3 Eylül 2015 Perşembe

KURANSIZ İSLAM


Kuransız İslam olur mu? Allah kelamı olmadan, Allah’ın ilahi yasalarının yazılı olduğu Kuran olmadan İslam olur mu? Hazreti Muhammed Müslüman inancına göre Allah’ın insanlığa gönderdiği son peygamberdir, o halde Onun sünneti olmadan İslam olur mu?
Denilir ki, İslam geldi bütün dinler batıl (Allah katında geçersiz) oldu. Peki bu gün yaşanan nedir? Allah’ın kitabı, peygamberi olmadan yaşanan hangi dindir? Barış dini İslam nasıl bir anda sapık ideolojilerle anılır oldu? Sevginin ve kardeşliğin salık verildiği bir din nasıl oldu da terörizmle anılır oldu? Sorular uzayıp gidiyor…Cevaplar ise soruların çokta uzağında değil.
Evvel emirde bu soruları sorduran neyse, cevabı da onda gizli. İslam alemi ne zaman ki kutsal kitabının ilk emri olan “Oku!” ve peygamberinin “İlim Çin’de dahi olsa gidip alınız!” emrini unuttu, hayatından Allah’ın kitabını, Resulünün sünnetini çıkardı. İşte o gün kutsal kitabının “Allah’ın üzerinizdeki nimetini, size kendisiyle öğüt vermek üzere indirdiği kitap ve hikmeti hatırlayıp, düşünün”(Bakara-231) ve Allah Resulünün "Ey kızım Fatıma! Babam Peygamber diye güvenme Rabbine karşı kulluk vazifeni yap, Eğer Allah’tan nefsini satın alamazsan vallahi ben bile senin namına hiçbir şey yapamam!” (Müslim, İman,89, Hadis no:351) sözlerini bir kenara itti, dinini başkalarının isteği üzerine yaşamaya başladı. Peygamberin kızı olması bile kurtaramaz dediği evladına verdiği nasihati unutan İslam alemi, kurtuluşu şıhların, şeyhlerin ve tarikat liderlerinin iki dudağı arasında aramaya başladı. O vakit beğenmediğimiz ve her zaman orta çağ karanlığında dediğimiz batı alemi bilim ve teknolojide üstünlüğü ele geçirdi. Kimsenin suçlu aramasına gerek yok. Suçlu muskadan, nefesten, şıhların şefaatinden medet uman anlayıştır. Bilim ve teknolojide altın çağı yaşayan İslam coğrafyası bu gün savaşlar, karışıklıklar, kan ve göz yaşı ile anılıyorsa bunun tek suçlusu yine İslam dinini bilmeyen Müslümanlardır!
İslam alemi kendisine gönderilen Kuranı okumak, idrak etmek ve anlamak zorundadır. Yoksa bu coğrafyada kan ve göz yaşı kıyamete kadar dinmeyecek, Müslümanlar emperyalistlerin oyuncağı olmaya devam edecektir. Kökü dışarıda terör örgütlerinin avı olan gençler kim ve ne için öldüklerini bilmeden ölmeye devam edeceklerdir. Düşünün; yüz yıldan bu yana dünyada en fazla kıyım İslam coğrafyasında yaşanmakta, Müslümanlar adeta birbirini boğazlamada yarışmakta. Sözde İslam adına cihat için ortaya çıkan sözüm ona İslamcı(!) oluşumlar ne hikmetse Müslüman kanı dökmekte, cihat yaptığını söyleyenler karşı olduklarını söyledikleri gayrı müslim devletlerde bırakın eylem yapmayı mantar tabancası bile patlatmamaktadır!
Yazdıklarımdan terörü hoş gördüğüm anlamı çıkartılmasın, asla! Hiç bir canlının bir başkasının hayat hakkına kastını asla hoş görmem. Ancak sözde İslam adına çıktığını söyleyen terör organizasyonları cahil Müslümanların kanı üzerinden beslenirken, neden cihat ettiklerini söyledikleri kafir devletlerde varlık göstermez de hep dökülen Müslüman kanı olur onu sorgularım. Nedeni gayet açık ve nettir; Allahın kitabını, Onun resulünün yolunu terk etmek, Allaha inandığını söylerken Allahı unutmak, peygamberin yolundan gittiğini söylerken onun felsefesini bilmemek, İslam dininin hakiki anlamını bilmeden şıhların telkini ile hareket etmek, Müslüman olduğunu söylerken okunan Kuranı bile anlamamak… Bütün bunları üst üste koyduğunuz zaman sözde İslam adına kan dökenlerin neden ve nasıl beslendiklerini ve kimlere hizmet ettiklerini gayet iyi anlamaktayız.
Gerçek dinini bilen, İslamın felsefesini tam olarak idrak eden hiçbir kimse eline silah alıp bir başkasının canına kıymaz. Asıl can alıcı mesele buradadır. Biz dinimizi Allahın ve Resulünün getirdiği anlayışa göre değil, bu işin ticaretini yapanların direktiflerine göre yaşıyoruz. Bunun neticesinde de İslam coğrafyasında kan ve göz yaşı dinmiyor.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, Türk Milletinin yüz yıllar boyu akıl ve mantık dini İslamı sırf birilerinin telkini ile yaşadığını gördüğü için 1924 yılında 29 merkezde İmam Hatip Okullarını açtırmış, bu okulların öncelikli müfredatı olarak yabancı dil ve bilim dersleri konulmasını istemiştir. Çünkü Gazi Mustafa Kemal ve Cumhuriyeti kuran kadronun 31 Mart gibi gerici bir ayaklanmanın sonuçlarını görmesi, din eğitiminin bilimsel temellere oturtulması gerektiğini bilmesine yetip artmaktadır. Atatürk inanç konusunda da aydın fikirli din adamlarının toplumu yönlendirecek kişiler olduğunun bilinciyle hareket etmiş, açtırdığı İmam Hatip Okullarının başına aydın görüşlü deneyimli eğitimcilerin getirilmesini özellikle istemiştir. 21 Nisan 1924 tarihinde İstanbul Daru’l-Fünûnunun hükmi şahsiyeti hakkındaki kanun ile İstanbul Üniversitesi bünyesinde İlahiyat fakültesi kurulmuştur.
Gazi Mustafa Kemal, Türkiye’nin akıl ve fen ile ilerleyebileceğini her fırsatta dile getirirken, toplumun İslam dinini hurafelerle, dogmalarla değil, gerçek din eğitimi almış akıl ve bilim süzgecinden geçmiş din adamları vasıtasıyla öğrenmesini istemiştir. Sadece Kurtuluş savaşı sırasında 17 bin medrese talebesinin askere gitmediklerini söylersek her halde Atatürk’ün neden din eğitiminin bilimsel temellere oturtulmasını istediğini anlayabiliriz. Türk Milletinin ölüm dirim savaşında bir kolordu kadar kişinin askere gitmemesi demek, sırf bunu Osmanlının talebeler askere alınmaz adetinden kaynaklanması, birde üstüne üstlük medrese hocalarının Gazi Mustafa Kemal’den medrese sayısını arttırmasını talep etmesi durumun vahametini açıklamaya yeter sanırım.
Unutmayın; Allah’ın kitabı Kuran olmadan, peygamberin sünnetleri olmadan, şıhlarla, şeyhlerle, melelerle efendilerle İslam olmaz! Sırf dinimizi akıl ve mantık dairesinde öğrenmemizi istedi diye Atatürk’e düşmanlık etmek, birilerinin gelir kanallarını kapattığı için Atatürk’e dinsiz demek cehaletin dik alasıdır! Bu gün din bezirganlarının yegane korkusu gerçek İslamın öğrenilmesi, Müslümanların kutsal kitapları Kuranı okumaları, anlamaları ve idrak etmelerdir! Çünkü gerçek İslam’ı öğrenen cennete girmek için şıhın eteğine değil, Allahın kitabına sarılacağını bilir!
Allah Türk Milletine dininin kutsal kitabı Kuranı Kerimi okuyup anlama ve ebedi önderi Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün Nutkunu okuyup düşmanlarını tanıma basireti versin!

