7 Mart 2015 Cumartesi

GELECEĞİMİZ KADINLARIMIZ

Kadın vardır yiğit doğurur oymağı devlet eder, kadın vardır it doğurur obaya dert eder!
Türk Atasözü
            Devlet Ana diye bir söz duydunuz mu? Duyduysanız kime denir bilir misiniz? Bizim oralarda kullanılan bir deyimdir bu. Otoriter ve çevresinde saygı uyandıran, hal hareket ve tavırları ile topluma önderlik eden  kadınlara   denir.  
            Ben bu deyimi şimdiye kadar  iki kişiye kullandım. İkisi de benim hayatımda çok derin izler bırakan, hakikaten Devlet Ana teriminin hakkını veren kişilerdir.
            Bunlardan birisi anam; 83 yaşında dokuz çocuk doğurmuş, dokuzunu da sağ salim yetiştirmiş, kara sabanın ardında hem öküz, hem hayvan (at) çifti sürmüş, dövenle harman savurmuş, sırtında çelmece (çalı odunu) etmiş bir Madanoğlu Yörüğü olan anam. Daima bizlere "Aç iseniz tok gibi, açık iseniz pek gibi durun. İnsanın en büyük düşmanı kendisidir. Daima dürüst olun. Servet gitse de kazanılır. itibar bir kere giderse geri dönmez. İlk evvel insanların hakkını gözetin. Haram haramdır, bunun azı çoğu olmaz! Sütün içine giren bir damla katran da, bir kepçe katran da o sütü batırır. Sofrada elinize, sohbette dilinize sahip olun. Çünkü boş boğazlık ve aç gözlülük insanın itibarını sarsar. İnsanlar size kişiliğinizle saygı duysun, malınız ve mülkünüzle değil!" diyerek nasihat eden bu Yörük kocası kızlarının yetişmesi için çok daha ihtimam gösterir, beş kızını da sanki özel olarak tedrisata alırdı. Neden onlara daha fazla ihtimam gösteriyorsun diye sorduğumuzda ise "Kadın anadır, yani temeldir! Temel ne kadar sağlam olursa, duvar o kadar kavi olur. Bacılarınız ne kadar dürüst olursa, benden aldıklarını aynı ile evlatlarına verir. O vakit devlete ve millete yararlı evlatlar yetiştirirler!" diyerek açıklardı.
            Doğurduğu çocuğunun önce millete ve devlete hayırlı olması için terbiye etmek. Önce insan diyerek o çocuğa insanlığın amentüsünü öğretmek, hangi milletin kadınında vardır bu haslet? Türk kadınında!
            Türk kadını evladının önce yaşadığı topluma, sonra vatanına ve devletine saygılı ve sadık olmasını ister. Bu nedenle ister kız, ister erkek olsun bütün çocuklarında ilk önce vatan, bayrak ve millet sevgisini aşılar. Öyleki, bu sevginin Allah sevgisi, peygamber sevgisi olduğunu öğretir çocuklarına.
            Benim hayatımdaki öbür Devlet Ana rahmetli nenemdir. Ufak tefek bir Anadolu kadını olan 1902 doğumlu bu Peçenek anası, sekiz çocuk doğurmuş, beşini sağlıkla büyütebilmiştir. Açlık ve kıtlık görmesine, çocuklarının istikbalini temin etmede zorlanmasına rağmen bir kere bile olsun devletine ve milletine karşı serzenişte bulunmamış, daima evlatlarına dürüstlük ve namuslu olmanın faziletlerini anlatmıştır. Kıt kanaat imkanlarla geçinen neneme dedem cennet mekan Gazi Ömer Çavuş'un almadığı gazilik maaşını almasını teklif ettiğimde-ki o zaman daha 12 yaşındaydım.- "Benim herifim vatana bedel karşılığı hizmet etmedi, bir daha ağzından duymayayım!" diyecek kadar mert ve gözü tok bir kadındı nenem. Bizlere daima şunu öğütlerdi rahmetli; "Kapınıza gelen kim olursa olsun geri döndürmeyin.  Size gelen rızkı ile gelmiştir. Kim olursa olsun saygı gösterin. Saygı gösteren saygı görür. Unutmayın, dilimiz, dinimiz, rengimiz ayrı olsa da yaratanımız birdir! Allahın sevdiği kul olmak isterseniz önce onun yarattığı insanı sevin!"  Vefat ettiği 1989 senesine kadar bizlere daima öğütler veren bu ulu çınar evlatlarına daima insan sevgisini ve insana saygıyı salık verirdi.  Girdiği her mecliste sesini yükseltmeden bile sözünü dinletir, köyün erkekleri tarafından da saygı görürdü.

