29 Mayıs 2016 Pazar

FATİHLER UNUTULMADAN



            Artık ömrünün son deminde, bitişini yüz yıllar öncesinden ilan etmiş olmasına karşın Türk İmparatorluğunun topraklarının ortasında çıban başı olmaya devam eden  Bizans… Gerek siyasi ve gerekse askeri açıdan burayı topraklarına katmak zorunda olan Osmanlı Türk İmparatoru 2 inci Mehmet Han.
            Yapılan devasa hazırlıkları, Anadolu ve civar Türk beyliklerinden gönüllü katılan binlerce asker. Sırf İslam peygamberi Hazreti Muhammed'in “Letüftehannel Konstantiniyye, feleniğmel emiru, emiruha, feleniğmel ceyş-i, zelikel ceyş” “İstanbul elbet bir gün fetholunacaktır, onu fetheden kumandan ne büyük kumandan, fetheden asker ne kadar güzel askerdir."  Hadisine layık olabilmek için 2 inci Mehmet'in sancağı altına koşup gelen Anadolu Türk beylikleri…
            Sağ yan kuvvetler: Beylerbeyi İshak ve Mahmûd Paşalar kumandasında 50 bin Anadolu askeri olup, yerleşme alanı Yedikule-Topkapı arası idi. Bu ordu Anadolu’dan Gelibolu’ya geçerek Osmanlı ordusuna katılmıştı.Orta kısımdaki kuvvetler: Sultan Mehmed Han kumandasında 15 bin yeniçeri olup, yerleşme alanı Topkapı-Edirnekapı arası idi. Sol yan kuvvetleri: Edirnekapı’dan Tekfursarayı önlerine kadar Karaca Bey kumandasında, 50 bin Rumeli askeri… Beyoğlu sırtlarında Zağnos Paşa kumandasındaki kuvvetler vardı. Bu kuvvetler Cenevizlilere karşı saf tutmuş bulunuyorlardı. İhtiyat kuvvetleri ise; 100 bin süvariden ibaret kuvvetlerden olup her yönde kullanılacak şekilde yerleştirilmişlerdi. Toplamda Osmanlı Türk kara ordusu 215 bin muharip askerden müteşekkildi.
            Osmanlı donanması: 12 büyükçe çektin (çektirme) adı verilen gemi ile 80 çift kürekli hafif gemi (çifte güverteli), ayrıca 55 küçük gemiden olup tamamı 147 gemiden oluşuyordu. Bu gemiler, içine çok sayıda asker alan gemiler değildi. Yalnız manevra kabiliyetli, süratli hareket edebilen, üç ve iki sıra kürekli, hafif, kıyılara kolaylıkla sokulabilen harb gemileriydi. Bu gemiler Beşiktaş sahili yakınlarında bulunuyorlardı ve Osmanlı Devletinin altıncı kaptân-ı deryası Baltaoglu Süleyman Bey kumandasında idiler.
Bizans ordusu ise İtalyan, İspanyol, Giritli, Fransız, Venedikli, Macar ve Rus paralı askerleri de dahil olmak üzere 15 ile 25 bin arasındaydı. Bu sayıya yerel milis kuvvetleri de dahil değildir.
            Netice itibariyle Konstantiniyye (Bizans, İstanbul) fethedilmiş, Osmanlı Türk Hakanı 2 inci Mehmet Fatih unvanını alarak Fatih Sultan Mehmet olmuştur. Bazı tarihçilerin dediği üzere Doğu Roma İmparatorluğunun Türkler tarafından başkentinin fethedilmesiyle bir çağ kapanmış, başka bir çağ başlamıştır. Yukarıda yazdığımız bilgileri zikretmemizin amacı İstanbul'un birinci fethini küçümsemek amacı değildir. Bilakis birazdan aşağıda yazacak olduğumuz bilgiler ile kıyaslanması amacıyladır.
            Tarih 13 kasım 1918, Türk devletinin daha 15 gün önce imzalamış olduğu Mondros ateşkes antlaşmasının 7 inci maddesine atıfta bulunularak 465 senelik Osmanlı Payitahtı (başkenti) İstanbul işgal edilmektedir.
            Haçlı ordusu zafer sarhoşudur. Haçlı Donanması namlularını Osmanlı Sultanı Vahdettin'in ikametgahı olan Topkapı Sarayına ve Babıali'ye çevirmiştir. 55 gemiden oluşan Haçlı Donanmasından 3500 asker karaya çıkartılır. Türk Milletinin Harim-i İsmeti olan başkenti işgal edilmiştir. 465 senedir Türk olan, Avrupalıların korkulu rüyası Türk İstanbul yabancı çizmeler altında ezilmektedir. 18 Kasım 1918 gününe gelindiğinde Haçlı Donanmasının gemi sayısı 167 ye ulaşmıştır. Büyük Britanya krallığı İstanbul'un yeniden kurtuluşu(!) için en gelişmiş savaş gemilerini göndermiştir. Bunların içinde iki tanesi vardır ki, isimlerini zikretmeden geçemeyeceğim; HMS Argus ve HMS Kig George V. Bu iki geminin en önemli yanları her ikisinin de uçak gemisi olup, üzerlerinde zamanın en modern uçaklarının bulunmasıdır ki, varın siz düşünün İstanbul'un Haçlı ordusu tarafından kurtarılma(!) amacındaki önemi!
            Artık İstanbul sadece kağıt üzerinde bir başkenttir. Zaten 30 Ekim 1918 de imzalanan Mondros Ateşkes anlaşması Osmanlı'yı fiilen bitirmiştir. Başkentinin işgali ise bu fiiliyatın canlı bir göstergesi olmuştur. Görünende tam bir işgal gibi görünmeyen ve sanki hala İstanbul'un sahibi padişahmış gibi bir hava estirilen fiili durumda, Haçlı ordusu kumandanlığı yayımladığı bir bildiri ile iplerin kimin elinde olduğunu gösterecektir. Nemi demektedir bu bildiri; işgal geçicidir, padişahlığı ve  halifeliği korumak ve güçlendirmek için işgaller gerçekleştirilmiştir, azınlıklara yönelik bir katliam başlarsa İstanbul Türklerden alınacaktır, herkes padişahlık makamının İstanbul'dan vereceği kararlara uyacaktır.
            Görüldüğü üzere İstanbul fiilen İngiliz Yüksek Komiserinin keyfiyetine bırakılmış haldedir. Padişah ve onun  kukla hükümeti ise göstermeliktir. 29 Mayıs 1453 te fethedilen, adına şiirler, besteler yapılan İstanbul, Haçlı ordularının çizmeleri altında inim inim inlemektedir.  Bizim olan İstanbul, artık bizden çıkmıştır!  İşgal süresince İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan İstanbul'da 51 bin 275 asker bulunduracaklar,  işgal ordusu en modern silahlar ile donatılacaktır. Hatta bu gün müttefik olarak görülen Amerika Birleşik Devletlerinin İstanbul'un işgali süresince toplam 20 savaş gemisi İzmit limanında ve İstanbul önlerinde olacaktır.
            Son Osmanlı Meclisinin yayınladığı Misak-ı Milli bildirisinin ardından 16 Mart 1920 de İstanbul tam anlamıyla işgal edilecek, görünüşte Padişahı sözüm ona tanıyan işgal  kuvvetleri artık yaptıkları hiçbir fil ve eylemi esir hükümete bildirmeden yapacaktır. İstanbul tam anlamıyla düşmüştür artık!
            4 yıl 10 ay 23 gün boyunca işgal altında kalan İstanbul, 6 kim 1923 günü TBMM orduları tarafından resmen işgalden kurtarılmıştır. Bu süre zarfında verilen Türk İstiklal Harbi bizim olan, ebediyen Türk kalacak Anadolu ve Trakya'da tekrar ezan seslerinin duyulması için 91 bin 148 Mehmetçiğin canı  ve bedeni mukabili tekrar bu toprakları vatan edecektir.
            İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Mehmet anılmayı ve fatihayı ne  kadar hak ediyorsa, Bizans'ı tarihin tozlu raflarına gönderen Osmanlı Türk ordusu ne kadar hayırla yad edilmeyi hak ediyorsa, 29 Mayıs Fetih kutlamaları ne kadar yerindeyse…Bu kutlu beldeyi tekrar Türk Vatanı eden, tekrar hür ve bağımsız eden, Türk Milletinin şeref ve haysiyetini düşmanın çizmeleri altından kurtaran Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları ve onun  Başkumandanı Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları da taktir edilmeyi, Fatihaları, Yasinleri,  o kadar hak etmektedir!
            Hiçbir şekilde Fatih Sultan Mehmet Han ve Başbuğ Mustafa Kemal Atatürk'ü kıyaslayacak değilim. Haddimi bilirim, Türkün iki başbuğunu kıyaslamak ancak cahillerin ve haddini bilmezlerin işidir. Ancak şunu da yazmadan geçemem; Türk tarihinde 29 mayıs ne kadar önemli ise, 19 Mayıs ondan geri kalır değildir! Eğer 29 Mayıs kutlanacaksa, eğer fetih hakkıyla kutlanmak isteniyorsa; İstanbul'un ikinci fatihleri de unutulmamalıdır!