6 Ağustos 2015 Perşembe

BİRLEŞİK ORTADOĞU PROJESİ


            Bir coğrafya düşünün ki; yüz yıldır hiç suların durulmadığı…insan kanının oluk gibi aktığı…insan hayatının bir tavuk canı kadar değerinin olmadığı…bir damla kanın bir damla petrol etmediği…yüz yıldır kan, göz yaşı ve kaosun hakim olduğu… Ortadoğu; dünyanın göbeği, kutsal kitaplara ve söylencelere göre ilk insanın medeniyetler kurduğu, semavi dinlerin merkezi, çıkış noktası… Tek bir  Tanrıya inandığını söyleyen  ama aynı Tanrı adına 5 bin yıldır kan akıtan insanların coğrafyası. Camideki Ezanın kilise çanlarına, Musevi ilahilerine karıştığı topraklar. Bu topraklar üzerindeki insanların kanına ekmek doğrayan yeni projeler…     
Meşhur BOP yani Bölünmüş Ortadoğu Projesi son sürat devam ederken, Ortadoğu kan gölüne dönmüş, milyonlarca insan sefil ve perişan aç biilaç vatanlarından olurken, taşeron örgütler İslam coğrafyasında tozu dumana katarken Bölünmüş Ortadoğu Projesinin detaylarını araştırırken; yaşadığı çağa değil, gelecek yüzyıllara bile ışık tutan Atatürk acaba Ortadoğu hakkında neler düşünüyordu diye düşünmeden edemiyor insan. Atatürk zamanının tanıklarının hikayelerini okumak, Türkiye Cumhuriyetinin o günün şartlarında izlediği Ortadoğu siyasetini incelemek için kaynaklarımı karıştırmaya başladım. Gördüm ki, bizden özellikle bazı şeyler saklanmış, gösterilmemiş. Sanki Atatürk sadece Türkiye ve batı ile alakadar olmuş ve hiçbir şekilde Müslüman ülkelerle ilgilenmemiş. Hoş, o günkü şartlarda kaç Müslüman ülke bağımsızdı ki? Ama kazın ayağı öyle değil işte!
            Atatürk;  Ortadoğu olarak adlandırılan uydurma İngiliz teriminin kapsadığı coğrafyada Türkiye’nin var olabilmesi için emperyalistlerin buradan çıkıp gitmesi ve bu bölge halklarının kendi kaderlerini tayin etmesi gerektiğini bilen bir liderdi. Çünkü gerek bölge ülkelerinin ve gerekse Türkiye’nin birinci paylaşım savaşında uğradıkları zararın ve açılan yaraların ancak kendi imkanları ile kapanacağını, orada bulunan emperyalistler için insan hayatının hiçbir öneminin olmadığını görüyordu. Ortadoğu ülkelerinin geleceklerini emperyalistlerin insafına bırakmanın hayalcilik olduğunu bilen Atatürk için Ortadoğu kaynayan bir cadı kazanıdır. Emperyalistlerin buradan kendi rızaları ile çekilmeyeceği de aşikardır. “Fransızların, Suriye ve Lübnan'a öyle kolay kolay istiklâl vereceklerinden emin değilim; binaenaleyh biz, hareketimizi onlara da teşmil ederek, kısa yoldan gerek Suriye ve gerekse Lübnan'a özledikleri istiklâllerini temin edebiliriz.'' (1) diyerek bu ülkelerin halklarının Türk İstiklal mücadelesinden örnek almalarını sağlamak gerektiğini belirtmektedir.
            Irak ve Suriye delegasyonu daha Türk İstiklal Savaşı devam ederken Gazi Mustafa Kemal Paşaya gelerek, TBMM ordularının yaptığı ulusal savaşta kendilerine de yardım etmesini istemişlerdir. Buna Gazi’nin cevabı aynen şu şekildedir; “Gücümüz ancak kendimizi kurtarmaya yetecek kadardır; siz de bizim yaptığımızı yapıp, bağımsızlığınızı elde ediniz; bilâhare, Federasyon mu olur, Konfederasyon mu olur, bir örgütte birleşiriz.”(2)  Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK Ortadoğu halklarının emperyalizme karşı uyanık olmaları gerektiğini, parçalı siyasetin bu halkların esareti ve mahvolması demek olduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Özellikle İngiliz ve Fransız  işgal güçlerinin Irak ve Suriye’de halka ettikleri zulüm Türk toplumunda da rahatsızlık yaratmıştır. Çok değil 15-20 yıl önce birlikte yaşadıkları komşularının, soydaşlarının yaşadıkları elbette Türk halkını da, hükümetini de rahatsız edecektir.
 Atatürk Osmanlı’nın enkazı üzerinde kalan ülkelerin bir şekilde istiklallerine kavuşarak birlikte hareket etmelerini, tekrar bir imparatorluktan ziyade federasyon veya konfederasyon şekliyle bir araya gelmelerini arzulamıştır. Ona göre bu coğrafyada başka türlü barış gelmesi imkansızdır. Ayrıca dün birlikte yaşayan Türk ve diğer unsurların yine bir ve beraber olmamaları için bir neden yoktur.
''...ben bu işi yaparken emindim ki, asırlardan beri beraber yaşamış, dindaşlık yapmış insanlar, ayrılamazlar. Yalnız imparatorluğun yarattığı birtakım su-i tefehhümlerin (kötü anlayışların) unutulabilmesi; ve nihayet, beraber yaşamış bu insanların birbirini anlayabilmesi için, muayyen bir zaman geçmesi lâzımdı. (…) fakat bu hakiki güneşin doğduğu günü anlamak için, biz ve dostlarımız, güneşi saymayanların haksız tazyiklerinden mülhem olmak için, daha fazla beklememeliyiz...'' (Suriye Dışişleri Bakanı ile konuşması)(3)
            Ortadoğu ülkelerinin kurtuluşa erebilmesi, halkların huzurlu, bağımsız ve müreffeh olabilmesi için ancak ve ancak milli uyanış ile mümkün olabilecektir. Asıl sıkıntılı mesele ise kazanılan bağımsızlığın korunması ve sürdürülebilmesidir.  Kukla hükümetler ile bunun olamayacağı aşikardır. Dünün galiplerinin buna müsaade etmeyecekleri de yadsınmaz bir gerçektir. Cetvelle çizilen sınırların ne kadar sağlam olacağı, kin ve nefret üzerine inşa edilen hükümetlerin ne kadar adil olacakları, sözde parlamentoların ne kadar demokrat olacakları, silah zoru ile birbiriyle yaşamak zorunda bırakılan  düşman mezhep yada kabilelerin ne kadar kardeşçe yaşayacakları,   siyaset biliminden anlamayan insanlar için bile tahmin edilemeyecek şeyler  değildi. Mustafa Kemal Paşa bu nedenle istiklalini kazanan  Ortadoğu ülkelerinin Türkiye ile birleşmesini açık bir biçimde teklif etmiştir.