            Bunları sizlere annemi ve nenemi övmek için yazmadım. Bunları beni yetiştiren iki Devlet Anayı bilesiniz, onları övesiniz diye de yazmadım. Yüzyıllar boyu erkeğini ilmek ilmek dokuyan Türk kadınının bu günkü haliyle, Anadolu'da ücra bir köyde yetişen iki anayı kıyaslamanız için yazdım. Sadece 92 senelik Cumhuriyet ile değil, yüzyıllar boyu Türk kadının neyin mücadelesini verdiğini bilmeniz için yazdım. " Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın."        diyen bir zihniyetten, kadın cinayetlerini neredeyse adi bir vaka gibi görmeye başlayan zihniyete nasıl geldiğimizi anlatabilmek için yazdım!
            Türk  kadını tarihin hiç bir döneminde eşinden ayrı, eşinden farklı yada ikinci planda olmamıştır. Bunu iddia etmekten daha çok, unutulan gerçekler olarak söylüyorum. Çünkü Türk kadını gerek gündelik hayatta, gerek çocuklarının yetiştirilmesinde, gerek yurt savunmasında eşinden daima önde olmuştur. Bunları lütfen kuru birer övgü cümlesi olarak görmeyin. Tarihimizde nice abideleşmiş annelerimiz, nenelerimiz, bacılarımız vardır ki, dünya tarihinde bu kadar bayraklaşmış kadını hiç bir millette göremezsiniz.
             Fransızların meşhur Jeanne d'Arc isimli kadın kahramanına Fransız kilisesi tarafından "Azize" payesi verilmiştir. Başka meşhur kadın kahramanları var mıdır? Ben bilmiyorum... Bu meşhur Fransız azizesini neredeyse bütün dünya bilir de, Kanıkay Katun'u daha bizim çocuklarımız bilmez! Sorduğun zaman kimdir diye bilmedikleri gibi hangi popçu olduğunu da sorarlar sana. Oysa Kanıkay Katun Manas Destanındaki  Manas Kağanın  eşidir. Öyle ki eşi Manas ölünce diriltecek kadar önemlidir. Herhangi biri değildir yani. Türklerin "Yaşam Ağacının Sahibi" Umay Anası gibidir. Ya Tomris Katun? Bilir mi gençliğimiz bu kadın Türk Kağanını? Pers kralı Kiros'un kesik başını içi kan dolu fıçıya atan bu büyük Türk Kağanını kaç kızımız yada oğlumuz bilmektedir? Tarihimizle övünmek değil, ders almak gerekir! Arabistan çöllerinde kız çocukları diri diri toprağa gömülürken Türk kızları başta tutulurdu. Kız çocuğu evlenecek olgunluğa ulaştığında anasının dizinin dibinde kısmet beklemez, evleneceği kişiyi seçme hakkı kendinde olurdu. Çünkü Türk kızı laf olsun diye değil milletin anası olduğu gerçeğini yüz yıllar boyu yetiştirdiği evlatlarına öğretmiştir. 
            Hayme Ana yada namı diğer Devlet Ana kimdir bilir misiniz? Hiç duymuşluğunuz var mı bu yiğit Türk anasını? Tarihlerin Devlet Ana diye kaydettiği bu kişi kim mi?  hani  şu gezer türbede yatan  Süleyman Şah Kaya Alpoğlu (Gündüz Alp)'in eşi, Ertuğrul Gazi'nin annesi ve Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu Osman Gazi'nin de büyükannesi. Kocası Gündüz Alp'in Fırat Nehri'ni geçerken boğularak ölmesi üzerine Kayı Boyu'nun başına geçen Hayme Ana dağılma tehlikesi içerisindeki boyunu toparlar ve Ankara'ya getirir. Onun toparladığı boy, koca bir cihan imparatorluğu kurar! yattığı yer nur olsun...
            Zübeyde Ana vardır bir de; oda doğurmuştur bir yiğit. Anmadan, ismini yâd etmeden, bir Fatiha okumadan olmaz. Türk Milletinin kaderini değiştiren adamın anasıdır. Mekanı cennet olsun.
            Dünyada ki en tehlikeli silah; körü körüne inanmış insandır! Ne yaparsanız yapın onun gözlerini açamazsınız! Bu nedenle diyorum ki, kadını bilinçli olan toplum dünyayı değiştirir. Kadını ezilen toplum ise dünyayı cehenneme çevirir!
            Kızlarınıza önce insan olduklarını, insanı eğitecek olanların onlar olduklarını öğretin. Yobazların kadınlardan korkmasının en önemli nedeni, kendilerine oyuncak bulamayacak olmalarındandır! Akıllı insan Allahı aklı ile bulur! Dogmalarla, saptırmalarla, şıhlarla, melelerle değil! Bizim önceliğimiz yarın geleceğimiz olan torunlarımızın anaları, kızlarımızı akıl, mantık ve beşeri ilimler ile donatarak yetiştirmektir.
            Eğer yeni icatlar, daha hızlı araçlar, uzay mekikleri yapmak istiyorsanız mühendisler, mimarlar, pilotlar, doktorlar yetiştirin. Ama dünyayı değiştirmek istiyorsanız kadınları eğitin. Çünkü bir erkeği eğitirseniz tek bir insanı eğitmiş olursunuz. Bir kadını eğitirseniz, bütün bir aileyi eğitmiş olursunuz!
           