12 Mayıs 2016 Perşembe

PERDENİN ARKASINDAKİ GÖLGELER


            Uzun ve meşakkatli bir yoldur bu, bazen yapayalnız kalırsın, bazen bıkar usanırsın. Ancak bir kere bulaşmışsındır. Sen istesen de o seni bırakmaz bir daha. Çok zaman evde çocuklarını bile göremezsin, çok zaman yemek yemeyi bile unuttuğun olur. İlk yola çıkarken bin bir ümit ve şevkle gelenlerin gün gelip seni yarı yolda bırakıp gittiklerini görürsün.  Umutsuzluğa düşmez, ama kırılırsın. En çok da bu yorar ve en çok da bu yaralar ya seni… Yine de vazgeçip dönemezsin!
            Birileri makam mevki sahibi olur. Merdiven misali kullanırlar seni. Basamak olursun, yeter ki orada bizden birileri bulunsun dersin. Gün gelir en cevval darbeyi de basamak olup yükselttiklerinden yersin. Üzerine basıp çıkanlar seni tanımaz, görmez. Yolda selam vermesin, bir şey talep eder diye yollarını değiştirenler olur ya; en çok da bu zoruna gider… Kimse bilmez içindeki yürek yangınını. Bilenlerinde işine gelmez zaten. Çoğu kez deli gözüyle bakılır sana. Evin bile yoktur, el kiralarında sürünürsün. Aldığın üç beş kuruşu da bu yolda harcar, aybaşını kardeşlerinden aldığın borçla getirmeye çalışırsın. Ağabeylerin, ablaların bile kızar bu haline, “Kim için koşuyorsun, kime hizmet ediyorsun. Otur, çekil artık bir köşeye. Bak evin bile yok!” derler sana… kızamazsın onlara, haklılardır sonuçta. Kim ne derse desin, kim ne söylerse söylesin, dönemezsin yolundan. Bir kere girmişsindir bu yola. “Ben yokum!” desen de bırakmazlar yakanı. Çünkü adın olmuştur artık: DAVA ADAMI!
            Türkiye’de ilk kurulan Yörük Türkmen dernekleri yıllarca isimlerini duyurmanın, davalarını anlatmanın gayreti içerisinde oldular. Amaçları unutulmaya yüz tutmuş Yörük Türkmen hayatının gelecek nesillere iletilmesi, moda akımlar ile yok olmaya yüz tutmuş Türkün özü olan bu yaşam kültürünü kurtarmak olan dernekler gereken ilgiyi ne yazık ki göremediler. Bu gün sayıları yüzlerle ifade edilen bu derneklerin hala en büyük sorunu; gerek yerel yönetimlerden ve gerekse devlet ricalinden ilgi ve alakayı görememek, kendilerini tam anlamıyla ifade edememektir. Tabidir ki bunun en büyük nedeni Yörük Türkmen derneklerinin kuruluş amacının tam olarak anlaşılamamış olmasıdır. Oysa bu derneklerin ya da vakıfların tek bir amacı vardır, yukarıda da zikrettiğim gibi Yörük Türkmen kültürünü araştırmak, yaşatmak ve gelecek nesillere ulaştırmak!
            İnsanların beyninde oluşan bir algı var ki, tam evlere şenlik. Sözüm ona Yörük Türkmen Derneği dediğinizde akıllarına ne hikmetse hep Yörük göçleri, festivaller ya da şenlikler, şölenler gelmekte. Bir Allah’ın kulunun aklına da kaybolan kültürümüz, yitip giden gelenek ve göreneklerimiz gelmiyor. Oysa tehlike çok büyük. Hem de düşünülenden çok daha büyük! Bu gün gençlik bilmem nereli bir pop sanatçısının yedi göbek atasını bilirken, Dede Korkut’un kim olduğunu bilmemektedir! Sokak röportajında “Hunlar ile vize kalktı, haberiniz var mı?” diye sorulduğunda “Ne kadar güzel!” diyerek sözüm ona memnuniyetini ifade ederken cehaletini gözler önüne seren bir gençlik var.  Hun İmparatorluğunun tarihte kurulmuş bir Türk devleti olduğunu bilmeyen ve kendilerine Türk Gençliği diyen güruha Cumhuriyeti ve Milleti nasıl emanet edeceksiniz? Bu ülkenin ve devletin yoktan var edildiğini geleceğin teminatı dediğiniz çocuklarınıza nasıl anlatacaksınız? Türk Milletinin göçebe değil, göç eden bir millet olduğunu, binlerce senelik bir kültürün sahibi olduğunu, tarihte 138 devlet kurmuş teşkilatçı bir millet olduğunu, milletinin yüksek kültürü ve ahlakı ile bu gün pek çok millete ve devlete örnek olduğunu nasıl izah etmeyi düşünüyorsunuz?
