15 Aralık 2015 Salı

RİCAT

            Son iki gündür yazılı ve görsel basında can sıkıcı bir haber dolaşıyor. Şırnak vilayetimizin Cizre ve Silopi ilçelerinde vazifeli öğretmenlerimize İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri tarafından kısa mesaj gönderildiği, öğretmenlerin bu mesaja binaen ilçeleri terk ettikleri yazılı ve görsel basında yer aldı.
Mesajın tam içeriği şöyleydi; “Tüm öğretmen ve idarecilerimiz bakanlığımız tarafından 14.12.2015 tarihinden itibaren hizmet içi eğitim seminerine alınmıştır. Öğretmenlerimiz seminerlerini memleketlerinde alabilir.” Bu kısa mesaj saat 12:54’te bir öğretmen arkadaşın GSM telefonuna düşmüş, o da bize gönderdi. Mesajı aldığımda şaka sandım. Telefon açtığım bu delikanlıya konunun ne olduğunu sordum; “Ağabey bize mesaj geldi. Şu anda ilçeyi terk ediyoruz. Otogar tıklım tıklım.Otobüs bulamayan yada arabası olmayan öğretmen arkadaşlar İpek yoluna çıktılar, otostop çekiyorlar.” dediğinde inanın göz yaşlarım kendiliğinden aktı.
Bendeniz yıllarca doğu ve güney doğu vilayetlerimizde bulunmuş, buralarda vazifemi ifa ederken hakikaten gurur duymuş, memleketin bu uzak köşelerinde vazife yapmayı kendime ayrıcalık ve gurur vesilesi görmüş bir insanım. 1989-1994 yılları arasında bölücü terörün nasıl azdığını, nice öğretmenlerimizin faşist pkk terörü ile şehit edildiğini, okulların nasıl yakıldığını, köyden YİBO’lara (Yatılı Bölge Okulları) öğrenci gitmemesi için terör örgütünün köprüleri sabote ettiğini, yolları mayınladığını bizzat gören ve yaşayan bir insanım. Zoruma gitti bu haber. Çünkü biz ilçe merkezlerinde çalışırken; köylerde, mezralarda görev yapan öğretmen arkadaşlarım hafta sonları yanıma gelir ve beraber kalırdık. Pazar akşamları onları bırakmaya giderken çok kez köprülerin üstünden değil suların içinden geçmişliğimiz vardır.  Daima saygı duyar, onları görünce önümü ilikler ve buyur ederdim. Bana ne den böyle davrandığımı sorduklarında her zaman aynı cevabı verirdim; “Sizi gördüğümde Peygamber Efendimizi (SAV) görmüş gibi oluyorum. Çünkü sizin mesleğiniz dünyanın en kutsal mesleği. Aldığınız üç kuruş maaşa rağmen canınızı ortaya koyuyorsunuz. Bence dünyada en büyük saygıyı siz hak ediyorsunuz!”  Hoşlarına giderdi bu cevabım. Ama gerçek buydu. Çünkü onlar Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşa gösterdiği güler yüzü, teröre ve terörden nemalanan asalaklara verdiği en güzel cevaptılar. Canları pahasına, hatta geleceklerini karartmak, sakat kalmak  pahasına köy, mezra demeden gidiyor ve devletimizin güler yüzünü minicik beyinlere nakşediyorlardı. Yıkık duvarların altında kalmak pahasına, eksi 37 derece soğukta donmak pahasına, bunca meslektaşları şahadet şerbetini içerken; onlar bir şevkle, imanla öğrencilerine koşuyorlardı.  Onları ne kurşun, ne tehdit, ne de imkansızlıklar yıldıramamıştı. Sadece terör değildi benim çilekeş öğretmenlerimi tehdit eden; yüzyılların kurulu düzeni, köylünün aydınlanmasını istemeyenler de aynı şekilde tehdit ediyorlardı. Körpe beyinlerin aydınlanmasından korkanlar, bağnazlığı ve körü körüne inanmayı kendilerine şiar edinenler için en büyük düşman öğretmenlerimizdi. Çünkü onlar körpe fidanları eğittikçe ne terör örgütü, ne ağalar nede meleler okuyan, okuduğunu anlayan, sorgulayan ve hüküm veren gençleri kendi sapık fikirleri ile avlayamıyor, haliyle aydınlanmanın kaynağı olan öğretmenlere her fırsatta kin kusuyorlardı.

