28 Ekim 2014 Salı

91 İNCİ ONUR YILI KUTLU OLSUN TÜRKİYEM!


AYDINLANMANIN ADI: CUMHURİYET!


“Bizim köyde okul yoktu. Okula gidemedik, anam zaten okula salmıyordu, çünkü evin ineklerini ben güdüyordum. En yakın okul şimdiki ilçe olan Çavdır’daydı. Oraya da okul 1938 de gelmişti. Ben askerlikte öğrendim okuma yazmayı. Sanki dünyaya yeniden gelmiş gibiydim.” Böyle anlatıyordu cennet mekan babam Alim  Harmanda. Yokluk içinde yüzerken bir anda ışığa kavuşmanın, karanlıktan aydınlığa çıkmanın dayanılmaz sevincini, “Doğuştan kör bir adamın gözüne kavuşması gibi bir şeydi okuma yazma öğrenmek!” diyerek anlatıyordu. Babası Gazi Ömer Çavuş 17 yaşında gider askere. Yıl 1912 dir. Çorlu’da kurulan 5 inci orduya katılır. Balkan harbi gazisidir. Ardından patlayan birinci cihan harbi ve İstiklal Savaşı derken 28 yaşında cephelerden dönen Gazi Ömer Çavuş okur yazar olamamanın acısını daima içinde hisseder. Oğlunun askerden okur yazar dönmesi onun kıvancıdır. “Biz cephelerde çarpışırken bazı arkadaşlara mektuplar gelirdi. Okumayı bilenler okurdu bu mektupları. Bölüklerimizde doğru dürüst okuma yazmayı ya küçük mülazımlar (assubaylar) yada bölük komutanlarımız bilirdi. Bölük imamlarımız bile çoğu zaman bilmezdi. Ben 11 sene harp ettim. Hiç mektubum gelmedi. Bizim köyde okul yoktu ki okur yazar olsun!”
            Hiç ilgisi olmayan bir konu değil mi? İki köylü, iki dağ adamının hatıraları. Bu iki dağ adamından birisi benim babam Alim Harmanda, öbürü onun babası Balkan, Cihan ve İstiklal harbi gazisi Sıhhiye Çavuşu Ömer Harmanda. Onlar bu ülkenin, bu coğrafyanın içinde yitip giden milyonlarca hayat hikayesinin kahramanlarından sadece ikisi. Bendeniz rahmetli gazi dedemle ne yazık ki yaşım gereği karşılaşmadım. Yukarıda anlattıklarım rahmetli babamın bana naklettikleridir. Eğer dedemle sağlığında görüşmüş olsaydım ona bir tek şey sorardım: Cumhuriyet 11 yıllık harp hayatının sonunda senin beklentilerini karşıladı mı? Cephelerde çarpışırken padişah ve halife için savaştın, cumhuriyet kurulunca ne hissettin? İnanın bunu bütün ömrümce hep merak ettim. Çünkü bir milletin toplumsal hafızasının, yüz yıllardır süre gelen hayat tarzının bir gecede değiştirilmesi gibi görünen, ama gerçekte 5 bin senelik yazılı tarihi ile devam eden bir devletin yönetim şeklinin değişmesi acaba millette nasıl bir etki yaratmıştı? Kazanımları ve kayıpları ile Cumhuriyet yönetimi Türk Milletine ne vermiş, neler almıştı? Bunları 11 sene boyunca gençliğini hiç yaşayamadan cepheden cepheye koşan, her 29 Ekim günü gelince öldüğü 17 Eylül 1959 a kadar yaya olarak Tefenni’deki Atatürk anıtına kendi yetiştirdiği çiçekleri koymak için 34 kilometre yol giden Gazi Ömer Çavuşa  hakikaten sormak isterdim.
            Bir çokları için cumhuriyet yönetimi kitabi anlamının dışında pek bir şey ifade etmez. Ancak hakikaten tarih bilimi ile uğraşan ve asıl konusu Türk Tarihi olanlar için cumhuriyet yönetimi çok farklı anlamlar ifade eder. Şöyle ki; daha Harp Okulunda öğrenci iken bile zamanın Türkiye’si için en iyi idare biçiminin cumhuriyet olduğunu dile getiren Mustafa Kemal, milletin insanca yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi için cumhuriyet rejiminin olması gerektiğini,  monarşi yada meşrutiyetin yönetime bağlı elitlerin elinde halkın çağdaş yaşam düzeyine ulaşması imkanını vermediğini, 29 milyonluk Osmanlı devletinde okur yazar oranının bile %8 i geçmediğini ve devletin asli unsuru olan Türklerin koyu bir cehalet içinde yüzdüğünü görmekteydi. Bu nedenle Mustafa Kemal yüz yıllar boyu koyu bir cehaletin elinde kalan Türk Milletinin kurtuluşunu cumhuriyet rejiminde görmekte, yakın arkadaşlarına anlatmaktadır. 
