16 Ocak 2015 Cuma

KUTSALA SALDIRMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ



            Birkaç gün önce Fransa’nın baş şehri Paris’te yayın yapan siyasi hiciv dergisi Charlie Hebdo,  İslam Peygamberi Hazreti Muhammed’i hiciv ve mizah sınırlarının dışında çizdiği gerekçesi ile iki kişi tarafından basılarak 12 kişi katledilmişti. İslam dininde canlı resmi günah sayılmaktadır. Hazreti peygamberin resimleri yoktur. Yapılmamıştır. Çünkü İslam peygamberi resmedilmemiş, peygamberin yakın çevresinin tarifleri ile hilye-i şerif (suret, şekil) yazılarak peygamberin sima ve fiziki özellikleri kendinden sonraki nesillere aktarılmıştır.
            İslam inancında peygamberlerin hepsi seçilmiş kullardır ve bu nedenle kutsaldırlar. Öyle ki Hazreti Muhammed’in rivayetlerinde geçen 124 bin peygamberin tümü Müslümanlar tarafından kutsal bilinir ve saygı duyulur. Hatta öyle bir durum vardır ki İslam aleminde Hazreti Peygamberin etrafında yer alan sahabeler bile kutsal sayılmışlar, onların bile resmedilmeleri manevi ruhaniyetlerine hakaret kabul edilmiştir. Bunlardan sadece Hazreti Ali –kendisi İslam Peygamberinin hem amcasının oğlu, hem de damadıdır.- müstesnadır. Hazreti Ali kendisini imam kabul eden şiiler tarafından resmedilmiştir. Ancak bu bile Hz.Ali’nin ölümünden çok sonralarıdır.
            Yazdıklarımızdan sanılmasın ki kanlı dergi baskınını haklı görüyoruz. Asla! Böyle bir yaklaşım ne bir Müslümana, ne de bir insana yakışmaz! Ancak yukarıda yazdıklarımızdan da anlaşılacağı üzere hiçbir kişi yada kuruluşun insanların inançları ve kutsalları ile alay etmemeleri gerektiğini hatırlatıyoruz.
            Kanlı dergi baskınının hemen arkasından dünyada çeşitli ülkelerinde baskına tepkiler yükseldi. Baskına uğrayan dergi 6 dilde basılarak dünyanın çeşitli ülkelerine dağıtıldı. Bu dillerden biriside Türkçeydi. Türkiye’de bu derginin baskısını bir gazete ek olarak okurlarına verme kararı aldı. Bunun akabinde sosyal medya üzerinde yine bir basın kuruluşuna ait hesaptan Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün resimleri üzerinde oynama yapılarak paylaşımda bulunuldu... Her ne kadar bahse konu basın kuruluşu bu hesabın kendilerine ait olmadığını açıklasa da bu kimseyi inandıramadı. Güya Charlie Hebdo isimli dergiyi Türkiye’de yayımlayan gazete ve onun çizgisine karşı misilleme yapılmıştı.
            “Bütün dünyanın Müslümanları Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed'in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm Müslümanlar Hz. Muhammed'i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli; İslamiyet'in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.”[1] Yukarıdaki sözler bizzat Atatürk tarafından söylenmiş ve tarihe not düşülmüştür. Atatürk İslam Peygamberi Hazreti Muhammed’e karşı son derece saygı besleyen, onun askeri, siyasi ve içtimai dehasına hayran bir insandır. Şöyle demektedir Atatürk; "Büyük bir inkılap yaratan Hazreti Muhammed'e karşı beslenilen sevgi, ancak onun ortaya koyduğu fikirleri, esasları korumakla tecelli edebilir."[2]          
            Büyük bir dahi olan Atatürk İslam peygamberine karşı son derece saygılı, Onun dehasına hayran bir insandır. Birilerinin ısrarla çarpıtarak kitap okumama hastalığından mustarip milletimize din düşmanı ve hatta dinsiz diyerek tanıttıkları Mustafa Kemal Atatürk Türk milletinin özellikle dininin gereklerini bilmesi için ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi ve onun yardımcısı Ahmet Hamdi Akseki beylere özel ihtimam göstermiş, genç cumhuriyetin pek çok bakanının bile makam arabasının bulunmadığı bir dönemde Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi’ye kırmızı plakalı makam otosu tahsis ettirmiştir. Aynı Atatürk Harbiye Mektebinden mezun olan zabitana(subaylara) Kur’anı Kerim üzerine el bastırarak yemin ettirilmesini de emrediyordu.[3] Yine Atatürk’ün emri ile Diyanet İşleri Başkan yardımcısı Ahmet Hamdi Akseki tarafından yazılan kitap uzun yıllar Türk Ordusunda Mehmetçiğin başucu kaynağı olmuştur. [4]
            Hazreti Peygamberi alelade bir bedevi gibi çizen dergiyi hoş görü adı altında destekleyen pek muhteremler, acaba sadece çağına değil, asırlara hitap eden İslam Peygamberinin hakiki ahlakını ve kişiliğini tanımış olsalardı, en azından araştırma ihtiyacı hissetselerdi, belki de bu yayını yaparken iki defa daha düşünürlerdi.
Sadece bulunduğu zamana değil, geleceğe de hitap eden İslam Peygamberinin kendi dininden olmayanlara bakışını açıklaması açısından şu örneklere bir göz atmak yeterli olacaktır.    Hz. Peygamber’in Medine’ye Hicret’inden sonra düzenlediği meşhur Medine Sözleşmesi’nin yirmi beşinci maddesi şöyle der: “ Beni Avf Yahudileri müminlerle birlikte olarak bir ümmet (camia) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir.”[5] Yine Allah Resulü, Yemen Valisi Muaz b. Cebel’e gönderdiği talimatnamede bölge Hıristiyanları için şunları emrediyor: “ Kim cizye vermek suretiyle eski dini üzerinde kalmak isterse, o kendi dini üzere bırakılır. Bu halde o kimse Allah’ın, onun Peygamberinin ve müminlerin koruması altındadır; öldürülmez, esir edilmez, kendisine gücünü aşan sorumluluk yüklenmez ve dinini terk etmesi için kendisine bir baskı yapılmaz.” [6] Bu şekilde Allah Resulü dini hoşgörünün temeli olan din tercihi konusunda, Yahudi ve Hıristiyanlara büyük müsamaha göstermiştir. Hatta Hz. Peygamber, Medine İslam devletine ihanet etmemek kaydıyla; ibadet, hukuk, ticaret ve bütün sosyal hayatta onlara özerklik tanımış ve kendi başlarına yaşayacakları anayasal ortamı sağlamıştır.
Bu yayınları yapanların Türk Milletini hakkıyla tanımadıkları aşikardır. Eğer tanımış olsalardı bu millet için vazgeçilmez olan peygamberini ve önderini kıyaslamazlar,  kutsallarına karşı son derece hassas olan Müslüman Türk milletinin yapılan yayından rahatsızlık duyacağını, rencide olacağını pek ala bilirlerdi. Yüzyıllar boyu pek çok dine inanan farklı kültürlerde milletler ile koyun koyuna yaşamış olan Türk milleti, kendi inanç ve değerlerine pervasızca saldırılmasına elbette üzülmüş, peygamberine ve devletinin kurucusu olan önderine her kim tarafından olursa olsun hakaret edilmesini hazmedememiştir.
Eleştiri ve ifade hakkı  kim olursa olsun hiçbir kimseye, benim kutsallarıma, milli ve manevi değerlerime hakaret hakkını vermez! Sırf kendi egolarını tatmin için dini ve milli değerleri hiçe sayanlara şunu söylemek istiyorum; Türk Milleti ne dininin kurucusu Hazreti Muhammed’den, ne de devletinin kurucusu ebedi Başbuğu Mustafa Kemal Atatürk’ten vaz geçecek değildir! Aklı başında hiçbir kimse Hazreti Muhammed ve Atatürk’ü kıyaslama gafletine düşmez. Çünkü bunu yapanların şunu çok iyi bilmeleri gerektir ki; bu şekilde hareket etmek İslam ve Türk düşmanlarının ekmeğine yağ sürmektir.
Allah Türk Milletini Korusun ve Yüceltsin!
               