            Televizyon, internet, moda kıskacında kalan çocuklarımıza ve gençliğimize bu kültürün anlatılması ve yaşatılabilmesi için bir avuç gözü kara insan gece gündüz emek harcamakta, ter dökmekteler. Bu insanlar bir şeyin çok iyi farkındalar; görsel anlatım pek çok anlatım şeklinden çok daha etkili ve akılda kalıcıdır. Bu nedenle düzenlenen Yörük Türkmen göçleri, kültürel ve geleneksel adetlerin anlatıldığı tiyatro ve gösteriler, ulusal anlamda isim yapmış ses sanatçılarının konserleri hep bu kültürün anlatılması ve yaşatılması amacını taşımaktadır. Daha dün gibi kısa sayılacak bir süre öncesine kadar gündelik olarak yaşanan pek çok adet, gelenek ve görenek unutulmuştur. Bu nedenle gençliğe ve özellikle çocuklara verilen bu görsel mesajın anlatılabilmesi ve ilgisini çekebilmek için meşhur sanatçılardan yararlanılmaktadır. Yani yapılan tüm etkinliklerin çok önemli amaçları vardır.  Bütün bunlar yapılırken ortaya konulan emek ve alın teri için bu insanlar acaba nasıl bir karşılık almaktadır hiç merak ettiniz mi? Nereden ve nasıl bir karşılık almaktadır bu insanlar? Kaç paraya yapmaktadır bu işleri? Hangi villalarda oturmakta, kaç uçağı, kaç yatı, kaç lüks arabası vardır bu insanların? Öyle ya, bir anda 15-20, hatta 250 bin insanı bir araya getiren bu kişiler hangi şatafatlı hayatın içinde yaşamaktadırlar, değil mi? Milyon liralara mal olan şölen ve festivalleri yapanlar elbette çok zengin olmalıdır. Elbette bundan rant sağlamalıdır….
            Kazın ayağı hiçte öyle değil sevgili okurlarım. Bugün Yörük Türkmen derneklerinin başkanı olan çoğu insan inanın ev sahibi bile değiller! Bu kültürün yaşatılması için gece gündüz çaba harcayan cefakar dernek başkanlarının bir çoğu ya babasından, anasından kalma evlerde, ya da kirada oturuyorlar. Pek çoğu ya emekli veya asgari ücretli bir işte çalışıyorlar. Bir kaçı ise kendine ait iş yeri olan kişiler ve sırf dernek işleri yüzünden işleri bozulan başkanlar var. Elbette çıkılan yol zorlu, zorlu olduğu kadar uzun bir yol! Öyle ki belki siz bile göremezsiniz yolun sonunun nereye vardığını. Ancak vazgeçme gibi bir şeyinizde olamaz. Çünkü yol ne kadar uzun ve meşakkatli olsa da hedefe varmak, siz ölseniz bile yol arkadaşlarınız tarafından bayrağın hedefe dikilmesi gerekir.
            Bu gün Türkiye’de kurulu Yörük Türkmen derneklerinin hepsinin tek bir amacı vardır; Türk Milletinin varlığı ve bekası için çalışmak! Bunun için de gece ve gündüz demeden, makam, mevki gözetmeden bütün insanlarımızı kucaklamak, dertlerine çare olmak için koşuşturur bir avuç insan. Dedik ya, seveni olduğu kadar sevmeyeni de olacaktır bu kutlu davanın. İnsanlar bilmeyecektir cebinizde bir çorba parası bile olmadığını. Onların hiç birisi farkında bile olmayacaktır, biricik kızınız ateşler içinde yatarken Türk Cumhuriyetlerinden gelen çocuklara yurt bulmak için yağmur altında yürüdüğünüzü.  Kimsenin umurunda olmayacaktır, Bayır Bucak’tan gelen bir Türkmen çocuğunun  karnını doyurmak için arkadaşınızdan ödünç aldığınız son beş lirayı harcadığınızı. Yardım toplamak için kampanya açtığınızda en yakınızdakilerin iftiralarına maruz kaldığınızı da bilmeyecektir insanlar. Sırf bu kültür yaşasın diye “Arap eli öpmekle Arap olunmaz!” deyip kapı kapı üç kuruş toplamak için koşuşturduğunuzu da bilmeyecektir insanlar. Ama ne yapacaklardır? Eleştirecekler, yapmadıklarınızı yaptı, yaptıklarınızı yapmadı diyeceklerdir. Falan partinin güdümüne girdi, filan başkanın emrine girdi diyeceklerdir. Aslında hepsi de bilir Yörük Türkmen derneklerinin partiler üstü bir kimliği olduğunu. Hepsi de çok iyi farkındadır, bu derneklerin tek amacının Türk kültürünün yaşaması için çalıştığını. Ama işlerine gelmez, bilirler ama bilmez gibi davranırlar. Çünkü beyaza kara sürmek kolaydır, ama marifet beyazı karaya boyamak değil, karayı bembeyaz edebilmektir!