            29 Ekim 1923 de ilanının hemen arkasından yapılan devrim niteliğindeki yeniliklerle cumhuriyet gerçekten Türk Milletini içinde bulunduğu cehalet karanlığından kurtarmıştır. İlk önce merkezi yerlerde açılan okullar, ardından kademeli olarak köylere ve hatta mezralara kadar girmiş, halkımızın aydınlanmasında çok önemli görevler üstlenmiştir. Haklı olarak şu soruyu sorabilirsiniz, Osmanlı devletinde eğitim veren kurum yok muydu da halk bu kadar cahildi? Elbette Osmanlı devletinde eğitim kurumları vardı. Elbette Osmanlı devletinde özellikle Sultan 2.Abdülhamit gibi padişahlar merkezi yerlerde eğitim ve öğretim verilmesi için çaba gösteriyordu. Hatta şunu açık ve net ifade etmeliyim ki Sultan 2.Abdülhamit tam bir eğitim sevdalısıydı. O halde? 1897 yılı Osmanlı Maarif Vekaletinin rakamları belki biraz bilgi edinmemize yardımcı olur. Toplam okul sayısı: 29.081, Sıbyan mektebi-28.614, Orta Okul-412, Lise-55 bu rakamlar Osmanlı Maarif Vekaleti kayıtlarından alınmıştır. Peki öğrenci sayıları? Buyurun: Sıbyan mektebi-854.921 öğrenci, Orta mektepler-31.469 öğrenci, Lise-5419 öğrenci. Osmanlı 1 inci cihan harbine girmeden önce 4.900.000 km² ve 29 milyon nüfusa sahiptir. Aynı Osmanlıda yabancı okul sayıları da gerçekten çok ilginçtir Abdülhamid devri Maarif Nazırlarından Ahmet Zühdü Paşa, 4 Ocak 1891 ile 12 Nisan 1902 tarihleri arasında görev yapmıştır. Ahmet Zühdü Paşanın 1894’te sunduğu rapor, değişik nitelikteki yabancı ve azınlık okullarının Osmanlı topraklarının dört bir tarafına nasıl dağıldığını, okulların politikalarını, öğrenci adetlerini, kuruluşlarını en yetkili ağızdan anlatmaktadır. Rapor, Osmanlı tarihi boyunca yabancı ve azınlık okulları hakkında hazırlanmış en kapsamlı rapordur. Raporda, ülkedeki ruhsatlı ve ruhsatsız yabancı ve azınlık okullarının sayısı, hangi şekilde tesis edildikleri, Maarif Nizamnamesine göre bu okullara Osmanlı Hükûmetinin ne dereceye kadar teftiş edebileceği, bu okulların zararlarını önlemek için ne gibi tedbirler alınması gerektiği, okulların imtiyazlarının neler olduğu anlatılmaktadır. Rapora göre, ülkede 413 yabancılara, 4547 Gayri-Müslimlere ait okul vardır ve bunların ancak 498 tanesinin ruhsatlı, 4049 tanesinin ise ruhsatsızdır. Herhangi bir ev ya da binada yabancılar ve Gayri Müslimler okul faaliyetinde bulunabildikleri için okulların kesin sayısını tespit etmek mümkün değildir. Önlem olarak Osmanlı tarafından yatılı okulların açılması gerektiği ve yabancıların etkisine en çok maruz kalan İzmir, Selanik, Suriye, Beyrut, Halep ve benzeri vilâyetlerde, yabancı okulların ve kitaplarının denetlenmesi için tek bir maarif müdürlerinin yeterli olmayacağından onlara yardımcı olarak yabancı lisan bilen, becerikli, Müslüman seyyar maarif müfettişlerin görevlendirilmesi gerektiği belirtilmektedir.
            Evet,  Osmanlı devletinde okullar vardı. Osmanlı Devletinde hukuk vardı. Hatta Osmanlı devletinde adil hakimler, adil nazırlar vardı, vardı ama Türk unsurlar için değildi! İşte Cumhuriyet yüzyıllar boyu koyu bir cehalete mahkum edilen Türk Milletinin zincirlerini kırdığı yönetim olmuştur. Türk kadınını hak ettiği yere getiren de Cumhuriyettir. İstanbul’un Beyoğlu semtindeki beyzade ile Burdur vilayeti Çavdır kazası Ambarcık köyündeki çobanı eşit şartlarda okumalarının adıdır Cumhuriyet! Ankara Polatlı’daki Ayşe ile Van’ın Bahçesaray Papatya mezrasındaki Esme’nin varlık teminatıdır. Fabrikadır bacalarında özgür dumanların Ağrı dağına ulaştığı. Halıdır tezgahlarda alın terinin destanlaştığı. Konya ovasında başaktır, Burdur yaylasında şeker pancarı, Çukurova’da pamuk, Aydın’da incir, türküdür Kozan yaylasında, baraktır Gaziantep’te. Kapütilasyonlarla, kanunsuzluklarla, Fırka-i İslahiye ordusu ile sindirilen, kendi ülkesinde esir hayatı yaşayan Türk Milletinin dünyaya haykırdığı bağımsızlık ateşidir Cumhuriyet. 11 sene cepheden cepheye koşarken bir harf bile öğrenemeyen Gazi Ömer Çavuşun torunlarının okuyup öğretmen, doktor, mühendis, doçent, veteriner, asker oluşunun adıdır cumhuriyet!