            Özellikle kutsal beldelerin yabancı asker çizmesi altında bırakılması gerek Mustafa Kemal Paşa ve gerekse genç Türkiye Cumhuriyetinin idarecileri için onur meselesi olmuş, Ankara mukaddes beldelerin esaretine izin vermeyeceğini dünyaya ilan etmiştir.

“Arapların, Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip bu sözde istiklal kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayanı teessüftür. Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa bir kaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kafi derecede güvenip kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet’in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki, buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. (…) Peygamber’in son arzusu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin (dedelerimizin), Selahaddin’in idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri toprakların yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah’ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur.” (4)
            Atatürk İslam aleminin birleşmesi için azami gayret sarf etmiştir. Bu amaçla kurulan Sadabat Paktı çok güzel bir örnektir. (5)

            Yukarıda anlatılanlardan sanılmasın ki Atatürk ve Türkiye Cumhuriyetinin hedefleri yeniden Osmanlıyı diriltmek, yeniden imparatorluk kurmaktı. Asla!...bilakis Atatürk’ün yegane isteği ezilen ve sömürülen İslam Coğrafyasını bir bayrak altında olmasa bile müstakil ve müttefik  hükümetler şekli ile görmek, ezilen ve sömürülen İslam aleminin Türkiye'nin açtığı istiklal yolunda ilerlemesini, Müslüman  halkın yüzyılların bağnazlığı ile karanlığa gömülmekten ziyade Türk Devrimini örnek alarak kalkınmasıdır. Bunun ne kadar gerçekleştiği konusuna gelince; büyük önderin 10 Kasım 1938 de ki ölümünden sonra Türk Dış Politikasının hangi mecralardan geçtiğine bakmak yeterli olacaktır.
            Emperyalistlerin Ortadoğu ve İslam coğrafyasından ellerini çekmeleri ancak tek damla petrol kalmayınca mümkündür. O halde yapılacak tek şey; Fas’tan Bangladeş’e kadar İslam ülkelerinin ortak bir akılda birleşmeleridir. Bu yapıldığı taktirde  emperyalizmin “Böl. Parçala ve yut!” ideolojisi bu coğrafyada uygulanamaz hale gelecektir. Son yüzyılda ne hikmetse ağıtlar hep Ortadoğu halklarının diliyle yapılırken, kahkahalar İbranice, İngilizce, Almanca ve Fransızca atılmaktadır!
            Türkiye terk ettiği 1938 politikasına acilen dönmek zorundadır. Yoksa bu coğrafyada ne akan kan, ne yakılan ağıtlar durmayacaktır! Bu gün emperyalistlerin dayattığı Bölünmüş Ortadoğu Projesinin (BOP) tek ilacı Birleşik Ortadoğu Projesidir! Bunun için mevcut yönetimlerin hepsinin de ortak akılda buluşması şarttır! Yoksa bu coğrafyada ne akan kan, ne de göz yaşı durmayacaktır.























DİP NOTLAR:
1-Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ten Hatıralar
2-Sadi Borak , 'Gizli Oturumlarda Atatürk'ün Konuşmaları', Çağdaş Yayınlar, 1977
3--Hasan Rıza Soyak, 'Atatürk'ten Hatıralar
4-Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi-1937 (Dahiliye Vekaleti Matbuat Umum Müdürlüğü)
5-8 Temmuz 1937 İran –Tahran (Türkiye, Irak, İran, Afganistan arasında imzalanmıştır.)


27 Temmuz 2015 Pazartesi

HORTLAYAN HAÇLI RUHU

             

          Son birkaç gündür Türkiye Cumhuriyeti silahlı kuvvetleri ülkenin selameti açısından DAEŞ (işid) ve PKK terör örgütlerinin kamplarını vuruyor.  Son 10 gün içerisinde ülkenin dahilinde ve haricinde yaşanan gelişmeler bu müdahaleyi artık “Bıçak kemiğe dayandı.” minvalinde zorunlu kılmıştır.  
            Devletler toplumların huzur, güvenlik ve refahı için kurulmuş organizasyonlardır. Toplum kendi bekası ve huzuru için, kurduğu devleti yönetecek kişileri kendi adına sorumluluğu alması gayesi ile seçer ve parlamentoya gönderir. Bu kişilerin asli görevi devletin işleyişinin sağlıklı bir şekilde yürütülmesidir. Türk kültüründe bir kıstas vardır; “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!”  Bu nedenle Türk devleti halkının güvenliği ve huzur için silahlı kuvvetleri, emniyet güçleri ve bütün adalet organları ile top yekun çalışmaktadır. Çünkü halkın huzur ve güvenliğinde meydana gelecek zafiyet Türk Milletinde “Baba” olarak bilinen devlet otoritesinin bitmesi demektir. Türk Milleti yazılı olan 4200 senelik tarihinde her dönem devlet nizamı kurmuş bir millettir. Bu nizam gereği eşkıyanın devlete ve millete karşı isyanında verilecek tek cevap; devlete ve millete kalkan elin kırılmasıdır. Ulu Başbuğ Mustafa Kemal ATATÜRK şöyle demektedir; "Bir millet kendi kuvvetine dayanarak  varlığını ve bağımsızlığını sağlamazsa şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz." 
            Türk Silahlı Kuvvetlerinin birkaç gündür DAEŞ(İşid) ve PKK kamplarını Hava Kuvvetleri filolarıyla bombalaması medeni(!) batının iki yüzlülüğünün bir kez daha ortaya koymaya yetmiştir. Alman hariciyesi ve şansölye Angela Dorothea Merkel hanım “Türkiye’nin DAEŞ hedeflerine yaptığı saldırıyı memnuniyet verici bulduklarını, ancak PKK kamplarının bombalanmasını anlayamadıklarını, bütün zorluklara rağmen Kürt sorunun çözümü için barış sürecinin devam ettirilmesi için çağrıda bulunduğunu" açıklamaktadır.

