18 Haziran 2015 Perşembe

TÜRK AMERİKAN İLİŞKİLERİ -2-


(İstiklal Harbinde Türk Amerikan İlişkileri)
1919-1922

            Dizi yazımızın ilkinde Osmanlı-Amerikan ilişkilerine değinmiş, 1795-1919 yılları arasında iki devletin ekonomik, askeri ve siyasi ilişkilerini irdelemiştik.
Birinci paylaşım savaşında her ne kadar Osmanlı ve ABD birbirine resmen savaş ilan etmemiş olsalar da fiilen harp etmişlerdir. ABD’nin Osmanlı’ya resmen savaş ilan etmemesinde çok ince bir ayrıntı vardır aslında; misyoner okulları vasıtası ile Protestanlaştırdığı ve Anadolu’da maşası olacak Ermeniler ile misyonerlerinin başına bir akıbet gelmesini istememesi! Sadece ABD vatandaşı olup Osmanlı Devletine geri gelen Ermeni sayısı 70 bin kişidir ki, ABD’nin neden böyle davrandığını açıklamaya yeterlidir. [1] ABD çok sinsi bir şekilde hareket etmiş, Osmanlı’ya doğrudan harp ilan etmemesine rağmen Çanakkale muharebelerinde itilaf devletlerine mühimmat ve lojistik destek sağlamıştır!
Ne kadar garip değil mi? Yüz yıl önceki Amerikan politikası bu gün aynı coğrafyada aynı şekilde devam etmektedir!
Osmanlı 30 Ekim 1918 de Limni adasının Mondros limanında Agamemnon zırhlısında ateşkesi imzalarken Türk Milleti tarihinin en zor dönemecine girmiş bulunuyordu. Ateşkesin hemen arkasından ortaya çıkan durumda Türk Milleti tam bir yol ayrımına gelmişti. Ya sessizce kaderine boyun eğecek; bu coğrafyadan silinip gidecek,  ya da küllerinden tekrar doğacaktı! Çünkü mevcut durum üçüncü bir yolu imkânsız kılmaktaydı.
Türkün son ve ebedi başbuğu Gazi Mustafa Kemal yanındaki birkaç maceracı [!] Türk subayı ve münevveri ile beraber Türk Milli Kurtuluş Harbinin ilk fitilini ateşlerken Türk Milletinin varlığı için sözüm ona İstanbul aydınları[!] kurtuluşu işgalcilerin ve onların işbirlikçilerinin insafında görmekteydiler. Bir kısmı tamamıyla İngiliz idaresine girmeyi savunurken, bir kısmı Amerikan mandacılığını savunmaktaydı. Oysa Türk milletinin kendi iradesinin haricindeki her türlü idare şekli bu milletin hem yapısına aykırı, hem de kendi yok oluşunun nedeniydi! Hoş mandasına girilmek istenenlerinde derdi bu değimliydi? Türkleri Anadolu coğrafyasından söküp atmak, Asya’nın steplerine sürmek değimliydi? [2]
18 Ocak 1919 da açılan ve fasılalarla devam eden Paris Barış Konferansında İngiliz Başbakanı Llyod George Amerika Birleşik Devletlerinin Osmanlı üzerinde manda üstlenmesi gerektiği konusunda bir teklif ortaya atar. Diğer devletlerinde konuyu desteklemeleri, ardından boğazların ve Ermenistan konusunun da aynı teklifin içine katılması ABD başkanının hem kafasını karıştıracak, hem de yıllardır hayali olan Doğu Anadolu’da Ermenistan kurulması için bir fırsat olacaktır. Oysa Llyod George’un amacı çok farklıdır; hem Bolşevik devriminin önüne set çekmek, hem de güneydeki sömürgelerinin petrol yataklarını Amerikan mandası vasıtasıyla koruma altına almak istemektedir!
Wilson beklediği fırsatın doğduğuna inanmaktadır ve bunun için Amerikan kamuoyunun hazırlanması gerekmektedir. Bu sebeple Yakındoğu’daki mandalar konusunu incelemek üzere “King Crane Komisyonu” adı verilen heyeti bu bölgeye gönderir. Bu heyet ABD delegasyonundan Henry Churchill King ve Charles Richard Crane’den oluşmaktadır. [3] Haziran 1919’da İstanbul’a gelen ve “Türkiye Mandaları Komisyonu Amerika Şubesi” olarak tanımlanan bu komisyon, bazı Türk yetkililerle de  görüşerek, hazırladıkları raporu Wilson’a ve müttefiklerine sunmuşlardır. Komisyonun verdiği raporda kısaca özetlemek gerekirse; Kilikya, Ermeni mandasına bırakılacak toprakların dışında kalmalı, Anadolu'ya dahil edilmelidir. Anadolu'dan ayrı, manda altında bir İstanbul Hükümeti kurulmalıdır. Anadolu için ayrı bir manda düşünülmelidir. Yunanlara Anadolu'da toprak verilmelidir. İstanbul, Anadolu ve Ermeni hükümetleri, aynı manda altında toplanmalıdır. ABD, söz konusu yerlerde manda yönetimini kabul etmelidir. [4]
 Görüldüğü gibi ABD’nin ve onun Profesör başkanı Wilson’un Türk milletine karşı niyetleri hiçte dostane değildir! Bu komisyonun hazırladığı rapor İngiliz ve Fransızlar arasındaki anlaşmazlık nedeniyle dikkate alınmayacak ve üç yıl sonra kamuoyuna açıklanacaktır.
Gazi Mustafa Kemal Samsuna çıktıktan sonra ABD başkanı Woodrow Wilson özel temsilcisi General James Gutrihe Harbord başkanlığında bir başka  çalışma grubunu Anadolu’ya gönderiyordu. Asıl amacı Anadolu’da kurulacak bir Ermeni devleti ile Filistin’de oluşturulacak Yahudi devletinin fizibilite raporunu hazırlamak olan bu grubun yaptığı çalışmalar ayrıntılı olarak Wilson’a sunuluyor, bu şartlarda Anadolu’da bir Ermeni devletinin kurulmasının zor olduğu belirtiliyordu! [5] Buna rağmen ABD başkanı Woodrow Wilson doğu Anadolu’da kurulacak bir Ermenistan sevdasından vazgeçemiyordu! Bütün bunların ardından ABD senatosunun Versay anlaşmasını ve Milletler Cemiyeti Paktını 19 Kasım 1919 da ret etmesi Amerikan Mandasının daha başlamadan hayal olması anlamına geliyordu.

Amerikan yönetimi her ne kadar manda konusunda Senatoyu ikna edememişse de, 15 Mayıs 1919 da İzmir’e çıkan Yunan işgal gücüne İngiliz ve Fransız gemileri ile birlikte USS Arizona muhribi ile birlikte 3 Amerikan savaş gemisi eskortluk ediyordu![6]

Sevrés Anlaşması; (Amerikan senatosu ret etmiş olmasına karşın) Türkiye ve Ermenistan arasındaki sınır mevzusunu ABD başkanı Wilson’u hakem tayin  etmiş, Wilson hazırladığı Türk Ermeni sınırını Milletler Cemiyetine Kasım 1920 itibariyle sunduğu sırada  Kazım Karabekir Paşa emrindeki Türk Kolordusu  Ermenistan’a giriyor, Ermenistan’da duruma hakim olan  Bolşevik Ermenilerle Aralık 1920 de Gümrü Antlaşması imzalanıyordu. Bu suretle, Wilson’ın “Ermenistan sınırları” haritası tam bir fiyasko haline geliyordu ve bu sebepten de İngiltere, Wilson’dan bu haritanın açıklanmamasını istemiştir. Wilson’ın “Ermenistan Macerası” da bu şekilde sonuçlanıyordu.
           
