7 Mart 2018 Çarşamba

NE DEĞİŞTİ?



Sabah herkes haber bültenlerinde, TV programlarında, sosyal medyada bir furyaya başlayacak; 8 Mart Dünya Kadınlar Günü Kutlu olsun ey millet diyeceğiz el birliği! Birkaç günden beri sosyal medya hesaplarında çokça kadın günü kutlamaları devam etmekte, herkes cefakar kadınlarımıza karşı son sürat şirinlik yapmakta. Bir kısım insanımız bu şaklabanlığa acayip sinir olurken, bir kısım da “Ne var bunda? Herkes kutluyor, biz de kutlamalıyız.” demekte…
            Dileyen kutlar, dileyen eleştirir, dileyen anar. Ama gerçek olan bir şey varsa da şudur ki; 8 Mart Dünya Kadınlar gününün ne olduğu hala ülkemizde tam olarak idrak edilmiş değildir. Önce şunu ayırt etmek gerekiyor, kadınlar günü kutlama mı, yoksa anma günü mü? Aslına bakılırsa Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanan bu gün Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun  16 Aralık 1977 tarihinde kabul ettiği ama neden kabul ettiğini yazmadığı bir gündür. Birleşmiş Milletler sitesine girip bu günün neden kabul edildiğini sorgularsanız 8 Mart 1857 de Amerika Birleşik Devletlerinin New York kentinde daha iyi çalışma şartları için greve giden 40 bin işçinin bir fabrikaya kilitlenip, fabrikanın ateşe verilmesiyle 129 kadın işçinin ölümü neticesi anma günü olarak kabul edildiği yazmaz! Çünkü kapitalizm kendi maskesinin düşürülmesini, hele hele kendisi tarafından o maskenin indirilmesini asla kabul etmez!
            Evet; kötü şartlarda çalıştırılan dokuma işçilerinin daha iyi çalışma şartları ve ücretler için toplandığı 8 Mart 1857 tarihi aynı zamanda dünya işçi hakları tarihi açısından kapkara bir gündür. Çünkü o gün yaklaşık 40 bin işçi daha iyi şartlar ve çalışma koşulları için greve giderken başlarına gelecek felaketin farkında değillerdir. Toplandıkları tekstil fabrikasında polisin sert müdahalesi ile karşılaşan işçiler kendilerini fabrikaya kilitlediler. Fabrikada çıkan (yada çıkartılan) yangın nedeniyle işçiler dışarı çıkmaya çalıştılar. Ancak fabrika önünde kurulan polis barikatını aşamayan 129 kadın işçi yanarak can verdi. Peki neydi 40 bin işçiyi o tekstil fabrikasına toplayan? Neydi 129 cana mal olan sebep? Dünyada işçi hakları için ölümler denilince belki de ilk sırada yer alan bu olayı tetikleyen veya bu duruma getiren sebepler nelerdi? Bildiğimiz kadarıyla cevaplamaya çalışalım. Birincisi sırada kapitalistler için kadın işçi demek ucuz iş gücü demekti. Daha uzun iş saatleri, daha az ücret demekti. Kadınların örgütlü hareketi daha zayıf olduğu için sömürülmeleri de kolay olmaktaydı. Kadınların daha iyi şartlarda çalışmaları, daha makul çalışma süreleri ve eşit ücret talepleri sömürü düzeninin işine asla gelmediği gibi, düşünülmesi bile sermayedarların uykusunu kaçırmaya yeterliydi. Bütün bunların neticesinde, erkek işçilere göre daha fazla çalışmalarına karşın daha az ücret ve sosyal hakları olan kadın emekçiler bu şartların düzeltilmesi talebiyle 8 Mart 1857 de bir tekstil fabrikasında toplanmışlar ve greve gitmişlerdir. Polisin sert müdahalesi, ardından fabrikada çıkan yangın neticesinde barikatı aşamadıkları için ölen 129 kadın işçi 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününün başlangıç noktasını oluşturmuştur. Ölen kadın işçilerin cenaze törenine 10 binler katılmış ve bu olay işçi sendikaları tarafından unutulmamıştır. 26-27 Ağustos 1910 da Kopenhag’da toplanan II.Enternasyonalin kadınlar toplantısında –Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı- Clara Zetkin tarafından 8 Mart tarihinin 1857 fabrika yangınında ölen kadın işçilerin anısına  Dünya Emekçi Kadınlar Günü olması teklif edildi. Öneri oy birliği ile kabul edildi.   Dünyada yapılan ilk Emekçi Kadınlar Günü anması ise 19 Mart 1911 de yapıldı. Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de gösterilere katılan on binlerce kadın seçme ve seçilme hakkının yanı sıra kadınlara iş ve mesleki eğitim verilmesi, çalışırken çocuğunu emzirme hakkı, çalışma alanlarında kadın-erkek eşitliği sağlanmasını, talep etti. Anma toplantıları ilk yıllarda ilk baharda ve belirli bir günü olmayan şekilde yapılmıştır.  Birliğin sağlanması amacıyla, 1921 de toplanan III. Enternasyonalde, Sovyetler Birliği Komünist Partisi lideri Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin’in teklifi ile anma günü olarak 8 Mart tarihinin, isim olarak da “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olması kararlaştırılmıştır. 1960’lı yıllara kadar pek çok ülkede kutlanmayan Dünya Emekçi Kadınlar Günü bu yılların sonuna doğru ABD’de kutlanmaya başlayınca, 1977 yılında BM tarafından Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmaya başlanmıştır. Türkiye’de 1921 tarihinden beri yapılan anma toplantıları, 12 Eylül Cuntası tarafından yasaklanmasına karşın 1984 yılından beri yapılmaktadır.
            Bu gün sözde Dünya Kadınlar Günü olarak sözüm ona kutlanan ama gerçekte bir tüketim çılgınlığına dönüştürülen Dünya Kadın Emekçiler Günü artık asıl amaçlarından saptırılmış, çıkış noktaları unutturulmuş, temel, ana ve hayatın esas noktası olan kadınlarımızı olması gereken yerde değil, ticari bir meta haline getirmiştir. Sadece bizim kadınlarımız değil, dünya kadınları da kapitalizmin oyununa pekâlâ gelerek can verip, emek ve alın teri akıtarak kendi bileklerinin zoru ile aldıkları bir günün kapitalizme hizmet eden bir gün haline getirilmesine ses çıkarmamışlardır.
            8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü tüketim gününe çevirenlere sormak istiyorum; “Ne değişti?  
Kadın cinayetlerini bitirdiniz mi?
Kadınlara mobing (işyerinde baskı) bitti mi?
Kadınlar eşit işe eşit ücret alabiliyor mu?
Kadınlara siyasette kota kaldırıldı mı?
Namus ceza indiriminde etken olmaktan çıktı mı?
Kızların hepsi okula gidebiliyor mu?
Çocuk gelinler bitti mi?
Kızlara giydiklerinden dolayı okulda, işte, arabada laf atmalar bitti mi?
Tecavüzler bitti mi?
Vahşice öldürülüp yitip giden hayatların hesabı soruldu mu?
Kadın ana yani temel oldu mu?
Cevabınız Evet mi?"
Hadi o zaman 8 Mart Kadınlar Gününüz kutlu olsun!
           