            Bir devletin büyüklüğü  onun halkına götürdüğü hizmet ile ölçülür. Bir memlekette ne kadar eğitimli iş gücüne ve beyne sahip olursanız devletiniz büyük, memleketiniz mamur olur.   Ulu Önder Gazi Mustafa kemal ATATÜRK bunun bilinci ile her fırsatta Türkiye Cumhuriyetinin temelinin kültür olduğunu belirtmiş, koyu bir cehalet içerisinde yaşayan milletin aydınlanması için yurdun her köşesinde "Millet Mekteplerini" açmıştır.  Milletin geleceği için gecesini gündüzüne katan (meşhur sofrasında rakı içip kafa çekmiyor, yanına topladığı eğitimci, şair, yazar ve bürokratlarla Türk milli eğitimi için kafa patlatıyordu.) Atatürk,  eğitimin temel ilkeleri olarak milli, merkeziyetçi ve laik bir eğitimin halka benimsetilmesini istiyordu. Çünkü yüzyıllar boyu koyu bir cehaletin içerisinde kalan Türk Milletinin din kisvesi altında dogmalardan, saplantılardan arındırılmış, temeli Türk Kültürü ve ülküsü olan bir eğitimin benimsenmesini, milleti eğitecek öğretmenlerin buna göre yetiştirilmesini,  eğitimin cumhuriyetin en temel meselesi olduğunu özellikle genç öğretmenlere öğretilmesini istemiştir. Bu konuda gayet hassas olan ulu önder; zamanında öğretmenlere karşı pozitif bir ayrımcılık da yapmıştır. Çünkü ona göre "Dünyanın her tarafında öğretmenler insan topluluğunun en özverili ve saygıdeğer unsurlarıdır." (01. 03. 1923) ve  "Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet henüz millet namını almak yeteneğini elde edememiştir. Ona basit bir kütle denir, millet denmez." ( 14.10.1925, İzmir Erkek Öğretmen Okulunda.) Bundan dolayı milleti eğitecek olan öğretmenlerin yurdun en ücra köşelerinde bile Türkiye Cumhuriyetinin birer meşalesi olduğu bilinci ile hareket etmesini istemiştir. "Öğretmenler her fırsattan istifade ederek halka koşmalı, halk ile beraber olmalı ve halk, öğretmenin çocuğa yalnız alfabe okutur bir varlıktan ibaret olmayacağını anlamalıdır." (07.071927, Dolmabahçe Sarayı, İstanbul Öğretmenler Heyetine Demeç.) ATATÜRK için her okul bir kaledir! Öğretmen ise bu kalenin yegane muahafızı!
            Biz bu ülkeye 1071 de gelmedik, bu memlekette Nuh Tufanından bu yana vardık ve hala da varız. Bizim ordumuz işgal ordusu, polisimiz işgal zaptiyesi değildir. Bu nedenle elbette memleket dahilinde ortaya çıkan anarşi ve terörü devletimizin güvenlik güçleri engelleyecekler, kaosa izin vermeyeceklerdir. Memleket dahilinde kargaşa çıkarmak isteyenler amaçlarına ulaşmak için her türlü yolu deneyeceklerdir. Çünkü efendileri bu maşalara bunu emretmektedirler. Ordumuz her türlü plan dahilinde taarruz yada ricat edebilir. Bu gayet normaldir. Çünkü askerlik bir harp sanatıdır. Polisimiz yani zaptiyemiz yaptığı operasyonlar esnasında taktik gereği geri çekilebilir veya ileri atılabilir. Bu elbette polis şeflerinin bileceği bir iştir. Ancak; Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içerisinde hiçbir eğitimci, memur veya başka bir kamu görevlisi peyderpey yerini terk edemez! Hele hele bunun için eğitim, seminer, toplantı adı altında hiçbir mazeret kabul edilemez! 
            Kapanan her okul düşen bir kaledir.  Birkaç kanı bozuk şerefsizin "TiCinin örgetmenleri goçmiştir" demesi  ile öğretmenlerimiz RİCAT edecek değildir! Türk öğretmeni yüklendiği kutsal görevin bilincindedir. 

            Türkiye Cumhuriyeti kökü dışarıda birkaç beslemeye pabuç bırakacak aciz bir devlet değildir. Biz bunun canlı örneğini 25 sene önce yaşadık.  Açılan hendekler, açanlara mezar olacaktır.Yaktıkları okullar yakanların karakterini çok güzel bir şekilde anlatmaktadır. Kimse unutmamalıdır ki; Toroslarda  Yörüklerin, Menteşelerde Efelerin,  Baran Dağında Abdalların,  Palandökende Dadaşların, Nur dağlarında Rafıkların yaktığı ocaklar hala tüter. O ocaklar söndürmeye de kimsenin gücü yetmez!

