğunu cümle cihana
ilan ediyorlar.
15 Haziran 2016 Çarşamba
TAHTA KILIÇLA İKLİMLERİ FETHEDENLER: ABDALLAR
Horasan'dan Rum'a zuhur eyleyen
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi
Binip cansız duvarları yürüten
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi?
Doksan altı bin Horasan Pirleri
Elli yedi bin de Rum erenleri
Cümlesinin servirazı serveri
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi?
Balım Sultan arkadaşı, yoldaşı
Kızıldeli Sultan dürür hem eşi
Abdal Musa Sultan dersen ne kişi
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi?
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi
Binip cansız duvarları yürüten
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi?
Doksan altı bin Horasan Pirleri
Elli yedi bin de Rum erenleri
Cümlesinin servirazı serveri
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi?
Balım Sultan arkadaşı, yoldaşı
Kızıldeli Sultan dürür hem eşi
Abdal Musa Sultan dersen ne kişi
Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi?
Abdal Musa Sultan
Âşık Paşazade
Tarihinde zikredilen dört gruptan birisi olan Abdalan-ı Rûm ya da Anadolu Abdalları kimdir? Başıbozuk, aylak
ayak takımı mı, yoksa bu toprakları tahta kılıçla fetheden, İslam beldesi eden
gizli fatihler mi? Nereden gelip, hangi
tarihi görevi üstlenmişler ve ne şekilde başarılı olmuşlardır? Anadolu
Abdalları Osmanlı Devletinin fetih politikalarını nasıl şekillendirmiştir?
Abdallar bazılarının iddia ettiği gibi çingene midir? Yersiz yurtsuz kişiler
midir?
Evvel emirde şunu çok iyi idrak etmek zorundayız ki;
Abdalan-ı Rûm olarak adlandırılan Anadolu Abdalları ile bir Türkmen boyu olan
Abdallar ayrı şeylerdir. Ülkemizde yaşayan bir Alevi Türkmen boyuna da, Çin’de
Doğu Türkistan’da yaşayan bir Uygur boyuna da Abdal denilmektedir. Aynı şekilde
Kuzey Hindistan’da yaşayan bir Müslüman topluma da Abdallar denilmektedir. Safavi
hükümdarı Şah Tahmasp Şam ve Halep Türkmenleri ile beraber İran’a giden bir
Abdal oymağı olduğunu bildirmektedir. Pek çok arşiv belgelerinde Anadolu,
Suriye ve Irak içerisinde Türkmen boyları içerisinde Abdal oymaklarının
bulunduğu kaydı mevcuttur. Ancak asıl konumuz olan Anadolu Abdalları bir boy
olmaktan öte bir görevin temsilcileri olan kişilerdir.
Bir
abdal Allah hariç dünya da ki her şeyden vazgeçmiş kişidir Abdallık mertebesine
ermiş kişi hakikatin mutlak ve doğrudan bilgisine erişebilmektedir. Toplumsal
bir şahsiyet olarak abdal zayıf, ezilmiş ve baskı altında olanlara yardım elini
uzatan ve dinsizlere (kâfirlere) karşı mücadele veren bir otoritedir. Daha
ziyade göçebe Türkmenler arasında yaygın olan abdallar Selçuklu Devletinde ve
Osmanlı İmparatorluğunda misyoner dervişler olarak çok önemli görevler
üstlenmişlerdir. Abdallar sanıldığı gibi sadece Anadolu’ya has bir durum değildir.
Daha önce Orta Asya’da Gök Tanrı dinine inanan Türklerde Şamanlara (kamlara)
Abıdal şeklinde lakaplar takıldığını da görmekteyiz.
Türklerin
İslam ile tanışmaları ve geçiş süreci esnasında Türkler kendilerine dayatılan İran
ve Arap kültürü ile adeta bunaltılmıştır.
Özellikle Emevi halifeleri ve komutanları Türkleri zorla Araplaştırma
çabasına girişmişler, İslam adı altında Arap yaşam tarzını Türklere
dayatmışlardır. Arap ve İran kültürlerinin Türk Milletine dayatılması Hace
Ahmet Yesevi tarafından fark edilmiş talebelerini halkın içine salarak
geleneksel Türk kültürünün yaşaması için gayret göstermiştir. Özellikle
kendisinin yazdığı ve daha sonra Divan-ı Hikmet adıyla kitaplaştırılacak olan
şiirlerini halk meclislerinde okutturmuştur. Hace Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri
yoğun bir kültür emperyalizmi yaşayan Türkler arasında düşünce, dil ve inanç
birliği konusunda adeta birleştirici bir etki oluşturmuştur.
