12 Mart 2016 Cumartesi

İSTİKLAL RUHU



            1921…Anadolu üstünde karabulutların dolaştığı, Türk Milletine “Ölümlerden ölüm beğen!” denildiği, namus dediğimiz vatanın düşman postalları altında ezildiği günler. Bir avuç çılgın Türkün yeter diyerek bayrak açtığı, “Ya istiklal, ya ölüm!” dediği günler.
            Hasta adam ölmüş, yüz yıllık bir projede sona gelinmişti. Artık son darbenin vurulması, Türkün son kalesinin yıkılarak intikamın alınması,1000 yılın hesabının görülmesi gerekiyordu. Evet bin yılın hesabı görülecekti.  Öyle ki; Malazgirt’in, Miryokefelon’un, Sırpsındığı’nın, Varna’nın, Kosova'nın, Niğbolu’nun, İstanbul’un, Preveze'nin, Kıbrıs'ın, Girit'in, Mohaç’ın hesabı görülmekteydi. Sadece bir ülkenin işgali değildi yaşanan. Bir milletin yok edilmesi, vatan ettiği topraklardan sökülüp atılmasıydı. Türk belki yine yeryüzünde olacaktı, ama hür olarak, Anadolu ve Trakya’da değil! Kapkara bulutlar dolaşıyordu Türk Vatanının ve Milletinin üzerinde.
            Birinci paylaşım savaşına girerken Osmanlı Ülkesi 4 milyon 900 bin km2    yüz ölçümüne, yaklaşık olarak 25 milyon nüfusa sahipti. Savaşın sonunda ise ne elimizde toprağımız, ne de nüfusumuz kalacaktı. Milyonlarca insanımız dün bizim dediğimiz ama artık bizim olamayan, düşman postallarının altında kalan topraklardaydı. Dinimiz için kutsal bilinen beldeler başta olmak üzere bütün Arap yarımadası,  Irak, Suriye, Filistin, Lübnan elimizden çıkmıştı. Türk ordusu bitmiş ve tükenmişti. 2 milyon 920 bin askerden 1 milyon 565 bini şehit, kayıp ya da esir edilmişti. Kalanlar da zaten anasız kuzular gibiydi. Üstte yok, başta yok, silahsız, devletsiz ve en önemlisi moralsiz! 1911 den beri hep savaşan ordu adeta bitmişti! Elimizde Mondros’a göre askerlerini dağıtmaktan imtina eden iki asi paşanın; Musa Kazım Karabekir Paşa’nın 15 inci kolordusu ile Ali Fuat Paşa’nın 20 inci kolordusu haricinde askerimiz bile yoktu. Bağlaşıkların niyetleri Mondros'un hemen arkasından belli olacak, peş peşe vatan toprağı işgal edilmeye başlanacaktı. Bütün önemli sanayi hammaddelerinin çıkarıldığı ve işlendiği bölgeler, pamuk, incir, narenciye üretilen yerler, Trakya, Musul, Kerkük, Boğazlar bölgesi, en can alıcısı da 465 senedir Osmanlı devletine payitahtlık yapmış başkent İstanbul! Türk Milleti tarih sahnesine çıktığı günden  beri en zor günlerini yaşıyordu. Dedim ya; bin yılın hesaplaşmasıydı bu! 90 bin askerle Yunanlılar, 59 bin askerle Fransızlar, 38 bin askerle İngilizler,  17 bin askerle İtalyanlar Anadolu ve Trakya'nın Türk'ten temizlenmesi için yarışırcasına çullanmışlardı kutsal vatan toprağına. Yalnız bu kadar mı? 25 bini  Trabzon ve havalisinde olmak üzere, batı Anadolu'da binlerce yerli işbirlikçi silahlı Rum, Çukurova ve havalisinde  10 bin silahlı Ermeni, Şark vilayetlerinde sözüm ona Kürt devleti kurmaya kalkan binlerce kansız da leş bekleyen akbabalar misali Türk vatanının parçalanması, Türk Milletinin esareti yada yok edilmesi için ayağa kalkmıştı! İstanbul çaresiz, Anadolu kimsesizdi. Bu çaresizlik ve kimsesizlikle tek başına kalan Türk Milleti artık sona gelindiğinin ve son çarenin esir İstanbul hükümetinde olmadığının farkındaydı. Yerelde başlayan Kuvayı Milliye hareketleri de cılız birer ateş misali organize düşman gücünün karşısında çok da etkili olamıyor, destanlar yazan milletimiz bir önder bekliyordu.
             19 Mayıs 1919 da Samsun’a ayak basan Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa üstü üste topladığı kongreler ile milleti ölüm uykusundan uyandırarak direnişi tek bir bayrak, tek bir çatı altında toplama gayretindeydi. Bu şartlar altında toplanan Milli Meclisimiz son çaremizdi.  Mustafa Kemal Paşa ve etrafındaki bir avuç vatanperver yapılanın ölüm-kalım savaşı olduğunu gayet iyi bilmekteydiler. Geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş, istiklalden başka bir şey düşünülmez olmuştur. Parola "Ya istiklal, ya ölüm!" denilerek yola çıkılmıştır.