2 Aralık 2015 Çarşamba

TÜRK AMERİKAN İLİŞKİLERİ-3-

 (ATATÜRK DÖNEMİ 1922-1938)
          Daha önceki yazılarımızda Osmanlı dönemi ve İstiklal Harbi yıllarında Türk Amerikan ilişkilerini anlatmıştık. Bu yazımızda Cumhuriyet dönemi, daha doğrusu İstiklal Harbimizin bitiminden Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ölümüne kadar geçen sürede Türk Amerikan münasebetlerini inceleyeceğiz.
            Dizi yazımızın ikincisinde belirttiğimiz üzere ABD İstiklal harbimiz boyunca TBMM ile ilişkileri en alt seviyede tutmaya özen göstermiştir.  Ankara Hükümetinin; kapitülasyonların kaldırılarak ABD ile TBMM hükümetleri arasında resmi ilişkiler kurulması talebi ABD İstanbul yüksek temsilcisi Amiral Bristol’e iletilmiş,  ne hikmetse Wahington’dan bir ses çıkmamıştır. [1] Ancak Amiral Bristol Ankara hükümeti ile ABD arasında ilişkilerin başlaması konusunda ısrarcıdır.  TBMM hükümetinin Fransa ile yaptığı Ankara antlaşmasından sonra Amerikan hükümeti İstanbul’daki Ticaret Temsilciliğinden bir kişiyi Ankara’ya göndermiştir. [2]
            Mustafa Kemal Paşa ABD ile TBMM arasında diplomatik ilişkiler kurulmasını özellikle istemektedir. Çünkü ABD hem ekonomik, hem de sanayi olarak büyük bir devlettir ve 1921 yılında göreve gelen Cumhuriyetçi partiden Warren Gamaliel Harding,  Monreo Doktrinine sadık kalınacağını açıklamıştır.[3] Bazı aklı evvellerin Amerika Birleşik Devletleri o günün egemen (süper) gücüdür tanımlaması sadece gülünecek bir olaydır. Evet, ABD o günkü şartlarda bir Avrupa yada Asya kıtası gibi yıkım görmemiştir. Ama yine de 20 inci yüzyılın ilk çeyreğinde egemen güç Büyük Britanya (İngiltere) imparatorluğudur. Mustafa Kemal ATATÜRK İngiltere devletine karşı ABD kartını oynamak istemiştir. Bu nedenle önemlidir ABD. Buna karşın ABD,  TBMM hükümeti ile ilişkilerinde daima tedbiri elden bırakmamıştır.
            ABD her ne kadar TBMM hükümeti ile olan münasebetlerini en alt seviyede tutmaya özen göstermişse de;  tabiri caiz ise her taşın altından çıkmaya, her fırsatta TBMM hükümetinin işlerini bozmaya gayret göstermiştir. Türkiye'nin e buhranlı günlerinde ABD hem Pontus hem de Ermeni hareketlerini açıkça desteklemiştir.  
            İstiklal Harbimizin kesin zafer ile sonuçlanmasının ardından toplanan Lozan Barış Konferansı,   Karlofça ile başlayan ve her zaman aleyhimize sonuçlanan barış anlaşmalarının bitmesi mi, yoksa devamı mı olacağı konusunda ciddi bir sınavdır. TBMM hükümeti delegasyonu;  Türk Milletinin tek  yasal temsilcisi sıfatı ile gittiği Lozan'da ciddi bir direnişle karşılaşacak, gözlemci olarak katılan devletlerin bile Türkiye'nin egemenlik hakları ve kapitülasyonlar konusunda taraf devletler ile iş birliğine gittiklerini görecektir.  Sözde Monroe Doktrinine bağlı kalacağını açıklayan Amerika Birleşik Devletleri ne hikmetse Lozan Konferansında Monroe Doktrinini unutacaktır!
            Lozan Barış Konferansında ABD,  Osmanlı Devleti yada TBMM hükümeti ile doğrudan harp halinde olmamasına karşın “Gözlemci Ülke” sıfatı ile katılmış, ancak her konuda konferansa aktif rol oynamıştır. Açık Kapı ilkesi, kapitülasyonlar, teşkilatlandırdığı Misyoner Okulları nedeniyle adeta taraf ülke hüviyetine bürünmüştür. Fener Rum Patrikhanesi konu olunca ABD delegasyonu yetkilendirilmediği halde Türk delegasyonunun karşısında Lord Curzon ile hareket etmiştir. Boğazlar konusunda ABD tam anlamıyla İngiliz görüşlerini desteklemiştir. Hiç şüphesiz Amerika Birleşik Devletlerinin Lozan'da TBMM delegasyonunu sıkıştırmaya çalışmasının altında çok ciddi konular bulunmaktadır. Bunların en önemlileri yıllar boyu adeta kanser misali açtıkları Misyoner Okullarının akıbeti, Ermeni tezleri ve kapitülasyonlar meseleleridir.
             24 Temmuz 1923 tarihinde Türkiye ile itilaf devletleri arasında imza edilen Lozan  Anlaşmasının akabinde 6 Ağustos 1923 de Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye arasında ikinci bir anlaşma imzalanır. Bu anlaşmanın en önemli tarafı 1917 yılından itibaren kesilen Türk-Amerikan resmi ilişkilerinin başlaması ve kapitülasyonlar konusunda ABD'ye tanınan ayrıcalıkların sona ermesidir. Yine 6 Ağustos 1923 tarihinde Türkiye ve ABD arasında suçluların iadesi, anlaşması imzalanacaktır. Her iki ülke parlamentolarında onaylandıktan sonra yürürlüğe girecek olan ilk anlaşma Amerikan kongresinde 3,5 yıl bekletilmesine rağmen onaylanmamıştır. Bunun en önemli nedeni ise Lozan'da istediklerini alamayan Ermeni diasporasının etkili çalışmalardır. O kadar sistemli çalışmışlardır ki; 1918 yılında Vahan Kardaşyan ile James W. Gerard tarafından kurularak Milli Mücadele döneminde Türk karşıtlığıyla tanınmış ve kara propaganda üzerinde uzmanlaşmış ilk örgüt; ACIA (American Committee for the Independence of Armenia - Amerika Ermenistan’ın Bağımsızlığı Komitesi) artık bağımsızlığa kavuşturacak bir Ermenistan kalmadığı için Lozan Antlaşmasına Karşıt Amerikan Komitesi ACOLT (The American Committee Opposed to the Lausanne Treaty-Lozan Antlaşmasına Karşı Amerikan Komitesi) adını alır ve tüm gücü ile Lozan anlaşmasının ABD temsilciler meclisi ve kongreye gelmemesi için çalışır.[4] Ermenilerin ve Demokrat Partinin yoğun kulisleri neticesinde Türk-Amerikan anlaşması 1927 yılında ABD senatosu tarafından ret edilir. Türkiye'nin başına ileriki yıllarda "Ermeni Meselesi" olarak çıkacak olan suni mevzunun taraftarları ilk zaferlerini kazanmışlardır. Temelinde Amerika Birleşik Devletlerinin misyoner okullarının ve Protestan Ermeni cemaatinin yattığı bu suni mesele Türkiye Cumhuriyetinin de çok başını ağrıtacaktır. [5]
            1927 yılı Şubat ayında  uluslar arası literatürde "Modus Vivendi" (Yaşama Biçimi) olarak adlandırılan "Geçici Anlaşma" ile Türkiye Cumhuriyeti ve Amerika Birleşik Devletleri arasında ilk diplomatik ilişki kurulur ve Ekim 1927 de ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Joseph Grew Türkiye Cumhurbaşkanı Atatürk'e güven mektubunu verir. ABD ile 1 Ekim 1929'da imzalanan "Ticaret Seyriseferin Anlaşması" haricinde kayda değer bir diplomatik ilişki kurulmamıştır.
            Gazi Mustafa Kemal Atatürk ABD'den özellikle teknoloji ve eğitim konularında yararlanmak istemiştir. Ancak ABD'nin Türkiye'ye bakışı kolay kolay değişmemiş, özellikle İngiliz destekli isyanlar ile yeni kurulan Türk Devletinin yıkılacağı beklentisi Washington kulislerinde sıkça dile getirilmiştir. Ancak genç Türkiye Cumhuriyeti ve onun dahi önderi Atlantik ötesi müttefikimiz(!) Amerika'nın hevesini kursağında bırakmıştır!
            Dizi yazımızın bir sonraki bölümünde Milli Şef İnönü dönemi  Türk-Amerikan İlişkilerini ele alacağız.