İnanın göz yaşlarına boğuldum bu alicenap açıklamalar karşısında! Ne barış sever bir hanımmış şu şansölye Merkel! İnsan değil, melaike! Ama nasıl melaike, Azazil’in kızı melaike…(Azazil,  Adem aleyhisselama emredildiği halde secde etmeyen ve cennetten kovulan meleklerin hocası olan baş melek=İblis) Arkasından Federal Savunma Bakanı Ursula von der Leyen hanım yumurtlamaya başladı. Bayan bakan Türkiye'nin IŞİD'e karşı kendini savunma hakkı ne kadar doğruysa, PKK'yla başlattığı barış yolu da o kadar önemli” demekteler… Müttefiklerimiz hakiki birer melaike! Bazı aklı evvellerde der ki; Almanya bizim 1 inci paylaşım  savaşında müttefikimiz değimliydi? Evet müttefikimizdi Kayzerin orduları. Mehmetçiğin kanına ekmek doğrayacak kadar hem de!

Vaktiyle Fransa reis-i cumhuru François Mitterand’ın eşi vardı, Danielle Mitterand… Nerede Türkiye aleyhtarı bir vaziyet olsa ve nerede ayrılıkçı Kürt hareketi varsa bunların hamiliğini (hamilik ne kelime ANALIK!) yapardı. Çok iyi hatırlarım, bu bayan Mitterand sağ koltuğunun altına ayrılıkçı Kürtleri, sol koltuğunun altına millet-i hain Ermenileri alır, Türkiye’yi uluslar arası arenada mahkum ettirmek için elinden geleni yapardı. Hatta aşağıdaki söz bu bayana aittir. ‘‘Kürtler, bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan'ın ise kalbimde özel bir yeri var. Yıllardır onlar için mücadele ediyorum. Kürtler François'nın cumhurbaşkanı olduğu dönemden bu yana, yaşamımda önemli bir yer tutuyor. Bunun için de artık korkmuyorum ve ulus olarak var olma haklarını savunmaktan çekinmiyorum.’’ (Hürriyet gazetesi-29 Kasım 1998) Böyle bir melaikeydi (!) bu terör anası.

Daha Merkel hanımın açıklamaları bitmeden, Merkel’in dudakları kurumadan  İngiltere mahreçli Times Gazetesinde bir yorum yayınlanmakta; Türkiye’nin güvenlik güçlerine yapılan bölücü örgüt saldırılarının hemen akabinde yaptığı kampların bombalanması olayını Times gazetesinde ki yorumda “DELİLİK” olarak tanımlanıyor ve şöyle diyordu; "Geçtiğimiz 18 ayda sahada Işid’e yönelik en etkili mücadeleyi veren, PKK'ya yakın Suriyeli Kürt güçleri YPG ve Erbil'den yönetilen peşmerge güçleri oldu. Kürt saflarını zayıflatmak sadece IŞİD'in kuzeyde ele geçirdiği yerleri genişletmesine ve gücünü pekiştirmesine, güneyde de Bağdat'a yaklaşmasına yardımcı olur. Bombardıman ayrıca Türkiye'deki Kürtlerle güvenlik güçleri arasındaki ufak boyutlu çatışmaları alevlendirip bunu kanlı ve korkunç bir cehenneme dönüştürebilir".
8 Temmuz tarihinde de ABD başkanı Barack Hussein Obama cevval bir açıklama yapıyor; PKK/PYD güçlerinin Suriye’de Işid ile  savaşta ABD’nin partneri olduklarını ve onlar sayesinde ilerleme kaydettiklerini söylüyordu…Bir başka melaike!

Şimdi birisi kalkıp şunu sorabilir; PKK terör örgütüne operasyon yapan ülkenin adı Türkiye Cumhuriyeti değil mi? Bu Türkiye Cumhuriyeti NATO denilen örgütün üyesi mi? Almanya, Fransa, İngiltere ve ABD isimli ülkeler NATO üyesi ve dolayısıyla Türkiye’nin müttefiki değiller mi? Neden Alman şansölyesi, savunma bakanı, ABD başkanı ve densiz İngiliz gazetesi uluslararası hukuku hiçe sayarak eli kanlı bir terör örgütünü muhatap alıp Türkiye Cumhuriyetini eleştirir? Ellerinde milyonlarca insanın kanı ile yaptığı soy kırımlar daha hafızalarda taptaze olan Almanya'nın, demokrasi havarisi kesilip Nikaragua, Salvador, Afganistan, Irak ve birçok ülkede gerek kendisi ve gerekse kukla diktatörler ile insanlara kan kusturan ABD'nin, dominyonlarında milyonlarca insanın hiç bir hukuka sığmadan hayat hakkını alan, ülkelerin yer altı ve yer üstü tüm zenginliklerini kendi ülkesine akıtan İngiltere'nin Türkiye Cumhuriyetinin meşru müdafaa hakkını sorgulamaları hangi akla, mantığa ve vicdana sığmaktadır? 
            Sorulacak soru çok, verilecek cevap ise tek; hortlayan Haçlı yada Sevrés  Ruhu! Unutmayınız, yıllar yılı Asala terörü ile uğraşan Türkiye, 31 yıldan beri de PKK terörü ile uğraşmaktadır. Ele geçirilen mühimmat, silah ve malzemelerin hangi ülkelerin envanterinden çıktığı gün gibi aşikardır. Amaç bellidir; Ön Asya’da uydu devletçikler yaratmak için en büyük engel olan Türkiye Cumhuriyetini ve Türk varlığını ortadan kaldırmak!  Ne yazık ki Avrupa ve Amerika Türkün süngüsü ile paçavraya çevrilen Sevr Antlaşmasını hala canlandırma sevdasındadır. Türk Milleti dün olduğu gibi bu günde, yarında var olduğu sürece bekası için kendine kalkan elleri kıracaktır. Bunun için şansölyelerin, presidentlerin ne dediği yada ne yaptığı bizi alakadar etmeyecektir.
Türk milleti yine 4200 senedir yaptığı şeyi yapacaktır; düşmanlarının hevesini kursağında bırakacaktır!
Türk Milleti bu gün kendisi ile bağlaşık (müttefik) görünen batının iki yüzlü olduğunu gayet iyi bilmektedir.  Bizim müttefikimiz ne batı, ne Araplar ne de başka bir ulustur. Biz bu coğrafyada var olmak, yer yüzünde Türk adının yaşamasını  istiyorsak; mezhep ve inanç farkına bakmaksızın çelikleşmiş bir irade ile  Türkün birlik ve beraberlik ruhunu diriltmek zorundayız. Bunu başardığımız gün, BÜTÜN TÜRKLER BİR ORDU dediğimiz gün, varlık derdine düşen biz olmayız!