            Türk ordusunun moralinin yüksek tutulması amacıyla Erkanı Harbiye Reisliği (Genel Kurmay Başkanlığı) Maarif Vekaletinden (Milli Eğitim Bakanlığı) bir marş yaptırılmasını ister. Maarif Vekaleti bir yarışma tertip eder. 500 Lira para ödüllü yarışmaya katılan 724 şiirin hiç birisi de beğenilmez. Maarif Vekili Hamdullah Suphi bey yarışmacı şiirlerin arasında TBMM Burdur Vekili Mehmet Akif beyin şiiri olmadığını görür. Kendisi de edebiyatçı olan ve TBMM'de yaptığı coşkulu konuşmalar nedeniyle "Milli Hatip" olarak anılan Hamdullah Suphi bey 5 Şubat 1921 günü Mehmet Akife hitaben kaleme aldığı mektubunda; "Pek aziz ve muhterem efendim, İstiklâl marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamaklarındaki sebebin izâlesi için pek çok tedbirler vardır Zât-i üstadânelerinin matlûb şi´iri vücûda getirmeleri maksadın husûli için son çâre olarak kalmıştır. Asl endîşenizin icâbettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehiç vâsıtalarından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbeti arz ve tekrar eylerim." demektedir. Daha sonra ise bizzat Akif'in bu gün Taceddin Dergahı olarak anılan ikametgahına gider. Akif ile konuşur ve ikna etmeye çalışır. Mehmet Akif bey para ödülünden dolayı yarışmaya dahil olmamıştır. Çünkü onun için; mesele millet meselesi, vatan meselesi iken para almak hakikaten çok ağırdır! Onun yüksek karakteri, onun içindeki yoğun vatan  sevgisi bunun olmasına imkan vermemektedir. 
            Hamdullah Suphi beyin telkini ve ısrarı ile Mehmet Akif bey tarafından yazılan şiir; seçici kurul tarafından elemelerden geçen diğer altı şiirle birlikte ordu kumandanlarına gönderildi. Ordu kumandanları tarafından çok beğenilen şiir, 17 Şubat 1921 de Sırât-ı Müstakîm ve Hâkimiyet-i Milliye'de yayımlandı. 1 Mart günü TBMM kürsüsünden Hamdullah Suphi bey tarafından dört defa vekillere okunan şiir, 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat 17:45 te Milli Marş olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edildi!
            Mehmet Akif bey kendisine verilmek istenen 500 lira ödülü Hilali Ahmer (Kızılay) bünyesinde bulunan kadın  ve çocuklara iş öğreterek, cephede bulunan askerlere elbise diken Dar'ül Mesai vakfına bağışlar.  
                Yazdığı şiiri kahraman ordumuza ithaf eden Mehmet Akif bey, hiçbir şekilde kitaplarında yer vermemiştir. Nede böyle yaptığı sorulunca da "O marş benim değil, milletimindir!" demiştir. Mehmet Âkif'in rahatsız bulunduğu, Alemdağı'nda son günlerde içlerinde Târık Us'un da bulunduğu bir grup,  üstadın ziyaretine giderler. Mehmet Âkif bitkin bir hâlde yatağında yatmaktadır. Konuşma esnasında söz İstiklâl Marşı'na gelmiş, ziyaretçilerden birisi "Acaba İstiklâl Marşı yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı?" demişti. Bu söz üzerine yatağında bitkin bir hâlde yatmakta olan Akif; birdenbire başını kaldırmış ve ona "Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın! O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O ruh lazım! O şiir artık benim değildir. O milletin malıdır. Allah, bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın!"
            İstiklal marşını yazdıran ruh, bu ruhtur! Yoktan var edilen, tükendi denilen bir milletin şahlanışı, dünyaya ben bitmedim diye haykırmasıdır istiklal marşı! Bedeni yok edilse de, Yemen çöllerinde, Arap ellerinde, Filistin'de, Sina'da, Allahuekber dağlarında, Galiçya'da, Çanakkale'de tekrar doğan bir milletin ruhudur! Mustafa Kemal'ce kükremenin, Kürşat'ça ölüme atılmanın ruhudur bu ruh! Milli şairimizin "Allah bir daha yazdırmasın!" demesinin altında yatan da bu ruhtur!
            Bu marşı bu gün bu gök kubbede, bu ülkede özgür biçimde okumamıza vesile olan Türkün ulu başbuğu Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere tüm kumandanlarımızın, kahraman şehit ve gazilerimizin, kadını erkeği, çocuğundan yaşlısına  kadar bu toprakları vatan eden mücahitlerimizin aziz hatıraları önünde saygı ile eğiliyorum. "Bu marş benim değil milletimindir" diyen meslektaşım ve vilayetimin milletvekili Mehmet Akif Ersoy beyi de saygı ve hürmetle anıyorum.