            

27 Şubat 2015 Cuma

HİZMET Mİ, MENFAAT Mİ ?


Yüksek idealler ancak temiz kişiliklerde, temiz yüreklerde inkişaf eder! Bulunduğu mevkileri istikbal uğrunda feda edenler, bir gün harcandıklarında yaptıkları hatayı çok acı bir şekilde fark ederler!”
Böyle derdi Çarıklı Erkanı Harp Âlim Harmanda. Babamdır benim, Anadolu’nun ücra bir köyünde doğmuş, orada büyümüş, askerliğini İstanbul Kartal Maltepe’de yapmış, okuma yazmayı askerde Ali Okulunda sökmüş bir Çarıklı Erkânı Harp… Ömrü çiftçilikle geçmiş, kıt kanaat imkânlarla dokuz çocuk büyütmüş köyü, kasabası ve vilayeti için koşturmuş bir Çarıklıdır kendileri. Nurlar içinde yatsın, kaybettiğimiz 2002 yılına kadar daima en ön saflarda koşturmuş bir insandı. Köyümüzdeki Kur’an Kursu Talebelerine Yardım Derneğinin kurucularından olmasına ve bu nedenle 12 Eylül’de tutuklanma tehlikesi geçirmesine rağmen bu dernekte aktif bir şekilde çalışmış, dernek sıkıyönetim tarafından kapatıldıktan sonra da bu dernekte yaptıklarından tek kelime etmemiş bir insandı. Merak edip sorduğumda “Biz Allah rızası için yaptık ne yaptıysak. Taşı kaldırdık, temel ettik. Temel büyüdü duvar oldu. Tek duvar dört, dört duvar bina oldu. Lafını etmeye değmez!” demişti. Daha sonraki yıllarda ağabeyim Ömer’e sorduğumda; “Babamız bir siyasi partinin delegesiydi. O nedenle adının böyle hayır işlerinde anılmasını istemiyor, yaptığı işin istismar edilmesinden korkuyordu. Çünkü o Hazreti Peygamberin –Sağ elin verdiğini, sol el bilmemeli! Düsturuna riayet etmesini seven birisiydi.” Demiş ve yılar sonra babamızın neden sessiz kaldığını anlatmıştı.
Ne kadar güzel bir anlayıştır; sağ elin verdiğini sol elin bilmemesi! Yapılan işin sadece Allah rızası gözetilerek yapılması, karşılık beklenmemesi.
Bizim köy Burdur vilayetine 105 km batıda dağların arasında bir köydür. Bizans zamanında Anadolu’da kurulan ilk Peçenek köylerindendir. Epeyce eskidir. Osmanlı zamanında Tımarlı Sipahi ocağı olan köy eskiden bu yana hep yol güzergahı olmuştur. Topraklarında üç vilayetin sınırı kesişir. Bir yanı Antalya, bir yanı Muğla ve kendi vilayeti Burdur. Hatta yaylamızda-ki tarihteki adı Türk yaylasıdır.- meşhur bir tepe vardır ve adına Üç Kaymakam Tepesi denir. Eskiden Tefenni, Elmalı ve Beşkaza (Fethiye) ilçelerinin sınırları bu tepede kesişirmiş. Şimdi burada Çavdır, Korkuteli ve Seydikemer ilçelerinin sınırları kesişmekte. Bizim köyün bu özelliğinden dolayı küçük bir köy olmasına rağmen üç adet köy odası mevcuttu. Ta bizim ilk gençlik yıllarımıza kadar bu köy odaları dayalı döşeli ve misafirleri barındıracak şekilde hazır tutulurdu. Bizim evin köşesinde Taş Oda vardı. Köy önü dediğimiz yerde Hatıp Odası, eski okul binasının da olduğu Solaklar Odası. Bu üç oda, köye dışarıdan gelen, köyde eli günü olmayan gariplere, yolculara, çerçilere, nalbant ve kalaycılara hizmet verir, bunları barındırır, hem ücretsiz otel, hem de aşevi vazifesi görürdü. Bu odalar köyün bilinen bin yıllık tarihinde hep var olmuş ve gelen konuklara yüzlerce yıl bir karşılık beklemeden hizmet vermişlerdir.
Hiçbir karşılık beklemeksizin kendi ekmeğini bölüşmek, bu gün bile Anadolu’nun pek çok köyünde süren bir gelenektir. Bu geleneğin temeli İslam öncesi zamanlara, Orta Asya Türk kültürüne dayanmaktadır. Tarihte kayıtlı Türk devletlerinin hemen hepsinde (Yaklaşık rakam 138 dir.) vakıf ve yardımlaşma kültürü daima ön planda tutulmuş, toplumsal dayanışma hep canlı olmuştur. Milletimiz hakkındaki ilk tarihi kayıtlarda toplumsal dayanışma için yönetimdeki kişilerin halkın ve yolcuların refahı için yaptıkları vakıf ve imaretlerden bahsedilmektedir. Aynı zamanda topluma mal olmuş hali vakti yerinde kişilerde Orta Asya’da kurulan devletlerden günümüze kadar vakıf anlayışını aynı şevkle devam ettirmişlerdir.