4 Mart 2018 Pazar

SAVAŞANLAR VE YATANLAR





            Bir süre önce Antalya il merkezinde, Türkiye ve kardeş ülkelerden 328 Yörük Türkmen derneği, federasyon, konfederasyon, birlik yada vakıf temsilcisi 3 üncü uluslararası Yörük Türkmen Çalıştayında bir araya geldi.  8 Şubatta başlayan çalıştay 11 Şubatta sona ererken üzerinde çalışılan konular, ortaya konulan sorunlar, çözüm önerileri ve alınan kararlar Türkiye ve dünya ekseninde Yörük Türkmen Hareketinin dünü, bu günü ve geleceği konusunda çok ciddi sonuçlar ortaya koydu.
            Şurası unutulmaması gereken bir husustur ki; Yörük Türkmen Hareketi dediğimiz olgunun temeli Türk Kültürüdür. Unutulmaya yüz tutmuş konar göçer Yörüklerin gelenek, görenek, anane ve Töresinin yaşatılması amacıyla kurulan dernekler artık bu hareketin asli çıkış noktasının kadim Türk Kültürü olduğu konusunda hem fikirlerdir. Şöyle ki; ister Urfa’da, ister Bursa’da, Söğüt veya Antalya’da, Burdur ya da Diyarbakır’da yaşatılan bu kültürün birbirinden hiçbir farkı olmadığı yapılan her üç çalıştayda da net bir biçimde ortaya konulmuştur.
 2016 yılında yaptığımız ilk çalıştayda Yörük ve Türkmen olarak ikiye ayrılan kesimin gerçekte bir kavram karışıklığından dolayı bu halde olduğu, aslında Kızılırmak nehrinin doğusunda kalan Türk unsurların ne kadar Türkmen ise batısında kalanlarında aynı şekilde Türkmen oldukları, batısında Yörük olarak adlandırılanların ne kadar konar göçer ise doğusunda kalanlarında o kadar konar göçer Yörük oldukları bizzat bilimsel olarak ispat edilmiş ve tebliğ olarak tarafımca çalıştayda okunmuştu. Yine 2016 çalıştayında Yörük Türkmen Kültürünün Orta Asyadan bu yana süre gelen kadim Türk Kültürünün bu gün yaşayan en diri hali olduğu katılımcılara anlatılmıştı.
 Elbette 2016 çalıştayı yapılırken bu satırların yazılması kadar kolay yapılmadı. Uzun süredir kafamı kurcalayan Yörük Türkmen Hareketinin bilimsel bir şekilde araştırılması, tartışılması ve bir temele oturtulması fikrimi 17 Kasım 2015 tarihinde  ziyaretime gelen Türkiye’nin ilk Yörük Türkmen Derneğini kuran gönül insanı ve bu hareketin ilk ateşini yakan kişi olan Antalya Yörükler Derneği Başkanı Abdullah Duman beye açmıştım. Duman başkan heyecanla karşılamıştı bu fikrimi. Nasıl yapabiliriz konusundan neler yapabiliriz konusuna gelmiştik bir anda. Fikir güzeldi, önemliydi de aynı zamanda. Çünkü şimdiye kadar pek üzerinde durulmayan Yörük Türkmen Kültürü ciddi anlamda bizzat bu kültürü yaşayan ve yaşatanlar tarafından ele alınacaktı. Duman başkan; bana bu çalıştayın konuları üzerinde çalışmamı söylerken, kendisi bu işi destekleyecek kişi ve kuruluşları bulacağını söylüyordu. Ben o gece sabaha kadar uyuyamadım sevinç ve heyecandan. Gerçekten çok heyecan verici bir şeydi bu iş.
Çalıştayın ana konularının tespiti hakikaten çok zorlu bir sürecinde başlangıcını teşkil etti. Evet; belki görünende basit bir şeymiş gibi görünen ama denenmemişin denenmesi, yapılmamışın yapılması insanın üzerinde büyük bastı yaratıyordu. Şimdiye kadar şenlik yada şölenlerde bir araya gelmiş Yörük Türkmen derneklerini böylesine büyük bir organizasyonda bir araya getirmek, gördükleri sorunlar ve çözüm önerilerini toplamak, daha da önemlisi bir yol haritası çıkarmak çok zordu. Bu süreçte bizzat kendim, Abdullah Duman, Halil Yılmaz ve Mehmet Duman epeyce ter dökmüş, yol haritası çıkarmak için sabahlara kadar konuşmuştuk.