8 Mart 2016 Salı

TARİH BOYUNCA TÜRK KADINI VE KAPİTALİZMİN YENİ OYUNCAĞI 8 MART

TARİH BOYUNCA TÜRK KADINI
VE
KAPİTALİZMİN YENİ OYUNCAĞI 8 MART

            Yüzyılların birikimin bir gecede bırakılması, bir anda unutulması imkânsızdır. Yüzyıllardır köleleştirilmiş, hiç bir hukuki hakkı kalmamış, eşit iken ikinci ve hatta üçüncü sınıf bir hayata mahkûm edilmişken bir anda dünyanın pek çok yerinde hemcinslerinin bile aklına gelmeyen ayrıcalıklara kavuşmak Türk kadınına yaratanın bir lütfudur!
            Düşünün; binlerce sene erkeği ile yan yana tarih yazan Türk kadını sanki o tarihi yazan kendisi değilmiş gibi bir anda kafes arkalarına kapatılmak, kimliksizleştirilmek, yok sayılmak istenmiştir. Ne adına derseniz; akıl ve mantık dini İslam adına! Oysa gerçek İslam hiçbir zaman kadının ikinci planda olmasını, kadınların yok sayılmasını söylememiştir. İslam Peygamberi Hz. Muhammed kadınlar ile istişare eder, onların fikirlerini alırdı. Ne zaman ki kadını hor gören Arap adetleri tekrar zuhur etti, kadın İslam dininde çocuklardan bile sonra gelmeye başladı! TÜRK kadını asla ve asla erkeğinin gölgesinde, arkasında, onun merhametine ve insafına sığınmış bir halde olmamıştır! Ne vakit ki İslam dinini kendine göre yorumlayan sahtekârlar çıkmıştır ve ne zaman ki bunlar kendince Allah'ın şeriatını kendi çıkarlarına uydurmuştur, o gün kadınlarımız orta doğunun silik kadınlarına benzemeye başlamışlardır!
            Kadim Türk içtimai hayatında kadınlar hiçbir zaman ikinci planda olmamıştır. Bunu gerek destanlarda, gerek halk söylencelerinde ve gerekse komşu devletlerin, özellikle Çin ve İran kayıtlarında ayrıntılı bir biçimde görmekteyiz.
            İlk Türk destanlarından Manas destanında Manas hanın karısı Kanıkay Katun yiğit ve bilge kişiliği ve sadakati ile çokça övülmektedir. Çok iyi bir binici, engin görüşleri ile kocasına daima yerinde öğütler veren bilge bir eş, savaşçı bir Katun olduğu destanda ayrıntısı ile anlatılırken, Türk Kızlarına adeta örnek almaları öğütlenmektedir.
            Bilinen ilk Türk Kağanlarından Tengri Kut Börü Tonga (Motun-Mete) ülkeyi yönetirken eşi Katun ile birlikte yönetmiş, hatta bir keresinde eşi Katun devlet adına Çin elçileri ile karşılıklı antlaşma imzalamıştır.
            Türk Bilge Kağanın anası olan İl Bilge Katun; eşi İlteriş Kutluk Kağan ölünce henüz 8 yaşında olan oğlu  Bilge ve 7 yaşında ki oğlu Köl Tigin'i Umay Ana misali büyüterek ileride Türk Budununun başına geçecek olan yiğitleri yetiştirmiştir. Her iki tarihi şahsiyetin yetişmesinde anaları İl Bilge Katun'un etkisi çok büyüktür!
            630 senesinden sonra Uygur boylarını toplayan PUSA'nın annesi devlet içerisinde önemli bir rol oynuyor ve muhakemeleri bile o idare ediyordu!
            Bir Hayma Anamız vardır ki; küçük bir obayı koca bir cihan imparatorluğu yapan şahsiyettir aslına bakarsanız. Kocası Gündüz Alp Fırat nehrinde boğularak ölünce dağılmakta olan boyun başına geçen Hayma Anamız otoriteyi sağlayarak Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat'a varıp kendisine ve obasına yaylak ve kışlak vermesini diler. Önce Ankara Katacadağ civarında yerleşen boyunu daha sonra Söğüt'e getirir. Anadolu'da ki ilk anıt mezarında sahibi olan Hayma Anamız tarihçilerimiz tarafından haklı olarak DEVLET ANA olarak tanımlanır ki; hakikaten çok yerinde bir tanımlamadır!
            Tarihimizin neresine, hangi sayfasına bakarsanız bakın; bizim kadınımız  Araplar, Acemler,  Çinliler, Romalılar   veya başka uluslarda olduğu gibi alınıp satılmamış, her şeyden evvel ana,  yani temel olarak ailenin ve dolayısıyla Türk Milletinin emniyet sübabı olmuştur. Ünlü Arap seyyahı ve diplomatı İbni Fadlan  fakir bir Oğuz kadınının edep yerini açık görmüş ve şaşırmıştı. Her tarafını örtecek bir bez parçasını bile bulamayan bu fakir Türk kadınının Arap seyyahını azarlayarak söylediği sözler meşhurdur. Arap kadınları daima kapalı gezerlerdi. Buna rağmen Araplar arasında zina olabilirdi. (Hatta yaygın idi!) Ancak Türkler apaçık gezseler de, onlar arasında zina denen şey olmaz ve olamazdı! Bir Göktürk kağanının zina yapan Çinli bir prensesi, halkın önünde ve bizzat kendi kılıcı ile nasıl öldürdüğü de, Türk tarihinin meşhur olaylarından birisidir. Türklerin bu sert hareketlerini Çinliler vahşet olarak adlandırmışlardır. Ama ordu halindeki bir millette, bu işler başka türlü olamazdı!