DİP NOTLAR                                   :
[1]-1921 Ocak ayı
[2]-Temsilcinin adı Julian Gillespie olup 1921 Aralık Ayında gittiği Ankara’dan 1922 Şubatında ayrılmıştır. (y.n)
[3]-HARMANDA, Kudret Türk Amerikan İlişkileri-2- YÖRTÜRK Dergisi 2015 Eylül-Ekim Sayı :123
[4]- ŞİMŞİR, Bilal; (1977), "Türk-Amerikan İlişkilerinin Yeniden Kurulması ve  Ahmet Muhtar Bey' in Vaşington Büyükelçiliği (1920-1927), Belleten (162)
[5]- HARMANDA, Kudret Türk Amerikan İlişkileri-1- YÖRTÜRK Dergisi 2015 Temmuz-Ağustos Sayı :122

11 Ekim 2015 Pazar

96-246

           
          Barış için toplananlara yapılan saldırının bilançosu bu; 96 ölü, 246 yaralı... ne kadar kolay değil mi, 96 ve 246 rakamlarını okumak. Bir de bu rakamları birer birer, teker teker  düşünün hele. Bir anne, bir baba, bir evlat... Yüreklere yangın, gözlerde yaş olur, uzar gider bu birler.
            10 Ekim 2015 Türkiye tarihinde kara bir leke olarak yerini aldı. Tıpkı 11 Mayıs 2013 gibi, 20 Temmuz 2015 gibi. Türkiye son yıllarda çok çetin bir sınava tabi tutuldu. Bunu aklı başında herkes görmekte ve ne gibi tedbirler alınması gerektiği konusunda  fikirler üretmekte. Terörün her türlüsünün tek bir amacı vardır; korku ve kaos yaratmak. Bunun için de her şeyi kullanmaktan çekinmez terör örgütleri ve bunların beslendikleri baronları. Kaos yaratmak, toplumsal barışı bitirmek, toplumda çatışma çıkartıp zayıflayan devlet otoritesini çökertmek. Akabinde ortaya çıkan yeni durumu kendileri için kullanmak. Terör baronlarının amacı budur. Ölenlerin, yaralananların, sakat kalanların kimlikleri, milliyetleri ve inançları onları hiç alakadar etmez. Onlar için 90 yaşındaki bir ihtiyar ile, anne karnındaki bebeğin hiç bir farkı yoktur. Sadece rakamdır çünkü. İstatistiksel bir rakam!
            Dün Hatay Rayhanlı'da, Şanlı Urfa Suruç'ta kimler bombayı patlatmış ise, bu gün Ankara'da aynı eller gitmiştir o pimi çekmeye! Dün Dağlıca'da, Iğdır'da, Diyarbakır'da, Şırnak'ta askerimize ve polisimize kurşun sıkanlar hangi eller ise, bu gün Ankara'da bombayı patlatanlarda aynı ellerdir. Kimse hamasi nutuklar atmasın. Yapılmak istenen açık ve nettir. Ortadoğuda istikrarlı, barış adası bir Türkiye istenmemektedir. Olayın analizini yaptığınız vakit yapılan saldırının ne kadar profesyonelce ve düşünülerek yapıldığını çok rahat görebilirsiniz. Bunun için terör uzmanı olmaya gerek yoktur. Polis yada güvenlik şefi olmanızda gerekmez. Mantıklı düşünen herkes görecektir ki; insanları Türkiye'nin kalbi olan Ankara'ya, yani başkente toplayarak orada bu saldırının yapılmasındaki mesaj açıktır. Ülkedeki bütün vatandaşlara korku yaşatmak, herkese sizinde canınız emniyette değil demek! Terörün vurduğu insanlar tek bir grup yada kişiler değildir. Hedef terörün yarattığı acının tüm ülkede, tüm şehirlerde hissedilmesini sağlamaktır. Bu şekilde tüm ülkedeki vatandaşların içerisinde korku salmak, insanlar arasında kin ve nefret oluşturmak amaçlanmaktadır.
            Korku salmak amaçlanmaktadır; ülkenin başkentinde, Türkiye Cumhuriyetinin kalbinde bile vatandaşın can güvenliğinin olmadığı bilinçaltına işlenmektedir. Halk adeta ölüm gösterilerek sıtmaya razı edilecektir. Son üç ayda yoğun bir biçimde terör örgütünce halkın güvenliğinden başka bir şey düşünmeyen ve bu uğruda gece gündüz çalışan askerimiz ve polisimiz terörist saldırılara uğramakta, hemen her gün güvenlik güçlerimiz şehit vermektedir. Halkımıza,  polis ve asker kendini koruyamaz durumdadır denilerek vatandaşın can ve mal güvenliğinin olmadığı bilinç altına yerleştirilmek, Türkiye Cumhuriyeti devletine olan inancın sarsılması istenmektedir. Bu şekilde hareketle bir vakit sonra, aman ne olacaksa olsun, gidecek gitsin, kopacak kopsun diye bir algı, toplumsal bir bezginlik oluşturmak istenmektedir.  