             

30 Haziran 2015 Salı

DÖRT PARMAKLILAR NEREDE?

Güzel Türkistan sana ne oldu?
Seher çağında güllerin soldu
Çemenler berbad, kuşlarda feryad
Hepsi bir mahzun olmaz mi dilşad.
Bilmem niçin kuşlar ötmez bahçelerinde?

            Doğu Türkistan adında bir ülke vardır, bilir misiniz? Duymuşluğunuz var mıdır? Belki Mısır yada Filistin kadar bilmezsiniz, anlatayım size neresidir Doğu Türkistan diye…
Kocaman bir ülkedir burası, 1.828.418 km2 dir. 600 bin kilometre karesi çöldür, 91 bin kilometrekaresi ormandır. Batıda Pamir Platosu’ndan Çin’e kadar uzanan Tanrı Dağları; Doğu Türkistan’ı Tarım Havzası ve Çungarya Havzası, olarak ikiye ayrılır. Tanrı Dağlarının yüksekliği 4.000 metre civarındadır. Bu dağların en yüksek tepesi olan Han Tanrı Tepesi’nin yüksekliği, 7.439 metreye ulaşır. Bu dağların eteklerinde oldukça müsait otlaklar, hayvancılığa elverişlidir.
Tarih boyunca Türklerin yerleştiği bir alan olan Doğu Türkistan;  Çin, Tibet, Moğol ve Türklerin mücadele alanı olmuştur. Büyük Hun kağanlığından bu tarafa Türklerin vatanı olan Doğu Türkistan emperyalist Çin’in daima sömürü hedefinde olmuş, 1750 den itibaren Türk Moğol İmparatorluğunun bitmesiyle bu amacına ulaşmıştır. Çeşitli dönemlerde (kırk civarındadır) çıkartılan isyanlar, Çin yönetiminin her zaman başını ağrıtmış, isyanları bastırmak için insanlık dışı uygulamalara başvurmak Çin devletinin adeta alışkanlığı olmuştur.
1949 yılına kadar halkının %90 ı Uygur Türkü olan bu iç Asya ülkesi, Uygur Türkçe’sinde Şarki Türkistan adıyla anılır. Kızıl Çin tarafından işgal edildiği günden bu güne kadar sistematik bir biçimde burada yaşayan Türk nüfus asimile edilmeye çalışılmış, halk baskı ve zulümle sindirilmek istenmiştir. Öyle ki; Türk erkekleri zorla çalışma kamplarına gönderilirken, Türk nüfus özellikle Çin’in iç bölgelerine sürülmüş, Han Çinlileri Doğu Türkistan’a yerleştirilerek Türkler lehine olan demografik yapının değişmesi devlet politikası olmuştur. Çünkü Çin devletinin korkusu Türklerdir! Eğer Doğu Türkistan’da çığ kopar, bağımsızlık ateşi yanarsa o vakit Çin diye bir devletin kalmayacağını çok iyi biliyorlar! Çin Komünist partisinin başındaki birkaç mutlu azgın azınlık Çin devletinin yıkılması ile 1949 dan beri sürdürdükleri zulüm ve işkencenin hesabının sorulacağını çok iyi bilmektedir.
İşgal edildiği 1949 yılından bu tarafa Doğu Türkistan’da yaşanan insanlık ayıbı daha önceleri faşist Çin yönetiminin baskısından kaçarak kurtulanların anlatımları ile biliniyordu. Ancak 1990 lı yılların sonundan itibaren Hitler’in ruhuna rahmet okutan Çin faşizmi ve işkencesi artık daha net bir biçimde görülmekte, kör, sağır, dilsiz dünya kamuoyu Doğu Türkistan’da yaşananları daha iyi görebilmektedir. Gerçekten Doğu Türkistan konusu ortaya çıkınca dünya kamuoyu üç maymunu oynamaktadır. Nedeni çok basittir aslında; çıkar ilişkisi! Bu gün dünyada medeni(!) olduğunu söyleyen bütün devletler ve uluslar arası örgütler faşist Çin yönetiminin Doğu Türkistan’da yaptığı zulmü gayet net görmelerine rağmen ses çıkarmamaktadırlar.
Kimsenin acısını bir başkasının çektiği acı ile kıyaslayacak değilim. Ancak bu gün yaşananları gördükçe daha iyi anlıyorum ki medeni(!) dünya için sömürülecek halkların haklarına egemen devletlerin tecavüzleri hiç önemli değildir. Çünkü dünya güçlüden yana, güçlünün yanındadır. Hele hele mesele ABD, Rusya, İsrail, Çin, Fransa, Almanya olunca dünya kör, dünya sağır, dünya dilsiz olmaktadır! İsrail Filistin’i bombalarken BM’den tek bir kınama metni çıkmaz, ABD Irak’ta 1,5 milyon insanı katlederken bırakın kınama metnini ağzını açan olmaz, Fransa Ruanda’da 800 bin kişinin ölümünden sorumlu olur kimse bu nedir diye sormaz. Rusya Çeçenistan’ı yerle yeksan eder, kimse bu ne haldir demez!
Örnekler burada sayfalara sığmayacak kadar çok. Dediğim gibi, kimsenin acısını bir başkasının ki ile kıyaslayacak değilim. Ancak; Doğu Türkistan’da sistematik bir biçimde katliamlar yaşanırken (En son aldığım bilgi, oruç tuttuğu için 18 Müslüman Uygur Türkü katledilmiş, Allah rahmet eylesin.) keyfi tutuklamalar, keyfi sürgünler, keyfi kürtajlar yapılırken, Müslüman Uygur kızları ÇKP emri ile tecavüze uğrarken, Müslüman Uygur erkekleri çalışma kampı adı altında toplama kamplarına kapatılıp akibetleri meçhul olurken dünyanın bu kadar sessiz kalması, olayları görmemesi, feryatları duymaması ancak ve ancak kendisine medeni(!) diyen devletlerin iki yüzlülüğünden kaynaklanmaktadır.
Hatırlarsınız, İsrail devleti Filistin’i bombalarken bir kınama metni hazırlanıyor, BM Güvenlik Konseyinin önüne geliyor. Hayret ki; öneriye kabul oyu vereceği sanılan Çin temsilcisi çekimser kalıyor, öneri ABD’nin vetosu ile akamete uğruyor. Tam bu esnada bir bakıyoruz 110 yıllık Uygur lisesi hiçbir gerekçe gösterilmeden ÇKP emri ile kapatılıyor! Medeni(!) dünyadan tık tok! Faşist Çin devleti Doğu Türkistan'da nükleer deneme yapar, ne yeşil barışçılar, ne yeşiller, ne nükleer karşıtları görülmez ortalıkta! Yoksa Doğu Türkistan dünyada değil de uzayda mı? Hakikaten merak ederim bütün bu aymazlık karşsında!