            Türk kadınları hiçbir zaman yabancı evliliklere hoş gözle bakmamışlardır. Öyle ki siyasi evlilikler yapan Türk Prensesleri ilk fırsatta kendi illerine, ülkelerine dönmüşlerdir. Kağanların ilk eşleri kesinlikle Türk olmak zorundadır. Tengriden gelen kut, kağanın Türk Katunundan olma çocuklarınındır. Hiçbir şekilde yabancı eşlerden olan çocuklara (bunların hepside siyasi evliliklerdir.)  kağanlık hakkı tanınmazdı.  Katun eşi sefere çıkınca ülkenin yönetimini ele alır, her türlü siyasi yazışmaları eşi adına yapar, hatta anlaşmalar imzalardı!
            Gerek kadim Türklerde ve gerekse ilk Müslüman Türk devletlerinde kadınımızın diğer ulusların kadınlarına göre hem ülke yönetimine, hem de sosyal ve içtimai hayatta eşinin yanında olduklarını görüyoruz. Ancak özellikle 1453'ten sonra kadınlarımızın kafesler ardına kapatıldığın şahit olmaktayız ki; bu Türk kadınının hak ettiği bir durum değildir! Çünkü Türk kadını kafesler ardında olabilecek bir yaratılışa sahip değildir! Yeri gelmişken şunu özellikle yazmadan geçemeyeceğim; Ahi Evran'ın eşi Fatma Bacı, Moğol istilasına karşı Baciyan-ı Rûm dediğimiz teşkilatı kurmuş ve Moğollar ile harp etmiştir! Yani Türk kadını öyle birilerinin istediği gibi hamur açan, çocuklarına bakan, tarlada amelelik eden, silik, kimsesiz, çaresiz değildir. Gerektiğinde en önde savaşmasını bildiği gibi, en ön safta vazife almasını da bilmiştir. Tarihimiz pek çok isimsiz kadın şehidimiz ve gazimiz ile doludur. Bu gün pek çok Türk çocuğunun ne yazık ki merak edip araştırmak gereği duymadığı şanlı kadınlarımızın arasında Nene Hatun gibi isimleri abideleşenler olduğu gibi, Çanakkale’de cephenin en ön hattında keskin nişancılık, sakilik, hasta bakıcılık, hatta fırıncılık ve aşçılık yapanlar da vardır.  Son nefeslerine kadar vatanın selameti için çarpışan ve şehit düşerek bağrında yatan kahraman kadınlarımızın isimleri ne yazık ki elimizde mevcut değildir. Türk kadınları İstiklal Harbimizde erkekler ile adeta yarışmışlardır. Kuvayı Milliye içinde çete olan kadınlarımız, düzenli orduda subay, çavuş, asker olarak en ön saflarda düşmana uçarcasına atılmışlardır. Binlerce senedir analarının, ninelerinin gittikleri yoldan gitmeye devam etmişler, kâh şehit olmuşlar, kâh gazi olmuşlar ama asla namuslarını, şeref ve haysiyetlerini düşmanın postalı altında ezdirmemişlerdir.
            Türk Milletinin Ulu Başbuğu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, Türk kadınının yerlerde sürünmesini, cehalet içinde boğulmasını, hukuk önünde kimsesiz kalmasını ve hepsinden önemlisi erkeği ile beraber kurduğu Cumhuriyette erkek egemenliği altında ezilmesini istememiştir. Bunun için pek çok kanundan önce medeni yasanın ve hukuk yaslarının değiştirilmesini sağlamış; kadın ve erkek miras ve hukuk açısından eşit konuma getirilmiştir. Türk kadını Atasına minnettar olmalıdır. Çünkü dünyanın pek çok medeni olarak adlandırılan ülkelerinde bile kadının adı yokken Gazi Mustafa Kemal, Türk kadınına hak ettiği yere gelmesi ve her türlü hakkın verilmesi için çaba harcamıştır.  Çünkü Türk kadını asildir. Türk kadını fedakârdır. Türk kadını cefakârdır.
            Osmanlı zamanında birçok kez yenileşme, kalkınma çabaları olmuş ancak hiç biride tam bir başarıya ulaşamamıştır. Çünkü yenileşme ve kalkınma asıl olana, yani bu işin dinamizmi için olmazsa olmazı olan kadınlarımızdan başlamamıştır! Gazi Mustafa Kemal Paşa bunun farkında olup; kalkınma ve yenileşme için kadının en önde olmasını istemiştir. Bu nedenle hazırlanan tüm yenileşme hareketlerinde kadınımız en önde olmuştur. Bu konuda Gazi’nin “Daha selâmetle, daha dürüst olarak yürüyeceğimiz yol vardır. Büyük Türk kadınını çalışmamızda ortak yapmak, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını ilmî, ahlakî, içtimaî iktisadî hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve koruyucusu yapmak yoludur.” sözü anlatmak istediğimizi daha iyi ifade edecektir.
            Bu gün Türk kadını Atasının kendisine gösterdiği hedeflerden sapmadan, aynı azim ve kararlılıkla yoluna devam etmektedir. Sanat, spor, siyaset, ekonomi, tıp, askerlik, adliye ve kolluk kuvveti gibi pek çok alanda kadınlarımız erkeklerimizle yarışır haldedir.
            8 Mart emekçi kadınlar gününün istismar edilerek artık tüketim günü halin gelmesi münasebetiyle hiçbir kadın arkadaşımın bu günlerini kutlamıyorum. Çünkü kadın benim düşüncemde bir gün ile anılamayacak kadar kıymetli ve önemlidir. Ömrümüzün bütün anında yanımızda olan, bizimle olan kadınlarımızı bir güne sığdırmak ancak ve ancak kapitalist emperyalizmin insanları robotlaştıran bir tuzağıdır. Eğer bu gün kutlanacak ise-ki 8 Mart kutlama değil 1857 de yakılarak öldürülen 129 kadın işçiyi anma günüdür- Türk kadınına medeni ve hukuki hakların verildiği 5 Aralık tarihi Kadın Hakları Günü olmalıdır!