Amaç toplumsal kaostur. İnsanlar arasında kin ve nefret oluşturmak amaçlanmaktadır; bin yıldır bu topraklarda yaşayanlar ırki, mezhepse, siyasi ve ekonomik faktörlerle ayrıştırılmak, ayrıştırılırken nifak tohumları ekerek ötekileştirip toplumu birbirine düşürmek, en nihayetinde Türkiye'nin bir Ortadoğu ülkesi gibi adının katliamlarla, cinayetlerle anılmasını sağlamak istenmektedir. Nihai hedef bellidir; bu ülkede oluşan birlik bitirilmek istenmektedir.
            Türk milleti tarihin hiçbir döneminde şehit kanları ile suladığı mukaddes vatan topraklarını peyderpey terk edip çekilmemiş, şehit kanı ile sulanan toprağın bedelinin yine kan olduğunu yüzyıllarca düşmanlarına anlatmıştır. Terörist saldırılar ile Türk milleti yılacak, bezginleşecek diye bekleyenlere şu söylemek isterim ki; ÇOK BEKLERSİNİZ!
            Türk Milleti tarihin her döneminde içeride ve dışarıda düşmanları ile mücadele etmiş ve her defasında kazanmıştır. Başka hiç bir millette olmayan bir haslet ile, vatan toprağını kutsal bilmiş, yurt tuttuğu toprakları şehitlerinin yadigarı bilmiştir. Gittiği her yerde kendi kültürünü götürürken, diğer milletlerin kültürünü de aynı potada eritmiş ve temeli kardeşlik olan yepyeni yaşam şekilleri ortaya çıkartmıştır. Dün Osmanlı Türk İmparatorluğunun tebaası olan  Arnavut, Boşnak, Arap, Nasturi, Grek, Bulgar, Berberi, Romen, Macar yada Kürt   hiç birisi de Türkler katliam yaptı, yok etti, eziyet ve işkence etti demez, diyemez.  Çünkü milletimiz gittiği her yere engin hoş görüsünü ve adaletini de götürmüştür. Oysa bu gün hangi devlet olursa olsun gittikleri ve çıktıkları yerlerden kan, göz yaşı, katliam ve insan hakları ihlalleri ayyuka çıkmaktadır.
             Vietnam'a sözüm ona demokrasi götüren ABD, daha Vietnam'da akıttığı kan kurumamışken Nikaragua'da, El Salvador'da, Libya'da, Irak ve Afganistan'da sözüm ona demokrasi götürürken ne hikmetse çıkıp gittiğinde arkasında kan ve göz yaşından başka bir şey bırakmamıştır. Afganistan'a sosyal adalet (!) götüren Rusya'nın daha bir kaç gün önce Suriye'de yaptıkları her ne kadar cevval Türkiye basınında çıkmamışsa da bizzat kendim Bayır Bucak bölgesinde bombalanan Türkmen köylerinden ve şehit edilen Türkmenlerden haberdarım ve kendi sosyal paylaşım sayfamda bunları insanlara görselleri ile birlikte anlattım. Hindistan'da, Avustralya'da, Afrika'da milyonlarca insanın kanına giren İngiliz aristokrasisi, ne hikmetse demokrasinin beşikliğini yaparken meşhur atasözünü tekrar tekrar yinelemektedir. Ya Fransa? Belçika ve Almanya? Çok mu masumlar sizce?
            Gariban Kürtlerin üzerine silahlandırıp gönderdikleri Ermeni terör örgütü Kara Haç (Sev-Haç) devamı PKK'yı destekleyen hangi ülke masumdur? Sözde Marksist-Leninist ideolojiye sahip olduğunu söyleyen ama gerçekte büyük Ermeni yalanına hizmet eden faşist PKK neden Avrupa ve Amerika tarafından adeta kundaktaki bebek misali desteklenir ve kabul görür? Soruların cevabı çok bildik, çok tanıdıktır aslına bakarsanız; emperyalizm kendi çıkarları için, varmak istediği hedefler için insan canına, başkalarının hak ve hürriyetlerine önem vermez ve hedefine ulaşmak için her yolu mubah görür!