            Aslına bakarsanız bu yazıyı kaleme alırken epey düşündüm. Çünkü sonu gelmeyen bir tartışmanın hedefi haline gelmek istemiyordum. Ancak görüyorum ki; hakikaten bu memlekette iş yapanlar cezalandırılıyor. Gönlüm razı gelmedi bir kişinin ve bir derneğin üzerine bu kadar gidilmesine. Sırf hakikatlerin ortaya çıkması, birilerinin gerçeklerin ne olduğunu bilmesi için yazmak zorunda kaldım.  Perdenin arkasındaki gölgelerin hakikatte kime yada kimlere ait olduğunun bilinmesi için yazdım. Yörük Türkmen derneklerinin kukla değil, kuklacı olduklarının bilinmesi için yazdım. Sürçü lisan ettiysem de sakın affetmeyin! Çünkü sadece ve sadece gerçekleri yazdım!

9 Mayıs 2016 Pazartesi

DÜNYA KAMUOYUNA

        

            Türkiye Cumhuriyeti ve halkı son yılların en şiddetli terör eylemlerine maruz kalmaktadır. Birilerinin maşası olan, kökü dışarıda terör örgütleri halkımızı kaos ile umutsuzluğa düşürme çabasındadırlar.
          Türk Milleti hiçbir şekilde teröre prim vermeyecek, ülkesi ve devleti ile bölünmez bir bütün olduğunu bütün dünyaya gösterecektir. Bizim ilkemiz ve hedefimiz bellidir. Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün işaret ettiği üzere "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesini sarsılmaz bir irade ile uygulama ve yaşatma gayretindeyiz.  Bölücü terör asla ve kat’a istediği amaca ulaşamayacaktır. Yüzlerce yıldır, barış adası olmuş bu toprakların birilerinin emperyalist emellerine hizmet edenlerce kan gölüne çevrilmesine Türk devleti ve onun kahraman silahlı kuvvetleri ile güvenlik güçleri asla izin vermeyecektir!
         Bin yılların intikamını maşaları vasıtasıyla almaya kalkanlar bilmelidir ki; Türk Devleti baki, Türk Milleti ebedidir! Bizim şehit kanları ile sulanmış kutsal  vatan toprağını kimseye vermeye niyetimiz yoktur. Türk milleti tarihinin hiçbir döneminde ne esir edilmiş, ne de mülteci olmuştur. Bunu bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacaklar, Türk devletinin ve vatanının parçalanmasını görmeye ömürleri yetmeyecektir! Dün Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da alt edemedikleri kahraman Türk Milletini bu gün misakı milli sınırları içinde pes ettirmeye çalışanlar şunu asla unutmamalıdır ki, Türk milleti onların heveslerini kursaklarında bırakmaya kararlıdır!
         Yörük Türkmenler,  Türkiye Cumhuriyeti devletinin asli kurucuları, temel taşlarıdır. Dün bitti, tükendi, öldü denilen Türk Milleti nasıl ki bir enkazdan Türkiye Cumhuriyetini ortaya çıkardıysa, bu günde her santimi şehit kanları ile ıslanmış olan mukaddes vatan toprağında, devletinin ebediyete kadar yaşaması için kanının son damlasına kadar savaşmaya hazırdır! Sesimizin çıkmaması korkumuzdan değil, yüce Türk devletine ve onun kahraman güvenlik güçlerine olan güvenimizdendir. Yoksa bilinmelidir ki; vatanımızın selameti ve devletimizin bekası mevzu bahis olunca her Yörük bir Mustafa Kemal, her Yörük Çadırı bir kaledir!
         Dün “Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez.” diyen Kızıloğuzun güvendiği ve dayandığı Yörükler, bu gün de aynı kararlılık ve bilinçle Türkiye Cumhuriyetinin bekası, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü için göreve hazırdır!
         Türkiye Cumhuriyeti devletini bölmeyi, milletimizi mülteci durumuna düşürmeyi hayal edenlere şunu hatırlatmak isteriz: Torosların zirvelerinde, Bey dağlarında, Tahtalı dağlarında, Anamas dağında hala Yörük ocakları tütmektedir. Devletimizin bekası, vatanın ve milletimizin selameti için  dün olduğu gibi bu gün de canımızdan vazgeçmeye hazır olduğumuzu, ülkemizin huzur ve güvenliğine kast etmek isteyenlerin karşılarında topyekun Yörük Türkmenleri bulacaklarını dünyaya ilan ediyoruz. Dün yedi düvelin başaramadığını başaracaklarını sanan eli kanlı terör örgütlerine de şunu özellikle söylemek istiyoruz; Yörüklerin damarına basmayın, Kandil dağını da Kobane’yi de size mezar ederiz!
         Ebediyete uğurladığımız aziz şehitlerimizi, kahraman gazilerimizi saygı ve minnetle anarken, görevi başındaki Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Emniyet Teşkilatının yılmaz mensuplarına da şükranlarımızı sunuyoruz.