Resim altı not: Kudret Harmanda, Ümit Uysal ve Abdullah Duman
İlk Çalıştayın yapılmasında Muratpaşa Belediyesinin kadirşinas Başkanı Yörük çocuğu Ümit Uysal beyin emek ve katkısı asla unutulamaz. Gazipaşalı öğretmen bir babanın ve Serikli bir ev hanımının evladı, yetiştiği çevrenin sorunlarını en iyi bilen insanlardan birisi olan saygıdeğer başkan Uysal, Yörük diyarı Antalya’nın böyle büyük bir organizasyona ev sahipliği yapmasının onuru ve sorumluluğunda bu organizasyonun gerçekleştirilmesi için her türlü yardımı yapmıştır. Kendisine buradan bir kere daha teşekkürlerimi iletmek isterim.
 Gerek Muratpaşa Belediyesinin cefakâr kültür müdürü ve çalışanları, gerekse Antalya Yörükler Derneğinin saygıdeğer başkanı ile yönetim kurulu ve çalışanları gerçekten çok zor bir organizasyonun başarılmasında gecelerini gündüzlerine katarak cansiperane bir şekilde çalıştılar. İlk olmasının yanında bir o kadar da zor bir organizasyonun toplanması, ülkemizde yapılmayan bir oluşumun ortaya konulması hakikaten çok zor ve bir o kadar da yorucu idi. Çünkü bizden başarıdan ziyade başarısızlık, sonuç değil fiyasko bekleniyordu. Zaman son derece kısıtlı, imkanlar sınırlıydı. Buna mukabil çalışmalar hiç durmadan devam etti. Nihayetinde Türkiye Birinci Yörük Türkmen Çalıştayı ve Arama Konferansı 2016 yılının 26 Şubatında Antalya il merkezinde toplandı. 27 ve 28 Şubat tarihlerinde de devam eden çalıştayda ortaya konulan sorunlar, çözüm önerileri ve nihayetinde derneklerin problemleri o güne kadar ele alınmayan, daha doğrusu ele alınması bile cesaret isteyen konuların ortaya yatırıldığı bir çözümleme ve öz eleştiri toplantısı haline dönüştü. Çalıştay adına yaraşır bir şekilde başladı ve nihayet buldu. İlk olmasına karşın istediğimiz sonuçların çok ötesinde sonuçlar almış ve hedefimizin çok daha ötelerine ulaşmıştık.
Yörük Türkmen Kültür Derneklerinin pek çoğunun katıldığı ilk çalıştay sonuçları açısından gerçekten çok önemliydi bizim için. En azından yapılmayanı yapmak cesaretini göstermiş, söylenti olarak bilinen pek çok şeyi bilimsel temellere oturtmuştuk. Bu gerçek bile yaptığımız işin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymuştu.
Elbette bu çalıştay yapılırken perdenin önünde olanlar kadar, gizli kahramanlarda emek sarf etmiş, bazen ayaklarımıza kara sular inerken, bazen de uykusuz günde 1-1,5 saat uyku ile idare etmek zorunda kalmıştık. Hatta hatırlarım; gecenin saat üçünde Abdullah Duman başkanla aç olduğumuzu hatırlayıp çorbacı aramıştık Antalya sokaklarında. Çünkü biz bir kültür hareketinin başarıya ulaşması için gece-gündüz, uykulu-uykusuz, aç-susuz gibi konulara takılmayacak kadar bu davaya mesaisini ve kendini feda eden kişileriz. Biz, bizleri “Beş yıldızlı otellerde Yörükçülük yapıyorlar.” diye eleştiren ama kendileri klavye ve monitör başından kalkamayan kardeşlerimize inat bu davanın nesillere ulaştırılması için görevli sayıyoruz. Bizim davamız beş bin senelik Türk kültürünün gelecek nesillere eksiksiz olarak teslim edilmesi davasıdır. Bizim kavgamız Türklüğün bekası, Türk illerinin mamurluğu ve Türk devletinin inkişafı davasıdır. Bundan dolayı biz kendimizi bu davanın erleri olarak yatanlardan değil, savaşanlardan görüyoruz. Aldığımız sorumluluğun, omuzlarımızdaki yükün farkındayız.
İlkini 2016 yılının Şubat ayında yaptığımız çalıştayımızın ikincisini 2017 yılının Şubat ayında ve nihayet üçüncüsünü 2018 yılı Şubat ayında yaptık.  Temeli Yüksek Türk Kültürü olan Yörük Türkmen Hareketinin gelecek kuşaklara aktarılması için yaptığımız çalışmaların bu kadarla sınırlı kalması elbette düşünülemez. Ancak şunu da belirtmekte fayda görmekteyim ki; basit terimlerle geçiştirilmeye çalışılan Yörük Türkmen hareketi artık bilimsel temellere ve gerçekte hak ettiği yere oturtulmuştur. Bu hareket bütün siyasi görüş ve düşüncelerin çok ötesinde, partiler üstü bir konumda olduğunu göstermiştir. Bu gün üniversitelerde kurulan Yörük Kültürünü Araştırma Merkezleri, Belediyelerin yaptırdıkları Yörük Türkmen Kültür Evleri ve Müzeleri, kamu ya da özel kuruluşlar tarafından yapılan Yörük Türkmen Çalıştayları Antalya’da yakılan ateşin ışığının artık bütün dünya Türklüğünü aydınlattığını göstermektedir.
 Kızıloğuz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün “Güvencim ve Kıvancım” dediği ve mensubiyeti ile gurur duyduğu, Türklüğün temeli olan Yörük Türkmenler de kendilerinin bu ülkenin ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin asli kurucu unsurları olduklarının bilincindedir. Dün 1921 yılının o buhranlı günlerinde bile “Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez.” Diyerek bu milletin asli unsuru olarak gördüğü Yörüklere olan inancını ve güvenini dile getiren Kızıloğuzun bu sözü aynı zamanda bizler için bir vasiyettir. Bizler Kızıloğuzdan aldığımız emanet olan Türkiye Cumhuriyetinin inkişafı için gece ve gündüz durmadan çalışacağımıza söz verdik. Bizler her zaman ve her şartta ülkemiz ve devletimiz için hizmette asla ve kat’a gaflete düşmedik ve daima hazır bulunduk. Çünkü bizler bu milleti, bu devleti ve bu vatanı canımızdan aziz bildik ve çok sevdik! Biz rahat döşeklerimizde yatmayı değil, ülkemiz ve milletimiz için can vermeyi seçtik ve bunu kendimiz için şeref saydık! Bu nedenle kendimizi yatanlardan değil savaşanlardan saydık ve saymaya da devam edeceğiz!


26 Şubat 2018 Pazartesi

KEMALİZM Mİ, İNÖNİZM Mİ?