DİPNOTLAR:
1-Atatürk, Nedim Senbai, A.Ü. Dil, Tarih, Coğrafya Yay., s. 102, 1979
2-Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, sayı 100, s. 4
3-Harbiye Mektebi'nde ikmali tahsil eyliyen zabitana mahsus şahadetname
4- Askere Din Dersleri, Akseki Ahmet Hamdi 1925 MSB Yayın Evi
5-  Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.1,sf.277,ist.1992
6- Dr. Âdem APAK, Diyanet İlmi Dergi, Hz. Muhammet Özel Sayısı, Ankara 2000


15 Ocak 2015 Perşembe

TOUT EST PARDONNE*

(*Her Şey Affedildi)
            Mizah ancak benim hürriyetime, şahsıma, milliyetime  ve inançlarıma saldırmadığı, beni rencide etmediği sürece güzeldir. Eleştiri çağdaş demokrasilerin olmazsa olmazı, toplumların bir arada yaşaması için en güzel kontrol aracıdır. Ancak eleştiri yapayım derken işin dozunu kaçırmak eleştiri değil hakarettir, küçük düşürmektir. Bu tavır hem kanunlar önünde, hem de toplum vicdanında da  suçtur!

            Suçu işleyeni cezalandırmakta kişilerin değil, bağımsız mahkemelerin görevidir. Her kim olursa olsun yapılan bir eylemden dolayı kanun önünde suçlu bulunmadıkça cezalandırılamaz. Bu görevi kimse kimseye vermemiştir. Hele hele Allah adına hiçbir kimse bir diğerini cezalandıramaz!

7 Ocak 2015 pek çok kişi için sıradan bir gündü. Ancak Fransa’nın başkenti Paris’te yayın yapan Charlie Hebdo adındaki mizah dergisi için hiçte sıradan bir gün olmadı. Kardeş  oldukları söylenen iki kişi Hazreti Muhammed’i uygunsuz bir biçimde çizdikleri için dergiye baskın veriyor ve ikisi polis memuru 12 kişiyi katlediyor. Bir anda dünyanın gözü Fransa’ya çevriliyor, saldırı lanetleniyordu. Saldırıyı Yemen’de yasadışı olarak faaliyet gösteren El Kaide örgütü üstleniyor, haber ajanslarında bu saldırı “Fransa’nın 11 Eylülü” olarak adlandırılıyordu. Masum insanlar İslamcı(!) teröristlerce katlediliyor, Fransız halkı diken üstünde duruyordu. Kamuoyu desteği %18 lerde olan Fransa cumhurbaşkanı Hollande’in popülaritesi bir anda %51 e fırlıyordu. Paris’te toplanan 1,5 milyon kişi terörü lanetliyor, 60 binden fazla basılmayan mağdur(!) dergi bir anda 3 milyon adet basılıyordu. Daha bir hafta öncesine kadar kamuoyundan askeri operasyonlar için destek alamayan Fransa hükümetine kamuoyunun verdiği bu önemli desteğin arkasında yatan en önemli neden bu kanlı dergi baskınıydı.
Görünende terörist bir saldırı. Ancak birde aynanın arkasında saklı kalan bir sır var. Bu kadar profesyonelce hazırlanan bir saldırının ardından ölü yakalanan iki saldırgan. Konuşturulmayan iki saldırgan!
 Bu dergi 1968 kuşağının etkisi ile kurulmuş. Siyasi hiciv dergisi. Ancak özellikle İslamiyete ve onun kutsallarına saldırıyı kendine görev addetmiş lafta sol tandaslı, ama gerçekte Hristiyan Fundemalisti denilecek kadar İslam düşmanı bir matbuat. Öyleki yaptıkları İslam karşıtı yayınlarla İslam düşmanlığının bayraktarlığını yapan bir matbuat…Bu yaptıkları İslama ilk saldırıları değil. Defalarca İslam karşıtı yayınlarından dolayı tehditler almış bir yayın. Ne hikmetse 1992 yılında tekrar yayın hayatına başladığından bu yana İslam karşıtlığında Fransa basının bayraktarlığını yapan dergi baskın sonrası çıkan sayısında yine kapağında İslam peygamberi Hazreti Muhammed’i tasvir ediyor ve Hz. Muhammed büyük harflerle Fransızca “Je Suis Charlie” (Ben Charlie’yim) yazılı bir dövizi tutuyor. Üstte ise yine büyük harflerle “Tout est pardonne” (Her şey affedildi) yazıyor.Ne kadar masum(!) bir yaklaşım…
Medeni dünya bir anda masum ve canı yanmış Fransa’nın yanında yer aldı. Çok ali cenap bir yaklaşımdı elbete.
Öyle ki, mağdur Fransa ve onun  mağdur hükümeti Paris’te yapılan yürüyüşün hemen arkasından bir açıklama yaparak “Fransa devletinin Irakve Suriye’de faaliyet gösteren IŞİD (ISIS) terör örgütü hedeflerini vurmak için Doğu Akdeniz’e uçak gemisi gönderme kararı aldığını duyurdu. Ne hikmetse birden aklıma 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısı ve arkasından yaşananlar geldi. Hazırlanan senaryolarla işgal edilen Irak, kan gölüne çevrilen Orta Doğu geldi birden gözlerimin önüne. Komplo teoricilerinin yılladır dillendirdikleri senaryolar…
Aslına bakarsanız Fransız devleti öyle çok masum bir devlet değildir. Özellikle Orta Afrika ve Cezayir’de yaptıkları katliamlarla dünya tarihinde eşsiz(!) bir yere sahiptir Medeni Fransa Devleti…
Cezayir’de  1830 yılında  başlayan Fransız sömürgeciliği bittiği 1963, senesine kadar 1,5 milyon Cezayirli Müslümanın canına mal olmuştu. Pek çok Müslüman Cezayirli kötü muamele ve  işkenceden geçirilirken kadınlar sistematik bir biçimde tecavüze uğramıştır. 8 Mayıs 1945 te Setif şehirinde savaştan sonra vaad edilen bağımsızlık için gösteri yapan halka makinalı tüfek ile ateş açılmış binlerce kişi öldürülmüştür. [1]   Fransız Lejyonu halkın üzerine ateş açarken, cezaevlerinden çıkartılan azılı mahkumlar silahlandırılmış ve halka saldırtılmıştır. [ 2 ] Sistemli bir şekilde Müslüman kadınlara tecavüz edilirken, katliama sadece Fransız Lejyonu değil, Cezayir’de yerleşik bulunan Fransız asıllılarda katılmıştır. Tecavüze uğrayan kadınlar işkenceye tabi tutulmuş, uzuvları kesilmiştir. [ 3 ] Fransız Jandarması, ordusu ve OAS isimli (Organisation de l'armée secrète-Silahlı Gizli Ordu Örgütü)
Marifetiyle Cezayir’de Müslüman halka sistematik bir soykırım uygulayan Fransa devleti bu güne kadar yaptığı soykırımı resmi ağızdan kabul etmemekte direnmiş, ancak olmayan, tarihi kroniklerde var olmayan bir Ermeni Soykırımını(!) kabul ederek ne kadar medeni bir ülke olduğunu dünyaya ilan etmiştir. [4]  
            Sadece Cezayir ile sınırlı değildir medeni(!) Fransa’nın marifetleri. Sömürgesi olan Orta Afrika ülkelerinin sadece yer altı ve yer üstü kaynaklarını değil, insan kaynaklarını dahi sömürmekten geri kalmayan Fransa, bu ülkelerde kalıcı olabilmek adına hiçbir ayrılığı olmayan insanların arasına kabile kültürünü oturtmuş, insanları Hutu, Tutsi gibi isimlerle birbirlerine düşman etmiştir. Aslına bakıldığında Bantu halkları olarak adlandırılan ve Sahra Altı olarak adlandırılan bölgelerde yaşayan bu insanlar sömürgeci yönetimlerin “Böl, Parçala ve Yönet” felsefesine hizmet etmeleri adına kabilelere ayrılmış ve aralarına nifak tohumları ekilmiştir. [5]  Fransa çekildiği Orta Afrika ülkelerinin sömürülmesi sevdasından vazgeçmiş değildir. 1994 yılında, Ruanda’da, yüz gün içerisinde 800.000 Tutsi ve ılımlı Hutu katledilmiş ve bir soykırım gerçekleştirilmiştir. Ruanda’da gerçekleştirilen soykırım konusunda en fazla suçlanan ülke Fransa olmuştur. O dönemde Fransa, soykırımı gerçekleştiren Hutu hükümetinin en yakın dostu ve destekçisidir. Bu konuda Fransız yetkililerin şimdiye dek attığı en ileri adım, Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner’in ülkesinin soykırımla ilişkisi
olmadığını söylerken “bazı siyasi hatalar” yapılmış olduğunu kabul etmesidir. Ruanda hükümeti, Fransa’yı resmi olarak soykırımda aktif rol oynamakla suçlamış, Fransa’nın soykırımdaki rolünü araştırmakla görevlendirilen bağımsız bir komisyon, iki yıllık çalışmadan sonra, 500 sayfalık bir rapor hazırlamıştır. Fransa’yı suçlayan raporda, Hutu rejiminden ele geçirilen belgelere yer verilmiş ve Fransa’nın Ruanda ordusuna büyük miktarda silah yardımı yaptığı, Fransız askerlerinin soykırımı gerçekleştiren Interahamwe milislerini eğittiği, yer yer çatışmalara katıldığı iddia edilmiştir. Fransa, soykırımı gerçekleştiren bazı Hutuları korumakla da suçlanmıştır [6] 
            Yakın tarihten verdiğim bu örneklere bakarak Fransa devletinin masumane(!) tavırlarının sadece sömürgelere yönelik olduğu düşünülmemelidir. Türkiye tarihinde de Fransa devletinin silahlandırdığı Ermeni çetecilerin yaptığı katliamlar toplumsal hafızamızda tazeliğini korumaktadır. Ermeni gönüllülerin Fransızlar tarafından teşkilatlandırılarak Müslüman Türk halkına nasıl saldırtıldığı, katliam yaptırıldığı resmi belgelerle sabittir. [7]  Maraşa’ta Sütçü İmam olayı, Gazi Antep savunması, Çukurova’da Ermeniler tarafından yapılan bütün katliamlar medeni (!) Fransa devletinin himayelerinde gerçekleşmiştir. [8] 
            Bu gün ortaya çıkan durumun tek bir izahı vardır; BOP adı altında uygulamaya konulan ve Orta Doğuda 22 devletin sınırlarının değiştirilmesini amaçlayan büyük paylaşımda geride kalan Fransa devleti sahnedeki yerini alabilmek adına bu oyunu tertip etmiştir. Hani derler ya; biz bu oyunu daha önce görmüştük, işte öyle!
            Biz ne zaman ki olmayan soykırım kararını kaldırır ve Türk Milletinden bunun  için özür diler, ne zaman ki mazlum Cezayir halkına yaptıklarını itiraf ederek af diler ve ne zaman ki 800 bin kara derili mazlumdan yaptıkları için bağışlanmayı diler… İslama saldırmayı marifet saymaz…Biz işte o zaman Tout est  pardonne monsieur (Her şey affedildi  bayım) diyebiliriz! İşte o zaman Fransız devletinin masumiyetine ve dürüstlüğüne inanabiliriz!