            Eğer kadınlarımızı ve annelerimizi yılın sadece iki gününe sığdırma gafletine kapıldıysak; bunun tek nedeni unuttuğumuz geçmişimiz ve maddeleşen düşünce dünyamızdır. Lütfen Türk olduğumuzu ve Türk kadını ile Türk anasının  yılın bir gününe sığamayacak kadar büyük olduğunu unutmayalım!

29 Ocak 2016 Cuma

EDİ BESE-YETER ARTIK!

EDİ BESE-YETER ARTIK!

            TBMM kürsüsünden bir vekil haykırıyor; “Edi bese! Edi bese! Edi bese!” Türkçe anlamı yeter artık demek olan bu kürtçe kelimeyi haykıran vekil Osman Baydemir. Diyarbakır’ın Sur ve Şırnak’ın Cizre ilçelerinde yapılan terör operasyonları nedeniyle insanların öldüğünü söyleyerek milletin en kutsal yeri olan Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden haykırıyor sayın vekil; “Edi bese! Yeter artık!” diyerek.
            Sayın vekil kendince haklıdır. Fikre saygı duymak gerektir. Ancak benim de milletin bir ferdi olarak bu haykırışa verilecek bir cevabım vardır. Çünkü cevap hakkım doğmuştur.
            Sayın vekil; 15 Ağustos 1984 ten bu yana 32 yıldır neden yeter denilmedi diye sorarlar adama! Neden kürt halkının yaşam hakkı elinden alınırken, beşikteki bebekler kurşunlanırken, küçücük çocuklar dağa kaçırılırken, evler ateşe verilirken, sırf korucu diye insanlar ağızlarına para tıkılıp katledilirken EDİ BESE-YETER ARTIK denmedi diye sorarlar! Binlerce insan sakat kalırken, köylülerin hayvanlarına el konulurken, yaylaya çıkmış çobanlar keyif için kurşunlanırken, sırf insanlar öğrenmesinler diye okullar yakılırken, öğretmenler öldürülürken neden EDİ BESE demediniz diye sorarlar! Vatandaşın can ve mal güvenliği hiçe sayılırken, evlerinde bile ölüm kol gezerken, sokaklar barikat, hendek, perde ile kapatılırken, kış gününde insanlar akın akın ölümden kaçarken, daha hayatın ne olduğunu bilmeyen 5 aylık, 1 yaşında, 4 yaşında kara toprakla buluşan bebekler ölürken neden EDİ BESE demediniz diye sorarlar sayın vekil!
            Yıllarca eli kanlı örgüt sözde bağımsızlıkları için onların temsilcisi olduğunu iddia ettiği kürtleri katlederken kimse yeter demiyordu.
             7 Mart 1987 tarihinde Mardin’in Nusaybin ilçesi Açıkyol Köyü’nde 6’sı çocuk 8 kişi kurşuna dizildi. Edi bese diyen olmadı! Tıpkı  20 Haziran 1987’de Mardin’in Ömerli ilçesindeki geçici köy korucusu ailelerin yoğunlukta olduğu Pınarcık köyünde 16’sı çocuk 30 kişi vahşice katledildiğinde yeter artık diyen olmadığı gibi!
            Mesela 10 Haziran 1990 tarihinde Şırnak Güçlükonak Çevrimli köyünde 12’si çocuk, 7’si kadın ve 4’ü korucu olan 27 kişi evlerinde pkk terör örgütü militanlarınca yakılarak katledilirken kimse çıkıp da EDİ BESE demiyordu!        5 Temmuz 1993 tarihinde, faşist kürt terör örgütü pkk’nın Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar köyünde 33 kişiyi katlettiği ve köyü ateşe verdiği katliamı hatırladınız mı? Kimseden EDİ BESE diye bir feryat duymamıştık o zamanlar!
            Bu ülke pkk teröründen çok çekti. Fidan misali evlatlarını toprağa verdi. Sözde kürt aydını olduğunu söyleyenler bir defa olsun çıkıp “Bu katledilen öğretmenler, kamu görevlileri, asker, polis kürt halkı için burada; yeter artık!” demedi, diyemedi. Binlerce gencimiz toprağa girerken, binlerce ana baba evlat diyerek kara toprağı kucaklarken ne hikmetse kimsenin aklına “EDİ BESE!” demek gelmiyordu!
            Düşünün; 32 yılda faşist pkk terörüne kurban verdiğimiz insanlarımız orta boy bir ilçenin nüfusuna dayanmış. Terör kurbanları sadece ölenler değil elbette. Terörün bitirdiği hayatların yanında sakat kalan, elinden obasından kalkıp gurbet ellerde yaşamak zorunda kalan, aileleri parçalanmış, ekonomileri tükenmiş insanlarımızda var. Bu insanlarımız acı çekerken kimse çıkıp da faşist pkk terörüne EDİ BESE demiyordu!
Terör örgütünün ilk eyleminden bu güne ölen insanımızın sayısını merak edenlere tekrar yazayım ki; kimin bu işi yeter etmesi gerektiğini varın siz düşünün. 15 Ağustos 1984 ten Ağustos 2015 e kadar terör örgütü 83 bin 500 saldırı gerçekleştiriyor. Bu saldırılarda 6 bin 741 sivil hayatını kaybederken, 14 bin 257 sivil ise yaralandı. Bu dönemde güvenlik güçleri, 22 bin 374 teröristi etkisiz hale getirdi. Güvenlik güçlerinin bölücü terör örgütüne yönelik yaptığı operasyonlarda 48 bin 435 uzun namlulu ve ağır silah, yaklaşık 80 bin el bombası, 43 bin tabanca ve 5 milyonun üzerinde mermi ele geçirildi. Güvenlik güçlerinin bölücü terör örgütüne yönelik mücadelesinde bin 466’sı geçici köy korucusu olmak üzere 7 bin 230 şehit verildi. 31 yıllık mücadelede 21 bin 128 güvenlik görevlisi de yaralandı.
Rakamlar kimin kime yeter demesi gerektiğini gözler önüne sermekte. Eğer sayın vekil; yeter artık diyecekseniz, silahlar sussun, insanlarımız ölmesin diyecekseniz, çöpe giden milyar dolarlar halkımızın refahı için harcansın diyecekseniz demeniz gereken yer Türkiye Büyük Millet Meclisi değil, Kandil dağıdır! Eğer terörle anılan topraklar barış ile anılsın diyorsanız; katil olanın devlet değil birilerinin maşası olan pkk terör örgütü olduğunu ayan beyan halka anlatacaksınız! 16 Sinop Nükleer Santrali, 11 GAP, 87 Atatürk Barajı, 70 Marmaray ve 100 Yavuz Sultan Selim Köprüsü yapacak kadar paranın Türkiye bütçesinde kalmasını isteseydiniz; EDİ BESE diye emperyalistlerin oyuncağı olmuş, kürtlükle uzaktan yakından alakası kalmamış katil sürüsü pkk terör örgütüne bağırırdınız!
Şimdi ortak akılın konuşması gereken zamandır. Halk, pkk terör örgütünün amacının basit bir kürt ayaklanması olmadığını anlamak zorundadır. Bu gün Diyarbakır Sur ilçesinde terör örgütü saflarında yabancı uyruklu 300 paralı teröristin olduğunu, terör örgütünün Sırp keskin nişancıları Sur, Cizre ve Silopi’de devletimizin askeri ve polisine karşı kullandığını, katil devlet diyerek Türkiye Cumhuriyetine saldıranların asıl amacının ülkemizin Güney Doğusunu yabancı postallar altında çiğnetmek olduğunu kürt halkının bilmesi gerektir.  Bu teröre YETER ARTIK diyecek olan bölge halkıdır. Çünkü pkk terör örgütünün nihai hedefi kürt bağımsızlığı değil, orta doğuda yeni bir çıban başı; Büyük Ermenistan yaratma çabasıdır!
Sayın vekilden TV’lere çıkarak pkk terör örgütüne EDİ BESE-YETERARTIK demesini sabırsızlıkla beklemekteyiz. Türk Polisi ve Askeri bölücü terör örgütüne anladığı dilde “YETER!” demektedir ve demeye de devam edecektir!


16 Ocak 2016 Cumartesi

İMZA

          