            Türkiye Cumhuriyetinin 91 inci yaş günü kutlu olsun aziz milletim. Dün zorluklarla kazandığımız bağımsızlığımızın teminatı ve nişanesi olan Türkiye Cumhuriyeti nice 91 inci yıllara varırken, kurucu önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve dava arkadaşlarını, aziz şehitlerimizi, gazilerimizi, cephe önünde ve cephe ardında son nefesine kadar mücadele eden kadını, erkeği ile tam bağımsız Türkiye için ömrünü verenlerin aziz hatırası önünde saygı ile eğiliyorum.

            Ne mutlu TÜRKÜM diyene!  

24 Ekim 2014 Cuma

SİNSİ DÜŞMAN : KÜLTÜR EMPERYALİZMİ

Bir müzisyen zatın sosyal paylaşım ağındaki sayfasında paylaştığı cura resminin altında yazan sözleri okudum bu gün. Takipçisi olan bir zat cura isimli müzik aletinin Yunanlılar tarafından benimseneceğini, hatta bu gavurların isminide Curalis konabileceğini söylemekte latife babında. Resmin sahibi olan kişinin cevabı evlere şenlik! “Cura bizim değil, müzik evrenseldir. Yunanlılar gavur değil, bizim kardeşlerimiz.” Tamam, kardeşlerin olabilir. Hatta şunu diyorum, öz kardeşin de olabilir. Ama sayın vatandaş, kusura bakma, Cura Türk müzik aletidir. Hatta kaynağını daha da derine indirirsek, Cura Yörüklerin yani konar göçer Türklerin müzik aletidir. Bunun ispatını istersen, buyur gel Burdur iline sana bu konuda yardımcı olacak çok değerli cura yapan ve çalan sanatkarlar ile tanıştırayım.
Türk milleti yazılı tarihin her döneminde kendine has kültürü ile diğer milletlerden ayrı, farklı ve bir o kadar da özgün bir yaşam tarzı sürmüştür. Bozkır yasasının yetiştirdiği ve Orta Asya steplerinin olgunlaştırdığı bu yüce millet daima kendine has kültürü ile çevresindeki ulusları etkilemeyi bilmiştir. Neler yokturki Türkün kadim kültüründe? Savaşı sanata çevirmiştir. Yaptığı harp aletleri ile dünya tarihinde çığır açmıştır. Atlarının koşumları ayrı bir sanat eseridir. Oyunları, eğlenceleri, 5 bin senedir çalınan sazı, sözü ve destanları. Dede Korkut hikayeleri bin yıldır tüm coğrafyalarda okunur. Hoca Nasrettin dünya kültür mirası olmuştur. Zengin damak tadı, Türk Mutfağını haklı bir şöhrete kavuşturmuştur. Bütün bunlar sayılırken pek hoştur ama, iş sahiplenmeye, korumaya gelince ne hikmetse kendimizin olanları korumamak, benimsememek ve hatta onlardan kaçmak gibi bir hastalığımızda vardır.
Düşünün; bu gün dünyanın pek çok konservatuarında Sivaslı Veysel’in yapıtları çalınır.
Gençlerimize sorduğunuzda bırakın üç ozanın ismini bilmeyi, ne kadar ecnebi sanatçı varsa sırasıyla saymakta, ama Türk kültürünü 5 bin senedir omuzlamış, savaşta, barışta, kıtlıkta, bollukta, acıda, sevinçte milletinin sesi, soluğu, nefesi olmuş ozanlarımızı bilmemekteler. Bu acı, acı olduğu kadar düşündürücü bir durum. Tanzimat fermanı ile başlayan, Cumhuriyetin ilk yıllarında biraz azaldığı görülen, ama mavi gözlü, gök yeleli Bozkurt’un yani Atatürk’ün ölümü ile tekrar şiddetlenen kültürel yozlaşma hala son sürat devam etmektedir. Bu gün Türk gençliği bulunduğu coğrafyada adına ister globalizm, ister küreselleşme deyin, şiddetli bir kültür emperyalizmi saldırısı altındadır. Bu saldırı sadece müzik alanında değildir. Adına ister moda deyin, ister alışkanlık, ister çeşitleme. Türk Kültürü yoğun bir saldırı altındadır. Bakınca masum gibi görünen pek çok şeyin aslında bizi biz yapan değerlerden nasıl uzaklaştırdığını, toplumumuza ne kadar yabancılaştırdığını bu gün üzülerek görmekteyiz.