Şu sosyal medya denilen kökü dışarıda oluşumlar olmasa memlekette ne kadar münevver, ne kadar filozof, ne kadar âlim varmış göremeden terki dünya eyleyecekmişiz.  Şükürler olsun o felakete duçar olmadan sosyal medya sayesinde memleketimin kıyıda köşede kalmış gizli alimlerini tanımak şerefine nail oldum.
            Geçen gün sosyal medya hesabımda bir konu üzerinde fikir beyan eden benden epeyce yaşlı ve tecrübeli bir sayfa arkadaşım; “Kemalizm uydurmadır, aslı İnönizmdir. Gerçekte Atatürkçülük vardır. Kemalizmi İnönü uydurmuştur.” gibi bir söz etti. Şaşırmak isterdim, lakin bırakın şaşırmayı araştırmam gerektiğini, bir fazla okumam gerektiğini anladım.  Çünkü iddialar yenilir yutulur cinsten olmadığı gibi, okudukça aslında bildiğimi sandığım Kemalist Felsefeyi çok da bilmediğimi, aslında Kemalizmin başlı başına bir bilimsel konu olduğunu gördüm.  Peki neydi Kemalizm? Uydurma bir ideoloji mi, yoksa Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş ve varoluş felsefesi mi? Oligarkların ve oportünistlerin dayattığı, Müslüman ahalinin başında Demoklesin kılıcı gibi tutulan bir olgu mu? Kendi neslini yaratan, 10 yılda 15 milyon genci otaya çıkaran yeni bir oluşum mu? Milli vicdan, milli devlet, milli ekonomi, milli kültür adı altında tam anlamıyla yeni bir felsefe mi? Sorular, sorular, sorular… Cevapları bile tek olamayan, her kafaya göre farklı cevapları olan sorular.
            Sözlük anlamı olarak Kemalizm Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve Türk Devrimin ideoloğu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün görüş, düşünce ve ilkelerini benimsemek, onun yolundan gitmek, ilke ve devrimlerine sahip çıkmak anlamına gelmektedir. Bu sözcüğü ilk kullananlar da yabancı yazarlar olmuş, özellikle Türk İstiklal Savaşı esnasında düşman yazarlar ve askerleri tarafından “Kemalin Askerleri” tanımıyla hayat bulmuş bir olgudur. O halde şunu net bir şekilde ortaya koyabiliriz ki; Kemalizm sonradan uydurulmuş bir şey değildir.
Tarihi gelişimine bakıldığında da açık bir şekilde görüleceği üzere; Kemalizm demek Türk Devrimi demektir. Kemalizm demek antiemperyalizm demektir. Kemalizm demek sömürü düzenine başkaldırı, kula kulluk etmeye isyan demektir. Kemalizm demek unutturulmak istenen ve temeli yüksek Türk kültürü olan Türk Milletinin ümmet değil millet olduğunun dünyaya ilanıdır. Kemalizm kuru kuruya bir ideoloji değil, dayanağı Türk kültürü olan bir yaşam şeklidir. Her alanda Türklüğün ve Türk Devletinin varlık kavgasının yaşandığı, Türklüğün yeniden doğuşunun adıdır Kemalizm! Bu gün bazı kesimlerin özellikle ikinci cumhurbaşkanı Mustafa İsmet İNÖNÜ’ye dayandırmaya çalıştığı Kemalizm Felsefesi her şeyden evvel daha Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan var olmuş bir olgudur.  Sivas ve Erzurum Kongrelerinde tam bağımsızlık fikri ile ağırlığını ortaya koymuş, TBMM’nin açılışı ile de millet egemenliğini temel almasıyla ete kemiğe bürünmüştür. Eğer Mustafa Kemal ATATÜRK’ün altı ilkesi dikkatlice incelenecek olursa her bir ilkenin çıkış noktasının millet egemenliği, Türk Milliyetçiliği ve Türk kültürü olduğu net bir biçimde görülecektir. Çünkü Mustafa Kemal daha harp akademileri öğrencisi olduğu yıllarda bile millet egemenliğinden bahsetmiş ve bu nedenle kovuşturmalara bile uğramıştır. Şunu net bir biçimde ifade etmek isterim ki; Kemalizm daha Mustafa Kemal talebe iken şekillenmeye başlamış ve Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte resmi bir hüviyet kazanmıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi Kemalizm ilk olarak yabancılar ve Damat Ferit hükümeti tarafından ortaya atılmış bir terimdir. Kemalistler yada Kemaliler olarak adlandırılan Mustafa Kemal ve taraftarları sözüm ona Anadolu’da Osmanlıya isyan eden Celalilere benzetilmek suretiyle küçük görülmek istenmiştir. Kemaliler tanımı sadece Mustafa Kemal’in askerleri için de kullanılmamış, Kuvayi Milliye hareketi içindeki gruplar içinde kullanılmıştır. İngiliz ve Yunan kayıtlarında ortaya çıkan ve Mustafa Kemal’in askerlerini tanımlayan terim, daha sonraları Mustafa Kemal’in felsefesi ya da ideoloji anlamında Kemalizm adını almıştır. Yani Kemalizm uydurulmuş yada sonradan çıkarılmış bir terim değil, Türk İstiklal Mücadelesi ile ortaya çıkmış bir olgudur. İddia edildiği gibi Kemalizm M.İsmet İNÖNÜ tarafından uydurulan bir ideoloji de değildir. Temeli Mustafa Kemal ATATÜRK ve onun fikirleridir.
Kemalizm tek başına bir terim değil, terimler bütünüdür. Kendiliğinden ortaya çıkmış bir olgu da değildir. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kurduğu devlet, verdiği mücadele, yaptığı devrimler ve bıraktığı ilkeleri hepsi Kemalizmi oluşturan öğelerdir. Kemalizmin dayandığı Atatürk ilkelerinden Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Halkçılık 1927 yılında Türkiye Cumhuriyetini kuran Cumhuriyet Halk Fırkasının ilkeleri olarak benimsendi. 1931’deki III. CHP Kurultayında ise bunlara laiklik, devletçilik ve inkılapçılık da eklendi. Bunlar yapılırken Mustafa Kemal ATATÜRK Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı ve Cumhuriyet Halk Partisinin de genel başkanıydı. Yani İsmet İNÖNÜ ne cumhurbaşkanı, ne de milli şef değildi! Demek ki Kemalizm Felsefesi daha Mustafa Kemal sağ iken kurulmuş ve uygulamaya konulmuştu! Zaten Kemalizmin başkaları tarafından ortaya konulan bir ideoloji olması da imkansızdır. Çünkü Mustafa Kemal ATATÜRK ileride ATATÜRKÇÜLÜK olarak da adlandırılacak olan bu felsefeyi bizzat kendisi kurmuş ve uygulamıştır. Ne Komünizm ne de Faşizme benzemeyen bu yeni ideolojinin kaynağı doğrudan doğruya Türk Milleti ve onun o günkü ihtiyaçlarının ortaya koyduğu gerçektir.
Mustafa Kemal ATATÜRK Türk Devrimini yaparken -bunun tanımlamasında İnkılap kelimesinin kullanılmasındaki yegane amaç Sovyet Devriminden ayırmaktır.- her şeyiyle milletine inanıp güvenerek hareket etmiştir. Yoksa o gayet iyi bilir ki; halkın desteği olmadan hiçbir hareket başarıya ulaşamaz. Mustafa Kemal ATATÜRK Kemalist devrimin amacını açıklarken; “Türkiye bir maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak, ne Batılılaşacaktır. O, sadece özleşecektir.” demektedir. Yani Türk Devriminin amacının Türk Ulusunun kendi köklerine dönmesi, özüne dönerek ileriye gitmesi, muasır medeniyetler seviyesine ulaşırken de başka uluslara, topluluklara benzememesi gerektiğini kesin bir dille ifade etmiştir.
            Sadece Türk Milletinin değil, mazlum ve esir milletlerinde örnek aldıkları Kemalist Felsefe şüphe götürmez bir şekilde Türk Milletinin içinden çıkmış ve hem dünya Türklüğüne ve hem de mazlum milletlere mal olmuştur. Her zaman söylediğim gibi; Ali Rıza Efendi ve Molla Zübeyde Hanımın oğlu Mustafa Kemal Türk Milletinin bir ferdidir, ancak Mustafa Kemal ATATÜRK dünyadaki bütün uluslara, mazlum milletlere aittir! Kemalizm de birilerinin uydurduğu gibi ne İNÖNÜ, ne BAYAR veya başka birisi tarafından değil, bizatihi Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından ortaya konulmuş ve uygulanmıştır. Bu gün 350 milyonluk Türk dünyasının kurtuluş reçetesi de KEMALİZMDİR!