            1128 akademik unvan sahibi kişi bir bildiri yayımladılar. "Bu suça ortak olmayacağız!" diyerek. Canları öyle istemiş muhteremlerin, suça ortak olmayacaklarını söylerken, suçun ortasına oturmuşlar. Hepsine de aferin, hem de en kocamanından!
            Demokratik bir ülkede fikrini açıklamak hiçbir zaman suç değildir. Demokrasi çerçevesinde fikrinizi beyan edersiniz. beğenilir yada beğenilmez. Bu, o fikri dinleyecek olanların bileceği bir iştir. Ancak; fikir beyan ediyorum diyerek yasaları hiçe saymak, suçlu ile masumu aynı kefeye koymak ve hatta daha korkunç bir şekilde; suçluyu masum, masumu suçlu ilan etmek evvel emirde vicdanları yaralar. Bunun ne beşeri hukukta, ne de sosyal yaşamda hiçbir şekilde yeri yoktur! Katil ile maktulü bir tutmanın açıklaması acaba hangi hukuk teriminde vardır? Öleni, yaşam hakkı elinden alınanı suçlamak hangi aklın ve vicdanın eseridir? Gerçekten aklın almayacağı şeyler bunlar.
            Türkiye Cumhuriyeti devleti vatandaşlarının can, mal ve hürriyetlerinin korunmasından birinci dereceden sorumludur. Hele ki bu sorumluluk kendi egemenlik haklarının olduğu bu topraklarda mecburiyettir. Dünyanın neresine giderseniz gidin, hangi ülkesine bakarsanız bakın, bütün devletlerin ortak sorumluluğudur vatandaşlarının can ve mal güvenlikleri. 1984 ten bu yana ülkemizde yaşayan vatandaşlarımızın canına kast eden, her türlü hürriyetten yoksun bırakmaya çalışan, devlet otoritesini ve milli birliği hiçe sayan terör örgütüne herhalde yaptıklarından dolayı hesap sorulacak, yok etmek istedikleri devlet otoritesi tesis edilecektir. Hal böyleyken sanki bu gün Silopi'de, Cizre'de, Sur'da yaşananları sanki devletin suçu gibi göstermek neyin ifadesidir? Fikir özgürlüğümüdür? Yoksa askeri, lojistik ve moral çöküntü içindeki bölücü PKK terör örgütüne moral sağlamak mıdır? Açıklamada geçen "Devletin başta kürt halkına olmak üzere bölge halklarına uyguladığı katliam ve bilinçli sürgün" sözünden kasıt nedir sizce? Bu cüreti nereden almaktadır bu şahıslar? Devlet diye adlandırdıkları Türkiye Cumhuriyeti  sadece asker ve polis demek midir? Orada görev yapan ve terör örgütünün hedefinde olan memurlar, öğretmenler, doktorlar, sağlık personelleri devleti oluşturmuyor mu? Kurşunlanan ambulanslar, darp edilen, saldırıya uğrayan  sağlık görevlileri devletin aracı ve personeli değil mi? İnsanları yaşatmaya çalışan, masumların can ve mal güvenlikleri için kendilerini tehlikeye atan, canlarını hiçe sayan güvenlik görevlileri devletin personeli değil mi?
            Kimse kendini kandırmasın; sözüm ona bildiri yayınlayan, imzalayan 1128 kişi hiçte iyi niyetli değildir! Eğer bu kişiler iyi niyetli olsalardı  önce gerçek suçlunun kim olduğuna bakarlar, emperyalist ağzı ile bildiri yazmazlardı. 31 senede gerçekleştirdiği 84 bin saldırı ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı 6 bin 741 sivili katleden, 14 bin257 sivili yaralayan, milyarlarca dolarlık maddi zarar veren, okulları, sağlık ocaklarını, hastaneleri yakan eli kanlı örgüt saki sevgi kelebeği misali hiçbir şey yapmamış gibi gösterilmiştir.  Bunların hiç birisi göz önüne alınmazken, Türkiye Cumhuriyeti devleti sanki terörist gibi gösterilmiştir. Bunun adı sadece ihanettir! 1919 mütareke aydınlarının ağzıdır bu ağız!  
            Türkiye Cumhuriyeti devletinin milli sınırları içerisine sözüm ona tarafsız gözlemci çağırmaktadır bu zevat. Neden? Güya taraflar arasında çatışma ve insan hakları ihlalleri ile alakalı olarak ulusla ve uluslar arası gözlemciler gelip rapor hazırlayacaklar… Aslına bakarsanız olay son derece zekice hazırlanmış bir kurgu; önce terör örgütü taraf olarak gösterilip, legal bir hüviyet kazandırılacak, ardından konfederatif çözüm için terör örgütü masaya oturtulacak! Bak bak bak! Harbi bunlar bayağı zeki diyorum kendimce. Ama bir de bakıyorum daha bunların yazılarının mürekkebi kurumadan  Noam Chomsky, Judith Butler, Etienne Balibar ve David Harvey gibi 355’i aşkın uluslararası isim yeni bir bildiri yayınlıyorlar! Türkiye Cumhuriyeti devletini kürt halkına karşı katliamcı gibi gösteren bu bildiride ayrıca devletimiz İŞID terör örgütüne destek vermekle suçlanıyor!  Basit gibi görünüyor değil mi? Birkaç akademisyen bildiri yayınlıyor, ardından devlet katından yükselen tepkilere karşın meşhur yabancılar yeni bir bildiri ile Türkiye Cumhuriyetini suçlayarak burada bildiri yayınlayanlara destek oluyorlar!  Ardından daha bu şoku atlatamadan ABD dışişleri sözcüsü bir açıklama ile bildiri yayınlayan öğretim görevlileri ile alakalı yapılan işlemleri rahatsız edici bir trend olarak gördüklerini açıklıyordu. Daha büyük elçinin tweetleri gündemde iken birde ABD dışişleri bakanlığı sözcüsü çıkıyordu.
            Gerçekten de son zamanlarda stratejik müttefikimiz(!) ABD ne hikmetse gerek orta doğuda ve gerekse uluslar arası arenada açık bir biçimde Türkiye'nin aleyhine olan eylemlerde bulunur oldu. Belki ben fazlaca şüpheciyim ama, hakikaten bakıldığı zaman ABD'nin gerek Irak'ta konuşlanan Türk askeri birliği ve gerekse Suriye politikasında hep Türkiye'yi karşısına aldığını görüyoruz. Önce Başika'da askerimizi çekmemizi söylüyorlar, ardından terör örgütü PKK'nın Suriye uzantısı PYD'nin terörist olmadığını söylüyorlar… Rusya ile ortaya çıkan krizde bunun Türk ve Rus devletlerinin sorunu olduğunu söylüyorlar. Sevsinler sizin müttefikliğinizi!
            Bundan önceki yazılarımda defaatle belirttiğim gibi; orta doğu coğrafyasında güçlü bir Türkiye hiçbir ülkenin yada gücün istediği bir şey değildir. Bunun için ellerinden geleni yapmaktan geri durmayacaklardır. Sanmayın ki düşmanlarımız tek bir cepheden saldırmaktadır ve sanmayın ki merttirler! Asla! Çünkü onlar; amaca ulaşmak için her yolu ve çareyi kullanmayı mubah saymaktalar.  Her yolu denemekten geri durmayacaklardır. 1922 de ters yüz edilip gönderildikleri Anadolu ve Trakya hayalinden hiçbir vakit caymış değillerdir. Atatürk ve dava arkadaşları yüzünden sadece biraz ara verdiler. Şimdilerde maşa olarak kullandıkları PKK terör örgütü ile bu hayallerini gerçekleştirmenin peşindeler.
             PKK dün Ayn El Arab'da yaptığını bu gün Cizre'de, Nusaybin'de, Sur'da ve Silopi'de yapmaya çalışıyor. Karşısında kararlılıkla hareket eden Türk güvenlik birimleri olunca da eğitimli destekçilerinden yardım istiyor!  PKK bitme noktasına gelmiştir. Çünkü halk desteği yoktur! Halk bunların kanlı yüzlerini, birilerinin maşası olduklarını görmüştür.  Yıllarca halka özgürlük savaşçıları yalanı ile kendilerini maskelemeye çalışan terör örgütü ve yandaşları hakikatte eli kanlı bir maşa olduklarını halka göstermiştir. PKK sadece bu şehirlerde değil, yuvalanmaya çalıştığı her yerde gerçek yüzünün gösterdiği için halk desteğini yitirmiştir. 1128 kişi yayınladıkları bildiri  ile PKK'ya moral destek olma çabasındadırlar.
            Halkımız,  devletimizin kendisi için yaptığı hastaneleri roketleyen, okulları ve ambulansları yakan, görevi sadece cehaletle savaşmak, körpe beyinleri aydınlatmak olan öğretmenleri, can kurtarmak olan sağlık personellerini öldüren, darp eden, tehdit eden eli kanlı PKK terör örgütünün gerçek yüzünü görmüştür. PKK çıkar savaşı için kullanılan bir tetikçiden, kiralık katilden başka bir şey değildir. Her ay düzenli olarak maaşları hesaplarına yatan PKK sever 1128 kişi; biraz insaf sahibiyseniz çıkın bu halktan özür dileyin! Geri gelmez ama; 5 aylık İrem, 1 yaşındaki Ecrin, 5 yaşındaki Efe PKK terörünün alkışlanmadığını görünce şehit ruhları belki bir nebze olsun huzur bulur.
            Şunu unutmayın; kim ne imzalarsa imzalasın; son imzayı TÜRK MİLLETİ atar! Bu vatan hamasi nutuklar ile kuru boş imzalarla değil, devletine ve milletine sadakatle bağlı, dürüst ve namuslu  çalışanların sayesinde mamur olacaktır!
           