“Her yıl ilk yazda ve kışa girmeden güzde Kağanın adamları ormanların ağaçlarını tek tek sayar ve tasnif ederdi. Bu ağaçlar kağanın izni olmadan kesilemezdi. Tarkanlar (beyler) buyruğu altındaki yerlerdeki halkın iaşesinden ve ibadesinden (konaklamasından) sorumluydu. Her sene yaz başında toplanan kamutayda (meclis) halk kağana ve ak sakallılar meclisine şikayetini doğrudan yapardı.” (Prof.Dr.M.Bahaeddin ÖGEL-İlk Çağ Türk tarihine Giriş) “Ormanlarımdan bir dal kesenin, kellesini keserim!” (Fatih Sultan Mehmet)
Lütfen yukarıda verdiğim iki örneği dikkatlice okuyunuz. İlki Türklerde ağaçların bile milletin malı kabul edilerek nasıl korunduğunu, ikincisinde ise ağacın hakanın yani devlet reisinin şahsında milletin malı oluşunun resmidir! Peki, bu gün aynı kültürü görebiliyor muyuz? Lütfen bunun cevabını siz kendiniz verin! Bırakın ağaç dikmeyi, bırakın yeşile sahip çıkmayı yeşili ve ormanı katleden bir topluma dönüştük! Nereye gitti ormanı koruyan milli bilinç?
Beş bin yıllık yazılı tarihi olan bir millet nasıl değişti? Tarih yazan, coğrafyalar yöneten, kıtalar fetheden bir millet nasıl oldu da ömrünün belki birkaç günü diyebileceğimiz bir sürede kültürel yozlaşmaya teslim oldu?
Kültür emperyalizmi tüm kolları ile gençliği sararken, genç cumhuriyetin kurucuları her yönü ile milli kültürü tesis etme çabasındaydı. Ne oldu da bir anda yokluklar içinde kurulan Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Konservatuarlar, Dil tarih Coğrafya Fakültesi gibi Türkiye Cumhuriyetinin temel direkleri bir yana itildi? Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey, Muzaffer Sarısözen, Türk Edebiyatının bayraklaşan ismi Mehmet Akif Ersoy, Türk Şiirinin çağdaş ozanı Sabahattin Ali neden bir köşe de hatırlanmayı bekliyor? Türkçe şiddetli bir saldırı altında. Öyle ki dilimize her gün ne olduğu belirsiz kelimeler katılmakta. Teknolojisini ve bilimini almamız gereken ecnebi devletlerin neredeyse tüm dini bayramlarını kutlar hale geldik. Tüketim toplumu yaratma gayreti içinde olan emperyalistlerin oyununa geldik, cenneti ayaklarının altına serdiğimiz annelerimizi, varlık nedeni çilekeş babalarımızı bir güne sığdırdık. “Ey Türk kadını, sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlarda yükselmeye layıksın!” dediğimiz kadınlarımızı, anamız, avradımız, bacımız, kızımız dediğimiz kadınlarımızı 365 günde bir güne sığdırdık! Her gün evlerimizde ecnebi yapımı dizileri ile televizyonların esiri olduk! Bizim olanı, bize has olanı unuttuk! Kavalımızı, sazımızı, kopuzumuzu, curamızı…
Bu gün yaptığımız pek çok yanlıştan birisi de şudur ki; 5 bin senelik yazılı tarihimizin belli bir yerini ele alıp, bazı yerlerini atar olduk. Lütfen bu hataya düşmeyelim! Hun ne kadar bizimse, Gök Türk, Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı’da o kadar bizimdir! Bizim asıl mücadelemiz her gün evimizin içine kadar giren, her an her yerde karşımıza çıkan Kültür Emperyalizmi ile olmak zorundadır!
Ebedi önder, ulu başbuğ Gazi Mustafa Kemal yolu ve hedefi “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür!” diyerek net bir biçimde çizmiştir. Türk Milleti; kendisini yozlaşarak milli benliğinden uzaklaştırmaya çalışan emperyalistlerin oyunlarını ve tuzaklarını bozarak dilini, kültürünü ve devletini yaşatmak zorundadır.
O halde; ey Türk İstikbalinin evladı bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini ve Türk kültürünü ilelebet korumaktır. Muhtaç olduğun kudret damarlarında ki asil kanda mevcuttur!

14 Ekim 2014 Salı

İSYAN MI, TALAN MI?