DİP NOTLAR:
1- Morgan, Ted, My Battle of Algiers, (Cezayir Bağımsızlık Savaşı) S. 17, ISBN 0-06-085224-0.
2- Morgan, Ted, My Battle of Algiers, (Cezayir Bağımsızlık Savaşı) S.  26, ISBN 0-06-085224-0.
3- Alistair Horne, A Savage War of Peace: Algeria 1954–1962 (New York: The Viking Press, 1977), p. 26.
4- 2008/913/JAI numaralı karar Fransa Ulusal meclisi 22.12.2011
5- Derek Nurse, 2006, "Bantu Languages", in the Encyclopedia of Language and Linguistics
6- KEMAL, İsmail. Ruanda Soykırımı, 16 Ağustos 2010,
7- Armenia and the president; A Letter to Mr. Harding on the Problem of Effective Protection of Christian       Minorities Under Turkish Rule, New York Times, 14 Kasım 1922 tarihli makale.
8- Genel Kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi-Maraş Savunması

31 Aralık 2014 Çarşamba

VURUN YÖRÜKLERE!

VURUN YÖRÜKLERE!

            Türklerle ilgili en eski kayıtlara Çin Devlet arşivlerinde rastlamaktayız. Bazı bilim adamları, antik Çin yazılarında sözü edilen "Tue'kue" kelimesinin “Türk” demek olduğunu kabul ederler ki, bu bazı batılı bilim insanlarının kasıtlı olarak Türk Tarihini Gök Türklerle başladığı tezini çürütmektedir.(1)  Antik Çin  kayıtlarında Türklerin “Kuzeyde savaşçı ve göçebe kültüre sahip olduğu, M.Ö. 1700 yılları sonrasında kitleler halinde Altay Dağları ile Tanrı Dağları arasındaki bölgeye yayıldığı” yazılıdır. (2)
            Göçebelik (konar göçerlik) Türk Milletinin yazılı tarihinin başından bu yana devam eden, daha dün diyebileceğimiz 1965 yılına kadar da süren bir olgudur. Antik Çin kayıtlarından ve yapılan arkeolojik kazılardan Türklerin göçebe ve savaşçı oldukları, yazlık ve kışlık yerleşim yerleri olduğu, hayvancılık ve avcılıkta çok ileri teknikler geliştirdikleri, bakırdan ve taştan aletler kullandıklarını öğreniyoruz. (3)
            Bozkır kültüründe konar göçer (göçebe) ve savaşçı olmak bu kültürün alın yazısıdır. Yazılı tarihte bir devlet olarak ilk kez Büyük Hun İmparatorluğu ile tarih sahnesinde görülen Türk Milleti, devlet sahibi olmasına rağmen “Göçebe Kültürünü” aynen muhafaza etmiştir. Büyük Hun İmparatorluğunun parçalanması ile ortaya çıkan “Kavimler Göçü” esnasında da bu kültürün devam ettiğini görmekteyiz. Karadenizin Kuzeyinde varlık gösteren Uz, Kuman ve Peçenek boylarında da konar–göçer kültürün aynen devam ettiğini görmekteyiz. Yerleşik hayata geçen Hun (Macar), Hazar ve Bulgar Türkleri kısa süre zarfında kültürel olarak benliklerini kaybetmişler, Bulgarlar komşuları Slavlar ile karışarak Türklüklerini unutmuşlardır. (4)
            Türk Milletinin tarihi süreçte kurduğu bütün beylik, atabeylik, hanlık, hakanlık, sultanlık ve imparatorluklarda genel olarak konar göçer kültür dediğimiz göçebe kültürü canlı tuttuğunu görmekteyiz. Bu davranış bir yerde cesur ve savaşçı bir millet olan Türklerin daima harbe hazırlıklı olmasını da sağlamıştır.
            Yörük terimi ilk defa Osmanlı kayıtlarında, tahrir defterlerinde görülmektedir. Kelime anlamı olarak kabul gören tanımı yürüyen, konar, göçer Türkmen demektir. Hepsi de Türklerin Oğuz boyundan olup, Anadolu, Trakya ve Balkanlarda önemli bir nüfusa sahiptir. Osmanlı devleti Balkanlarda gerçekleştirdiği fetihlerin sonucunda ele geçirdiği toprakların Türkleşmesi için Yörüklerden yararlanmıştır. Özellikle Yörükler ve Türkmenler Balkanlara gönderilmiş, bu toprakların Türkleşmesi için çaba gösterilmiştir. Yörüklerin sade yaşantısı, yerli halka davranışları neticesinde fethedilen yerlerde kısa sürede devlet hakimiyeti tesis edilmiştir. Yörükan Taifesi olarak kayıtlarda rastladığımız Yörükler Osmanlı Devleti için önemli bir asker ve vergi kaynağıdır aynı zamanda.
            Osmanlı devleti kendisi için hayati öneme haiz Yörükleri ne hikmetse askerlik ve vergi haricinde pek hatırlamaz. Daha doğrusu hatırlamak dahi istemez. Koskoca Devleti Alî Osman’ın yönetiminde pek çok millete mensup kişiler memuriyet alırken, Yörükleri ve Türkmenleri görememekteyiz. Söğüt’ten kendisini ziyarete gelen Yörükleri “Benim has hemşerilerim, kandaşlarım!” diye karşılayan Sultan II.Abdülhamit’ten çok değil 9 yıl önce Fırka-i İslahiye Ordusu tarafından sözde asayiş  adı altında Çukurova’daki Yörüklere nasıl davranıldığı ve iskana zorlandığı tarihlerde acı bir hatıra olarak mevcuttur. Osmanlı padişahları kendilerinin Oğuz’un Kayı boyundan Yörük  olduklarını söylemelerine karşın yaptıkları eylemler ile hiçte bu yönde değildir. Şöyle ki; Osmanlı döneminde göçebeler, yerleşik ahali gibi devletin kayıtlı tebaası durumunda idiler. Bu bakımdan onların yaşadıkları hayat tarzının bir gereği olarak yaylak-kışlak mahalleri arasında hareket halinde olmalarına rağmen başıboş diyebileceğimiz bir hayat tarzına sahip oldukları söylenemez. Konaklamaları için tahsis edilmiş yaylak ve kışlakları arasındaki gidiş gelişleri sırasında bir yerde geçici olarak üç günden fazla konaklayamamaları kanunnamelerde belirtilmiştir.(5) Osmanlı konar göçer Yörüklere sanıldığı gibi çokta merhametli değildir. Yaylaklara giderken veya kışlaklara inerken alınan vergiler bile doğrudan defterdarlık kayıtlarına alınmıştır.