            
           
            

2 Ocak 2016 Cumartesi

DOSTLARIMIZIN KABUSU: BÜYÜK TÜRKİYE

29 Aralık günü Alman  gazetesi Süddeutsche Zeitung internet sitesinde Mike Szymanski isimli gazetecinin bir haber yorumu yayınlanıyor. Tamamıyla taraflı ve ülkemize kin kusan bu haber yorum Almanya'nın Sesi (Deutsche Welle) isimli medya kuruluşunda da basın özeti şeklinde yayınlanıyor. Bütün Türkiye basınını (Türk değil, Türkiye! Türk olsaydı bu ayrıntıyı kimse atlayamazdı!) taradım ve bu haber ile alakalı tek bir yazarın yorumuna rastlayamadım. Sadece Cumhuriyet gazetesinde rastladım habere. Ancak anlı şanlı kalemşörlerimizden tek bir yorum yoktu! Belki gözümden kaçtı, belki de gerçekten yoktu!
            Neydi peki bu haber yada yorum? "Silahlı çatışmalar 1984'ten beri devam ediyor. 40 bin insan öldü. Çözümün şiddet olmadığı kanla kanıtlanıyor. Ve şiddet buna rağmen son bulmuyor. Kulağa ne denli acı gelse de devlet ülkenin güneydoğusunu defterden silmiş gibi görünüyor. Mazlum bölgenin ülkenin kalkınmasına bir katkısı yok. Modern Türkiye'nin yaşam duygusundan hiçbir şey Kürt bölgesine ulaşmış değil. Hükümetin operasyonlara gerekçe olarak ülkenin birliğini koruma çabasını göstermesi ise laf-ı güzaf. Türkiye çoktan bölünmüş bir ülke.”  
            Bir gazeteci ancak bu kadar taraflı ve bu kadar düşmanlık ve kin dolu bir haber yapabilirdi! Sanki herr Szymanski yıllardır bu ülkede yaşamakta, sanki 1984 den beri Güneydoğu ve Türkiye'yi çok iyi bilmekte, ve sanki çatışmaların tarafı gibi kaleme almaktadır! İşin garip olan tarafı bu beyefendinin tevellüdü daha 1977… Bize göre çocuk yani. Peki bu gazetecinin Türkiye aşkı nereden geliyor?  Bu beyefendi 2015 yılından itibaren çalıştığı Süddeutsche Zeitung gazetesinin Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs muhabirliğini yapıyor. Türkiye'yi ne kadar tanıdığı ise meçhul.
            Sayın okurlarım; bendeniz yıllarca ülkemizin doğu ve güneydoğusunda bulunmuş birisiyim. Yani birileri gibi Boğazda oturup Tendürekleri, Şehidanları, Gabarı, Ciloyu, Satı, Buzulu, Zagrosları yazan birisi değilim. Bu garip acizane,  bu yerleri birer birer gitmiş, görmüş ve yaşamış biridir. Yıllarca "Dövlet bize bahmir!" diyenlerin aslında en çok devlet imkanlarından yararlanan kişiler olduğunu, devletin memuru, amiri, askeri ve polisi ile gece gündüz hiç dur durak bilmeden halka hakikaten hizmet götürmeye çalıştığını, bu uğurda can verdiklerini bu Alman gazetecisinden çok daha iyi  bilen ve yaşayan birisiyim.
            Yıllarca iktidara gelen bütün siyasi partiler hükümet ettikleri sürece ilk evvel doğu ve güneydoğu bölgelerine yapılacak devlet hizmetlerini, yatırımları ön plana çıkartmışlar, bu bölgelere katrilyonlar dökülürken yanı başımızda pek çok köyümüz su, elektrik, asfalt, ve kanalizasyona kavuşmayı beklemek zorunda kalmıştır.  Benim milletim üleşmeyi bilir. Mazluma sahip çıkmayı, bir dilim ekmeği, bir yudum suyu paylaşmayı bilir. 1991 de Irak'ın kuzeyinden gelenlere nasıl kucak açtığımızı bizzat şahidi olarak ben bilirim. Huduttaki askerlerimizin mataralarındaki suyu, çantalarındaki peksimeti nasıl paylaştıklarını gözlerimle görmüş birisiyim. Şimdi Suriyelilere Türk Milletinin nasıl kucak açtığını gören birisiyim. Öyleyse bu kadar alicenap bir millet nasıl olurda aynı siperde harp ettiği, kız alıp kız verdiği, durduğu kıblesi bir, inandığı din bir, beraber gülüp, beraber ağladığı kardeşine ayrımcılık eder? benim milletim hiçbir zaman ülkenin doğu ve güneydoğusunda yaşayanları el gibi görmemiştir. Kendi öz kardeşi olduğunu bilir ve böyle de bilinmesini ister.