            Televizyonlar, radyolar ve yazılı basında boy boy görseller. Suriye devletinin Halep vilayetinin Ayn el Arab ilçesindeki iki terör örgütünün çarpışmalarında Türkiye Cumhuriyeti devletinin kürt terör örgütü PYD (Partiya Yekîtiya Demokrat-Demokratik Birlik Partisi) silahlı güçleri YPG (Yekîneyên Parastina Gel-Halk Savunma Birlikleri) güçlerine yardım etmesi için ve karşı güç IŞİD (Devlet'ül İslâmiyye fi'l Irak ve'ş Şam-Irak Şam İslam Devleti) militanlarının Ayn el Arab ilçesindeki kuşatmayı kaldırmaları için Türk Ordusunun karadan buraya girerek YPG terör örgütünün militanlarının  kurtarılmasını isteyen yerli terör işbirlikçileri. Yakılıp yıkılan sokaklar, iş yerleri, okullar, banka şubeleri, alış veriş merkezleri, para çekme makineleri. Ya öldürülen insanlar? 35 insanımız adı demokratik talep ya da ne derseniz deyin, terörün bir başka çeşidi ile hayattan koparıldı. Sözde Kürtler adına çıktığını, onların haklarını savunduğunu söyleyen iki grup memleketi harp meydanına çevirdi. Talepleri o kadar masumdu ki, bunu dile getirebilmek için 35 insanı katletmekten –ki ikisi sadece toplumun huzur ve güveni için çalışan emniyet görevlisiydi- 135 polis ile 351 sivili  yaralamaktan, 531 i Polisin, 631 i sivil olmak üzere 1162 aracı yakmaktan, 214 okul olmak üzere 1122 binayı kullanılamaz hale getirmekten kaçınmadılar! O kadar masum bir eylemdi ki, bankaların para çekme makinelerinden 3 milyon TL makineler kırılarak çalınıyordu. Öyle masumdu ki işyerleri ve mağazalar talan ediliyordu!
      Görünende protesto eylemi ama gerçekte serhildan yani başkaldırı provası! Kimse kusura bakmasın, dün silah sıktığınız ve hala sıkmaya devam ettiğiniz TSK bu gün gidip sizin militanlarınızı kurtarmak zorunda değil! Dün yani çok değil 11 yıl önce yapılan plan semineri nedeniyle kafeslenen ve tabiri caizse balyozla hırpalanan Türk ordusu yargılanırken ağzının salyaları akanlar, bu gün Mehmetçik’ten medet umar hale gelmişlerdir. Kimse kusura bakmasın, Mehmet’in kanı o kadar ucuz değil! Mehmet Türk vatanı için kanını akıtmaktan, canını vermekten kaçınmaz. Ama birileri memnun kalacak diye de kendini ateşe atmaz! Osmanlı Devletinin son zamanından Türkiye Cumhuriyetinin bu gününe kadar toplam 38 kürt ayaklanması çıkmıştır.  Tarihsel olarak Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı yapılan ayaklanmalar aşağıda verilmiştir.
  1. OSMANLI DÖNEMİNDEKİ İSYANLAR:

  1. Babanzade Abdurrahman Paşa  isyanı (1806- Musul)
  2. Babanzade Ahmet Paşa isyanı (1812 – Musul)
  3. Zaza’ların isyanı (1820)
  4. Yezidilerin isyanı (1830- Hakkari)
  5. Şerefhan isyanı (1831- Bitlis)
  6. Bedirhan isyanı (1835- Botan)
  7. Garzan isyanı (1839- Diyarbakır)
  8. Ubeydullah İsyanı (1881- Hakkari)
  9. Bedirhan Osman Paşa ve kardeşi Hüseyin Paşa isyanı (1872-Mardin-Cizre)
  10. Bedirhan Emin Ali isyanı (1889- Erzincan)
  11. Bedirhaniler ve Halil Rema isyanı (1912-Mardin)
  12. Şeyh Selim Şehabettin ve Ali isyanı (1912- Bitlis)
  13. Koşgari isyanı (1920- Koşgiri)