            ABD Türk Kurtuluş Savaşında doğrudan müdahil olmamasına rağmen Ermeni ve Rum çetecileri lojistik olarak desteklemekten geri durmuyordu. Görünende Amerikan ticaret kolonizasyonunu koruma amaçlı olarak hem İstanbul’da, hem de Trabzon ve Samsun limanlarında Amerikan donanmasına ait gemiler bulunduruluyordu. Amerika Osmanlı’dan ve dolayısı ile Anadolu’dan kendi namına toprak istememişti ama, geniş ticari imkanlar, yıllar boyu kurduğu misyoner okulları ve bizzat kendisinin ortaya çıkarıp Osmanlı’nın ve dolayısıyla TBMM’nin başına dert ettiği Ermeniler yüzünden Anadolu coğrafyasından kopamıyordu.[7] Aralık 1918 de diplomat Lewis Heck İstanbul’daki Amerikan diplomatik misyonuna  atanıyor, ardından Amiral Mark Lambert Bristol Amerikan Yüksek Komiseri  [High Commissioner]  olarak 24 Ocak 1919 da İstanbul’a geliyor, 28 Ocak 1919 da forsunu çektiği Scorpion yatı Dolmabahçenin karşısına demirliyordu![8]
            Amerikalılar, müttefikleri TBMM orduları ile savaşırken, Anadolu ile ticaret yapmanın yollarını arıyorlardı. Öyleki bu dönemde Anadolu’da bulunan en kolay ticaret malları hep Amerikan menşeli mallardı![9] Burada ister istemez aklımıza meşhur bir tanımlama gelmekte; İngiltere’nin dostları yoktur, İngiltere’nin düşmanları da yoktur; İngiltere’nin çıkarları vardır! Tam Amerika Birleşik devletlerine uyar bir söz!
            ABD ekonomik çıkarlarını koruma adı altında Türk karasularından donanmasını eksik etmiyordu. Özellikle Pontus Rumlarına yaptıkları yardımlar had safhaya ulaştığı için  TBMM hükümeti 1920 yılı sonlarında, siyasi faaliyetlerde bulunduğu iddiasıyla Amerikan Yakındogu Yardım Kurumu Komisyon Baskanı Albay J. F.Combs’u Samsun’da tutuklatmıştır. Tabii bu durum ABD ve onun İstanbul'da bulunan yüksek komiseri Amiral Bristol'ü rahatsız etmekte ve TBMM hükümeti protesto edilmektedir. [10]
            1921 yılında göreve gelen Cumhuriyetçi partiden Warren Gamaliel Harding,  Monreo Doktrinine sadık kalınacağını açıklar.ABD birden tekrar eski kabuğuna çekilmiştir. ABD'nin bu tutumu İngiltere Hükümetini çok rahatsız etmesine rağmen yapacak bir şeyi olmadığı gibi, Yunanlılarla Anadolu macerasında yalnız kalmak Büyük Britanya İmparatorluğunun sonunu da getirmektedir. Çok ilginçtir, İngiliz Başbakanı David Lloyd George göre  Büyük Britanya İmparatorluğunun geleceği ABD'nin Manda yönetimini kabul etmesine bağlıdır, çünkü Anadolu'nun kaybedilmesi üzerinde güneş batmayan imparatorluğun sonu demektir!
            İnişli çıkışlı bir seyir izlemesine karşın İstiklal Harbimiz boyunca ABD ile TBMM arasındaki ilişkiler karşılıklı çıkar çerçevesinde seyretmiştir. Yani ABD;  Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile doğrudan diplomatik ilişkileri en alt seviyede tutarken, ticari ilişkilerini daima geliştirme yoluna gitmiştir. Doğrudan yada dolaylı olarak desteklediği Pontusçu Rumlar ile ayrılıkçı  Ermenileri el altından desteklerken TBMM hükümeti ile dengeli bir siyaset gütmüştür. Çünkü ABD için asıl öncelik, Amerikalı tüccarların kazancıdır ki; bu gün bile aynı siyasetini dünyanın her yerinde devam ettirmektedir!
            Yeri gelmişken burada bahsetmeden geçemeyeceğim bir husus vardır ki; Samsun ve Trabzon şehirlerinin Amerikan Donanmasına bağlı gemilerce bombardımanı mevzusudur:
            7 Haziran 1922 tarihinde Yunan Averoff ve Kılkış zırhlıları, panter sınıfı iki muhrip, iki yardımcı kruvazör ve dört küçük mayın tarayıcı gemisinden oluşan filo Samsun kentine saldırır. Samsun limanında bulunan Amerikan donanmasına ait 3 savaş gemisinin de [USS Sands, USS McFarland ve USS Sturtevant ] Yunan filosuyla birlikte Samsun'u bombaladıkları iddia edilse de, bombardıman öncesi ve sonrasında yaşananlar ve Samsun'daki Amerikalıların varlığı dikkate alındığında bu üç geminin Yunan filosuyla saldırmış olmaları çok zor bir ihtimaldir. Çünkü böyle bir saldırıyı bekleyen Samsun valisi ve TBMM hükümeti Samsun'da bulunan Amerikalıların tahliyesi taleplerini ret eder. Bunun en önemli nedeni Amerikalı ve diğer yabancı unsurların bir nevi emniyet sübabı gibi görülmelidir ki; bombardımanın sadece iki saat sürmesi ve Yunan zırhlılarının Sinop'a doğru çekilmeleri bu savımızı güçlendirmektedir. Yunan bombardımanı arkasından 8 Haziran'da şehirden ayrılan Amerikalılar Sands zırhlısı ile İstanbul'a götürülür. Amerikan yüksek komiseri Amiral Bristol Samsunda bulunan Amerikalıların tahliyesine izin vermediği için TBMM hükümetine protesto notası verir. Ne TBMM kayıtlarında, ne Türk Genelkurmay kayıtlarında Amerikalıların Samsun'u bombaladığı hakkında bir kayda rastlanmamıştır.
            Bu olaydan çok değil 11 ay önce, 12 ve 29 Temmuz 1921 günlerinde Samsun limanına girip, şehri bombalamak isteyen Yunan Gemileri Amerikan muhribince engellenmisti.[11]
            Türk ordularının İzmir'i Yunan işgalinden kurtarmalarının ardından ortaya çıkan yeni duruma bakıldığında ABD'nin sadece kendi ticari kaygılarını ön planda tuttuğunu görmekteyiz. Yazımızın üçüncü bölümünde Atatürk Dönemi Türk Amerikan ilişkilerini ele alacağız.







KAYNAKÇA:
1-ÇİÇEK Kemal, Ermenilerin Zorunlu Göçü [1915-1917] TTK Yayınları 2012
2-ABD Senato Dış İlişkiler Komitesi başkanı Henry Cabot Lodge “Türkler uygarlığın baş belasıdır!” 20 Ağustos 1920 Sévres
3-Seçil Akgün, “Kurtuluş Savaşı Başlangıcında Türk-Ermeni İlişkilerinde A.B.D’nin rolü”, Atatürk     Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları,s.336.
4-David Fromkin, Barışa Son Veren Barış' [Sabah Kitapları, İstanbul],S. 395
5-Harbord, James G., Ermenistan Amerikan Askeri Misyonu Raporu , [Government Printing Office 1920], 7.
6- Salahi R.Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika I,Ankara 1973
7-Akdes N. Kurat, Türk-Amerikan _liskilerine Kısa Bir Bakıs, Ankara 1959, s.42
8-Afif Büyüktugrul, istiklal Savasında Yabancı Donanması, Ankara 1975, s. 90
9-Emre Adıgüzel, Komintern Belgelerinde Türkiye Kurtulus Savası, Kaynak Yayınları 1985, s. 68
10-Doğanay Rahmi  “İstiklal Harbinde samsun’daki Amerikan Filosu”, Geçmişten Geleceğe Samsun, Samsun 2006, [163-174].
11-Orhan Celalaettin Askerlik Hatıralarım İstanbul 1982 S.136


12 Haziran 2015 Cuma

TÜRK AMERİKAN İLİŞKİLERİ -1-

(1795-1919 Osmanlı Amerikan İlişkileri)