2009 yılında Türkistanlı Uygurlara Han Çinlileri saldırıyor. Mesele nedir? Güya 6 Uygur işçi 2 Çinli kadına tasallut ediyor. Bunun üzerine Han Çinlileri Uygur Türklerine saldırıyor. Faşist Çin rejiminin  resmi açıklaması 2 Uygur Türkü’nün öldüğü şeklinde. Oysa yerel kaynaklar bunun çok daha fazla olduğunu belirtiyor. Olay nerede geçiyor sizce? Urumçi’de mi? Kaşgar, Turfan, Karamay, Gulca? Yarkent veya Hotan? Hiç birisi değil… Olayın geçtiği iddia edilen yer Urumçiye 4054 km uzakta güneyde bir yer; Çin’in Guangdong eyaletinin Shaoguan şehri. Ne alaka diyebilirsiniz; ama devlet eliyle terör illaki Gazze’de olduğu gibi uçakları yada tankları üstünüze salmakla olmuyor! Bazen yerel grupları örgütleyerek de olabiliyor. İleriki günlerde resmi ağızdan böyle bir tecavüz  olayının olmadığı, yalan haber olduğu  resmi olarak açıklanıyor. Bu olayların sonucunda Çin devletinin resmi açıklamalarına göre 197 kişinin öldüğü, 1721 kişinin yaralandığı yolunda açıklama yapılırken Dünya Uygur Kongresi ölenlerin sayısının bin hatta 3 bin civarında olduğu, pek çok Uygur Türkünün devlet eliyle bilinmeyen bir yere götürüldüğü ve akibetlerinin meçhul olduğunu açıklıyor. Peki bütün bu olaylar yaşanırken, medeni (!) batı ne yaptı sizce? Söyleyeyim; derin endişe duydular efendim!

Kahire’de Rabia meydanında Ehvan-ı Müslimin (Müslüman kardeşler) hareketinin liderlerinden Muhammed Biltaci’nin kızı Esma Mısır ordusu tarafından öldürülünce ülkemizde ve  pek çok İslam ülkesinde  dört parmaklı vatandaşlar El Sisi ve darbeci yönetimi protesto etmişlerdi. Bakıyorum Doğu Türkistan ve Uygurlar konusunda bırakın dört parmağı, serçe parmağını oynatan yok ortalıkta! Ne anlı şanlı İKÖ (İslam Konferansı Örgütü), ne Arap Birliği, ne Birleşmiş Milletlerdeki Müslüman misyondan tık yok! Sahi bunların parmakları mı koptu acaba?

Son sözü halk ozanı Arif Şirin'e bırakıyorum;
Konuşsana Müslüman,
Hiç sesin duyulmuyor!
Yoksa Türkmen Türk diye,
Ümmet mi sayılmıyor?