24 Ocak 2018 Çarşamba

KÜLTÜR ELÇİLERİ HORASAN ERENLERİ


Anadolu’da neredeyse her köyde, kasabada ve hatta dağ başlarında bulunan ve “eren” tabir edilen yatır veya evliya mezarları vardır. Bunların hepsinin de farklı farklı hikayeleri bulunur. Ancak hepsinin de ortak bir noktası vardır ki; kime sorarsanız sorun orada yatan bu yatırların yani erenlerin adları Horasan Erenidir.
            Ulu zirveleri, ıssız yol boylarını, ovaları ve ormanları kendilerine mekan tutan bu kişiler Horasan Erenleri adlarını nereden alırlar, nereden gelmişlerdir? Sıkça adını duyduğumuz İran’dan Anadolu’ya,  Balkanlara kadar Türklüğün ve İslam’ın bayraktarlığını yapan Horasan Erenleri kimlerdir? Kökleri kime ve neye dayanır? Nasıl ortaya çıkmışlar ve hangi amaçlarla hareket etmişlerdir? Bu erenlere adını veren Horasan neresidir? Türk ve İslam tarihindeki yeri ve önemi nedir?
            Horasan farsça güneşin yükseldiği yer anlamına gelmektedir. Günümüzde İran devletinin üç  eyaletinin adı olan Horasan, eskiden bugünkü İran, Afganistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan devletlerinin bazı bölgelerini içine alan geniş bir coğrafyanın adıydı.İslam coğrafyacılarının genellikle anlattıklarına göre doğudan Huttel, Gur ve kısmen Sicistan ( Sistan ); güneyden Deştilût ve Kirman ile Rey arasındaki Fars toprakları; batıdan Deştikevîr’in batı kısmı ve Taberistan ile Cürcan; kuzeyden de Türkmenistan’ın bir bölümü, Hârizm ve Mâverâünnehir tarafından çevrilmiştir.
Bu bölgenin bizim için en önemli özelliği tarihin her döneminde yoğun bir Türk nüfusunun burada bulunmuş olmasından dolayıdır.  Horasan bölgesi Halife Ömer zamanında İran’ın fethedilmesinin ardından  Arap ordularının yeni hedefi olmuş, ancak bölgenin  işgali ve Araplar tarafından ele geçirilmesi hiç de kolay olmamıştır. Bir kısmı Halife Ömer zamanında ele geçirilen Horasan bölgesinin İslam orduları tarafından fethi Halife Osman döneminde tamamlanmıştır.
            Türklerin İslamiyet ile tanışmaları Arap  orduları vasıtasıyla olmuştur. Yaklaşık olarak 70 yıl boyunca Türkler ve Araplar arasında savaşlar yaşanmış, birlik olamayan Türk boyları güçlü Arap orduları karşısında mağlup olmuşlardır. Türklere uygulanan baskılar neticesinde İslamiyet’i seçen Türk boyları bu baskıların kalkması veya azalması ile  tekrar eski atalar dinine dönmüşler, hatta Hazar Türkleri sırf Araplara olan hınçlarından dolayı Yahudi dinine geçmişlerdir. Müslüman olmayan Türklere ağır vergiler konulması, Türk ailelerin Arap ailelerle evlerini paylaşmaya zorlanması, Müslüman olmayan Türk kadınlarının ve kızlarının odalık, cariye adı altında köle pazarlarında satılması,  Müslüman olmak istemeyen erkeklerin köle yapılarak Irak, Suriye ve Arabistan gibi ülkelerde satılması ve yeni Müslüman olan Türklere [Mevali-Köle] denilmesi de Türklerin Araplara ve dolayısıyla İslam dinine mesafeli olmalarına neden olmuştur. Bu ve buna benzer yoğun Arap baskıları Türk boyları arasında İslamiyet’in hızla yayılmasını engellemiştir.
            Yukarıda anlattığımız nedenlerle uzun yıllar boyu Türk ve Arap ilişkileri çok sancılı bir süreçten geçmiştir. Ancak bazı nedenlerden dolayı bu sancılı ilişkiler gün gelip ortak düşmanlara karşı işbirliğine dönmeye başlayınca bu defa da Maveraünnehir ve Horasan bölgesindeki Türklerin hızla Müslümanlaştıklarını görmekteyiz. Yeni din ile ortaya çıkan yeni akımlar da Türk boyların arasında yaygınlaşmaya başlamıştır.
Türk tasavvuf tarihine bakıldığı zaman Sufilik geleneği olarak adlandırılan akımın Türkistan Sufiliği, Horasan Sufiliği ve Rum yani Anadolu Sufiliği olarak üçe ayrıldığını görmekteyiz. Türkistan Sufiliği dediğimiz akım ilk olarak Batı Türkistan’da ortaya çıkmıştır. İlk sufiler keşif sahibi insanlardı, mala mülke değer vermezler, bazen çıkınları bile olmadan gezer ve gittikleri yerlerde insanları dini yönden aydınlatırlardı.
Horasan sufiliği dediğimiz akımın öncüsü daha doğrusu kurucusu Hace Ahmet Yesevi’dir. 1093 yılında Sayramşehrinde doğan ve 1166 yılında Yesi köyünde vefat eden Hace Ahmet Yesevi, babası İbrahim Şeyh ve Arslan Baba'dan tasavvuf eğitimi aldı ve hocasının ölümünden sonra Yusuf  Hemedani'nin yanında eğitimini tamamladı.
İslam ile tanışmaları esnasında Türkler kendilerine dayatılan Arap kültürü ile adeta bunaltılmıştır.  Özellikle  Emevi halifeleri ve komutanları Türkleri zorla Araplaştırma çabasına girişmişler, İslam adı altında Arap yaşam tarzını Türklere dayatmışlardır. Arap ve Fars kültürlerinin Türk Milletine dayatılması Hace Ahmet Yesevi tarafından fark edilmiş talebelerini halkın içine salarak geleneksel Türk kültürünün yaşaması için gayret göstermiştir. Özellikle kendisinin yazdığı ve daha sonra Divan-ı Hikmet adıyla kitaplaştırılacak olan şiirlerini halk meclislerinde okutturmuştur. Hace Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri yoğun bir kültür emperyalizmi yaşayan Türkler arasında düşünce, dil ve inanç birliği konusunda adeta birleştirici bir etki oluşturmuştur.