Ülkemiz bir seçim daha geçirdi. Hayırlı olsun. Halkın oyları her ne kadar sayısal olarak tam tecelli etmese de söylenecek çok bir şey yok. Artık bundan sonraki günlere bakmak gerekiyor.
Seçimin sonuçlanmasından, daha doğrusu kesin sonuçlar bile alınmadan ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jeff Rathke, yeni kurulacak hükümetle yakın işbirliğini sürdürecekleri mesajını verdi. Hadi Bismillah!  Daha sonuçlar kesinleşmemiş sözcü der ki; “ABD yeni seçilmiş parlamento ve gelecek hükümetle çalışmayı sabırsızlıkla bekliyor. Dost ve NATO müttefiki olarak yakın siyasi, ekonomik ve güvenlik işbirliğine yönelik taahhütlerimiz sürüyor.”  Bu ne demektir diye soranlara şunu hatırlatmakta yarar görüyorum; ABD Türkiye’de kim iktidar olursa olsun, kim hükümet kurarsa kursun, “Bizimle çalışmak zorundadır.” demekte! Tıpkı 1946 sonrası kurulan hükümetler, tıpkı 1960 darbesini yapanlar ve 1980 yılında “Demokrasiyi Koruma” görevini ifa edenler gibi…
Peki hiç merak ettiniz mi, nereden gelir bu Amerika’nın Türkiye aşkı? Pek çok hükümetler değişmesine, pek çok demokrasi sektelerine rağmen neden Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’den vazgeçemez? Bu tutkulu aşkın nedeni nedir? Hiç düşündünüz mü? Sizlere dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım efendim.
ABD 4 Temmuz 1776 da bağımsızlığını ilan ettikten sonra daima kendi iç işleri ile uğraşmış, kıta Amerikasında genişlemenin yollarını aramıştır. Bu nedenle başka bir  devletin iç işlerine bırakın karışmayı, kendi iç karışıklıkları nedeniyle epey zor günler geçirmiştir Birleşik Devletler. ABD Avrupa ile ticari ilişkilere büyük önem vermektedir. Bu nedenle ABD için Akdeniz hayati öneme haizdir. Çünkü dünya ticareti için Akdeniz vazgeçilmez bir yerdir ve ABD ihraç malları olan Mısır ve Tuzlanmış Balık gibi ürünlerin en önemli alıcıları Akdeniz ülkeleridir.
1795 yılında Akdeniz’de dolaşan iki Amerikan ticaret gemisi Cezayir Dayısı (Cezayir Beylerbeyi) tarafından müsadere edilince ABD Cezayir Beylerbeyliği ile anlaşma imzalamak zorunda kalır. ABD tarihinde tek olan bu anlaşmanın en önemli tarafı; Birleşik Devletler hükümetinin Osmanlının bir eyaletine 20 yıl boyunca  her yıl 12 bin altın yada bunun karşılığı malzeme vermek suretiyle vergi vermesidir. (1)

1823 yılında ABD başkanı James Monroe meşhur Monroe Doktrinini ilan eder. Bu doktrin  ile ABD “Amerika Amerikalılarındır” mantığı ile hiç bir Avrupa ülkesinin siyasal kararlarına karışmayacağını (non intervention), ve Kabuğuna çekilme (isolation) ilkesi gereği hiç bir çatışmada taraf olmayacağını beyan eder. Bu doktrin sadece Avrupa’yı ilgilendirmemektedir. Aynı zamanda o günün Osmanlı İmparatorluğunu da yakından alakadar etmektedir.
Osmanlı ve ABD arasındaki ilişkiler ABD’nin talebi olmasına rağmen belli bir süre İngiliz konsoloslukları vasıtasıyla devam etmiştir. Ancak 1811 yılında İzmir vilayetinde kurulan ve başkanlığını David Offley’in yaptığı Amerikan Ticaret Evi sanki bir konsolosluk gibi faaliyet göstermiş, Offley 1811 yılında ABD tarafından Osmanlı ülkesine Ticaret temsilcisi sıfatı ile atanmış ve bir konsolosun yaptığı tüm işleri yapmıştır. Offley’in resmi görevi Osmanlı devleti tarafından 1823 yılında tanınmıştır.
7 Mayıs 1830 da  Osmanlı Devleti, ABD ile Seyr-i Sefâin ticaret antlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma ile ABD Osmanlı ülkesinde dilediği yere konsolosluk açma yetkisine kavuşmuştur. (2) Görünende iki devlet arasındaki ticari ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesi gibi bir anlam taşıyan bu ilk anlaşma, aslında ABD’li tüccarlara “en ziyade müsaadeye mahzar millet”  (the most favored nation) statüsü vermektedir.(3) Amerikalılar bu anlaşmayı kendi lehlerine fevkalade bir şekilde kullanacaklardır. Öyle ki bir anda Osmanlı ülkesinde mantar misali Amerikalı misyoner okulları faaliyet göstermeye başlayacaktır. (4) Bu anlaşmanın arkasından ABD ile  13 Şubat 1862 tarihli Seyr-i Sefain ve Ticaret Anlaşması ve 11 Ağustos 1874’te imzalanan suçluların iadesi ve tabiiyet anlaşmaları imzalanacaktır. Osmanlı devleti imzaladığı anlaşmalar ile ABD vatandaşlarına diğer kapitülasyon hakkı tanıdığı devletlerin vatandaşlarına yaptığı ayrıcalığı aynı ile tanımıştır. Ancak burada çok ince bir ayrıntı vardır; Osmanlı devleti ABD ile yaptığı ticari iş birliği anlaşmalarında gizli bir madde ile kendisine ABD tarafından maliyetine gemi verilmesi, Amerikalı mühendislerin İstanbul Tersanesinde gemi inşa etmesi istenmektedir. Her ne kadar Amerikan senatosunda  bu madde kabul edilmemişse ve Padişah 2 inci Mahmut  çok fena kızsa da, bu madde ABD hükümeti tarafından  fiilen gayrı resmi olarak hayata geçirilmiştir. (5)
Amerika ve Osmanlı Devleti arasındaki en önemli problem sadece  Amerikaya tanınan kapitülasyonlar değil, mantar misali açılan Amerikan Misyoner okulları ve bunların faaliyetleridir. 3 Kasım 1839 Gülhane Hatt-ı Şerif-i (Tanzimat fermanı) ve ardılı 18 Şubat 1856 Islâhat Hatt-ı Hümâyûn-û (Islahat fermanı) ile ABD misyonerlik faaliyetleri zirveye ulaşmıştır. Öyle  bir hal almıştır ki; 1845 yılında Osmanlı ülkesinde 34 misyoner, 12 misyoner yardımcısı, 7 okul, 135 öğrenci varken, bu rakam 1890 a gelindiğinde misyoner sayısı 177, misyoner yardımcısı 791, okul sayısı 813, öğrenci sayısı 16 bin 990 a ulaşmıştır! Ayrıca 117 kilise ve nüfusu 28667 kişilik  bir Protestan cemaati yaratmasını başarmışlardır. Osmanlı Maarif Nazırı Zühdü Paşanın yaptırdığı tahkikat sonucunda tespit edilebilen toplam 399 adet Protestan okulun büyük bir kısmı Amerikan Board adlı kuruma aitti ve bu okullardan sadece 51’inin ruhsatının bulunduğu anlaşılmıştır.(6)
Masum(!) misyoner okullarının Osmanlı ülkesindeki ayrılıkçı Ermeni ve Rumlara nasıl destek verdiği ayrı bir makale konusudur. Ancak şurası unutulmamalıdır ki; Amerikalılar Osmanlı ülkesine ellerinde çiçeklerle gelmediler! Özellikle ABD’de bulunan Ermenilerin yoğun lobi faaliyetleri neticesinde 1895 yılında ABD Senatosunda Ermeniler lehine kararlar alınmış, Osmanlı devleti alınan kararların dini nedenlerden olduğu gibi bir yanlış kanıya kapılmıştır. Oysa Amerikan misyonerleri azımsanmayacak bir Ermeni nüfusunu Protestan yapmışlar ve kişiler Ermeni nüfusun yoğun olduğu yerlerde Ermeni ulusunun bağımsızlığı için faaliyetlerine başlamışlardır.
Osmanlı – Amerikan ilişkilerinde 1913 yılının çok önemli bir yeri vardır. Çünkü bu yılda Amerikanın 28 inci başkanı Woodrow Wilson seçilmiş ve Osmanlı ile yakinen ilgilenmektedir. Kendisi siyaset bilimcisi bir akademisyen olan Wilson’a göre Osmanlı devleti yıkılacaktır ve bunun için İstanbul’a büyük elçi atamaya bile gerek yoktur! Wilson kurmaylarının  ısrarı ile Henry Morgenthau isimli bir işadamını büyükelçi atayacaktır. Henry Morgenthau pek çok Türk vatandaşının adını bile bilmediği, ancak Ermeni diasporasının neredeyse “taptığı” birisidir. Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü (Ambassador Morgenthau’s Story) (7) isimli uyduruk ve yalanlarla dolu kitabın yayımcısı (8) olan Yahudi asıllı bu büyükelçi Osmanlının Almanya safında harbe girmesini engellemeye çalıştığı için Woodrow Wilson tarafından sert bir biçimde uyarılacaktır!
            Birinci paylaşım savaşında ABD her ne kadar Osmanlıya savaş ilan etmemişse de Çanakkale muharebelerinde itilaf devletlerine lojistik destek sağlamaktaydı. (9)
Wilson’un 18 Ocak 1918 de ilan ettiği meşhur prensiplerinde diğer ülkelerin toprak bütünlüğünün korunması özellikle istenirken, Osmanlı için yazılan 12 inci maddesi  Sykes Pickot anlaşmasının adeta tezahürüdür.(10)