Ne mutlu Türküm diyene!    

12 Mart 2016 Cumartesi

İSTİKLAL RUHU



            1921…Anadolu üstünde karabulutların dolaştığı, Türk Milletine “Ölümlerden ölüm beğen!” denildiği, namus dediğimiz vatanın düşman postalları altında ezildiği günler. Bir avuç çılgın Türkün yeter diyerek bayrak açtığı, “Ya istiklal, ya ölüm!” dediği günler.
            Hasta adam ölmüş, yüz yıllık bir projede sona gelinmişti. Artık son darbenin vurulması, Türkün son kalesinin yıkılarak intikamın alınması,1000 yılın hesabının görülmesi gerekiyordu. Evet bin yılın hesabı görülecekti.  Öyle ki; Malazgirt’in, Miryokefelon’un, Sırpsındığı’nın, Varna’nın, Kosova'nın, Niğbolu’nun, İstanbul’un, Preveze'nin, Kıbrıs'ın, Girit'in, Mohaç’ın hesabı görülmekteydi. Sadece bir ülkenin işgali değildi yaşanan. Bir milletin yok edilmesi, vatan ettiği topraklardan sökülüp atılmasıydı. Türk belki yine yeryüzünde olacaktı, ama hür olarak, Anadolu ve Trakya’da değil! Kapkara bulutlar dolaşıyordu Türk Vatanının ve Milletinin üzerinde.
            Birinci paylaşım savaşına girerken Osmanlı Ülkesi 4 milyon 900 bin km2    yüz ölçümüne, yaklaşık olarak 25 milyon nüfusa sahipti. Savaşın sonunda ise ne elimizde toprağımız, ne de nüfusumuz kalacaktı. Milyonlarca insanımız dün bizim dediğimiz ama artık bizim olamayan, düşman postallarının altında kalan topraklardaydı. Dinimiz için kutsal bilinen beldeler başta olmak üzere bütün Arap yarımadası,  Irak, Suriye, Filistin, Lübnan elimizden çıkmıştı. Türk ordusu bitmiş ve tükenmişti. 2 milyon 920 bin askerden 1 milyon 565 bini şehit, kayıp ya da esir edilmişti. Kalanlar da zaten anasız kuzular gibiydi. Üstte yok, başta yok, silahsız, devletsiz ve en önemlisi moralsiz! 1911 den beri hep savaşan ordu adeta bitmişti! Elimizde Mondros’a göre askerlerini dağıtmaktan imtina eden iki asi paşanın; Musa Kazım Karabekir Paşa’nın 15 inci kolordusu ile Ali Fuat Paşa’nın 20 inci kolordusu haricinde askerimiz bile yoktu. Bağlaşıkların niyetleri Mondros'un hemen arkasından belli olacak, peş peşe vatan toprağı işgal edilmeye başlanacaktı. Bütün önemli sanayi hammaddelerinin çıkarıldığı ve işlendiği bölgeler, pamuk, incir, narenciye üretilen yerler, Trakya, Musul, Kerkük, Boğazlar bölgesi, en can alıcısı da 465 senedir Osmanlı devletine payitahtlık yapmış başkent İstanbul! Türk Milleti tarih sahnesine çıktığı günden  beri en zor günlerini yaşıyordu. Dedim ya; bin yılın hesaplaşmasıydı bu! 90 bin askerle Yunanlılar, 59 bin askerle Fransızlar, 38 bin askerle İngilizler,  17 bin askerle İtalyanlar Anadolu ve Trakya'nın Türk'ten temizlenmesi için yarışırcasına çullanmışlardı kutsal vatan toprağına. Yalnız bu kadar mı? 25 bini  Trabzon ve havalisinde olmak üzere, batı Anadolu'da binlerce yerli işbirlikçi silahlı Rum, Çukurova ve havalisinde  10 bin silahlı Ermeni, Şark vilayetlerinde sözüm ona Kürt devleti kurmaya kalkan binlerce kansız da leş bekleyen akbabalar misali Türk vatanının parçalanması, Türk Milletinin esareti yada yok edilmesi için ayağa kalkmıştı! İstanbul çaresiz, Anadolu kimsesizdi. Bu çaresizlik ve kimsesizlikle tek başına kalan Türk Milleti artık sona gelindiğinin ve son çarenin esir İstanbul hükümetinde olmadığının farkındaydı. Yerelde başlayan Kuvayı Milliye hareketleri de cılız birer ateş misali organize düşman gücünün karşısında çok da etkili olamıyor, destanlar yazan milletimiz bir önder bekliyordu.
             19 Mayıs 1919 da Samsun’a ayak basan Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa üstü üste topladığı kongreler ile milleti ölüm uykusundan uyandırarak direnişi tek bir bayrak, tek bir çatı altında toplama gayretindeydi. Bu şartlar altında toplanan Milli Meclisimiz son çaremizdi.  Mustafa Kemal Paşa ve etrafındaki bir avuç vatanperver yapılanın ölüm-kalım savaşı olduğunu gayet iyi bilmekteydiler. Geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş, istiklalden başka bir şey düşünülmez olmuştur. Parola "Ya istiklal, ya ölüm!" denilerek yola çıkılmıştır.