 Türkistan'da faaliyetlerini sürdüren Ahmed Yesevî'nin yolu zamanla Yesevîlik adını aldı. "Horasan Okulu" olarak da adlandırılan tasavvuf akımının en önemli temsilcisi olan Hace Ahmed Yesevî'den adını alan Yesevîlik yolu, Türklere İslâm'ı ve dervişliğin yollarını öğretmeyi amaçlamıştır. Bunun için İslâm inancını, Türk gelenek, inanç ve yaşam tarzı ile sentezleme yolu seçilmiştir. Diğer bâzı âlimlerin yaptığı gibi kendisini belli bir alana hapsetmeyip inandıklarını ve öğrendiklerini yerli halka ve göçebe köylülere onların kendi anlayabilecekleri bir lisan ve alıştıkları yöntemlerle anlatmaya çalışmıştır.Mensup olduğu Türkmen toplulukların duygu, düşünce ve eğilimlerini çok iyi bilen Hace Ahmet Yesevi, eski Türk inanç sisteminin pek çok unsurunu yaşamakta, yaşatmakta ve İslam’la bütünleştirerek farklı şekiller altında sürdürülmesi için yeni yollar geliştirmekteydi. Sadece bulunduğu çağa ve coğrafyaya değil, çağlar ötesine ve sınırların dışına hitap eden Hazreti Piri Türkistan Hace Ahmet Yesevi Ata yetiştirdiği ve kaynaklarda 96 bin olarak yazılan talebesini özellikle Türklerin yoğun olarak yaşadığı yerlere göndermiş, onun ölümünden sonra da öğretisini devam ettiren talebeleri Horasan Erenleri adını alarak Türk Milletinin içinde ayrı bir yere sahip olmuşlardır. Ahmed Yesevi'nin müridleri ve takipçileri ölümünden önce ve ölümünün sonrasında, 12. yy ortalarından itibaren diğer bölgeler gibi Anadolu'ya da gelerek görüşlerini yaymaya devam ettiler. Anadolu'nun Türkleşmesinde büyük emekleri geçmiş olan Horasan Okulu, yetiştirdiği birçok alimi dağınık Türkmen aşiretlerine yollamış, bu alimler de devlet ve millet olma kavramlarının içini doldurmak için çalışmışlardır. 
Horasan Okulundan çıkan Yesevilik çıktığı Türkistan’dan dalga dalga bütün Türk yurtlarına ulaşmış, Kıpçak yurtlarından Azerbaycan’a, Anadolu’ya, hatta Hindistan’a kadar yayılmıştır. Bu inanç kültürünü bu kadar geniş bir coğrafyaya ulaştıranlar ise Horasan Erenleri olmuştur. Anadolu Selçuklu sultanlığı zamanında Abdalan-ı Rûm olarak adlandırılan bu dervişler Osmanlının kuruluşunda da aktif olarak rol oynamışlardır. Mesela pek çok efsaneye konu olan Sarı Saltuk –ki kendisinin tahta kılıçla cihat ettiği rivayet edilir.- daha Anadolu Selçuklu Devleti zamanında Balkanlara geçerek adeta  Osmanlının fütuhatına zemin hazırlamıştır. 
Hace Ahmet Yesevi tarafından yetiştirilen ve halk arasında kendilerine Horasan Erenleri denilen bu dervişlerin  her türlü meslek kollarında çalıştıklarını görmekteyiz. Değirmenci, demirci, aşçı, nalbant, debbağ, çoban ve benzeri meslek kollarında gördüğümüz Horasan Erenleri aynı zamanda Ahiyanı Rum, Anadolu Ahiliğinin (Anadolu Esnaf Birliğinin)de kurucularıdır. Sulucakarahöyük’te tekkesini kuran Hace Bektaşı Veli’de bir Horasan Ereni olup, Hace Ahmet Yesevi’nin talebesi ve halifesi Lokman Perende’nin halifesidir. Hace Bektaşı Veli’nin bir diğer adı Hünkar Hace Bektaşı Horasani’dir. Moğolların Anadolu ve İslam beldelerini işgalleri esnasında en büyük direnişi gösterenler temeli Horasan Erenleri olan Rûm Abdalları olmuştur. Bu dervişler özellikle devlet otoritesinin bitme noktasına geldiği işgal yıllarında halkı teşkilatlandırmışlar; kurdukları gizli gerilla teşkilatları ile Anadolu Türklüğünün bitmesinin önüne geçmişlerdir. Kendisi de bir Horasan Ereni olan Ahi Evran yani Şeyh Nasırettin Mahmut el Hoyi’nin eşi Fatma Bacı’da kurduğu Bacıyanı Rum (Anadolu Bacı) teşkilatı ile Anadolu kadınlarını, gerektiğinde düşmanlara karşı vatan savunmasında eşlerinin yanında mücadele etmesi ve gerektiğinde de kültürde, sanatta, edebiyatta, sosyal ve ekonomik alanlarda kalkınıp gelişmesini sağlamak için teşkilatlandırmıştır. Anadolu Kadınlar Birliği, kadınlar arasındaki yardımseverliğin, konukseverliğin, doğruluk ve merhametliliğin gelişmesine katkı sağladığı gibi Türk dilinin, Türk kültürünün ve İslam anlayışının kadınlar arasında yayılmasını hızlandırılmıştı.
Anadolu Kadınlar Birliği, Ahilerin kadınlar kolu olarak yetim ve kimsesiz genç kızları himayesine almış, onların eğitimlerinden, ev-bark sahibi olmalarından sorumlu olmuşlardır. Bunun dışında kimsesiz ihtiyar kadınların bakımı, genç kızların evlendirilmesi gibi birtakım sosyal hizmetlerde bulundular, maddi sıkıntı içinde olanlara yardım elini uzatmışlardır. 
Müslüman bir Türkü diğer Müslüman milletlerden ayıran en önemli özelliği akıl, mantık, bilim ve felsefeyi bilmesi ve kullanmasıdır. Aklının ve mantığının kabul etmediği, yaşam felsefesine uymayan, bilimin sorguladığı hiç bir şeyi Müslüman bir Türk'e kabul ettiremezsiniz! Çünkü bir Türk Allah’ı dahi aklı ile arar. İşte Hace Ahmet Yesevi'nin kurduğu Horasan Erenleri ekolü budur. Yani her şeyden evvel körü körüne birilerine yani şeyhlere, mollalara inanmak değil, aklı ve mantığı ile dinin gereğini yapmaktır.
Yüzyıllar boyunca Türklüğün varlığı için mücadele vermiş olan Horasan Erenleri yada Anadolu’daki adıyla Abdalanı Rum, Bacıyanı Rum ve Gazayanı Rum  teşkilatlarının  bu günkü uzantıları ülkemizin dört bir yanına yayılmış olan Yörük Türkmen Dernekleri ve onların gönül erleridir. İster Bektaşi, ister Sünni hangi mezhebe dahil olurlarsa olsunlar Yörük Türkmen Dernekleri Horasan Okulunun devamıdırlar. Çünkü bu dernekler bin yıl öncesinde olduğu gibi bu gün de Türklüğün varlığı, Türk devletinin ebedi müddet olmasını temel ilke edinmişlerdir.        