İzmir’in işgali esnasında ABD USS Arizona ve üç tane savaş gemisiyle koruma sağladı.(11) İzmir’in işgali esnasında çekilen resimler Amerikalıların bu işgalin ne kadar da karşısında olduklarını görmek açısından çok önemlidir. Wilson prensipleri ile diğer devletlerin toprak bütünlüğünü savunan ABD, iş Osmanlıya gelince pek sessizleşmiştir.

ABD binlerce kilometre öteden Anadolu’ya turistik amaçla gelmemiştir. Hasta adamın mirasından pay kapmak amacıyla gelmiş, yüz yıllık projelerle Osmanlı coğrafyasında söz sahibi olabilmek için gayret göstermiştir. Osmanlı ile kurulan ilişkilerin temelinde Anadolu ve ön Asyanın kontrol edilme isteği yatmaktadır. Binlerce misyonerin milyonlarca dolarlık harcama yapmalarının altında bu istek yatmaktadır. Bu günkü Ermeni sorununun temelinde de Amerikan misyoner okullarının faaliyetleri yatmaktadır. Dün Amerikan yardım kuruluşları ile gelen misyonerler, bu gün vakıf yada fon adı altında ülkemize gelmektedirler.
             
Türk Milleti dostunu ve düşmanını çok iyi bilmek zorundadır. Yoksa akibeti Osmanlıdan çok farklı olmayacaktır. Yazımızın ikinci bölümünde Türk Milli Kurutuluş Harbinde ABD ve TBMM ilişkilerine etraflıca bakmaya çalışacağız.

Kudret Harmanda / edebiyatgazetesi

KAYNAKÇA                                   :
1-Mine EROL, “Amerika’nın Cezayir ile Olan İlişkileri (1785-1816)”, İ.Ü.E.F. Der., sayı:XXXII, s.689-705.
2-İhsan ILGAR, “İlk Türk-Amerikan Ticaret Antlaşması”, Hayat Tarih Mecmuası, c.2 (Ekim 1969), s.5.
3-İlknur POLAT, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Açılan Amerikan Okulları Üzerine Bir İnceleme, Belleten, C.LII, 1988, S.629.
4-KOCABAŞOĞLU, “Doğu Sorunu Çevresinde Amerikan Misyoner Faaliyetleri”, Tarihi Gelişmeler İçinde Türkiye’nin Sorunları Sempozyumu Dün-Bugün-Yarın, TTK yay., Ankara 1990, s.66.
5-Erhan, Ç., “1830 Osmanlı-Amerikan Antlaşması’nın Gizli Maddesi ve Sonuçları”, Belleten, C.62,No:234,  Ağustos 1998.
6-Amerikan Protestan Misyonerlerinin Ermeniler Arasındaki Faaliyetleri ve Bunun Osmanlı-Amerikan İlişkilerine Etkisi- Mithat Aydın sf.84-85
7-  Burton J. Hendrick  Ambassador Morgenthau’s Story -1918
8- Harry E. Barnes, Genesis of the World War (New York: Knopf, 1926), pp. 241-247: (kitap hayal ürünüdür! Makale)
9-Hulki Cevizoğlu 1919’un Şifresi (Gizli ABD İşgalinin Belge ve Fotoğrafları), Ceviz Kabuğu Yayınları, Aralık 2007, s.54
10-Encyclopedia Britannica Fifteenth Edition -Wilson’s Fourteen Points Maddesi
11-New York Times, Smyrna is taken away from Turkey, 17 Mayıs 1919

14 Mayıs 2015 Perşembe

TÜRK ÇOCUKLARI NEREDE?