            Türk ordusunun moralinin yüksek tutulması amacıyla Erkanı Harbiye Reisliği (Genel Kurmay Başkanlığı) Maarif Vekaletinden (Milli Eğitim Bakanlığı) bir marş yaptırılmasını ister. Maarif Vekaleti bir yarışma tertip eder. 500 Lira para ödüllü yarışmaya katılan 724 şiirin hiç birisi de beğenilmez. Maarif Vekili Hamdullah Suphi bey yarışmacı şiirlerin arasında TBMM Burdur Vekili Mehmet Akif beyin şiiri olmadığını görür. Kendisi de edebiyatçı olan ve TBMM'de yaptığı coşkulu konuşmalar nedeniyle "Milli Hatip" olarak anılan Hamdullah Suphi bey 5 Şubat 1921 günü Mehmet Akife hitaben kaleme aldığı mektubunda; "Pek aziz ve muhterem efendim, İstiklâl marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamaklarındaki sebebin izâlesi için pek çok tedbirler vardır Zât-i üstadânelerinin matlûb şi´iri vücûda getirmeleri maksadın husûli için son çâre olarak kalmıştır. Asl endîşenizin icâbettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehiç vâsıtalarından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbeti arz ve tekrar eylerim." demektedir. Daha sonra ise bizzat Akif'in bu gün Taceddin Dergahı olarak anılan ikametgahına gider. Akif ile konuşur ve ikna etmeye çalışır. Mehmet Akif bey para ödülünden dolayı yarışmaya dahil olmamıştır. Çünkü onun için; mesele millet meselesi, vatan meselesi iken para almak hakikaten çok ağırdır! Onun yüksek karakteri, onun içindeki yoğun vatan  sevgisi bunun olmasına imkan vermemektedir. 
            Hamdullah Suphi beyin telkini ve ısrarı ile Mehmet Akif bey tarafından yazılan şiir; seçici kurul tarafından elemelerden geçen diğer altı şiirle birlikte ordu kumandanlarına gönderildi. Ordu kumandanları tarafından çok beğenilen şiir, 17 Şubat 1921 de Sırât-ı Müstakîm ve Hâkimiyet-i Milliye'de yayımlandı. 1 Mart günü TBMM kürsüsünden Hamdullah Suphi bey tarafından dört defa vekillere okunan şiir, 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat 17:45 te Milli Marş olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edildi!
            Mehmet Akif bey kendisine verilmek istenen 500 lira ödülü Hilali Ahmer (Kızılay) bünyesinde bulunan kadın  ve çocuklara iş öğreterek, cephede bulunan askerlere elbise diken Dar'ül Mesai vakfına bağışlar.  
                Yazdığı şiiri kahraman ordumuza ithaf eden Mehmet Akif bey, hiçbir şekilde kitaplarında yer vermemiştir. Nede böyle yaptığı sorulunca da "O marş benim değil, milletimindir!" demiştir. Mehmet Âkif'in rahatsız bulunduğu, Alemdağı'nda son günlerde içlerinde Târık Us'un da bulunduğu bir grup,  üstadın ziyaretine giderler. Mehmet Âkif bitkin bir hâlde yatağında yatmaktadır. Konuşma esnasında söz İstiklâl Marşı'na gelmiş, ziyaretçilerden birisi "Acaba İstiklâl Marşı yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı?" demişti. Bu söz üzerine yatağında bitkin bir hâlde yatmakta olan Akif; birdenbire başını kaldırmış ve ona "Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın! O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O ruh lazım! O şiir artık benim değildir. O milletin malıdır. Allah, bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın!"
            İstiklal marşını yazdıran ruh, bu ruhtur! Yoktan var edilen, tükendi denilen bir milletin şahlanışı, dünyaya ben bitmedim diye haykırmasıdır istiklal marşı! Bedeni yok edilse de, Yemen çöllerinde, Arap ellerinde, Filistin'de, Sina'da, Allahuekber dağlarında, Galiçya'da, Çanakkale'de tekrar doğan bir milletin ruhudur! Mustafa Kemal'ce kükremenin, Kürşat'ça ölüme atılmanın ruhudur bu ruh! Milli şairimizin "Allah bir daha yazdırmasın!" demesinin altında yatan da bu ruhtur!
            Bu marşı bu gün bu gök kubbede, bu ülkede özgür biçimde okumamıza vesile olan Türkün ulu başbuğu Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere tüm kumandanlarımızın, kahraman şehit ve gazilerimizin, kadını erkeği, çocuğundan yaşlısına  kadar bu toprakları vatan eden mücahitlerimizin aziz hatıraları önünde saygı ile eğiliyorum. "Bu marş benim değil milletimindir" diyen meslektaşım ve vilayetimin milletvekili Mehmet Akif Ersoy beyi de saygı ve hürmetle anıyorum.