18 Haziran 2015 Perşembe

TÜRK AMERİKAN İLİŞKİLERİ -2-


(İstiklal Harbinde Türk Amerikan İlişkileri)
1919-1922

            Dizi yazımızın ilkinde Osmanlı-Amerikan ilişkilerine değinmiş, 1795-1919 yılları arasında iki devletin ekonomik, askeri ve siyasi ilişkilerini irdelemiştik.
Birinci paylaşım savaşında her ne kadar Osmanlı ve ABD birbirine resmen savaş ilan etmemiş olsalar da fiilen harp etmişlerdir. ABD’nin Osmanlı’ya resmen savaş ilan etmemesinde çok ince bir ayrıntı vardır aslında; misyoner okulları vasıtası ile Protestanlaştırdığı ve Anadolu’da maşası olacak Ermeniler ile misyonerlerinin başına bir akıbet gelmesini istememesi! Sadece ABD vatandaşı olup Osmanlı Devletine geri gelen Ermeni sayısı 70 bin kişidir ki, ABD’nin neden böyle davrandığını açıklamaya yeterlidir. [1] ABD çok sinsi bir şekilde hareket etmiş, Osmanlı’ya doğrudan harp ilan etmemesine rağmen Çanakkale muharebelerinde itilaf devletlerine mühimmat ve lojistik destek sağlamıştır!
Ne kadar garip değil mi? Yüz yıl önceki Amerikan politikası bu gün aynı coğrafyada aynı şekilde devam etmektedir!
Osmanlı 30 Ekim 1918 de Limni adasının Mondros limanında Agamemnon zırhlısında ateşkesi imzalarken Türk Milleti tarihinin en zor dönemecine girmiş bulunuyordu. Ateşkesin hemen arkasından ortaya çıkan durumda Türk Milleti tam bir yol ayrımına gelmişti. Ya sessizce kaderine boyun eğecek; bu coğrafyadan silinip gidecek,  ya da küllerinden tekrar doğacaktı! Çünkü mevcut durum üçüncü bir yolu imkânsız kılmaktaydı.
Türkün son ve ebedi başbuğu Gazi Mustafa Kemal yanındaki birkaç maceracı [!] Türk subayı ve münevveri ile beraber Türk Milli Kurtuluş Harbinin ilk fitilini ateşlerken Türk Milletinin varlığı için sözüm ona İstanbul aydınları[!] kurtuluşu işgalcilerin ve onların işbirlikçilerinin insafında görmekteydiler. Bir kısmı tamamıyla İngiliz idaresine girmeyi savunurken, bir kısmı Amerikan mandacılığını savunmaktaydı. Oysa Türk milletinin kendi iradesinin haricindeki her türlü idare şekli bu milletin hem yapısına aykırı, hem de kendi yok oluşunun nedeniydi! Hoş mandasına girilmek istenenlerinde derdi bu değimliydi? Türkleri Anadolu coğrafyasından söküp atmak, Asya’nın steplerine sürmek değimliydi? [2]
18 Ocak 1919 da açılan ve fasılalarla devam eden Paris Barış Konferansında İngiliz Başbakanı Llyod George Amerika Birleşik Devletlerinin Osmanlı üzerinde manda üstlenmesi gerektiği konusunda bir teklif ortaya atar. Diğer devletlerinde konuyu desteklemeleri, ardından boğazların ve Ermenistan konusunun da aynı teklifin içine katılması ABD başkanının hem kafasını karıştıracak, hem de yıllardır hayali olan Doğu Anadolu’da Ermenistan kurulması için bir fırsat olacaktır. Oysa Llyod George’un amacı çok farklıdır; hem Bolşevik devriminin önüne set çekmek, hem de güneydeki sömürgelerinin petrol yataklarını Amerikan mandası vasıtasıyla koruma altına almak istemektedir!
Wilson beklediği fırsatın doğduğuna inanmaktadır ve bunun için Amerikan kamuoyunun hazırlanması gerekmektedir. Bu sebeple Yakındoğu’daki mandalar konusunu incelemek üzere “King Crane Komisyonu” adı verilen heyeti bu bölgeye gönderir. Bu heyet ABD delegasyonundan Henry Churchill King ve Charles Richard Crane’den oluşmaktadır. [3] Haziran 1919’da İstanbul’a gelen ve “Türkiye Mandaları Komisyonu Amerika Şubesi” olarak tanımlanan bu komisyon, bazı Türk yetkililerle de  görüşerek, hazırladıkları raporu Wilson’a ve müttefiklerine sunmuşlardır. Komisyonun verdiği raporda kısaca özetlemek gerekirse; Kilikya, Ermeni mandasına bırakılacak toprakların dışında kalmalı, Anadolu'ya dahil edilmelidir. Anadolu'dan ayrı, manda altında bir İstanbul Hükümeti kurulmalıdır. Anadolu için ayrı bir manda düşünülmelidir. Yunanlara Anadolu'da toprak verilmelidir. İstanbul, Anadolu ve Ermeni hükümetleri, aynı manda altında toplanmalıdır. ABD, söz konusu yerlerde manda yönetimini kabul etmelidir. [4]
 Görüldüğü gibi ABD’nin ve onun Profesör başkanı Wilson’un Türk milletine karşı niyetleri hiçte dostane değildir! Bu komisyonun hazırladığı rapor İngiliz ve Fransızlar arasındaki anlaşmazlık nedeniyle dikkate alınmayacak ve üç yıl sonra kamuoyuna açıklanacaktır.
Gazi Mustafa Kemal Samsuna çıktıktan sonra ABD başkanı Woodrow Wilson özel temsilcisi General James Gutrihe Harbord başkanlığında bir başka  çalışma grubunu Anadolu’ya gönderiyordu. Asıl amacı Anadolu’da kurulacak bir Ermeni devleti ile Filistin’de oluşturulacak Yahudi devletinin fizibilite raporunu hazırlamak olan bu grubun yaptığı çalışmalar ayrıntılı olarak Wilson’a sunuluyor, bu şartlarda Anadolu’da bir Ermeni devletinin kurulmasının zor olduğu belirtiliyordu! [5] Buna rağmen ABD başkanı Woodrow Wilson doğu Anadolu’da kurulacak bir Ermenistan sevdasından vazgeçemiyordu! Bütün bunların ardından ABD senatosunun Versay anlaşmasını ve Milletler Cemiyeti Paktını 19 Kasım 1919 da ret etmesi Amerikan Mandasının daha başlamadan hayal olması anlamına geliyordu.

Amerikan yönetimi her ne kadar manda konusunda Senatoyu ikna edememişse de, 15 Mayıs 1919 da İzmir’e çıkan Yunan işgal gücüne İngiliz ve Fransız gemileri ile birlikte USS Arizona muhribi ile birlikte 3 Amerikan savaş gemisi eskortluk ediyordu![6]

Sevrés Anlaşması; (Amerikan senatosu ret etmiş olmasına karşın) Türkiye ve Ermenistan arasındaki sınır mevzusunu ABD başkanı Wilson’u hakem tayin  etmiş, Wilson hazırladığı Türk Ermeni sınırını Milletler Cemiyetine Kasım 1920 itibariyle sunduğu sırada  Kazım Karabekir Paşa emrindeki Türk Kolordusu  Ermenistan’a giriyor, Ermenistan’da duruma hakim olan  Bolşevik Ermenilerle Aralık 1920 de Gümrü Antlaşması imzalanıyordu. Bu suretle, Wilson’ın “Ermenistan sınırları” haritası tam bir fiyasko haline geliyordu ve bu sebepten de İngiltere, Wilson’dan bu haritanın açıklanmamasını istemiştir. Wilson’ın “Ermenistan Macerası” da bu şekilde sonuçlanıyordu.
           