Türklerde ilk dernekleşmeye meslek örgütleri bazında rastlamaktayız. Bunların en meşhuru Kırşehir’de kurulan Ahilik teşkilatıdır ki, bunun ruhu bin yıldır dimdik ayaktadır. Anadolu’da ortaya çıkan Ahiyan-ı Rûm Teşkilatı bilinen ilk mesleki birlik olmasının ötesinde aynı zamanda bir yardımlaşma teşkilatıdır.
Bu tip örgütlenmelerin, yani vakıf ve derneklerin en önemli özelliği; insanların yardımlaşma ve dayanışma bilincini ayakta tutarken, yapılan yardımları büyük bir gizlilik içerisinde yapmaları, aynı zamanda buralarda görev alan insanların kendilerini aşikar etmemeleridir. Çünkü “Veren el, alan elden üstündür!” şiarını benimseyen bu insanlar yaptıkları vazife ile anılmayı kendilerine ar kabul etmişlerdir.
Bu günün modern yaşamında Sivil Toplum Kuruluşları yerleri doldurulamaz şekilde devlet ile millet arasındaki bağın artmasında, aynı zamanda halkın sesinin ulaşamadığı yerlere ulaşmasında önemli bir köprü görevi görmektedir. Elbette yapılan işlere bakınca bu kuruluşların hayatımızın vazgeçilmezleri olduklarını görüyoruz. Dernek, vakıf yada kulüp, ne olursa olsun gönüllülük esasına dayalı çalışmaların yapıldığı ve tamamıyla toplum yararın çalışan kuruluşlardır. Şahsımda; yıllardan beri çeşitli sosyal kulüplerde, dernek ve vakıflarda görev almış birisi olarak bu hususa azami dikkat etmiş birisiyim. Ne şekil yada isim altında olursa olsun görev aldığım hiçbir sosyal kuruluşta tek bir menfaat bile beklemeden çalışmış ve halende çalışan birisiyim.
Vakıf, dernek yada kulüpler yapmış oldukları çalışmalar ve topluma kazandırdıkları ile son 50 yıldır halkın vazgeçemediği yerler olmalarının yanı sıra, sanki birilerinin bir yerlere gelmeleri için özellikle merdiven görevi gören yerlere de dönmüş durumdalar!
Bilmem ne tanıtma derneği yönetim kurulu başkanı Hasan ağa bilmem ne kazasına Belediye Reisi seçilebilmek için, bilmem ne kuşunu koruma derneği başkanı Mehmet bey falanca vilayetten mebus olmak için, filanca kültür derneği başkanı Osman emmi feşmekan meclisine girebilmek için dernekleri kullanıyorsa, asıl amacı toplum yararına çalışmak olan vakıf başkanları kartvizitlerini parti genel başkanlarının masasına iliştiriyorsa bunun adı sosyal sorumluluk değildir!
Bu yapılan sosyal yardım, dayanışma, kaynaşma, tanıtım, eğitim, öğretim değil; KENDİNİ PAZARLAMADIR!
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni bilir misiniz? Kurucuları kimlerdir? Hangi derneklerin birleşmesi ile ortaya çıkmıştır? Kurucuları daha sonra nerenin mebusu, hangi bakanlığın bakanı olmuşlardır, hiç merak ettiniz mi? Peki işgale karşı kurulan Kuvay-i Milliye teşkilatlarının kurucuları sonra ne olmuştur? Hangi büyük holdingin danışmanı, hangi şirketin yönetim kurulu başkanı olmuşlardır? Ben araştırdım, rastlayamadım…
Eğer bir davaya inanıyorsanız; ya davanızın neferliğini yapacaksınız, ya da istikbal kaygılarına düşüp de davanızı harcamayacaksınız! Eğer derdiniz istikbalinizi kurtarmak ise bu milletin duygularını istismar etmeyeceksiniz. Çünkü Türk Milleti kendisi üzerinden bir yerlere gelmek isteyenleri asla unutmaz! Ya adam gibi kültürünüze sahip çıkacaksınız, yada oyun oynamayacaksınız!
Bu yazıyı neden mi yazdım? Kendini birilerinin sesi sanıp da sırf kendi çıkarları için kültürümüzü kullanan birkaç kişi yüzünden yazdım. Onlar kim mi? Bilmem, siz bulun!