            Sosyal medya denilen internet paylaşım ağları insanımızın vazgeçilmezleri oldular. Sayelerinde bilmediklerimizi biliyor, görmediklerimizi görüyoruz. Öyle ki bunların yüzünden akıllı(!) telefonlara bakalım derken kazaya  kurban gidenlerimiz bile var. Neyse, konumuz sosyal medyanın faydası yada zararını ölçüp biçmek değil. Bu satırların yazarı olan kişi de sosyal medyadan asgari biçimde yararlanmaya çalışan birisidir.
Sayfama düşen bir paylaşımda “Selçuklu Torunları” diye bir gruptan bahsediyordu. İlgimi çekti, biraz bakayım dedim. Kimdir bu Selçuki yiğitler, dertleri nedir, kimdir, ne yer, ne içer, kimi sever, kimi döver diye… Bir başka paylaşımda da “Osmanlı Oğulları” vardı. Dur bakalım daha neler çıkacak diyerek araştırmalarım devam ettim. Karşıma bu sefer “Karaman Oğulları” çıktı. Ardından “Germiyan Oğulları”… İşte budur dedim. İşte budur! Sosyal medyada bir oğul furyası almış yürümüş. İnanın çok alındım bu hale. Kızdım kendime. Neden Kudret Oğulları yok diye!
Kim yada ne oldukları aslında hiç önemli değil bunların. Kendilerine göre sosyal medyada veya başka yerlerde öne çıkmaya çalışan birkaç heyecanlı genç olarak görüyorum ben bunları dememi beklemeyin! Kim olduklarından ziyade kime hizmet ettikleri önemli. Belki farkındalar, belki değil. Kime hizmet ettiklerinin bilincindeler mi bilmiyorum ama, kökü dışarıda yerlere hizmet ettikleri açık!
  İnterneti faal olarak kullanan birisiyim. Attığım adımıma dikkat ederim. Çünkü vereceğim yanlış bir bilgi, yazacağım yanlış bir yorum birilerinin vebalini üstüme yükleyebilir!
 Osmanlı, Selçuklu, Germiyan, Karaman, Gazneli, Oğuz Yabgu, Kırgız, Sülemiş, Alka Evli… Hepside Türk devletlerinin yada boylarının ismi. İçlerinde bir tane Farsi var mı? Ya bir tane Çinli? Veya Nemçeli? Hepsi de Türk boyu ve devleti. Bizim insanımız belki farkında, belki de değil ama bu şekilde kendilerine isim verip hava atacağım derken, bin yıldır birilerinin yapamadığı mikro milliyetçiliği yaparak Türk Milletinin ayrışmasına neden olduklarını bilmeleri gerekiyor.
Öncelikle millet neye denir, bodun,  boy neye denir, sülale, aile neye denir bilmeden ortalık yerde arzı endam ederseniz, cehaletinize gülerler. Oğuş (aile), Uruk (sülale), Boy
 ( klan), Budun (Ulus, boylar birliği) ve en nihayetinde Millet (Bodun, ulus birliği) ve bunların oluşturduğu il yani devlet Türk Milletinin tabandan tavana yapısını anlatır. Eğer siz bunları bilmeden Osmanlıcılık, Selçukluculuk yapacağız derseniz kargalar bile güler!
            Asıl dikkat edilmesi gereken sorun; birilerinin özellikle çıkardığı bu gibi uydurma akımların binlerce senedir millet birliğini sağlamış olan aziz milletimizin parçalanmasına yönelik çalışmalara verdiği üstü örtülü destektir ki, tehlikenin büyüğü buradadır.
            İlk olarak 28 inci Amerikan başkanı Thomas Woodrow Wilson (1856-1924) tarafından ilan edilen meşhur Wilson Prensipleri güya milletlere (özellikle Osmanlı içindeki Gayrı Müslim unsurlara) self determinasyon hakkı verilmesini öngörmekteydi. İşin garip ve bir o kadar da acı tarafı şudur ki, Wilson Prensipleri olarak dünyaya deklare edilen bu on dört madde ne hikmetse Rusya, Fransa, Avusturya  ile alakalı maddeler bu devletlerin toprak bütünlüklerinden bahsederken mesele Osmanlı yani Türkiye'ye gelince bir anda "İnsan Hakları Havarisi" kesilmekte, Osmanlı yani Türk ülkesinin parçalanması için harita çizmektedir. İşin garip ve acı olan tarafı şudur ki, millet olarak adı bile geçmeyenler yada bir milletin boyu durumundakiler bile ülkenin parçalanması için teşvik edilmektedir!
            Wilson Prensipleri olarsak dünyaya ilan edilen ve gerçekte Amerika Birleşik Devletlerinin kurmak istediği "Yeni Dünya Düzeninin" bir ayağı olan bu doktrin Anadolu bozkırında yanan İstiklal ateşi ile tarihin karanlık koridorlarında tıpkı Sevrés Antlaşması gibi kaybolup gidecektir. Ama ne Amerika Birleşik Devletleri, nede büyük ağabeyi Britanya İmparatorluğu Türk Milleti üzerindeki emellerinden vazgeçmeyeceklerdir!
            Truman Doktrini ve Marshall planları ile ülkemize yerleşen, güya yardım eden müttefik ABD Nixon ve Kissinger doktrinleri  ile yeni bir dünya düzeni kurmak adına gerek orta doğuda ve gerekse dünyanın başka bölgelerinde aktif olarak faaliyete geçmiştir. Özellikle dış işleri bakanı Henry Alfred Kissinger Amerikanın dünya gücü olması için kendi adını taşıyan bir doktrin ortaya koymuştur ki bu doktrinin en can alıcı yeri "Bölgesel yada devletler içerisinde mikro milliyetçiliğin ön plana çıkartılmasına yardımcı olunarak ulusların kendi kaderini tayin haklarının olduğu bilincinin oluşturulması gerektiği" hususudur ki, bu sadece federal yada çok uluslu devletleri değil ulus-devlet esasına dayanan devletleri bile tehdit etmektedir.  Bunun en bariz örneklerini adı bahar ama aslında cehennem ateşi olan Arap ülkelerindeki ayaklanmalarda gayet açık bir şekilde görülmüştür.
            Saddam Hüseyin'i Kuveyt'i işgale gönderen güç ile, Irak'ı paramparça eden güç aynıydı. Libya'da Kaddafi'yi ortadan kaldıran güç, bu gün aynı ülkede iç savaşı destekleyen güçtür. Yemen'i kabileler boyutunda parçalayanlar acaba oradaki bir kaç kabile şefimidir? Tunus, Fas ve Cezayir'de ortaya çıkan aşiret savaşları acaba hangi düşüncenin mahsulüdür? Daha dün Cemal Abdül Nasır, Muammer Muhammad Abu Minyar el-Kaddafi, Hafız Esed, Saddam Hüseyin Abdülmecid El-Tikriti gibi Arap milliyetçisi liderlerin önderlik ettiği ülkeler bu gün parçalanmanın eşiğinde, hatta Libya ve Irak parçalanmış durumda. Neden mi? Onlarda birileri bir kabilenin, öbürleri öbür kabilenin derdine düşüp asli unsur olan millet kavramını unuttukları için! Bu gün Libya, Suriye, Yemen gibi ülkelerde meydana gelen bütün ayaklanmaları dikta rejimlerine karşı gelindi anlamında yorumlamak yanlıştır. Bu ayaklanmaların temelinde daha kolay yönetilebilir coğrafyalar ve uydu devletçikler yaratmaya çalışan “Büyük Patron” tarafından 95 yıl önce sahneye konulan oyun yatmaktadır.
            Bu kanlı ve sıcak coğrafyada Türkiye Cumhuriyeti adeta barış ve istikrar adası konumunda iken, özellikle birileri 2 inci paylaşım savaşından sonra bu adanın ortadan kaldırılması için yoğun bir çaba sarf etmişler, bunun için türlü senaryoları sahnelemekten geri durmamışlardır. Masum öğrenci hareketleri olarak başlayan üniversite olaylarının nasıl bir anda ülkeyi kaosa götürecek derecede anarşi ve terör havasına soktuğunu hatırlayın. Ülkeye ne zaman tam demokrasi geldi denildiği anda paletler altında ezilen hak, hukuk ve adalet kavramlarını hatırlayın. İnançları nedeniyle öldürülen insanlarımızı, yakılan aydınlarımızı hatırlayın. Ziverbey, Zihni Paşa  köşklerinde neler yaşandığını hatırlayın. Elbette bunlar kendiliğinden ortaya çıkmış olaylar değildir.
            Emperyalistlerin tek bir isteği vardır; daha çok kazanım, daha çok köle! Bunun için küçücük kıvılcımları söndürülemez yangına çevirmekten asla kaçınmazlar!
1994 Ruanda örneği hala karşımızda duruyor. Her ikisi de aynı kökten gelen Hutu ve Tutsi kabilelerinin arasında ortaya çıkartılan husumetin bilançosu çok ağır  olmuştur. Birbirini boğazlayan  aslında aynı köklere sahip  ama sadece birisi iyi tarım yapar, öbürü iyi hayvan yetiştirir diye emperyalist Belçika tarafından aralarına ayrılık tohumları ekilen  iki kabileden hayatını kaybeden insan sayısı  1 milyon 74 bin17 kişidir.  Peki neydi bu insanların sorunu? Hangi ırki ayrılıklara gerekçeydi bunca insanın ölümü? Cevap çok basit; siz ne kadar aynı kökten gelirseniz gelin, hürriyetin kıymetini bilmiyorsanız, sizden korkanlar sizin için yeni düşmanlıklar bulmaktan geri kalmayacaktır! Öyle ki aynı soydan geldiğiniz insanları karşınıza düşman diyerek dikmekten çekinmeyecektir!
Mikro milliyetçilik çok tehlikelidir ve tıpkı pimi çekilmiş el bombasına benzer. Fazla oynadığınız taktirde elinizde patlar! Sırf ebedi önder Atatürk ve kurduğu Cumhuriyetten intikam almak gayesi ile birilerinin ekmeğine yağ sürerseniz, gün gelir başınıza PEŞTAMAL oğulları gelir ki; öz yurdunuzda garip, öz yurdunuzda parya olursunuz! Buna benzer uydurma oğul, uşak, torunlara şunu söylemek istiyorum;  Selçuklu Devletini kuran boyun adı KINIK, Osmanlı Devletini kuran boyun adı da KAYI boyudur. Bir kez daha düşünmenizi salık veririm! 
Son sözüm de şudur; siz kimin oğlu, evladı, torunu olursunuz bilemem ama biz adı Türk olan Oğuz Atanın soyundan, ebedi önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün evlatları ve Türkiye Cumhuriyetinin bekçileriyiz!
Ne mutlu TÜRKÜM diyene! 