            İmparatorluğun son zamanları hep savaşlar ve bunların neticesinde Anadolu’ya tersine göç ile geçmiştir. Sadece Balkanlardan Anadolu’ya tersine göçte 11 milyon Türk yerinden olmuş yada katliamlara maruz kalmıştır. Justin McCarthy, 1821 - 1922 yılları arasında yaklaşık beş buçuk milyon Müslümanın Avrupa'dan sürüldüğünü ve beş milyondan fazlasının öldürüldüğü yada kaçarken hastalık veya açlık sonucu öldüğünü tahmin etmektedir. (6) Burada bahsedilen Müslüman kimliğinin %95 i fütühatla oralara yerleştirilmiş olan Türk unsurlar, yani Yörükler ve Türkmenlerdir. Özellikle Balkanlardan geri dönen bu insanlar yerleştirildikleri yerlerde Avrupai tarımı yerli halka öğretmişler, Aydın Söke, Muğla Dalaman, Burdur Çavdır, Gölhisar, Denizli Acıpayam ve Antalya Aksu gibi yerlerde bataklıkları kurutarak tarıma kazandırmışlardır.
            Türkiye Cumhuriyetinin ilan edilmesi ile Yörüklerin yaşam şekillerinde çok büyük değişiklikler ortaya çıkmıştır. Özellikle genç Cumhuriyetin millet mektepleri  ile Yörük çocuklarının hızla okur yazar kimliğinin öne çıktığını görmekteyiz. Yüzyıllar boyu asli unsuru olduğu devlet tarafından göz ardı edilen Yörükler, sadece dağda çoban, hudutta asker, sırtında heybesi, elinde devesi, bayırda kıl çadırı  ile dağ adamı olmadıklarını, bu devletin de asli unsuru olduklarını göstermişlerdir.
            1965 yılına kadar konar göçer yaşam tarzına devam eden Yörüklerin karşısına bu seferde göç yolları üzerinde bilinçsizce hareket edenler, hiçbir kimseye zararı dokunmayan, bilakis geçtikleri yerleri ekonomik olarak canlandıran Yörüklere yerleşik düzende bulunan kişilerce düşmanlıklar yapılmıştır. Oysa Yörükler gittikleri her yerde ekonomiye, tarım ve hayvancılığa katkı sağlamışlardır. Devletin ormanları koruma adına Yörüklerin hayvancılık yaptıkları yerleri kısıtlaması, orman sahalarını yasaklamasının sonuçları bu gün daha iyi görülmektedir. Düne kadar et ihraç eden ülkemiz bu gün et ithal eder duruma gelmiştir. Yörükler yaşam kaynakları olan ormanları korumakta en az devletimiz kadar bilinçli ve hassas davranmışlar, gittikleri yaylaklarında ve kışlaklarında hayvanlarının barınaklarını bile işe yaramayan çalı çırpı tabir edilen ağaç artıklarından yapmışlardır. Neden mi? Çünkü Yörük vatana sahip çıkmanın bir yurttaşlık vazifesi olduğunu daha 5 yaşındayken öğrenirde ondan!  Kadim Türk inancından dolayı  doğayı anası olarak bilir. Onu korumanın millete hizmet olduğunu, millete hizmetin sadece askerlik yapmakla, vergi vermekle olmadığını, vatan toprağında biten her türlü nebatatı korumanında Türklük bilinci ile hareket etmek olduğunu bilir!
            1991 yılından itibaren unutulmaya başlanan Yörük kültürünün tekrar canlandırılması ve yaşatılması için Türkiye’nin çeşitli illerinde “Yörük Türkmen Dernekleri” kurulmaya başlanmıştır. Bu derneklerin hepsinin de ortak amacı unutulmaya yüz tutmuş Yörük Türkmen kültürünü hatırlatmak ve yaşatmaktır. Bu yolda özellikle Adana, Antalya, Bilecik, Burdur, Bursa, Eskişehir, Isparta, İzmir, Konya,Kırşehir, Kayseri, Mersin  ve Muğla illeri epey bir mesafe kat etmiş, yaptıkları dernek çalışmaları ile bu kültürün yaşatılması için epey ter dökmüşlerdir. Bu derneklerin her sene yaptıkları “Birlik ve Dayanışma Şölenleri” adeta bayram havasında insanları bir araya getirirken; Türklüğün özü ve hamuru olan Yörük Türkmen kültürünün yaşatılmasında önemli bir yer edinmektedir. Bilecik Söğüt ilçesinde yapılan Ertuğrul Gaziyi Anma Etkinlikleri, Antalya Yörükler Derneğinin Birlik Şöleni, İzmir Yörükler Derneğinin Kültür Şöleni bunlardan sadece bir kaçıdır.
           Eski bir Türk atasözü şöyle der; Börü, kardım toysun dep it bolboyt ! “ ( Kurt, karnım doysun diye it olmaz !) Bunu yazmaktaki amacımız şudur ki, birileri sırf başarılı oldu diye belli bir kesimi yada grubu hedef almak son derece yanlıştır. Bu gün Yörük Türkmen kültürüne hizmet etmek gayesi ile kurulan derneklerin, vakıfların amacı bellidir. Özellikle 1990 larda yükselen Türk gayrı unsurlara karşı gerçek Türk Milliyetçiliğini yaşatmak, unutulmak üzere olan kadim Türk gelenek ve göreneklerini hatırlatmak adına kurulan bu kuruluşların amacı ayrı bir millet yada ırk yaratmak değildir! Ayrı bir dil, ayrı bir bayrak, ayrı bir toprak değil, özü olduğu Türk Milletinin bekası için çalışmak, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin selameti için ter dökmektir.
Şu özellikle akıllara kazınmak zorundadır; Yörüklerden ve Türkmenlerden hain çıkmaz!
Türkün Ulu Başbuğu gazi Mustafa Kemal ATATÜRK daha milli mücadeleye başlarken şu sözü boşuna söylemiyordu: “Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez!”
Bu milletin geleceği, kültürel mirasının korunması ve gelecek nesillere aktarılmasına, kadim Türk gelenek, görenek ve ananelerinin yaşatılmasına bağlıdır. Bu nedenle Yörüklerin sahip çıktığı milli kültürel mirasın yaşatılması, bunlara sahip çıkılması her Türkün vazifesidir. Sırf birileri memnun olacak diye Yörüklere ve Yörük kültürüne saldırmak, sadece Türk düşmanlarının işine yarar.
O nedenle bir Peçenek Türkü olarak bu yazıyı okuyan sayın okur  son söz şunu diyorum; Yörüklük bu milletin en önemli kültürel değerlerinden birisidir, lütfen yaşatalım!
Siz değerli okurlarıma mutlu bir yeni yıl diler, 2015 yılının ömrünüzdeki en güzel yıllardan birisi olmasını temenni ederim.                                           
                                                                                  31.12.2014
                                                                       Kudret HARMANDA