            Herr Szymanski kürt bölgesine yatırım yapılmıyor demekte. Bendenizde "Sen halt emişsin bayım!" demekteyim. Çünkü 2002 yılından 2015 yılına kadar ülkede devlet tarafından yapılan toplam yatırımın %23 ü Syzmanski efendinin kürt bölgesi dediği doğu ve güneydoğu bölgelerine yapılmış! Türkiye'de yedi coğrafi bölgenin olduğu ve en az vergi katkısının bu bölgeler olduğu düşünülürse, ülke genelinde yapılan toplam 462,8 Milyar TL olarak yapılan yatırımın 105,4 milyar lirası bu bölgeye yapıldıysa, ben kusura bakmayın ama yine "Sen halt emişsin bayım!"derim. Türkiye Cumhuriyeti devleti basit yorumlarla, basit haberlerle yıkılacak bir devlet değildir elbette. Yapılan yatırımlar, vatandaşlara verilen hizmet sırf bir Alman gazeteci yok dedi diye yok olmaz, ancak sinek ne kadar küçük olursa olsun mide bulandırır! Hele hele böyle bir yorum 30 dilde TV, Radyo ve İnternet haber portalı ile yayın yapan DW (Deutsche Welle- Almanyanın Sesi) kanalında yayınlanırsa ne olur sizce? Tek bir cevap verilir bu soruya; Almanya silah ile PKK'nın başaramadığını psikolojik harp ile başarmak telaşında! Bunun içinde her türlü yolu denemekte. Son zamanlarda DW kanalında ne hikmetse Irak ve Türkiye arasında kurulacak bir kürt devletinin sık sık analizi yapılmakta. Almanlar bu konuda çok iştahlılar. Neden olmasınlar ki; 1914'de alamadıklarını şimdi almak istiyor olamazlar mı?
            Kimse kalkıp da Almanya'nın Türkiye'nin müttefiki olduğunu iddia etmesin. Eğer yanılır şaşarda birileri bu iddia ile gelirse benim verilecek cevabım hazırdır; hadi oradan! Almanya devleti ne imparatorluk döneminde, ne de diğer cumhuriyetler döneminde Türkiye'nin parçalanması fikrinden asla caymamış, her fırsatta bunu değerlendirmenin yollarını aramıştır. Daha Alman birliğini yeni sağladığı yıllarda bile meşhur şansölyeleri Bismarck Osmanlı İmparatorluğunun parçalanarak Avrupalı müttefikleri arasında paylaşılmasını istiyordu! Hatta öyle ki Bismarck bütün yakın doğu politikasını bunun üstüne kurmuştur. Türkiye'nin birinci paylaşım savaşına girmesi her ne kadar Enver, Talat ve Cemal beylerin dahiyane(!) yönetimleri neticesinde görülse de gerçekte Almanların yıllardan beri sürdürdükleri bir politikanın neticesindedir. Eğer Almanya harbi kazanmış olsaydı, sanmayın ki Osmanlı topraklarından çıkacaktı! Theobald von Bethmann Hollweg adlı asker kökenli Alman şansölyesinin düşüncesi hiçte dostane değildi. Sanmayın ki Adolf Hitler Türkiye'yi dost gördüğü için saldırmadı. Hitler,   Sovyetler Birliği içindeki Türklerin varlığından ve  aynı zamanda Türk ordusunu biraz tanıdığı için uzak durdu. Ancak Sovyetleri fethetmiş olsaydı, sırada mecburen Türkiye olacaktı! Çünkü Irak ve Arap petrollerinin önünde Türkiye bir mania olarak duramazdı!
            Bu gün bakıldığında Almanya önümüzdeki 250 yılı şekillendirme kaygısındadır. Almanların en büyük hayali dün kaçırdıkları treni bu gün yakalamaktır. Dün Osmanlı ile inemedikleri yakın doğuyu bu gün ele geçirmek çabasındadır bayan Merkel ve kurmayları. Ancak bu hiçte kolay olmayacaktır. Çünkü diğer egemen devletlerinde olduğu gibi bu pembe düşlerinin önünde Türkiye engeli vardır. Bölgede istikrarlı, halkı ile barışık, demokratik, çağdaş ve laik Türkiye emperyalistlerin en büyük kabusudur. Bu nedenle müttefik gördüğümüz yada öyle bildiğimiz emperyaller bu ülkenin birlik ve bütünlüğünün bozulması için her türlü yolu denemektedir. Yukarıdaki yazının amacıda psikolojik olarak ordumuzu ve güvenlik güçlerimizi çökertmek, demoralize etmektir! Çünkü onların beklentileri gerçekleşmemiş, Türk ordusu yenilmemiştir! Unutmayın; ordumuz yenilmeden kimse cumhuriyetimize ve milletimize kast edemeyecektir.  Çünkü " Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve yeteneğinin,Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir. Ordumuz,Türk topraklarının ve Türkiye ülküsünü gerçekleştirmek için harcamakta olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi İmkânsız güvencesidir." M.K.Atatürk-1937
            Birileri pembe hülyalara dalabilirler; kimseye sözümüz olmaz. Ancak; mevzu Türkiye ve Türk Milleti olunca, o pembe hülyaları kabusa çevireceğimizden kimsenin şüphesi olmasın!
            Bu gün sadece Almanya'nın değil, müttefikimiz gibi görünen bütün batı ülkelerinin kabusu Büyük Türkiye'dir. Bunu başarmakta çok zor değildir. Rahmetli Prof. Dr.Oktay Sinanoğlu hocamızın buyurduğu gibi; Adriyatikten Çin seddine nasıl tek bir dil, yani Türkçe bizi götürüyorsa, Türk Birliğini kurmakta hayal değildir! İşte Avrupa, Amerika, Rusya, Çin ve bilimum dostlarımızın(!) ortak kabusu budur!