            Anadolu ve Trakya'da bin yıldır bir arada yaşamış Türkler ve Kürtler; eğer bir arada yaşamaya devam etmezseniz, ölenlerin istatistiklerini tutmaktan keyif alırsanız, ölen kim olursa olsun bizden olmasın derseniz; Suriye'den yada Irak'tan daha beter bir duruma düşeceğimizi aklınızdan çıkarmayın! 95 canın ölümü, 246 canın yaralanması sadece Anadolu ve Trakya'da yaşayanları değil, bütün Türk dünyasını derinden sarsmıştır. Kendi ülkemizde, kendi başkentimizde vatandaşlarımızın saldırıya uğraması kabul edilebilir bir şey değildir. Bu saldırının ve güvenlik güçlerimize yapılan saldırıların tek bir amacı vardır: Türkiye'de bir Türk-Kürt çatışması çıkartarak Türkiye Cumhuriyeti devletini yıkmak,  Türk Milletini mülteci haline getirmek! Eğer fail arıyorsanız, son bir haftalık haber sitelerine bir girin derim. Fail bellidir, ama kurbanın kim olacağı belirsizdir!
            Türk halkı bu oyuna gelmemeli, bu gibi şeylerin  kökü dışarıda olanlara yarayacağını unutmamalıdır. Halkımız teröre prim vermeyecektir. Kimden ve nereden gelirse gelsin bu ülkede bin senede tesis edilen kardeşlik bozulmayacaktır! Türkiye'de yaşayan Kürtlere de şunu demek istiyorum; sizlere demokratik haklar, barış diyerek sizden oy isteyen, gözünüz gibi baktığınız çocuklarınızı ölüme gönderenlerin amacı bellidir. Lütfen oyuna gelmeyin. Gever'in Doski köyünden dağa kaldırılan Rojin'in yaşamaya hakkı olduğu gibi, kendi kanı üzerinden politika yapanların çocukları gibi kolejlere gitmesi de hakkıdır!
            Türkün Kürdü, Kürdün Türkü kırmasından en büyük zevki bu toprakları yüzlerce yıldır sömüremeyenlerin alacağını unutmayın! Biz birbirimize düştüğümüz anda bu topraklarda yükselecek ağıtlar Türkçe ve Kürtçe olacaktır. Ama sevinç çığlıkları kesinlikle Türkçe ve Kürtçe olmayacaktır! Emin olun…
             


8 Ekim 2015 Perşembe

SARI ÖKÜZ MÜ, GÖK BÖRÜ MÜ?