DİPNOTLAR:

1-      Roux, Jean Paul. Türklerin Tarihi, Büyük Okyanus'tan Akdeniz'e iki bin yıl. AD. ISBN 9755060189.
2-      Büyük Larousse, Türkler maddesi, İnterpress-Türkler Ansiklopedisi (İngilizce:The Turks)
3-      Kurot ve Kuyum kurganlarından çıkan buluntular, bu kültür çevresinde yaşayan     insanların at, sığır ve deveyi evcilleştirmiş oldukları, bakırcılığı bildikleri, avcı ve savaşçı bir topluluk oldukları anlaşılmaktadır. (Afanasiyevo Kültürü)
4-      Prof. Dr. Talat Tekin, Tuna Bulgarları ve Dilleri, s. 1, 1987, Ankara
5-      Selahaddin  Çetintürk,  “Osmanlı  İmparatorluğu’nda  Yürük  Sınıfı  ve  Hukuki  Statüleri”, Dil  ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi,11/2, Ankara 1943, s.114
6-      McCarthy, Justin (1995), Death and Exile: The Ethnic Cleansing of Ottoman Muslim 1821-1922     Darwin Pres




17 Aralık 2014 Çarşamba

100 ÜNCÜ YILINDA SARIKAMIŞ

23 Bin Kardelen anısına…
"Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarığınızın, sırtınızda paltonuzun olmadığını gördüm. Lakin, karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda taarruz ederek Kafkasya’ya gireceğiz. Siz orada her türlü nimete kavuşacaksınız. Alem-i İslam’ın bütün ümidi, sizin son bir himmetinize bakıyor." Başkumandan Vekili Enver 18 Kanunuevvel 1330 (18 Aralık 1914) Böyle buyurur Başkumandan Vekili Damad-ı Şehriyari Enver Paşa. Bir yıl gibi bir sürede Yarbay rütbesinde iken Albaylığa ve ardından Generalliğe yükseltilen, Sultan Mehmet Reşat’ın yeğeni Emine Naciye Sultan ile evlenince Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşayı azlettirip Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) olan, istikbal merdivenlerini teker teker ne kelime, beşer onar çıkan müthiş asker! Osmanlıyı eski ihtişamlı günlerine kavuşturmayı kendine şiar edinmiş Hürriyet Kahramanı!
Padişahın damadı olmaktan başka bir meziyeti olmayan birisinin önlenemez yükselişi, o ve arkadaşları yüzünden koca bir imparatorluğun tarihin tozlu raflarına kaldırılışı, ne kadar hazin!
Osmanlının Almanların yanında 1 inci Paylaşım savaşına girmesi üzerine Rus Çarlığı Osmanlı devletine harp ilan eder ve Rus Generali Georgy Berhmann komutasındaki Rus Kafkas 1 inci kolordusu Erzurum üzerine harekete geçer. Hafız Hakkı Paşa Rus ordusunu Horasan ile Pasinler arasındaki "Çoban Köprüsü" yakınında bulunan Köprüköy’de karşılar. Burada Hasan İzzet Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusuna mensup 8 alay, Rusların 6 alayı ile şiddetli muharebeler yapar ve Rus ordusu mağlup olarak geri çekilmek zorunda kalır. Zafer haberini alan Enver Paşa yanına Alman generalleri Bronzer Von Sellandorf harekât Şubesi Başkanı Yarbay Feldman, Kurmay Başyaveri Kazım (Orbay) Bey ve diğer kumandanları alarak İstanbul’dan Ulukışla’ya kadar trenle oradan at sırtında Erzurum’a varır.
Enver paşa Köprüköy ve Erzurum’da birer taburu teftiş ettikten sonra 3. Ordu merkezine gidip orada Hasan İzzet Paşa ve ordu komutanı Refik Paşa ile görüşür. Hasan İzzet Paşa, Enver Paşa’nın Harbiye’den hocasıdır ve kış başlangıcında yapılacak olan harekâtın, hazırlıksız, tedbirsiz bir harekât olacağını söyler. Bu savını sözlü olduğu gibi yazılı olarak da Enver paşaya bildiren Hasan İzzet Paşaya Enver Paşa’nın cevabı "Eğer hocam olmasaydınız sizi idam ettirirdim" olur. Ardından Hasan İzzet Paşa görevinden alınarak emekliye sevk edilir. Enver Paşa üçüncü ordu komutanlığını kendisi üstlenir.
Sarıkamış Altınbulak
Soğanlı’yı biz ne bilek
Bizim uşak gökçek gezer
Ağca zıbın gara yelek
Asker böyle bir harekata hazır değildir. Çünkü kış savaşında korkunç bir şöhreti olan Rus Kafkas Ordusu karşısında bulunan Osmanlı 3 üncü ordusu, çoğunluğu Arabistan ile Anadolu’nun güneyi ve Irak’tan kaydırılan bırakın kışlık giysiyi, günün şartlarında üzerlerinde çöl üniformaları ile gelmiş Mehmetçiklerden oluşmaktadır. Mevcut silahlar, asker sayısı ve iaşenin temini konusunda Rus Kafkas Ordusu karşısında Osmanlı 3 üncü ordusu tabiri caizse sefilleri oynamaktadır. Çünkü Rus ordusu gerek silah ve gerekse insan gücü bakımından çok üstün durumdadır. Buna rağmen Enver paşa Türk ordusunun yerinde durmasını uygun görmemekte, askerin hareketsiz durmasını bir handikap olarak görmekte, ayrıca birliklerde yoğun olarak görülen salgın hastalıklar nedeniyle bir an önce harekete geçilmesini savunmaktadır. Çünkü Rus Kafkas Ordusunun gücü ve techizat üstünlüğü Enver paşaya göre bir kış harekatı ile kırılmak zorundadır. Ruslar baharda taarruza geçerse durdurmak imkansızdır ona göre.
Gadasın aldığım Eşe
Tekerim dayandı daşa
Seferberliği durdurun
Elini öpem Enver Paşa
Türk askerlik geleneğinde alınan tüm kararlar erden en üst rütbedeki ordu komutanlarına kadar sorgulanmadan yerine getirilir. Çünkü, üst rical kararı tek başına almaz. Asker bundan emindir. Bu nedenle verilen emri sorgulamaz ve uygular. Binlerce yıllık askerlik geleneği erata bunu böyle öğretmiştir.