  1. CUMHURİYET DÖNEMİ AYAKLANMALARI:

  1. Nasturi isyanı (1924- Hakkari)
  2. Jilyan isyanı (1926- Siirt)
  3. Şeyh Sait isyanı (1925- Bingöl-Muş-Diyarbakır)
  4. Seit Taha ve Seit Abdullah isyanı (1925-Şemdinli)
  5. Reşkotan ve Reman isyanı (1925- Diyarbakır)
  6. Eruh’lu Yakup Ağa ve oğulları (1926-Pervani)
  7. Güyan isyanı (1926-Siirt)
  8. Haco isyanı (1926- Nusaybin)
  9. I. Ağrı isyanı (1926)
  10. Koçuşağı isyanı (1926- Silvan)
  11. Hakkari- Beytüşşebab isyanı (1926)
  12. Mutki isyanı (1927- Bitlis)
  13. II. Ağrı isyanı
  14. Biçar harekatı (1927- Silvan)
  15. Zilanlı Resul Ağa isyanı (1929- Eruh)
  16. Zeylan isyanı (1930- Van)
  17. Tutaklı Ali Can isyanı (1930- Tutak-Bulanık-Hınıs)
  18. Oramar isyanı (1930- Van)
  19. III. Ağrı harekatı (1930)
  20. Buban aşireti isyanı (1934- Bitlis)
  21. Abdurrahman isyanı (1935-Siirt)
  22. Abdulkuddüs isyanı (1935-Siirt)
  23. Sason isyanı (1935-Siirt)
  24. Dersim isyanı (1937-Tunceli)
  25. PKK terörü (1984-1999)
Görüldüğü gibi 13 ü Osmanlı zamanında, kalan 25 i ise Türkiye Cumhuriyeti  döneminde çıkan bu isyanların hepsinin, evet istisnasız hepsinin ortak bir özelliği var. Bir aşiret ağası yada aşiretin imtiyazlarına devletin izin vermemesi, devletin vatandaşına eşit imkanlar tanımak istemesi veya istikrarsız bir Türkiye istenmesi!
 Siz sanır mısınız ki pkk isyanı masum bir kürt bağımsızlık hareketidir?  Taşları üst üste koyalım lütfen. PKK (Partiya Karkerên Kurdistan- Kürdistan İşçi Partisi) ne zaman ve nasıl kuruldu? Ne şartlar altında kuruldu? Kime karşı kuruldu ki bu gün neredeyse bütün orta doğuda yedi başlı yılan misali kolları tüm coğrafyayı sardı? Şimdi bir hafızamızı yoklayalım. Pkk terör örgütü 1974 yılında kuruluyor. 1978 yılında yaptıkları 1. kongrede amaçlarının bağımsız kürdistan olduğunu ilan  ediyor. Kuruluş tarihi bir şeyler anlatıyor mu bilmiyorum, ama beni epey araştırmaya itti. Köy Kent Projesi ve Toprak Reformu size neyi hatırlatıyor desem? 1973 Yılında Naim Talu hükümetinin Köy Kent Projesinin hayata geçirilmesi için Köy İşleri Bakanlığı tarafından hazırlanan raporu yayımladığını söylesem? Ya Toprak Reformu? “Toprak işleyenin, su kullananın!” size bir şey hatırlatıyor mu bu slogan? Peki şöyle diyeyim ki bazı hususları daha ayrıntılı düşünelim.  Pkk iç tüzüğünü incelediğimizde sadece çiftçilere diğer toplum sınıflarında olduğu gibi örgütlenme (kooperatifleşme) hakkı vereceğini vaat ediyor. İşçilere de lütfen sendikalaşma hakkı vereceğini yazıyor. Hani bunların amacı fakir kürt halkını kalkındırmaktı? Yoksa bu yodaşların emeli Marksist Leninist öğretinin tam tersi istikamette “Bağımsızlık” verecekleri kürtleri bir yerlere bağlamak mıydı? Türkiye’de iktidara gelen bütün patilerin neredeyse hepsinin seçim bildirgelerine giren Toprak Reformu, Hakça Paylaşım ve Köy Kent Projeleri komünist olduğunu söyleyen ve en büyük kırımı kurtaracağını söylediği kürt halkına yapan pkk tüzüğünde neden yer almıyordu acaba? Yıllarca doğu ve güney doğu Anadolu’da bulundum. Ama yukarıda saydığım hiçbir hususun terör örgütü tarafından halka söylendiğini görmedim. Daha kötüsü buralarda alan hakimiyeti kurmaya çalışan bölücü örgütün kürt çocukları bir şey öğrenmesin diye en büyük saldırılarını ve kanlı eylemlerini öğretmenlerimize ve okullara yaptıklarını gördüm.
 Orta Doğu denilen coğrafyada ülkesi mamur, halkı müreffeh, ordusu güçlü bir Türkiye düşünelim. Bu kimin işine gelir? Yada şöyle diyelim, güçlü bir Türkiye kimin işine gelmez? Kimin ya da kimlerin işine geleceğini bilemem ama güçlü Türkiye yer yüzünde ne kadar emperyalist güç odağı varsa onları rahatsız eder ve işlerine kesinlikle gelmez! Her şeyden önce kan ve göz yaşı içindeki orta doğuda barış adası bir Türkiye bölge halkları için bir güven kapısı iken ülkenin ve milletin geri kalması, devletin güçsüzlüğü emperyal güçlerin işine gelmektedir.
Bunun için kısacık Cumhuriyet tarihine göz atmak kafi gelecektir. 29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen Türkiye Cumhuriyetinin çok değil ilanından hemen 283 gün sonra Nasturi ayaklanması patlak verir. Tarihler 7 Ağustos 1924 ü gösterirken Nasturiler Musul meselesi nedeniyle gergin olan Türk-İngiliz ihtilafını fırsat bilip İngilizlerin kışkırtmaları ile  ayaklanırlar. Hatta bu ayaklanma esnasında  İngiltere hükümeti Türkiye’ye nota verir ve sınırlarımızı geçen İngiliz savaş uçakları birliklerimizi bombalar. 14 Ağustos 1924 de Cafer Tayyar Eğilmez Paşa isyanı bastırmakla görevlendirilir ve isyan 7 Eylül’de tamamıyla bastırılır. Peki daha Nasturi isyanı bitmeden çıkan 4 Eylül 1924 tarihli Beytüşşebap İsyanı? Ya Şeyh Sait İsyanı? Yukarıda tek tek yazdığımız isyanların hepsinin de ortak bir özelliği vardır değerli okurlar. Belirli güç odakları adına çıkartılmış, gerçekte en büyük zararı Anadolu halkının gördüğü, isyan edenlerin değil, garibanların , kimsesizlerin mahvolduğu hareketlerdir bunlar. Yani kökü dışarıda olan istikrarsız bir Türkiye için var gücü ile çalışan kuklaların çıkardığı isyanlardır.
Tarih çok sabırlıdır. O kadar sabırlıdır ki, bu günün kahramanlarının yüz yıla bile gerek kalmadan birkaç yıl sonra hain olduklarını gösterecek kadar sabırlıdır! Sözde Kobane diyenlerin gerçekte kimlere hizmet ettiklerini tarih ve bu millet kaydetmektedir! Son söz olarak şunu diyorum; o kadar yiğit iseniz, LÜTFEN ÖNDEN BUYRUN!