22 Nisan 2015 Çarşamba

KÜLLERİNDEN DOĞANLAR

238 sene cepheden cepheye koşan, birilerinin sefahati için sefalet içinde can veren, bir zamanların en zengin ve müreffeh halkı iken fakirliğe mahkum edilen bir millet…öte yanda Arap çöllerinde, Allahüekber Dağlarında, Çanakkale’de ve adını bile duymadıkları Galiçya’da Türk Milletinin evlatları sarı ekin başağı gibi dökülürken  küpünü dolduranlar.
Emperyalistlerin yüzlerce yıldan beri beklediği fırsatın doğması. Cihan İmparatorluğunu dirilteceğim derken bitirilen bir millet, bu milleti diriltme derdindeki üç beş maceraperest subay ve birkaç çapulcu kuvvacı… 23 Nisan 1920 Cuma günü Anadolu’daki resim budur.
Türk Milleti yanmış, bitmiş, direnme gücü yok edilmiş, köle olacak ya da direnenler iç Asya’ya sürülecek veya yok edilecektir. Emperyalist işgal güçleri için başkaca bir resim çizilemez, başkaca bir söylem ve düşünce olamaz! Çünkü onlara göre Türk Milleti yanmış ve külleri kalmıştır artık. Türk milletinin yüz yıllar boyu tam bir itaatle boyun eğdiği Osmanoğulları Hanedanı kendi derdine düşmüştür. Anadolu perişan, Anadolu işgal edilmiş, Anadolu yaralıdır. Her haneden birkaç şehit, her haneden birkaç gazi vardır. Emperyalistlerin bin yıldır beklediği fırsat doğmuştur artık.
Milletin ve vatanın üstünde ölüm bulutu kabus gibi çökmüşken birkaç vatanperver kendi gayretleri ile işgal edilen vatan topraklarını savunmak, en azından onurları ile ölmek derdine düşmüşler, Milletin şeref ve haysiyetinin ayaklar altında kalmaması için çarpışmaktalar. Öte yandan işgal edilen yerlerde düşmanı çiçeklerle karşılayan yerli Rumlar ve Ermeniler ile işbirlikçi kanı bozuklar Türk Milletine kan kusturmaktalar. Memleket ölüm, memleket zulüm, memleket kahır dolu…
13 Kasım 1918 de İstanbul işgal ediliyordu. 465 yıllık Türk başkentine yabancı askerler giriyordu.    İstanbul hükümeti işgal güçlerini kızdırmamak adına her türlü tavizi vermekte, adı Türk olan her şey yasaklanmaktadır. Ne kadar düşünür, aydın, asker varsa sıkı bir takiptedir. İngilizler Türk aydınlarını ve askerlerini Malta adasına sürmekteler. Daha dün denecek kısa bir zaman öncesi tebaamız olan Yunanlılar İzmir’e asker çıkarıyorlar, Megalo İdea yolunda çok büyük bir adım atıyorlardı.
“Geldikleri gibi giderler!”
13 Kasım 1918 günü,  kumandasındaki Yıldırım Orduları Grubu Mondros Müterakesi gereği lağvedilen Mustafa Kemal Paşa geldiği İstanbul’da Haydar Paşa garında Boğaza demirlemiş işgal zırhlılarını görünce “Geldikleri gibi giderler!” demektedir. Yıllarını cephelerde geçirmiş bu büyük askeri bu şekilde konuşturan elbette çok önemli bir husus vardır: Türk Milletinin esir olmayacağı, öldü, yandı, kül oldu denildiğinde bile efsanevi Toğrul Kuşu misali küllerinden yeniden doğacağı inancı! Çünkü bu büyük asker yıllarca cephelerde bir tek gerçeği görmüştür; Türk askeri ne zaman bitti denilmişse hep o anda dirilmiş ve düşmanlarını öfkesinin ateşinde yok etmiştir!
Toğrul Kuşu Türk mitolojisinde kutsal bir kuştur. Efsaneye göre Türk mitolojisinde doğaüstü nitelikleri olan kızıl renkli devasa bir kuştur. Anka Kuşu'nu akla getirir. Ölümsüzlüğü ve yeniden dirilişi simgeler. Her gün yeniden doğar. Anka Kuşu diğer pek çok Dünya uluslarının mitolojilerinde de değişik adlarla mevcuttur. Ancak Türk mitolojisindeki bu kuşun diğer mitolojilerdeki benzerlerinden en önemli farkı tek başına olmayıp bir benzerinin hatta ikizinin bulunmasıdır. Konrul Kuşu, Toğrul Kuşu ile birlikte anılır. Her ikisi de Anka kuşunun tüm niteliklerini barındırırlar. Toğrul Kuşu yeraltına da inebilir. Atilla Han’ın ve bazı Oğuz boylarının bayraklarında yer almıştır.[Mehmet Bahaeddin ÖGEL-Türk Mitolojisi]  Oğuz Kağan ilk eşini, başında Tuğrul Kuşu olan bir ağacın kovuğunda bulmuştur. Macarlar armalarında yer alan bu kuşa “Turul” derler. Yiğitleri kanatlarının altına alıp yardım eder, ne isterse yapacağını söyler. Tüyleri sihirlidir, iki tüyünü birbirine sürtünce zenci bir cin gelir ve üç dileği yerine getirir. Ufuk noktasının ötesindeki sonsuz denizde bulunan kafdağının ardındaki karanlıkta yaşar.[Deniz Karakurt-Türk Söylence Sözlüğü] 
İşte Mustafa Kemal bu bilinçle Türk Milletinin Toğrul Kuşu misali küllerinden doğacağını bilerek "Geldikleri gibi giderler!" diyordu boğazda demirli zırhlılara! Çünkü O bu gerçeği Harbiyede yada Akademide değil, bizzat Derne'de, Tobruk'ta, Bingazi'de, Conkbayırında, Anafartalar'da gözleri ile görmüştü. "Biz kişisel kahramanlıklarla uğraşmıyoruz. Yalnız size Bomba Sırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz metre, yani ölüm muhakkak... Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulmamacasına düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerini alıyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkül ile biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okuma bilenler Kur'an-ı Kerim okuyor ve Cennet'e gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenler Kelime-i Şehadet çekerek yürüyorlar. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebeleri'ni kazandıran işte bu yüksek ruhtur." .[Ruşen Eşref-Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal  ile Mülakat] 
23 Nisan 1920 Cuma günü Ankara'da toplanan askeri, memuru, tüccarı, din adamı, aşiret reisi, teknisyeni, sağlık görevlisi 337 milletvekili Türk Milletinin küllerinden doğuşu için el vermişti! Kalpaklısı, sarıklısı, feslisi hep birden Türk Milletinin  ve Türk vatanının kurtuluşu için yemin etmişti. Onlar tarihin kendilerine yüklediği ağır sorumluluğun farkındaydı. Onlar 238 senedir süren ricatın bitmesi için oradaydı. Onlar yüz yılda neredeyse bitme noktasına getirilen Türklüğü diriltmek için oradaydı. Milletin namusu, şerefi ve haysiyeti için oradaydı.
O gün Türkiye Büyük Millet Meclisini toplayanlar tarihe tanıklık etmekten daha öteye, tarihi yazmaya gelenlerdi! O gün yakılan İstiklal Ateşi sadece Türk vatanını ve Türk Milletini istiklaline kavuşturmayacak, medeni(!) devletlerin boyunduruğu altında inleyen milyonların prangalarını kıracak, milyonları özgürlük aşkı ile yakacaktır!  Emperyalistleri "tanrılaştıran" zihniyetlerdeki kelepçeleri söküp atacak olanlar 23 Nisan 1920 Cuma günü Anadolu bozkırında KÜLLERİNDEN DOĞANLARDI!