Askeri açıdan düşünüldüğünde, Enver paşanın kışın ortasında 3 üncü orduya taarruz emri vermesi çok akıllıca bir harekettir. Çünkü, Rus işgal güçlerinin arkasına sarkarak yapılacak bir harekat hem Osmanlı kuvvetlerini rahatlatacak, hem de 1878 den beri işgal altında bulunan vatan toprağı kurtarılacaktır. Neredeyse bütün askeri uzmanların ortak görüşü, Rus kuvvetlerinin arkasına sarkmayı hedef alan bu harekatın, başarılı bir plan olduğu yönündedir. Görece olarak doğrudur, ancak unutulmaması gereken hazin bir gerçek vardır; 3 üncü ordu mevcut durumu ile bırakın kış şartlarında harekata girişmeyi, yerinden oynayacak halde değildir. Çünkü ordu içerisinde tifüs ve kolera salgını hat safhadadır. Ordunun neredeyse 15-18 bin kişilik kısmı her ay hastalanmaktadır. Bu ise 120 bin kişilik orduda ciddi açık oluşturmakta olup, imkanların kısıtlı olduğu düşünülürse yapılacak harekatın hezimete dönüşmemesi mucizelere bağlıdır.
Ordu içerisinde tecrübeli subay neredeyse kalmamış durumdadır. Çünkü kudretli Başkumandan vekili Enver paşa Harbiye Nazırı olunca ilk iş olarak “Gençleştirme” adı altında binin üzerinde yaşlı subay resen emekli edildi. Ardından alaylı tabir edilen ve ordu içerisinden yetişen subayların işine son verilip ordunun kilit noktalarına kendi görüşlerini paylaşan ve yakın arkadaşları olan genç subayları getirdi. Osmanlı Devleti 1 inci paylaşım savaşına girerken aslında en büyük darbeyi kendi içerisinden almıştır. Çünkü bir yıl önce 2 inci Balkan Harbini kazanan orduda neredeyse tecrübeli paşa kalmamıştır.
İşe göre adam mevhumu ne zaman adama göre iş olarak değişirse, alt yapınız ne kadar güçlü olursa olsun yıkılmaya mahkumsunuz!
Enver Paşa 18 Kanunusani 1330 (18 Aralık 1914) günü orduya harekat emrini verdi. Üçüncü Ordunun üç kolordusu (9, 10, 11. Kolordular), 24 Aralık 1914 Günü -39 derece soğukta Büyük Sarıkamış Çevirme ve Kuşatma (İhata) Harekatına başladı. Ayrıca, gerilla harbi yapan yarı resmi Türk çeteleri de, Ardahan’a hareket etti. Üçüncü Ordudan bazı kıtalar, 24-25 Aralık gecesi, Sarıkamış’a ulaşmayı başardı. Ancak, Allahü Ekber Dağlarını aşarken çetin zorluklar ve kış şartları sebebiyle gerek miktar, gerekse mevcut silahları yönünden çok zayiat ve kayıp verdiler. Allahü Ekber Dağlarını aşan Mehmetçiklerden bir kol da, Sarıkamış’ın doğusundaki Selim İstasyonuna vararak demiryolunu tahrip edince, Sarıkamış’taki Rus kolorduları paniğe uğradı. Gayriresmi Türk çeteleri de, 1915 yılı başında Ardahan’a girdi. Rus Kafkas Ordusu Başkumandanı Nikolay Yudeniç, Üçüncü Ordunun ilerleyişi üzerine 2-3 Ocak 1915 günlerinde telsiz-telgraf ile müttefikleri Fransa ve İngiltere’ye, Günde birkaç defa yalvarırcasına başvurarak:
 “ Telefon konuşmalarını durduran soğuk ve kış, Türk ordusunu engelleyemiyor. İkinci bir cephe açarak, Türk ordularının ilerlemesi durdurulamaz ise, zengin Bakü petrolleri, Osmanlı-Alman ittifakının eline geçecek ve Hindistan yolu onlara açık bulunacaktır!” haberini gönderiyordu.
Küçük başarılar ne yazık ki büyük hezimetlerin acısına merhem olmaz!
Ordu içerisinde tecrübesiz ve arazi şartlarını tanımayan birlik komutanları, askerin elinde bölgeyi tanıtan haritaların olmayışı, (Çok acıdır ki Türk ordusunun elindeki tek harita 1/400.000 ölçeğinde bir Rus haritasıdır. Bu harita da arazi yapısını değil yolları göstermektedir) askerin bulunduğu arazi yapısını tanımayışı ( Araziyi tanımadığı için ağır kış şartları da olunca 31 ve 32 inci alaylarımız Oltu yakınlarında birbiri ile çatışmaya girerler iki bin askerimiz şehit olur yada yaralanır.) salgın hastalıklar ile kar ve tipi derken Türk askeri tarihin yazmadığı bir dramın kahramanı olur.
Yüzbaşılar binbaşılar
Tabur taburu karşılar
Yağmur yağıp gün değince
Yatan şehitler ışılar
Sarıkamış Harekatı birilerinin dediği gibi tek kurşun atılmadan kaybedilmiş, 90 bin şehit verdiğimiz bir harekat değildir. Bilakis Türk askerinin dünyanın hiçbir ordusunda olmayan cesaret ve fedakarlıkla ölüme meydan okuyuşunun, canını hiçe saymasının, karda açan kardelen çiçeği misali mukaddes vatan toprağına düşmesinin destanıdır. Harekat neticesinde 23 bin şehit, 7 bin esir ve 10 bin yaralı verdik. Sanılanın aksine 90 bin rakamı bir Rus propagandasından başka bir şey değildir. Eğer öyle olsaydı 120 bin kişilik ordunun 90 bini kırılmış olsaydı, Ruslar o gün soluğu İstanbul’da alırdı. Gerçekte harekata katılan asker sayımız 75 bin kişidir. Bunu göz ardı etmemek gerekiyor.
Aziziye baba yurdu
Kafkaslara tabya kurdu
Benim korkum Ruslar değil
Kara kışa kurban verdi
Sarıkamış hezimetinin arkasından Enver Paşa 3 üncü Ordu Komutanlığını Harp okulundan ve Akademiden arkadaşı Hafız Hakkı Paşaya bırakır ve İstanbul’a döner. İstanbul’da Sarıkamış ile ilgili gazetelerin yazı yazmasına engel olur, yayın yasağı koyar!
Yapılışının 100 üncü yılında Sarıkamış Harekatına katılan aziz şehitlerimizi ve kahraman gazilerimizi rahmetle anıyor, aziz hatıraları önünde saygı ile eğiliyorum.