Hikaye meşhurdur; bir ormanda yaşayan aslanlar ve sığırlar daima mücadele halindedir. Ancak sığırların başında olan yaşlı sarı öküz kurduğu sistemle sürüye aslanların yaklaşmasını engeller ve örgütlediği sığırlar ile hiçbir kayıp vermeden yaşar. Bu durumda artık açlıktan ölecek hale gelen aslanlar kendilerince bir çözüm yolu ararlar ve şöyle bir hile geliştirirler; sürünün genç boğalarına “Bizim sizinle bir meselemiz yok. Şu huysuz ve yaşlı sarı öküzü bize verin, bir daha size ilişmeyelim. Sizinle barış yapalım!”  diyerek barış teklif ederler. Sürünün ihtiyar öküzleri ve inekleri buna karşı çıkarken, rahatlayacaklarını sanan genç düveler ve boğalar bu teklife sıcak bakarlar ve sarı öküzü verirler. Sonu ne mi olur? Aslanlara gün doğar tabi ki!
            Yüzlerce yıl boyunca barış ve huzur içinde yaşayan Ortadoğu coğrafyası “Sarı Öküzü” birilerine yem etmiş gibi 150 senedir isyan ve savaşlarla adeta kan deryasına dönmüş durumda.  Nedendir bilinmez, başında Osmanlıdan bağımsızlık isteyen aşiretler bu gün Osmanlıyı arar olmuşlar.
            Mısır ne krallık, ne de cumhuriyet ile huzura kavuşmamış. Arap dünyasının en büyüklerinden ve hatta nüfus olarak en büyüğü olan bu Nilin bereketli ülkesi sözde bahar ile adeta cehenneme çevrilmiş, yönetim sorunu mezhep ve ırki meselelere kadar uzanmış vaziyette. İdam edilenlerin sayısını kimse bilmiyor. Firavunların ve piramitlerin ülkesi artık huzuru mumla arar olmuş.
Kuzey Afrika’nın varlıklı ülkesi  Libya,  tam bir ibret abidesi gibi duruyor. Abu Minyar’ın ülkesi artık yabancı misyonerlerin, kelle avcılarının, bir damla kan, bir damla petrol diyen paralı lejyonerlerin cirit attığı kabuslar ülkesi halini almış. Dün Arap ve Afrika Uluslar Topluluğunda halkına yaşattığı refahı ile tek olan, 150 den fazla aşireti arasında tek bir mesele bile yokken  bu gün hepsi birbiri ile  kan davalı olan Libya… Muammer Muhammad Abu Minyar el-Kaddafi öldürülmeden 4 ay önce şöyle diyordu bir röportajında “Ben ölürsem sadece Libya değil tüm bölge karışır. Çünkü bu ülkede herhangi biri ne El Kaide'yi ne de aşiretleri benim gibi kontrol edebilir"… ve dediği gibi çıkıyordu. Bu gün Libya’da silahlı gruplar parlamentoyu basıp milletvekillerini kaçırır duruma geliyordu. Sahi 2011 yılında ABD nasıl bir açıklama yapmıştı hatırlar mısınız? “Bir ülke daha sayemizde özgürlüğüne kavuştu!” Güler misin ağlar mısın derler ya, tam o şekilde işte! Özgürleşen Libya!
2003 yılında Irak özgürleştirilmişti ya, özgürleşmenin bedelini pek ağır ödedi. Saddam Hüseyin Abdülmecid El-Tikriti’den özgürleştirilen   Irak fiilen birkaç parçaya bölünürken, bu özgürleşmenin  bedelini 1,5 milyon insanın canı, yüz binlerce kadının kirletilen namusu, 1 milyon hasta ve sakat ile ödüyordu. Irak özgürleşmişti (!)
Suriye Cumhuriyeti 5 yıldır özgürleşemedi! 22 milyon 850 bin kişilik ülkeden olayların başladığı 15 Mart 2011 den bu yana 4 milyon 13 bin Suriye vatandaşı mülteci olarak komşu ülkelere sığınırken, 7 milyon 600 bin Suriye’li kendi ülkelerinde yerlerinden oluyordu. Ölenlerin sayısı çeşitli kaynaklarda farklı farklı verilirken 250 binin üzerinde insan hayatını kaybediyordu. Neden özgürleşemedi(!) bu ülke derseniz, Esad kardeş akıllı çıktı! Babasından miras yöneticiler akıllıca davrandılar. 1991 de ki komünist yıkımlardan, Saddam ve Kaddafi’den iyi ders almışlardı. Bu nedenle Suriye 4 yıldır hala özgürleşememiştir!
Ya Yemen? Sudan? Fas? Afganistan? Hiç merak etmez misiniz, neden bu özgürleşmeler İslam ülkelerinde ortaya çıkıyor diye? Neden İngiltere özgürleştirilmez? Bin senedir İngilizlerin üzerinde monarşik bir hakimiyet kuran Elizabeth ve varisleri başka bir ülkeye göç ettirilmez? Yoksa İngilizler özgür mü? Almanya neden özgürleşmez? Ya Fransa? Demokrasi havarisi kesilen ABD? 20 tröstün esaretindeki ABD özgürleştirilmeyi hak etmiyor mu?
Sizce nereden çıktı bu yalancı Arap Baharı? Nasıl oldu da bir anda Kuzey Afrika’dan Suriye’ye, Yemen’den Afganistan’a ateş topu komple İslam coğrafyasını sardı? Düşündünüz mü? Dünün muktediri olan Arap diktatörler yerle bir olurken, onların iktidardan uzaklaştırılmaları neden kaosun önüne geçemedi? Sözde özgürleşen ülkeler neden hala kan deryası? Oluk oluk insan kanı akarken, bu akan kan yoksa bir yerlere petrol olarak mı dönüyor? Milyonlarca insan mülteci durumuna düşerken, birileri bunu nasıl  ranta çevirebiliyor?
Aslına bakarsanız olayların tek bir açıklaması var. “Bir damla kan eşittir bir damla petrol!”  Bunun için de savaş makinesinin durmadan çalışması, değirmen gibi insan öğütmesi gerek. Kalem ile çizilen haritaların bozulup, kanla çizilmesi gerek. Koyun koyuna yaşayan milyonlarca insanın dil, din, mezhep, aşiret gibi kavramlarla bölünmesi ve birbirine düşürülerek yok edilmesi gerek. Bunun için de güçlü olan, bu coğrafyada söz sahibi olan kim varsa emperyalistlerin önünde çekilmesi, bertaraf edilmesi gerek.