            ABD Türk Kurtuluş Savaşında doğrudan müdahil olmamasına rağmen Ermeni ve Rum çetecileri lojistik olarak desteklemekten geri durmuyordu. Görünende Amerikan ticaret kolonizasyonunu koruma amaçlı olarak hem İstanbul’da, hem de Trabzon ve Samsun limanlarında Amerikan donanmasına ait gemiler bulunduruluyordu. Amerika Osmanlı’dan ve dolayısı ile Anadolu’dan kendi namına toprak istememişti ama, geniş ticari imkanlar, yıllar boyu kurduğu misyoner okulları ve bizzat kendisinin ortaya çıkarıp Osmanlı’nın ve dolayısıyla TBMM’nin başına dert ettiği Ermeniler yüzünden Anadolu coğrafyasından kopamıyordu.[7] Aralık 1918 de diplomat Lewis Heck İstanbul’daki Amerikan diplomatik misyonuna  atanıyor, ardından Amiral Mark Lambert Bristol Amerikan Yüksek Komiseri  [High Commissioner]  olarak 24 Ocak 1919 da İstanbul’a geliyor, 28 Ocak 1919 da forsunu çektiği Scorpion yatı Dolmabahçenin karşısına demirliyordu![8]
            Amerikalılar, müttefikleri TBMM orduları ile savaşırken, Anadolu ile ticaret yapmanın yollarını arıyorlardı. Öyleki bu dönemde Anadolu’da bulunan en kolay ticaret malları hep Amerikan menşeli mallardı![9] Burada ister istemez aklımıza meşhur bir tanımlama gelmekte; İngiltere’nin dostları yoktur, İngiltere’nin düşmanları da yoktur; İngiltere’nin çıkarları vardır! Tam Amerika Birleşik devletlerine uyar bir söz!
            ABD ekonomik çıkarlarını koruma adı altında Türk karasularından donanmasını eksik etmiyordu. Özellikle Pontus Rumlarına yaptıkları yardımlar had safhaya ulaştığı için  TBMM hükümeti 1920 yılı sonlarında, siyasi faaliyetlerde bulunduğu iddiasıyla Amerikan Yakındogu Yardım Kurumu Komisyon Baskanı Albay J. F.Combs’u Samsun’da tutuklatmıştır. Tabii bu durum ABD ve onun İstanbul'da bulunan yüksek komiseri Amiral Bristol'ü rahatsız etmekte ve TBMM hükümeti protesto edilmektedir. [10]
            1921 yılında göreve gelen Cumhuriyetçi partiden Warren Gamaliel Harding,  Monreo Doktrinine sadık kalınacağını açıklar.ABD birden tekrar eski kabuğuna çekilmiştir. ABD'nin bu tutumu İngiltere Hükümetini çok rahatsız etmesine rağmen yapacak bir şeyi olmadığı gibi, Yunanlılarla Anadolu macerasında yalnız kalmak Büyük Britanya İmparatorluğunun sonunu da getirmektedir. Çok ilginçtir, İngiliz Başbakanı David Lloyd George göre  Büyük Britanya İmparatorluğunun geleceği ABD'nin Manda yönetimini kabul etmesine bağlıdır, çünkü Anadolu'nun kaybedilmesi üzerinde güneş batmayan imparatorluğun sonu demektir!
            İnişli çıkışlı bir seyir izlemesine karşın İstiklal Harbimiz boyunca ABD ile TBMM arasındaki ilişkiler karşılıklı çıkar çerçevesinde seyretmiştir. Yani ABD;  Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile doğrudan diplomatik ilişkileri en alt seviyede tutarken, ticari ilişkilerini daima geliştirme yoluna gitmiştir. Doğrudan yada dolaylı olarak desteklediği Pontusçu Rumlar ile ayrılıkçı  Ermenileri el altından desteklerken TBMM hükümeti ile dengeli bir siyaset gütmüştür. Çünkü ABD için asıl öncelik, Amerikalı tüccarların kazancıdır ki; bu gün bile aynı siyasetini dünyanın her yerinde devam ettirmektedir!
            Yeri gelmişken burada bahsetmeden geçemeyeceğim bir husus vardır ki; Samsun ve Trabzon şehirlerinin Amerikan Donanmasına bağlı gemilerce bombardımanı mevzusudur:
            7 Haziran 1922 tarihinde Yunan Averoff ve Kılkış zırhlıları, panter sınıfı iki muhrip, iki yardımcı kruvazör ve dört küçük mayın tarayıcı gemisinden oluşan filo Samsun kentine saldırır. Samsun limanında bulunan Amerikan donanmasına ait 3 savaş gemisinin de [USS Sands, USS McFarland ve USS Sturtevant ] Yunan filosuyla birlikte Samsun'u bombaladıkları iddia edilse de, bombardıman öncesi ve sonrasında yaşananlar ve Samsun'daki Amerikalıların varlığı dikkate alındığında bu üç geminin Yunan filosuyla saldırmış olmaları çok zor bir ihtimaldir. Çünkü böyle bir saldırıyı bekleyen Samsun valisi ve TBMM hükümeti Samsun'da bulunan Amerikalıların tahliyesi taleplerini ret eder. Bunun en önemli nedeni Amerikalı ve diğer yabancı unsurların bir nevi emniyet sübabı gibi görülmelidir ki; bombardımanın sadece iki saat sürmesi ve Yunan zırhlılarının Sinop'a doğru çekilmeleri bu savımızı güçlendirmektedir. Yunan bombardımanı arkasından 8 Haziran'da şehirden ayrılan Amerikalılar Sands zırhlısı ile İstanbul'a götürülür. Amerikan yüksek komiseri Amiral Bristol Samsunda bulunan Amerikalıların tahliyesine izin vermediği için TBMM hükümetine protesto notası verir. Ne TBMM kayıtlarında, ne Türk Genelkurmay kayıtlarında Amerikalıların Samsun'u bombaladığı hakkında bir kayda rastlanmamıştır.
            Bu olaydan çok değil 11 ay önce, 12 ve 29 Temmuz 1921 günlerinde Samsun limanına girip, şehri bombalamak isteyen Yunan Gemileri Amerikan muhribince engellenmisti.[11]
            Türk ordularının İzmir'i Yunan işgalinden kurtarmalarının ardından ortaya çıkan yeni duruma bakıldığında ABD'nin sadece kendi ticari kaygılarını ön planda tuttuğunu görmekteyiz. Yazımızın üçüncü bölümünde Atatürk Dönemi Türk Amerikan ilişkilerini ele alacağız.







KAYNAKÇA:
1-ÇİÇEK Kemal, Ermenilerin Zorunlu Göçü [1915-1917] TTK Yayınları 2012
2-ABD Senato Dış İlişkiler Komitesi başkanı Henry Cabot Lodge “Türkler uygarlığın baş belasıdır!” 20 Ağustos 1920 Sévres
3-Seçil Akgün, “Kurtuluş Savaşı Başlangıcında Türk-Ermeni İlişkilerinde A.B.D’nin rolü”, Atatürk     Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları,s.336.
4-David Fromkin, Barışa Son Veren Barış' [Sabah Kitapları, İstanbul],S. 395
5-Harbord, James G., Ermenistan Amerikan Askeri Misyonu Raporu , [Government Printing Office 1920], 7.
6- Salahi R.Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika I,Ankara 1973
7-Akdes N. Kurat, Türk-Amerikan _liskilerine Kısa Bir Bakıs, Ankara 1959, s.42
8-Afif Büyüktugrul, istiklal Savasında Yabancı Donanması, Ankara 1975, s. 90
9-Emre Adıgüzel, Komintern Belgelerinde Türkiye Kurtulus Savası, Kaynak Yayınları 1985, s. 68
10-Doğanay Rahmi  “İstiklal Harbinde samsun’daki Amerikan Filosu”, Geçmişten Geleceğe Samsun, Samsun 2006, [163-174].
11-Orhan Celalaettin Askerlik Hatıralarım İstanbul 1982 S.136