20 Kasım 2014 Perşembe

KAŞINAN YARA: TUNCELİ HAREKATI-2

(Cumhuriyet Dönemi Dersim İsyanları)

            Yazımızın birinci bölümünde Osmanlı Devletinin son zamanlarında çıkan Dersim İsyanlarının analizini yapmaya çalışmıştık. Bu bölümde Osmanlının Türkiye Cumhuriyetine bıraktığı  sorunlardan  bir diğeri olan Cumhuriyet dönemi Tunceli isyanlarını inceleyeceğiz. Osmanlı Devleti 1839’da Gülhane Hatt-ı Hümayunu (Tanzimat-ı Hayriye) ile başladığı âdemimerkeziyetçilik hareketi ile yeni bir devlet nizamı inşasına yönelmişti. Bu tarihten sonra devlet otoritesi ile tanışan Dersim aşiretleri, 1847 den 1916 ya kadar  onlarca defa başkaldırı ve asayişi bozucu eylemleri münasebetiyle tedip ve tenkile uğramış, ıslaha çalışılmıştır. Derebeyleri takribi dört yüz yıllık saltanat ve kazanımlarını kaybetmemek adına sürekli direniş içinde olmuşlardı. Devlet ise merkezî otoriteyi buraya taşıma gayreti içinde olunca karşılıklı mücadele Osmanlıdan Cumhuriyet’e miras kalmıştı.
            Seyyid Rıza 1916 senesinde Dersim’in bağımsızlığı için isyan çıkartır. Bu isyan Osmanlı devletinde çıkartılan son dersim isyanıdır. Birinci paylaşım savaşı nedeniyle 7 büyük cephede savaşmakta olan Osmanlı Devletinin Dersim’deki isyanla uğraşacak ne vakti, ne de askeri vardır. Görünende Seyit Rıza amacına ulaşmış, Dersim bağımsız olmuştur. Oysa bağımsızlık falan yoktur. Çünkü kendisine “Dersim Generali” ünvanını veren Seyid Rıza’nın tek derdi vardır; halk üzerinde yüz yıllar boyu süre gelen imtiyazlı durumunun devamı!
            Genç Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı gibi olmadığını daha kuruluş aşamasında dosta düşmana göstermiştir. Şöyle ki; 1925 Şeyh Sait İsyanı, 1926 Koç Uşağı tedibi, 1926 Zilan ve Ağrı olayları, 1930 Pülümür olayları ve Ağrı isyanı esnasında  Türkiye Cumhuriyeti Mülkiyesi, Askeriyesi ve Siyasi iradesi hiçbir şekilde isyan edenlere karşı hoş görüde bulunmamışlardır.  Cumhuriyet’e başlangıçta sıcak bakan Dersim aşiret ağaları, uygulamalarda kendilerinin bir rolü kalmayacağını görünce devlet otoritesi ve kurumlarını Dersime sokmama çabası içine girip direnmeye çalıştılar.
            Şimdi şunu kendimize soralım; Dersim ya da Tunceli’de yaşananlar neydi? 1937 – 1938 yıllarında cereyan eden  olaylar başkaldırı mı? İsyan mı? Tedip ve Tenkil mi? Islah hareketi mi? Asayiş meselesi mi? Bu sorular etrafında şekillenen konu, herkes ve her kesim tarafından kendi siyasetleri, etnik, dinî, ekonomik ve sosyal çıkarları için kullanılmaktadır. Dolayısı ile herkes kendi gayesine hizmet için uygun ifadelerle kendi sözlüklerinde bu meseleye yer vermektedir. Biz bu olayların gelişimini daha doğrusu oluş biçimini anlatmaktan ziyade, olayların neticelerine bakacağız. Çünkü bir kesim tarafından “mazlum” olarak gösterilen kişilerin hiçte masum ve mazlum olmadıkları aşikardır. Şöyle ki; isyanın elebaşı olan 1863'te Dersim'in, Ovacık ilçesine bağlı Lirtik köyünde Şeyh Hesenan (Şixhesenu) aşiretinin Yukarı Abbasan kolundan Seyit İbrahim'in çocuğu olarak doğan Seyid Rıza hiçte sanıldığı gibi masum birisi değildir. Bunun en bariz örneği aşağıda vereceğim mektuptur ki, hakikaten çok ilginçtir. Lütfen tamamını verdiğim mektubu dikkatlice okuyunuz, masum ve mazlum(!) Seyid Rıza İngiltere Dış İşleri Bakanına yazdığı mektupta neler istemektedir bir bakınız!
 “İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na
   Sayın Bakan,
Yıllardan beri Türkiye Hükümeti, Kürt halkını asimile etmeye çalışmakta, gazete ve yayınlarını yasaklamakta, anadillerini konuşanlara eziyet ederek, Kürdistan’ın bereketli topraklarından gidenlerden büyük bir bölümünün telef olduğu Anadolu’nun çorak topraklarına zorunlu göçler düzenleyerek bu halka zulmetmektedir.
Son olarak Türkiye hükümeti kendisiyle yapılan bir antlaşma sonucu bu baskılardan arındırılmış Dersim bölgesine de girmeye kalkışmıştır.
Bu olay karşısında Kürtler göçün uzak yollarında can vermek yerine kendilerini korumak için 1930′da Ararat Tepesi’nde, Zilan ve Beyazıt Ovası’nda olduğu gibi silahlara sarıldılar.
Üç aydan beri ülkemde tüyler ürpertici bir savaş sürüyor.
Savaş olanaklarının eşitsizliğine, yangın bombalarının, boğucu gazların kullanılmasına rağmen ben ve yurttaşlarım Türkiye ordusunu başarısızlığa uğrattık.
Direnişimiz karşısında Türkiye ordusu kasabaları bombalıyor, yakıp yıkıyor…
Zindanlar yumuşak başlı Kürt halkıyla dolup taşıyor, aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor ya da Türkiye’nin tecrit edilmiş bölgelerine sürülüyor.
Üç milyon Kürt, sesimden ekselanslarına sesleniyor ve hükümetinizin manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı sizden istirham ediyor.
Sayın Bakan en derin saygılarımın kabulünü rica ederim.
Dersim Generali
Seyid Rıza”
            Şimdi bana birisi bunu bir zahmet açıklasın; bu nedir? Vatana ihanet değildir de nedir? Bilmez misin ki be hey cahil, İngiltere’nin dostu olmaz! İngiltere’nin düşmanı da olmaz, ancak çıkarları olur! Sen hangi akla hizmetle İngiliz devletinden yardım talep edersin? Daha 12 sene önce yanına gelip senden yardım isteyen Şeyh Sait’in İngiltere’ye güvenerek çıktığı yolculuğu Diyarbakır’da dar ağacında bitmedi mi? Yıllarca Hindistan’da, Arabistan’da, Filistin’de milleti birbirine katan, kafatası dağları kuran İngiltere acaba sana ne kadar kucak açacaktı? Hakikaten çok ilginç bilgilere ulaşıyoruz araştırdıkça, derinlere indikçe… Seyid Rıza’nın,  Şeyh Sait’in yardım talebine ret cevabı vermesinin en önemli nedeninin aşağıda nakledeceğimiz olay olduğu halk arasında yıllardan beri konuşulur.  Hikaye şudur; Şeyh Sait yanına geldiğinde Seyid Rıza’nın adamlarının kestiği koyunları yemek istemez, “Bizim yiyeceğimiz koyunları, bizim adamlar kesse uygun mudur?”  diyerek Seyid Rıza’dan izin ister. Seyid Rıza  sessiz kalır. Şeyh Sait koyunları adamlarına kestirir.  İş destek istemeye gelince Seyid Rıza “Sen desteği adamlarına kestirdin Saydo!” der ve Şeyh Sait’in isyanına destek vermez. Ne kadar doğrudur bilinmez, ama gerçekte Şeyh Sait isyanına Seyid Rıza’nın dolaylı olarak katkıda bulunmak istediği, ancak isyancı Sait kuvvetlerinin Cumhuriyet Orduları karşısında yenilince bundan vazgeçtiği  yakın çevresince anlatılmıştır.
            İsyanın temelinde daha önce de belirttiğimiz gibi feodal ağaların yüzyıllardan beri süre gelen hegemonyasının devamı sevdası yatmaktadır. Bakınız 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı öncesinde Rus Ordu istihbaratının yazdığı rapor neredeyse tüm Dersim-Tunceli ayaklanmalarının nedenini gözler önüne sermektedir. Şöyle demektedir Rus İstihbarat raporu: “Harp vukuunda Türkler, Dersim ve Kazuçan Kızılbaşlarından yardım görmezler, bunların
Rusların hesabına çalışacakları da şüphelidir. Galibiyet sağlandıktan sonra bunların Rusların
hesabına hareket etmeleri sağlanır. Bunun için de Dersimlilerin asırlık iç işlerine karışmamak ve kendilerini kendi itiyatlarına terk etmek gerekir.”(1)
                 Türkiye Cumhuriyeti memleket dahilinde devlet otoritesinin tam anlamıyla tesisi için her türlü tedbiri almaktaydı. Osmanlının son zamanlarında başına bela olan, her türlü kalkışmadan yeterince ders almış olan hükümetler milli istiklal harbinde ve öncesinde devlet otoritesine isyan eden bölgelere özel önem vermekteydi. Bu bölgelere en seçkin asker ve memurlar ile öğretmenler görevlendirilmekte, devletin “Baba” yüzü halka gösterilmekteydi. Dersim’de yoğun bir feodal yaşam tarzı ve aşiret sistemi olduğundan dolayı devlet otoritesi sözü edilen aşiret liderlerinin şeyhlerin ağaların ve seyitlerin nüfuzunu kırmak için topyekûn bir mücadeleye girişmişti. Bu mücadelede devleti Dersim’e getirecek yollar köprüler yapılmaya çalışılırken bir taraftan da askerî olarak bölgeyi güçlendirmek amaç edinilmişti. Hatta halkın hatırasında kötü bir yer tutmaması için dersim ismi Tunceli olarak değiştirilecektir. Baytar lakaplı Nuri Dersimi isimli kürt veteriner ve ideoloğu bu durumun aşiret ağalarının hiç hoşuna gitmediğini yazmaktadır. Bu nedenle aşiret ağalarının mevcut durumdan kurtulmak için Seyit Rıza önderliğinde kendi aralarında anlaştıklarını ve bununla ilgili dış ülkelerle bağlantılar kurma işini bizzat Baytar Nuri’ye verdiklerini yazmaktadır.(2)   Aşiretlerin 1930’lardan beri bir örgütlenme amacıyla aralarındaki kan davası gütmeye ara verdiklerini askeri ve sivil istihbarat raporlarında görmekteyiz.(3)  Devlet yandaşlığı düşüncesine genel olarak mesafeli duran ve Devlet görevlilerinin raporlarında da sık sık ismini andıkları Seyit Rıza 1917’de Erzincan’ın kuruluşu sırasında Dersim’de lider olarak benimsenmiş, manevi ve maddi otoritesi kabul edilmişti. Seyid Rıza hem ağa hem de seyid olması nedeniyle bölgenin tek hâkimi konumundaydı. Bu durum resmî otoritenin hoşuna gitmiyordu.(4) Nitekim Naşit Hakkı Uluğ 1925-1928 yılları arasında bölgeye yaptığı ziyaretlerde Seyit Rıza’nın gücünü kavramıştı. “Bu adam Dersim’in karanlık vicdanında bir urdur. Seyit Rıza varken bunların ne Türklüğü ne insanlığı kalır.” (5) diyerek bölgedeki asıl tehlikenin Seyit Rıza olduğunu açıkça ifade etmiştir