11 Ekim 2014 Cumartesi

ARMEGEDDON TİMİ İŞ BAŞINDA

Armegeddon savaşı, ya da Melhame-i Kübra… Yahudilerin ve Evanjeliklerin (tebliğci Hristiyanların) beklediği büyük kıyım. Diğer adıyla son savaş. Bütün semavi dinlerin eskatolojisinde (dünyanın sonu ile ilgilenen din felsefesi) Armegeddonun çıkacağı, karanlık ve aydınlık arasındaki son ve en büyük savaş olacağı yazılıdır. Bu savaş Yahudi ve Hristiyan inancında bu günkü İsrail devletinin başkenti Tel Aviv kentinin 55 mil batısında yer alan bir tümülüsün olduğu yerdir. İslam inancında ise bu yer Amik ovası olarak geçmektedir. Bütün semavi dinlerde bu son savaş Mehdinin gelişini hızlandıracak ve “Altın Çağ” başlayacaktır. Bu gün pek çok aşırı Yahudi Kabbalistler ve Hristiyan Evanjelistler bu savaşın çıkması için her yolu denemektedirler.
Özellikle kalan 20 inci yüz yılda o kadar uğraşılmasına rağmen beklentileri karşılamayan iki büyük dünya savaşının arkasından gerek Katolik Yahudilerin ve gerekse Evanjeliklerin tekrardan çıkarmak için var güçleri ile uğraş verdikleri bu büyük savaşın anahtarı son tecrübelerle görülmüştür ki Minor Asia yani Anadolu’dur! Neden Anadolu? Küçük bir fikir idmanı yapalım isterseniz. 1945 yılında ikinci büyük savaş bittiği zaman Yunanistan halkı açlıktan kırılma noktasına geldiğinde onlara yardım elini kim uzattı sizce? Yakın akrabam ve o yıllarda Trakya’da askerlik yapan rahmetli Hasan Erbil “Biz hudut beklerdik. Karşımızda köprünün öte yanda Yunan kara kolu vardı. Suya atlayıp bizden yana gelirlerdi. Ekmek verirdik. Tayınlarımızı paylaşırdık. Bize Türk gardaş derlerdi.” Diyerek o yılları bana bizzat anlatmıştı. Zamanın Genel Kurmay Başkanı Omurtak Paşanın emri ile Türkiye’ye geçen Yunanlılarla Türk askeri bırakın engel olmayı, ekmeğini, kumanyasını paylaştırmıştır. Çünkü Türk milleti düşmanı dahi olsa zorda kalana yardım etmeyi kendisine daima görev addetmiştir. Ön Asya’da ortaya çıkan pek çok karışıklıkta Türkiye daima barış adası olma özelliğini korumuş, mazlumlara kucak açmıştır. Bizzat tanık olduğum bir olay da 1991 yılında Anadolu sınırına yığılan 1,5 milyon Irak vatandaşıdır. O zorlu günlerde sınırda görev yapan asker, polis, doktor, hemşire pek çok kamu görevlisinin çektikleri çileye bizzat şahit olmuş birisiyim. Hatta Uludere’de sınırı geçip Yemişli köyünde Türk toprağını öpenleri gördüm. Sevinç gözyaşları içinde sakalları kutsal vatan toprağına karışan yaşlı Iraklı “Allah Türk Milletini baki kılsın. Allah Türkiye’ye zeval vermesin. Türkiye olmasa şimdi biz nere giderdik. Farslılar (İran) bizi kabul etmiyor. Allah Türkiye’yi başımızdan eksik etmesin!” diyerek ağlıyordu.