Bu saydıklarım sanılmasın ki bir anda ortaya çıktı. Hayır! Önce İslam Coğrafyasının Sarı Öküzünün kurban edilmesi gerekti. Sarı öküz kurban edilecek, sonra aslanlar sürünün içine dalacaktı. Nitekim öyle de oldu! Ortadoğuda dosta hakikaten güven, düşmanına ise korku veren Türk Silahlı Kuvvetleri adeta sarı öküzün durumuna düşürüldü. Bu bir sav değildir, hakikattir. Bakın ne diyor Amerikalı CIA’nın Türkiye uzmanı Henri J. Barkey “Yaptığımız görüşmelerde bize, ’AB’ye girmek ve demokrasi istediklerini, bunu kendileri için bir rönesans olduğunu’ söylediler. Türk Ordusu ise ABD’ye güvenmiyordu. Irak’a ABD’den bağımsız girmek istediler. Avrupa Birliği adaylık sürecinde müzakereler yoluyla orduyu çok sıkı bir kafese kapattık!” yani sarı öküz kurban verilmişti! Ortada  müthiş bir kumpas vardı. Türk Silahlı Kuvvetleri halkının ve İslam aleminin nazarında kötü bir duruma düşürülecek, ardından ordu kendi meseleleri ile uğraşırken, emperyaller Ortadoğu’da istedikleri şekilde at oynatacaklardı ve oynattılar da! Sadece AB vasıtası ile değil, iç dinamiklerle de(!) TSK moral olarak çökertilmek istendi. "Türkiye bağırsaklarını temizlerken" Kuzey Afrika üzerinden Arap yarımadası ve arkasından Levant bölgesine yalancı bir bahar gelmeye başladı.
Arap Baharı denen uyduruk bahar nereden çıktı? Durduk yerde bir anda nasıl ortaya çıktı bu kanlı bahar? Birileri kalkıp bunun İsrail devletinin yerini sağlama almak gayesi ile ortaya koyduğu Mossad tabanlı bir hareket olduğunu söylemektedir. Bir diğer grup ise bu gün yaşananların Arz-ı Mevdut (vaat edilen topraklar) meselesi olduğunu, Medinat Yişrael'in büyüme gayreti olduğunu iddia etmektedir. Bir başka kesim ise bu gün yaşananların Armegeddon (Melhame-i Kübra) için hazırlık olduğunu, ne kadar çok insan ölürse bu savaşın daha tez kopacağını söylemekte, bu işin müsebbiplerinin Kabbalistler olduğunu beyan etmektedir. Olaylara farklı açıdan bakan bir diğer grup ise Ortadoğunun ve İslam aleminin tekrar dizayn edilerek, Hristiyan batı ve müttefiklerince yeni sömürülecek kaynaklar için bu savaşların ve isyanların  çıkartıldığını söylemektedirler. Aslında hepside kendi çapında doğruyu söylemekte, ancak parçaları tam yerine oturtamamaktadır.
İsrail yaşamak için, bu coğrafyada var olabilmek için daima savaşmak zorundadır. Saldırganlığının altında yatan gerçek budur. Bunun için de düşmanlarını ortadan kaldırmak, 5 bin senelik Arz-ı Mevdut hayalini gerçekleştirmek zorundadır. Bu nedenle bölgede kendinden güçlü, hele hele güçlü Müslüman bir ordu istememektedir. Öte yandan  Kabalistlerin büyük savaşı çıkarma gayretleri artık komplo teorisi olmaktan çoktan çıkmıştır.  İşıd (Isıs-Daeş) terör örgütünün bir anda ortaya çıkması, ortalığı kasıp kavurması, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da çıkan terör örgütlerinin yabancı istihbarat servislerinin birer projesi olduğu artık gün gibi aşikardır. Hedef büyük savaşın (Armegeddon-Melhame-i Kübra) çıkartılmasıdır.  Öte yandan Batı dünyası Ortadoğu’da sadece petrolün peşinde değildir. Yeni yaşam kaynakları ve alanlarının da peşindedir. Şimdi aklınıza şu soru gelebilir; ne yapacaklar ki orta doğunun çöllerinde? Ben de diyorum ki Ortadoğu sadece çöllerden oluşmuyor. Verimli Mezopotamya ve Anadolu’da aynı bölgenin içerisinde! Avrupa ve Amerika’ya sadece petrol değil, başka yer altı ve yer üstü zenginlikleri de gerek.  Bunların rahat rahat ele geçirilmesi ise ancak bölgenin emniyet sübabı olan TSK’nın Sarı Öküz misali aslanlara teslim edilmesi ile mümkündü!
İslam dünyası bu gün 100 yıl önce işlediği hatanın diyetini vermektedir. 100 sene önce Türk Ordusunu arkasından vuranlar, bu gün aynı ordunun varlığına muhtaç hale gelmiştir.
Hıristiyan batının ve bağlaşıklarının bir yandan demokrasi adı altında TSK’yı kafeslerken, diğer yanda bölücü terör örgütüne destek vermelerinin altında da Sarı Öküzün hala kesilememiş, yok edilememiş olması gerçeği yatmaktadır. Türk Milleti ordusuna daima güvenmiş, ordusunu peygamber ocağı görüp, Ulu Başbuğu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün dediği gibi "Biz Türkler ordusu olan bir millet değil, milleti olan bir orduyuz!” düsturunu unutmamıştır! Türk Silahlı Kuvvetleri binlerce senelik bir geleneğin temsilcisi, milletinin ve vatanının yılmaz bekçisidir. Türk Silahlı Kuvvetleri yaşlı Sarı Öküz değil, dosta güven, düşmana korku veren GÖK BÖRÜ’dür! Ölmesini bekleyenlerin de ömürleri yetmeyecektir!



25 Eylül 2015 Cuma

MERHAMET...











Sınırları kim çizdi?
mavi gökyüzünü kim boyadı karaya
kim vurdu ayaklarımıza prangaları
Kim taktı ellerimize kelepçeleri?
Kan olmuşken kıpkırmızı ufuklar...
mavilikler açar mı dersiniz?
Suriyeli mülteci son nefesini verirken
tel örgülerde, balık gibi vururken sahile...
sahi dayanır mı yüreğiniz?
Şehit düşerken insanlık, kapitalin kollarında
bir komünist küfrü ile lanet eder misiniz?
Fatihaya muhtaç binlerce mülteci ölüye,
Bir Müslüman gibi göz yaşı döker misiniz?
Sanmayın ölen, sadece bir cesettir...
Ölen aslında gözünüzdeki son damla,
yüreğinizdeki son kırıntısı...
Ölen, insanı insan yapan;
merhamettir!
25.09.2015 01:50
Kudret Harmanda