            Kendisine aşırı güven, insanı kör eder. Eğer bu güven bir de gurur ile birleşirse, insan gerçekleri ne görebilir, ne de idrak edebilir. Dersimli Seyid Rıza kendisine o kadar güvendi ki, artık gücünü sınamasının, Kemalist Türkiye Cumhuriyetine meydan okumanın zamanının geldiğini düşünür oldu. Bu nedenle 1937 senesinin Nisan ayında Rızan, Haydaran, Yusufan, Kureyşan, Abbasuşağı, Bahtiyaruşağı Aşiretlerinin reisleri ve Seyit Rıza bir araya gelerek hükümete bir ültimatom gönderirler.(6) Neler yoktur ki bu ültimatomda? Karakol yapmayacaksınız, köprü kurmayacaksınız, kaza ve nahiye kurmayacaksınız, silahlarımıza dokunmayacaksınız, vergilerimizi pazarlık usulü vereceğiz gibi.(7)

                1937 senesinde Singeç köprüsünü korumakla görevli 33 askerin başlarında İsmail Hakkı adındaki yedek subay ile birlikte şehit edilmeleri ile başlayan ve Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün “Bu işi kökünden hallediniz!”(8) talimatı ile bitirilen Cumhuriyet tarihinin en büyük isyanı sanılanın aksine bir anda çıkmış bir olay olmayıp,  yıllar boyu hazırlığı yapılan büyük bir kalkışmadır. 13 Bin isyancı ve sivil ile 110 askerin ölümüne, 12 bin vatandaşın yerlerinden ayrılmalarına sebep olan büyük kalkışmanın temelinde sanılanın aksine mezhep değil, şahsi iktidar hırsı yatmaktadır.

            Şimdi birileri kalkar der ki “Devlet Seyid Rıza’dan özür dilesin!” Hay hay, derhal efendim. Peki Türkiye Cumhuriyeti hainden özür dilerse, devleti uğruna şehit olanlar ne olacak? Milletin bekası için sakat kalanlar ne olacak? Onlardan kim özür dileyecek? Evet Tunceli ilimizde devlete kalkışmada bulunulmuş ve Türkiye Cumhuriyeti devleti asilere gereken cevabı vermiştir. O zamanın şartlarında yapılan bir uygulamadan dolayı bu gün kalkıp da ihaneti tescillenmiş birinden Türkiye Cumhuriyeti devletinin özür dilemesi akıl tutulmasından başka bir şey değildir!



             
DİP NOTLAR                                                                                                                    :

1-Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar,1972: 371.
2-Vet. Dr. M. Nuri Dersimi, Hatıratım 2004-s.279
3-Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi  030 10 110. 740. 20.-21
4-Akyürekli,2011: 130.
5-Uluğ, 2009: 34,49.
6-Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi 030. 10. 111. 744. 3.
7-Cumhuriyet Gazetesi 16 Haziran 1937
8-İhsan Sabri Çağlayangil -Anılarım