Türk devleti 1923 yılından itibaren almış olduğu acı tecrübeler gereği bu karışık coğrafyada yaşayabilmenin ve hayatta kalabilmenin yegane şartının önce içerisinde, sonra bölgesinde ve nihayetinde dünyada kalıcı barış ile olabileceğinin farkında olarak kurucu önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh!” ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalmış ve bu günlere gelebilmiştir. Elbette bu günlere gelmek hiçte kolay olmamıştır. Özellikle Anadolu coğrafyasında gözü olan bazı dostlarımızın(!) üstün gayretlerine rağmen çeşitli kereler kesintiye uğrayan demokrasi maceramıza kör topal devam etme gayretimiz sürmüştür. Ülkemizde ne zaman bir iç karışıklık çıksa illaki çok sevgili dostlarımızı arar gözlerim. İnananın görmekte de gecikmez. Bu yazıyı hazırlamama sebep olan bir telefon muhaberatı yaptım bu gün. İsmi bende mahfuz bir arkadaşım birkaç günden beri süre gelen ve neden olarak Suriye Arap Cumhuriyetinin Halep vilayetinin Ayn el Arap ilçesindeki iki terörist grubun savaşını gösterip ortalığı savaş alanına çevirenlerin asıl niyetlerinin çok farklı olduğunu anlattı. Yıllarca doğu ve güney doğuda birlikte çalıştığım bu gözü pek arkadaşım; “Burada kalkışma provası yapılıyor. Kimse masum değil. Ama asıl sıkıntı yerli işbirlikçilerden ziyade Armageddon timi olarak görülen yabancı istihbarat örgütlerinin elemanları. Bunlar bizce malum örgütlerin elemanları. Gündüz sakallı olanlar, gece takım elbiseli, sinek kaydı traşlı. Dertleri Türkiye’yi Orta Doğu bataklığına çekmek. Çünkü Türkiye bölgede huzur ve istikrarın yaşandığı tek yer. Amaçları çok farklı!” diyordu ve sesi çok asabi geliyordu. Dinlediklerim kanımı dondurmaya yetti sevgili okurlar. Bu görüşmenin arkasından doğu ve güney doğuda görevli başka arkadaşlarımı aradım ve onlarda hemen hemen aynı şeyleri söylediler. Armegeddon Timleri…
Türk Milleti son iki yıldır çok çetin bir sınavdan geçmektedir. Elbette sınavımız çok zorlu ve bir o kadar da sıkıntılıdır. Ancak, Millet olarak tahriklere kapılmamak, aklı selim ile hareket etmek ve bu devletten başka devletimizin olmadığını unutmamak gerekiyor. Çünkü karşımızda milletimizi sokağa çekmeye çalışan çok organize örgütler var. Bölücü terör örgütü ancak silahsız sivilleri, savunmasız okulları vurur. Bunu dünya alem biliyor. Bu gün doğu da ve güney doğuda sergilenen oyunlar, İstanbul, Antalya, Ankara, İzmir, Eskişehir ve Yalova’da da neden sergileniyor dersiniz? Neden Antalya gibi milli hisleri yüksek olan Türkmen başkentinde, neden Rumelili Evladı Fatihan torunlarının yoğun yaşadığı Yalova’da ve neden Türk Dünyası Kültür başkenti Eskişehir’de bu oyunlar sergilenmektedir? Düşün ey yüce milletin düşün! Orta doğunun kan gölüne dönmesi ancak Anadolu’nun istikrarsızlaştırılması ile mümkündür! Bunu unutma! Seni sokağa çekmek isteyenlerin, Türk-Kürt çatışması çıkarmak isteyenlerin asıl derdi 1920 de yapamadıklarını şimdi yapmaktır! Armegeddon Timlerinin hedefi bu coğrafyayı kana bulamaktır. Bu oyuna gelmeyeceğiz Aziz Milletim! Şu anda Türk Devletinin polisi ve askeri olaylara hakimdir. Bizim millet olarak yapacağımız tek şey bozgunculara fırsat vermeyip askerimize ve polisimize yardımcı olmaktır!
Allah Türk Milletini ve Türk Devletini Baki kılsın!