“Memleketin alın yazısında biricik yetki ve kudret sahibi olan Büyük Millet Meclisi, bu memleketin düzeni için, iç ve dış güvenliği ve dokunulmazlığı için en büyük kefildir. Büyük milli dertler şimdiye kadar ancak Büyük Millet Meclisi’nde şifa buldu. Gelecekte de yalnız orada kesin önlemlerini bulabilecektir. Türk milletinin sevgi ve bağlılığı daima Büyük Millet Meclisi’ne yöneldi ve daima oraya yönelmiş olacaktır.” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

95 inci onur ve gurur yılı milletimize kutlu olsun

21 Nisan 2015 Salı

NEFSİ MÜDAFAA

Yıllardan bu yana Türkiye Cumhuriyetinin uluslararası arenada başını ağrıtmaya devam eden ve bu yıl yüzüncü yılı olması münasebeti ile adeta Türkiye'yi linç harekatına dönen 1915 Ermeni Tehciri ile ilgili bir kaç kelimede ben edeyim dedim.
            Her şeyden evvel Ermeni meselesi öyle zannedildiği gibi savaş şartları ile ortaya çıkmış bir mesele değildir. Basit bir milliyetçilik mevzusu da değildir. Olayın sadece savaş şartları  ile ele alınması pek çok ayrıntıyı gözden kaçırmaya neden olacaktır.  
            Peki o halde nedir bu Ermeni sorunu? Neden iki yüz yılı aşkın bir süredir bu coğrafyada kurulmuş iki Türk devletinin en büyük baş ağrılarından biri olmuştur? Neden hala temcit pilavı gibi öne sürülmekte, hala her iki tarafında bir yerde buluşmalarına engel olmaktadır? Yoksa bilinen  ve görünenden başka hesaplar mı vardır?
            Osmanlı Devletinde Ermeni meselesinin ilk çıkış noktası Sivas'lı bir Ermeni keşişinin (Mkhitar Sebastatsi )  ilk önce İstanbul'da kurduğu, ancak İstanbul Ermeni cemaatından istediği desteği bulamayınca (destek ne kelime, tecrit bile edilmiştir.) Osmanlının kadim düşmanı Venedik Cumhuriyetine sığınıp orada devam ettirdiği  Mekhitarist Ermeni Enstitüsünün öğretileridir. Bu enstitüden yetişen sözde din adamları, görünende Ermeni kültürünün yaşaması, gerçekte ise bağımsız Ermeni devletinin kurulması için Osmanlı ülkesinde ve Avrupa'da yoğun bir propaganda faaliyetine girişmişler, çok kısa bir sürede yanlarına Papa XI.Clement dahil pek çok din ve siyaset adamını çekmeyi başarmışlardır. Özellikle Viyana'da kurulan matbaaları ile Osmanlı ülkesindeki en ücra köşelere kadar girmişler ve propagandalarını yapmışlardır. Zaten papalığın Haçlı Seferlerinden bu yana Türkleri ne kadar çok sevdiği (!) göz önüne alınırsa elbette en büyük desteği vermesinin yadsınmaması gerektiği ortaya çıkacaktır.
            Avrupa için Osmanlı yok edilmesi gereken bir düşmandır. Ancak her ne kadar II.Viyana kuşatması ile artık eski gücünden çok uzaklaşsa bile Osmanlı hala Avrupa kıtasında en güçlü devletlerden birisidir ve dış müdahalelerle değil içten çökertilmek zorundadır. Özellikle 17ve 18 inci yüzyıllarda Osmanlı ülkesinde adeta cirit atan misyonerler ne hikmetse Müslüman yerleşim yerlerine değil de, Ortodoks yada Katolik Hıristiyan Osmanlı tebaasının çoğunlukta olduğu yerlerde faaliyet göstermektedir. Öyle bir faaliyettir ki bu; görünende cahil Osmanlı Hıristiyanlarını eğiten misyoner okulları adeta birer kışla gibi çalışmaktadırlar. Osmanlıda toplam 4960 adet gayrı Müslim eğitim kurumu bulunmakta olup, bunun 498 adetinin ruhsatlı olduğu, diğerlerinin misyoner okulları olup ruhsatsız oldukları Osmanlı Maarif Vekili Zühtü Paşanın Padişah Sultan II.Abdülhamit’e verdiği 1894 tarihli Maarif Raporunda yazmaktadır. (1)
            Ermeni örgütlenmeleri, öncelikle hayır cemiyetleri adı altında sözde masum girişimlerle başlamıştır. Derneklerin ortak amacı Doğu Anadolu vilayetlerinde okullar açarak gençleri aydınlatmaktı. Osmanlı Hükümeti ise derneklerin örgütlenmelerini hoş görmüş ve bunları Ermeni vatandaşlarının doğal bir hakkı saymış, derneklerin devlet çıkarlarına aykırı bir tutum takınacaklarını dikkate almamıştır. Ancak bu dernekler daha sonra, yabancı memleketlerden gördükleri yardımlar ve teşviklerle, Ermenileri Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandıran komitelerin nüveleri olmuşlardır.(2)
            Hayır kurumu, eğitim kurumu yada din kuruluşu gibi görünen teşkilatlar adeta örümcek ağı misali Osmanlı ülkesini sarmışlardır. Öyle ki daha 18 inci yüzyıl sonlarında Osmanlı hakimiyetindeki yerlerde Ermenilere ait 1000 civarında kilise varken, bu rakam 1915’e gelindiğinde 2.538 kilise, 451 manastır ve 1.996 okula ulaşmıştır.(3) 
            Osmanlı Devleti ne hikmetse Ermeni taleplerine daima sıcak bakmıştır. Bunun nedenlerinden en önemlisi de bu milletin Osmanlı tarafından Millet-i Sadıka (Sadık Millet) olarak görülmesi yatmaktadır ki, bu görüş ileriki yıllarda MİLLET-İ MÜHİN (Hain Millet) olarak Osmanlı Türk toplumuna pahalıya mal olacaktır. XIX. yüzyıl ortalarından itibaren Ermenilerin çoğu kez hayır cemiyetleri görünümü altında çeteler kurdukları ve savaşçı birlik, yardımcı birlik, silah ve cephane birliği ve posta teşkilatı olarak çok teferruatlı bir şekilde teşkilatlandıkları anlaşılmıştır. (4)  
            Ermenilerin gerek batılı hamileri ve gerekse Rus Çarlığı vasıtasıyla silahlandırılması, eğitilmesi ve desteklenmesi meyvelerini vermekte gecikmeyecektir. Osmanlı nerede bir harbe tutuşsa, Ermeni çeteleri daima isyan çıkartacak, Osmanlının ve Türk komşularının başına bela olacaktır. 19 uncu yüz yıla gelindiğinde Ermeni talepleri artık devletin egemenlik haklarını yok sayma boyutuna ulaşmıştır. Pek çok devlet adamı bu sorunun önüne çözmek için AÇILIMLAR ve ÇÖZÜM SÜREÇLERİ üretmelerine rağmen sorun giderek büyümüş ve altından kalkılamaz boyutlara ulaşmıştır. Hatta bu konuda hazırlanan "Nizâmnâme-i Millet-i Ermeniyân" 29 Mart 1863 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giriyor, Osmanlı içerisinde devlet içinde devlet olacak sonuçlar ortaya çıkıyordu.(5)
            Bir nevi Ermeni Açılımı olan bu nizamname ile adeta devlet içinde devlet kuran Ermeniler ne hikmetse hiçte memnun kalmışa benzemiyorlardı. Neler verilmemişti ki Ermeni nizamnamesi ile; Ermeni Patrikhânesi'ne Ermeni cemaatini yönetmede geniş yetkiler tanırken, ayrıca Ermeniler sanki "bağımsız bir milletmiş" gibi, bu cemaate, 140 üyeden müteşekkil bir Genel Meclis (Milli Meclis-i Umumî) kurma imkânı da vermekte idi. Bu kurulan meclisin 20 üyesi İstanbul kilise mensupları arasından, 40'ı taşradan, 80'i ise İstanbul'da ikâmet eden meslek teşekküllerinden seçilecek idi. Daha önce mevcut olan ve 1847 yılında kurulan 14 üyeli Dini Meclis (Meclis-i Ruhani) ile 20 üyeli Siyasi Meclis (Meclis Cismanî) muhafaza ediliyor, ancak bunların seçiminin Milli Meclis tarafından yapılması hükmü getiriliyordu. Patriğin seçiminin de Millet Meclisi'nce yapılması kaydediliyordu. Böylece, "Ermeni Milleti Nizâmnâmesi", genel hatları ile değerlendirildiğinde, Patrik ile yandaşı asiller arasında paylaşılan iktidarın mutlak olmaktan çıkarak, Ermeni cemaati ile paylaşılması sonucunu doğurmuş ve Ermeni toplumunun yönetime ait kararları, Osmanlı Hükümeti dışında kendisinin alabileceğini ortaya koymuştur. Nerdeyse devlet içinde devlet olan Ermeniler buna karşın yine hayatlarından memnun değildir. Çünkü büyük ağabeyleri Rusya onlara bağımsızlık vaat etmiştir ve onlara göre “Hasta Adam” ölürken mirastan pay alınmalıdır.
            1780 Zeytun isyanı ilk Ermeni isyanıdır. Bu isyandan Osmanlının yıkılışına kadar yaklaşık 30 isyan çıkaran Ermenilerin nihai hedefi kendi müstakil devletlerini kurmak olup, bunun için her türlü tedhiş ve şiddeti uygulamaktan kaçınmamışlardır. Ermeni isyanları ve tedhiş hareketleri neticesinde öldürülen Müslüman Türk nüfusun sayısı Kafkaslarda 260 bin civarındadır. (6)  Aynı şekilde Fransız devlet arşivlerinde Ermenilerin Müslüman Türk halka karşı şiddetli terör eylemleri yaptıkları, Osmanlı devletinin özellikle 93 harbi ve Cihan Harbi esnasında Ermeni terörü nedeniyle Rus kuvvetlerinin karşısında tam anlamıyla kendini gösteremediğini, çünkü Ermeni ve Kürt isyanları nedeniyle önemli bir kuvvetin isyancılarla uğraşmak zorunda kaldığı yazılıdır.(7)
                Ermeni terör örgütleri Osmanlı ne zaman harbe girse (ki devletin son 238 yılı daima harp ile geçmiştir.) fırsat kollamışlar ve Türk Ordusunu arkadan vurmuşlardır. Birinci paylaşım savaşında itilaf devletleri safında savaşan Ermeni sayısı 200 bin kişidir ki bu rakam bile  Türk Milletinin nasıl bir belaya çattığını açıklamaya kafidir.(8)  Özellikle birinci cihan harbinde  Türk ordusu 7 ana cephede savaşırken Ermeni çeteleri Türk köylerini basmakta, Müslüman Türk halkına aklın ve hayalin almayacağı katliamlar ve işkenceler yapmaktadır. Van gölünde bulunan Akdamar adasındaki  Ermeni kilisesi Türk Kızlarının tecavüz ve işkence edilmeleri için üs haline getirilmiştir.(9) Özellikle şark vilayetlerinde yaşayan Türk halkına karşı sistematik bir soykırım uygulanmaktadır. Sadece 1910-1922 yılları arasında Ermeni çeteleri tarafından katledilen Müslüman Türklerin sayısı 523 bin 955 kişidir.(10)
                Şimdi ister istemez aklımıza şu soru gelmekte: Ermeniler ele geçirdikleri her fırsatı değerlendirirken Türkler ne yapıyordu? Neden bunca kayıp verirken bu kadar gafil avlanmışlardı? Öyle ya, madem devlet yani Osmanlı kendilerinindi, neden böyle sistemli bir şekilde yok ediliyorlardı?
            Açıklaması çok basit ve bir o kadar da acıdır bu soruların cevabını. Türkler gafil yakalanmıştı her isyanda. Koyun koyuna yaşadıkları ve Milleti Sadıka dedikleri hainlerin böyle bir oyuna girişeceklerini akıllarına getirmemişlerdi. Öte yandan Türklerde silah yoktu! Kendilerini savunmaktan aciz durumdaydılar ve onları savunacak genç nüfus cephelerde kırılıyordu!
            Uydurulan yalana ve iftiraya Türkiye Cumhuriyeti devleti ne hikmetse yıllardan beri kendisine dayatılan sözde katliamları hep yapmadık şeklinde savunmakta, savaş şartları esnasında oluşan durumlardan dolayı ortaya çıkan vaziyeti anlatamamaktadır.
             Oysa gerek ceza hukukunda ve gerekse devletler arası hukukta SELF-DEFENSE yani Nefsi Müdafaa yada Meşru Müdafaa denilen bir durumun olduğunu gayet rahat bir şekilde anlatabilecek iken, toptan inkar yoluna gitmek, bu işi parlamentolara değil tarihçilere bırakalım demek sadece kendini kandırmaktır. Çünkü siz ne kadar tarihi tarihçilere bırakalım deseniz de kıytırık bir papaza dahi sözünüz geçmemektedir. O halde Türkiye Cumhuriyeti devleti yıllardan beri kullandığı dili değiştirmek zorundadır. Mütekabiliyet yani karşılıklılık ilkesi gereği Vatikan devletinin başı olan baş papazın yaptığı densizliğe en güzel şekilde yanıt verilmeli, 23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramının akabinde 24 Nisan günü papazlar tarafından tecavüz edilen ve öldürülen çocukları anma günü ilan edilmelidir. Ayrıca Fransa gibi medeni(!) devletlere de Cezayir, Ruanda gibi ülkelerde yaptıkları soy kırımları TBMM de tanınmalı ve Fransa Devletinin yaptığı soykırımı ret edenler yargılanmalıdır.  
            Biz Türkiye Cumhuriyeti olarak o günün şartlarında toplamda 1 milyon 294 bin 954 Ermeni yaşadığını kendi kiliselerinin (11) resmi rakamı olarak anlatamadıysak, kusura bakmayın bu konu tarihi değil siyasi bir konudur. Bu durumda tek yapılacak şey, Nefsi Müdafaa kurallarını işletmek, karşındakine onun silahı ile karşılık vermektir.
            Hangi devlet, hangi silahla bize saldırıyorsa, işimiz açılım saçılım değil, onların  uyguladığı yöntemi uygulamak olmalıdır. Yoksa Türkiye uluslararası arenada haklılığını hiç bir kimseye anlatamayacaktır! Artık monşer siyaseti değil, KURT KANUNU geçerli olmalıdır!