25 Aralık 2017 Pazartesi

AKLINI KULLANMAK

Gerçek milliyetçilik salt kendi ırkını, devletini, ülkesini sevmek ve ona çalışmak değildir. Gerçek milliyetçilik; daha yaşanabilir bir dünya için çalışmak, bütün insanların derdine çare olabilmek, insanları inanç, dil, din, ırk, mezhep yada başka şekillerde tasnif ederek değil, iyi ve kötü olarak ayırabilmektir. Kısacası, ne hayal peşinde koşmak, ne de olmayacak duaya amin demektir. Kendinden olmayanı ötekileştirmek yerine, onu olduğu gibi kabul etmek ve hatta kazanabilmektir.
Bu ülke çok değil 37 sene önce her gün kardeş kanının döküldüğü bir yerdi. Kim neyi savunuyordu? Milliyetçiler sözüm ona Sovyet güdümünde kendilerine silah sıkan solcuları (sonradan anlaşıldı ki Sovyetler beş kuruş yardım bile etmemişlerdi.) vatan millet aşkına vururken, solcular Amerikan çıkarlarına hizmet ettiğini söyledikleri milliyetçileri emperyalizme uşaklık ettikleri için öldürüyorlardı! Her iki tarafında tek bir sloganı vardı; TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE! Hakikatte ise durum çok farklıydı. Bir yanda solcu bir genci vuran silah, öbür yanda sağcı bir genci de vuruyor, ölenlerin ismi yada fraksiyonu farklı olsa da öldürenlerin amacı tek ve net bir biçimde ortaya konuluyordu; KAOS İÇİNDE FAKİR BİR TÜRKİYE!
Gün gelip insanlar gözlerindeki at gözlüklerini çıkarınca, dünyanın sadece beyaz ve siyahtan oluşmadığını görünce, aslında düşmanın ortak ve tek, kendilerinin ise kullanıldıklarının farkına vardılar. Ama iş işten geçmiş, kaos yılları binlerce insanımızın canına  mal olmuştu.
Birilerinin yüz yıllardan beri süre gelen planlarını bozan Kızıloğuz Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları temelleri sağlam bir devlet, inançlı kadrolar ve hak ettiği yere gelmek isteyen bir millet ile dünyada başarılamayan, daha doğrusu denenmeyen bir şeyi yapmışlardı. Öyle ki; yanmış yıkılmış bir ülkeden bayındır bir ülkeye, tebaadan millet olan bir topluluğa,  geride kalmışlığı kader olarak görenlere inat, toplu iğne bile yapamaz  durumdaki bir devletten, dünyanın uçak üreten 5 inci devletine gelmek her babayiğidin harcı olmadığı gibi, elbette bu durumun ortaya çıkardığı sonuç kadim düşmanlarımız tarafından da dikkatle izlenecek ve gerekli tedbirler alınacaktır.
Genç Türkiye Cumhuriyetinin yaptığı atılımlar özellikle bu bölgede gözü olanlar tarafından dikkatlice takip edilmiş, bu devletin ileride başlarını ağrıtacağını bildikleri için inanç yada ırk  merkezli sorunlar çıkartılarak ülkenin karışıklık içinde olması istenmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında çıkartılan bazı isyan ve ayaklanmalar tesadüfi olaylar değildir. Bizzat İngiltere ve bağlaşıklarının desteklediği, isyancılara doğrudan silah ve para vererek çıkarttıkları karışıklılardır. Oysa Türkiye’nin o yıllarda en büyük derdi milli kalkınma ve diriliş hareketidir. Bunu gerek Atatürk’ün söylev ve demeçlerinde, gerekse yapılan devrimlerde açık bir şekilde görmek mümkündür. Ona göre savaş neticesinde kazanılan zaferler iktisadi zaferlerle taçlandırılmadığı sürece kalıcı olamazlar. Bundan dolayıdır ki; daha zafer kazanılmadan toplanan maarif kongresi (15-21 Temmuz 1921) ve  devletin şekli bile ilan edilmeden toplanan İzmir İktisat Kongresi, (17 Şubat-4 Mart 1923) yeni kadroların hiç de yabana atılacak kişiler olmadığını göstermiştir.
Atatürk yaptığı devrimlerde halkın doğrudan yer almasını zaruret olarak görmüştür. Çünkü ona göre “Halkın tabanına yayılmayan bir uygarlık sahtedir, kandırıcıdır. Türk Devrimin temeli yüksek Türk Kültürüdür.” Gazi Mustafa Kemal’in ebediyete intikalinden sonra da devam ettirilmesi gereken Türk Devrimi ne yazık ki Cumhuriyeti kuran kadroların arasında çıkan sorunlar nedeniyle devam edememiş, dünyanın buhran içinde geçirdiği dönemlerde bile yüksek kalkınma hızı ile iktisat ve ekonomi derslerinde konu olmuş Türk İktisadi Kalkınması durma noktasına gelmiştir.