8 Mart 2016 Salı

TARİH BOYUNCA TÜRK KADINI VE KAPİTALİZMİN YENİ OYUNCAĞI 8 MART

TARİH BOYUNCA TÜRK KADINI
VE
KAPİTALİZMİN YENİ OYUNCAĞI 8 MART

            Yüzyılların birikimin bir gecede bırakılması, bir anda unutulması imkânsızdır. Yüzyıllardır köleleştirilmiş, hiç bir hukuki hakkı kalmamış, eşit iken ikinci ve hatta üçüncü sınıf bir hayata mahkûm edilmişken bir anda dünyanın pek çok yerinde hemcinslerinin bile aklına gelmeyen ayrıcalıklara kavuşmak Türk kadınına yaratanın bir lütfudur!
            Düşünün; binlerce sene erkeği ile yan yana tarih yazan Türk kadını sanki o tarihi yazan kendisi değilmiş gibi bir anda kafes arkalarına kapatılmak, kimliksizleştirilmek, yok sayılmak istenmiştir. Ne adına derseniz; akıl ve mantık dini İslam adına! Oysa gerçek İslam hiçbir zaman kadının ikinci planda olmasını, kadınların yok sayılmasını söylememiştir. İslam Peygamberi Hz. Muhammed kadınlar ile istişare eder, onların fikirlerini alırdı. Ne zaman ki kadını hor gören Arap adetleri tekrar zuhur etti, kadın İslam dininde çocuklardan bile sonra gelmeye başladı! TÜRK kadını asla ve asla erkeğinin gölgesinde, arkasında, onun merhametine ve insafına sığınmış bir halde olmamıştır! Ne vakit ki İslam dinini kendine göre yorumlayan sahtekârlar çıkmıştır ve ne zaman ki bunlar kendince Allah'ın şeriatını kendi çıkarlarına uydurmuştur, o gün kadınlarımız orta doğunun silik kadınlarına benzemeye başlamışlardır!
            Kadim Türk içtimai hayatında kadınlar hiçbir zaman ikinci planda olmamıştır. Bunu gerek destanlarda, gerek halk söylencelerinde ve gerekse komşu devletlerin, özellikle Çin ve İran kayıtlarında ayrıntılı bir biçimde görmekteyiz.
            İlk Türk destanlarından Manas destanında Manas hanın karısı Kanıkay Katun yiğit ve bilge kişiliği ve sadakati ile çokça övülmektedir. Çok iyi bir binici, engin görüşleri ile kocasına daima yerinde öğütler veren bilge bir eş, savaşçı bir Katun olduğu destanda ayrıntısı ile anlatılırken, Türk Kızlarına adeta örnek almaları öğütlenmektedir.
            Bilinen ilk Türk Kağanlarından Tengri Kut Börü Tonga (Motun-Mete) ülkeyi yönetirken eşi Katun ile birlikte yönetmiş, hatta bir keresinde eşi Katun devlet adına Çin elçileri ile karşılıklı antlaşma imzalamıştır.
            Türk Bilge Kağanın anası olan İl Bilge Katun; eşi İlteriş Kutluk Kağan ölünce henüz 8 yaşında olan oğlu  Bilge ve 7 yaşında ki oğlu Köl Tigin'i Umay Ana misali büyüterek ileride Türk Budununun başına geçecek olan yiğitleri yetiştirmiştir. Her iki tarihi şahsiyetin yetişmesinde anaları İl Bilge Katun'un etkisi çok büyüktür!
            630 senesinden sonra Uygur boylarını toplayan PUSA'nın annesi devlet içerisinde önemli bir rol oynuyor ve muhakemeleri bile o idare ediyordu!
            Bir Hayma Anamız vardır ki; küçük bir obayı koca bir cihan imparatorluğu yapan şahsiyettir aslına bakarsanız. Kocası Gündüz Alp Fırat nehrinde boğularak ölünce dağılmakta olan boyun başına geçen Hayma Anamız otoriteyi sağlayarak Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat'a varıp kendisine ve obasına yaylak ve kışlak vermesini diler. Önce Ankara Katacadağ civarında yerleşen boyunu daha sonra Söğüt'e getirir. Anadolu'da ki ilk anıt mezarında sahibi olan Hayma Anamız tarihçilerimiz tarafından haklı olarak DEVLET ANA olarak tanımlanır ki; hakikaten çok yerinde bir tanımlamadır!
            Tarihimizin neresine, hangi sayfasına bakarsanız bakın; bizim kadınımız  Araplar, Acemler,  Çinliler, Romalılar   veya başka uluslarda olduğu gibi alınıp satılmamış, her şeyden evvel ana,  yani temel olarak ailenin ve dolayısıyla Türk Milletinin emniyet sübabı olmuştur. Ünlü Arap seyyahı ve diplomatı İbni Fadlan  fakir bir Oğuz kadınının edep yerini açık görmüş ve şaşırmıştı. Her tarafını örtecek bir bez parçasını bile bulamayan bu fakir Türk kadınının Arap seyyahını azarlayarak söylediği sözler meşhurdur. Arap kadınları daima kapalı gezerlerdi. Buna rağmen Araplar arasında zina olabilirdi. (Hatta yaygın idi!) Ancak Türkler apaçık gezseler de, onlar arasında zina denen şey olmaz ve olamazdı! Bir Göktürk kağanının zina yapan Çinli bir prensesi, halkın önünde ve bizzat kendi kılıcı ile nasıl öldürdüğü de, Türk tarihinin meşhur olaylarından birisidir. Türklerin bu sert hareketlerini Çinliler vahşet olarak adlandırmışlardır. Ama ordu halindeki bir millette, bu işler başka türlü olamazdı!
            Türk kadınları hiçbir zaman yabancı evliliklere hoş gözle bakmamışlardır. Öyle ki siyasi evlilikler yapan Türk Prensesleri ilk fırsatta kendi illerine, ülkelerine dönmüşlerdir. Kağanların ilk eşleri kesinlikle Türk olmak zorundadır. Tengriden gelen kut, kağanın Türk Katunundan olma çocuklarınındır. Hiçbir şekilde yabancı eşlerden olan çocuklara (bunların hepside siyasi evliliklerdir.)  kağanlık hakkı tanınmazdı.  Katun eşi sefere çıkınca ülkenin yönetimini ele alır, her türlü siyasi yazışmaları eşi adına yapar, hatta anlaşmalar imzalardı!