DİPNOTLAR                                               :
1-Ahmet Zühtü Paşa Sultan Abdülhamit'e Sunduğu Maarif Raporu-1894
2-İhsan Sakarya, Belgelerle Ermeni Sorunu, Ankara 1984, s. 73.
3-Divanı Humayun Kilise Defterleri-T.C.Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü İstanbul
4-Ergünöz Akçora; “Ermeni Sorunu ve Türklere Yaptıkları Katliamlarda Ermeni Komitelerinin Yeri”, Yeni Türkiye, Ermeni Sorunu Özel Sayısı, c. II, Mart-Nisan 2001, sayı: 38, s. 747-764.
5-İlber Ortaylı, Tanzimattan Cumhuriyete Yerel Yönetim Geleneği,İstanbul 1985, s. 73.
6- McCarthy, Justin Death and Exile: The Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims, 1821-1922 Darwin Press, Incorporated (March 1996), ISBN:0-87850-094-4
7-Fransa Milli Arşivi, Guerre Mondial, 1914-1918/Turquie/Vol. 890, Légion d'Orient-I (Septembre 1915-Novembre 1916)
8- Armenia and the president; A Letter to Mr. Harding on the Problem of Effective Protection of Christian Minorities Under Turkish Rule, New York Times, 14 Kasım 1922 tarihli makale.
9-Prof.Dr.Yusuf Halaçoğlu demeci
10-Ermeniler Tarafından Yapılan Katliam Belgeleri 1-2  T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Ankara,2001

11-İstanbul Emeni Patriği  Zaven Der Yeğyeyan 1914 Ermeni sayımı