Yesevilik
çıktığı Türkistan’dan dalga dalga bütün Türk yurtlarına yayılmıştır. Kıpçak
yurtlarından Azerbaycan’a, Anadolu’ya, hatta Hindistan’a kadar yayılmıştır. Bu
inanç kültürünü bu kadar geniş bir coğrafyaya ulaştıranlar ise Horasan Erenleri
ya da Abdallar olmuştur. Anadolu
Selçuklu sultanlığı zamanında Abdalan-ı Rûm olarak adlandırılan bu dervişler
Osmanlının kuruluşunda da aktif olarak rol oynamışlardır. Mesela pek çok
efsaneye konu olan Sarı Saltuk –ki kendisinin tahta kılıçla cihat ettiği
rivayet edilir.- daha Anadolu Selçuklu Devleti zamanında Balkanlara geçerek
adeta Osmanlının fütuhatına zemin hazırlamıştır. Bu gün Anadolu’nun pek çok ulu doruğunda
genel olarak o dağın ya da dağ grubunun ismi ile anılan ve Eren tabir edilen
evliya makamlarında bu Urum Abdallarının yattığını biliyoruz. Kendisi de bir
Urum Abdalı olan ve Antalya Elmalı tekke Köyünde medfun olan Abdal Musa Sultan;
Hace Bektaş-ı Veli için söylediği bir deyişinde doksan altı bin Horasan piri,
elli yedi bin de Rum yani Anadolu erenlerinden bahsetmektedir. Osmanlı
Devletinin kuruluşunda Osman Gazi adına ilk hutbeyi okuyan Dursun Fakih’de bazı
kaynaklarda Anadolu Abdallarından sayılmaktadır.
Osmanlının ilk kuruluş
yıllarında gazalara katılan Anadolu Abdalları daha Anadolu Selçuklu devleti
devam ederken Bizans köylerine ve şehirlerine, hatta Trakya’ya geçerek İslam
dinini tebliğ etmişlerdir. Gerek yaşamları ve gerekse yüksek karakterleri ile
gittikleri her yerde çok kısa sürede sevilmişler ve İslam dinini yaymışlar, hem
Selçuklu ve hem de ardılı Osmanlı ordularının fütuhatlarını
kolaylaştırmışlardır.
Moğolların Anadolu’yu istila ettikleri zamanlarda Anadolu
Abdalları, Ahi Evran Hace Nasuriddin’in Ahileri yani Ahiyan-ı Rûm (Anadolu
Ahileri) ve Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacının kurduğu Bacıyan-ı Rûm olarak
adlandırılan Anadolu Bacıları Teşkilatı ile birlikte hareket etmişlerdir.
Özellikle 1261 den sonra Anadolu’da Moğollara karşı yapılan ayaklanmalarda bu
üç grubun ittifakla hareket ettiklerini görmekteyiz. Özellikle Kırşehir’de
Moğol hâkimiyetine karşı isyan eden Ahi Evran Hace Nasuriddin’in isyanı kanlı
bir şekilde bastırılıp Ahi Evran’da şehit edilir. Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacı
eşinin şehit edilmesine müteakip, Abdalan-ı
Rûm’un en önemli temsilcisi Hace Bektaş-ı Veli’ye sığınır. Abdalan-ı Rûm
dediğimiz Anadolu Abdalları büyük bir kıyıma uğramalarına rağmen tebliğ vazifesinden
geri durmamışlardır. Anadolu’nun bu buhranlı döneminde dahi tebliğ ve gaza
ruhundan ayrılmayan Abdallar, Domaniç
yaylasında kurulan o küçük uç beyliğini cihan imparatorluğu yapacak temelinde
harcını karmıştır.
Osmanlı
İmparatorluğunun ilk zamanlarında özellikle Trakya ve Balkanları fethe
hazırlayan ve daha sonra yeni fethedilen yerlere yerleşen Abdallar,
bulundukları yerleri cazibe merkezleri yapmışlardır. Anadolu’dan Balkanlara göç eden veya devletin
yerleştirdiği ve daha sonra adları Taife-i Yörükan yada Evlad-ı Fatihan olacak
olan kolonilere rehberlik ve öncülük etmişlerdir.
15 inci yüzyıldan itibaren Abdalların Osmanlı’dan
kopuşunu görmekteyiz. Sünnileşen devlet bürokrasisi
özellikle 1453 yılından sonra Abdalları ikinci plana itmiştir. Netice
itibariyle Anadolu ve Balkanları ilmek ilmek dokuyan, Türkleştiren ve
İslamlaştıran abdalların sessizce tarih sahnesinden çekildiklerini görmekteyiz.
Anadolu coğrafyasında isimleri unutulmuş olan ve hiçte hak etmedikleri halde
“Başı bozuk, serseri, yeri yurdu olmayan avare” gibi tanımlamalara maruz kalan
Abdalların, Ahiler, Gaziler, Alperenler kadar anılmayı ve yâd edilmeyi hak
ettikleri de bir gerçektir!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)