            Gerek kadim Türklerde ve gerekse ilk Müslüman Türk devletlerinde kadınımızın diğer ulusların kadınlarına göre hem ülke yönetimine, hem de sosyal ve içtimai hayatta eşinin yanında olduklarını görüyoruz. Ancak özellikle 1453'ten sonra kadınlarımızın kafesler ardına kapatıldığın şahit olmaktayız ki; bu Türk kadınının hak ettiği bir durum değildir! Çünkü Türk kadını kafesler ardında olabilecek bir yaratılışa sahip değildir! Yeri gelmişken şunu özellikle yazmadan geçemeyeceğim; Ahi Evran'ın eşi Fatma Bacı, Moğol istilasına karşı Baciyan-ı Rûm dediğimiz teşkilatı kurmuş ve Moğollar ile harp etmiştir! Yani Türk kadını öyle birilerinin istediği gibi hamur açan, çocuklarına bakan, tarlada amelelik eden, silik, kimsesiz, çaresiz değildir. Gerektiğinde en önde savaşmasını bildiği gibi, en ön safta vazife almasını da bilmiştir. Tarihimiz pek çok isimsiz kadın şehidimiz ve gazimiz ile doludur. Bu gün pek çok Türk çocuğunun ne yazık ki merak edip araştırmak gereği duymadığı şanlı kadınlarımızın arasında Nene Hatun gibi isimleri abideleşenler olduğu gibi, Çanakkale’de cephenin en ön hattında keskin nişancılık, sakilik, hasta bakıcılık, hatta fırıncılık ve aşçılık yapanlar da vardır.  Son nefeslerine kadar vatanın selameti için çarpışan ve şehit düşerek bağrında yatan kahraman kadınlarımızın isimleri ne yazık ki elimizde mevcut değildir. Türk kadınları İstiklal Harbimizde erkekler ile adeta yarışmışlardır. Kuvayı Milliye içinde çete olan kadınlarımız, düzenli orduda subay, çavuş, asker olarak en ön saflarda düşmana uçarcasına atılmışlardır. Binlerce senedir analarının, ninelerinin gittikleri yoldan gitmeye devam etmişler, kâh şehit olmuşlar, kâh gazi olmuşlar ama asla namuslarını, şeref ve haysiyetlerini düşmanın postalı altında ezdirmemişlerdir.
            Türk Milletinin Ulu Başbuğu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, Türk kadınının yerlerde sürünmesini, cehalet içinde boğulmasını, hukuk önünde kimsesiz kalmasını ve hepsinden önemlisi erkeği ile beraber kurduğu Cumhuriyette erkek egemenliği altında ezilmesini istememiştir. Bunun için pek çok kanundan önce medeni yasanın ve hukuk yaslarının değiştirilmesini sağlamış; kadın ve erkek miras ve hukuk açısından eşit konuma getirilmiştir. Türk kadını Atasına minnettar olmalıdır. Çünkü dünyanın pek çok medeni olarak adlandırılan ülkelerinde bile kadının adı yokken Gazi Mustafa Kemal, Türk kadınına hak ettiği yere gelmesi ve her türlü hakkın verilmesi için çaba harcamıştır.  Çünkü Türk kadını asildir. Türk kadını fedakârdır. Türk kadını cefakârdır.
            Osmanlı zamanında birçok kez yenileşme, kalkınma çabaları olmuş ancak hiç biride tam bir başarıya ulaşamamıştır. Çünkü yenileşme ve kalkınma asıl olana, yani bu işin dinamizmi için olmazsa olmazı olan kadınlarımızdan başlamamıştır! Gazi Mustafa Kemal Paşa bunun farkında olup; kalkınma ve yenileşme için kadının en önde olmasını istemiştir. Bu nedenle hazırlanan tüm yenileşme hareketlerinde kadınımız en önde olmuştur. Bu konuda Gazi’nin “Daha selâmetle, daha dürüst olarak yürüyeceğimiz yol vardır. Büyük Türk kadınını çalışmamızda ortak yapmak, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını ilmî, ahlakî, içtimaî iktisadî hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve koruyucusu yapmak yoludur.” sözü anlatmak istediğimizi daha iyi ifade edecektir.
            Bu gün Türk kadını Atasının kendisine gösterdiği hedeflerden sapmadan, aynı azim ve kararlılıkla yoluna devam etmektedir. Sanat, spor, siyaset, ekonomi, tıp, askerlik, adliye ve kolluk kuvveti gibi pek çok alanda kadınlarımız erkeklerimizle yarışır haldedir.
            8 Mart emekçi kadınlar gününün istismar edilerek artık tüketim günü halin gelmesi münasebetiyle hiçbir kadın arkadaşımın bu günlerini kutlamıyorum. Çünkü kadın benim düşüncemde bir gün ile anılamayacak kadar kıymetli ve önemlidir. Ömrümüzün bütün anında yanımızda olan, bizimle olan kadınlarımızı bir güne sığdırmak ancak ve ancak kapitalist emperyalizmin insanları robotlaştıran bir tuzağıdır. Eğer bu gün kutlanacak ise-ki 8 Mart kutlama değil 1857 de yakılarak öldürülen 129 kadın işçiyi anma günüdür- Türk kadınına medeni ve hukuki hakların verildiği 5 Aralık tarihi Kadın Hakları Günü olmalıdır!

            Eğer kadınlarımızı ve annelerimizi yılın sadece iki gününe sığdırma gafletine kapıldıysak; bunun tek nedeni unuttuğumuz geçmişimiz ve maddeleşen düşünce dünyamızdır. Lütfen Türk olduğumuzu ve Türk kadını ile Türk anasının  yılın bir gününe sığamayacak kadar büyük olduğunu unutmayalım!