Özellikle Atatürk’ün vefatından sonra Türkiye’de belirgin bir siyasi ayrılık görülmektedir. Bir yanda yükselen Alman faşizmi ve onun hayranları, öte yanda Sovyet Komünizmi ve ona hayranlık duyan sözüm ona romantik sosyalistler, diğer yanda ise her iki kanadı da izleyen Milli Şef İnönü ve hükümeti. Temelinde bazı şair ve yazarların da gazete ve dergilerde şiddetli atışmalarının yattığı sağ-sol çatışması tam da bu yıllarda başlamıştır ülkemizde. Meşhur şair ve yazarların atışmaları gerek üniversite ve gerekse lise gençliğinde hararetli taraftarlar da toplamış, iş nümayişlere kadar gitmiştir. Aslına bakıldığında çok derin ayrılıkların olmadığı bu kırılmalar ileride çok daha büyük kırılmalara ve hatta kopmalara kadar gitmiştir. Oysa temelde tek bir sorun vardır; egemen devletlerin yeni oyun sahasının artık Ortadoğu olduğu ve güçlü bir Türkiye’nin bu coğrafyada istenmediği gerçeği! Çok partili hayata geçişimiz artık aradaki siyasal çatlakların iyice derinleştiği zamanlardır. CHP ve DP arasındaki gerginlikler memleket geneline de yayılırken, kanaat önderlerinin çabaları da hep boşa gitmektedir. Neticede gelinen noktada 1957 olayları ve ardından 1960 darbesi toplumun bünyesinde artık kapanmayacak yaraların açılmasına neden olacaktır.
Türkiye artık iyice birileri tarafından dizayn edilmeye başlanmış, gençlik karşı karşıya getirilir olmuştur. 1960’lı yılların sonlarında ortaya çıkan olaylar ve ardılı 12 Mart muhtırası neticesinde gelinen nokta; birilerinin eline fırsat geçtiğinin resmidir aslında. Bir yanda Komünist Rusya’ya karşı ülkeyi savunan milliyetçiler, öbür yanda Amerikan emperyalizmine karşı memleketi korumaya ant içmiş solcular… Ama ne hikmetse ölen de, yaralanan da, sakat kalan da bizim çocuklar! Basılan okullar, yakılan araçlar, kundaklanan evler, bombalanan sinemalar, grev yapılan fabrikalar ne Washington’da, ne Moskova’da, ne Londra yada Paris’te; hepsi de bizim öz yurdumuz, tek vatanımız Türkiye’de! O halde mesele ne? Yada çözülemeyen konu ne? Üleşilemeyen, paylaşılamayan zenginlik nerede? Sokaklarda ne Amerikan ordusunun, ne Sovyet Kızıl ordusunun askerleri değil, Anadolu ve Trakya’nın yanık tenli, kavruk Mehmetleri vardı!  Maraş, Çorum, Sivas, Malatya gibi yerlerde katliamlar yapılırken  kime hizmet ediliyordu? Sovyetlere mi? İngilizlere mi? Çine mi? Amerikaya mı? Yoksa hepsine birden emperyalizme mi?
12 Eylül darbesini getiren aslında sağ-sol çatışmasından ziyade; birbirini dinlemek, anlamak ve karşısındaki ne düşünüyor diye merak etmek zahmetine katlanamayan bir zihniyettir. Birbirimizi dinlemek, derdimizi bölmek yerine ötekileştiren bir yabanilik ve bencillik çerçevesinde öz kardeşini düşmanı olarak görmek acaba neyin nesidir? Hangi üleşilemeyen bir servetin yada durdurulamayan bir kan davasının sonucudur? Oysa gerçekte karşımızdakini dinleme zahmetine katlansak, en azından kendimizi onun yerine koysak ne kaybederiz ki?
Aslında çok şey kaybederiz karşımızdakini dinlersek; kinimizi, nefretimizi, ülkemizdeki ve dünyadaki sefaleti, insanın insana zulmünü, çocuk ölümlerini, ilaçsız kalan insanların ölümlerini, güçlülerin zayıflara ettikleri eziyetleri, fakirliği, muhtaçlığı… Ondan dolayı dinlemek, anlamak ve düşünmek gelmez işimize. Oysa aynı sosyal çevrenin, aynı şehrin, aynı ülkenin ve gezegenin insanları değil miyiz?  Hangi rezidanstan çıkar sosyalist yada milliyetçilerin cenazeleri? Hangi zengin semtinde birbirine silah sıkar o semtin çocukları? Oysa düşmanımız bir değil mi? Bizi birbirimize düşürerek kanımızla beslenen emperyalizm için ölen kim olursa olsun kendinin yaşaması esas değil mi? Dün Arap baharı denilerek Kuzey Afrika ve Orta Doğuyu kan gölüne çevirenler aynı düşmana hizmet edenler değil mi?
Bu gün ülkemizin ve içinde bulunduğumuz coğrafyanın en tehlikeli düşmanı ne Amerika, ne İngiltere, ne Çin yada Rusya veya Almanya değil; kendi içimizde yaşattığımız ve kinimizle beslediğimiz ötekileştirme ve kendimizi her konuda haklı görmedir. Lütfen düşünelim, aklımızı kullanmayı öğrenelim. Biz birbirimizi düşman yerine koyduğumuz sürece düşmana ihtiyacımız olmayacaktır. Unutmayalım; her canlı akıllıdır, ama gerçek akıllı olanlar aklını kullanmayı bilenlerdir!