8 Şubat 2015 Pazar

BİZ KİMİZ?



Konuşsana Müslüman, neden sesin duyulmuyor?
Yoksa Türkmen Türk diye, ümmetten mi sayılmıyor?

            “Tayland hükümeti Malezya’ya geçmeye çalışırken yakaladığı 300 Uygur Türkünü Çin vatandaşı oldukları anlaşılırsa Çin Halk Cumhuriyetine iade edecek. Çoğu kadın ve çocuk 300 Uygur Türkünün Çin Hükûmetine teslim edilmeleri demek Çin yasaları uyarınca Vatana ve Sosyalizme İhanet olarak değerlendirilip idam edilmeleri demek.” –(Channel 4 İngiliz Tv Kanalı)
            Adı Demokratik Halk Cumhuriyeti, ama gerçekte koyu faşist bir diktatörlük olan Çin devleti eğer geri alabilir ise kadın, çocuk demeden 300 Uygur Türkünü kurşuna dizecek. Gerekçesi ise Vatana İhanet! Bu zavallıların tek umudu ise Türk Dünyasının ağabeyi olan Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti. Türk Dışişleri Tayland hükûmeti nezdinde girişimlerde bulunmuş  2014 Kasım ayında, ancak hala bir çözüme ulaşılamamış.
            Merak ettim, “Ben Çarliyim!” diye yürüyenler şimdilerde neredeler? Yoksa bunlar Türk diye, yürümeye gerek duymaz mı aslan hümanistler?
            Irak’ın Musul, Selahattin, Erbil, Telafer ve Kerkük kentlerinden terörist Isıs ve Peşmerge kıskacında  bulundukları için dağlara sığınan  250 bin Türkmenin zorluklar içerisinde yaşamaya çalıştıkları,  her gün 5-10 (yazması bile ne kadar acı ama gerçek bu!) çocuğun açlık ve susuzluk nedeniyle öldüğü, Türkmenlerin sistematik bir caydırma ve katliam tehdidi altında olduğu ve acilen yardıma ihtiyaçları bulunduğu, yardım edilmediği taktirde son yıllarda yaşanabilecek en büyük katliamlardan birisinin modern dünyanın gözleri önünde yaşanacağı aşikardır. –Human Rights Watch (İnsan Hakları İzleme Örgütü) Irak 2014 Kasım Raporu
            Bir tarafta terörist ve taşeron İşid-Isıs,  öte tarafta Türk düşmanı, emperyalistlerin uşağı  Peşmerge… Al birini vur ötekine… Türk Milleti kimlerin insafına kaldı? Isıs yada Işid yani Irak Şam İslam Devleti denilen ama gerçekte İslamiyet ile uzak yakın zerre kadar ilgisi olmayan caniler sürüsü. Bir anda ortaya çıkan ve ön Asyayı kana bulayan taşeron örgüt. (http://kudretharmanda.blogspot.com.tr/2014/10/kim-bunlar.html) Öte yanda yıllardan beri Irak ve Suriye devletlerinde sözüm ona bağımsız devlet kurma çabasında, ama gerçekte “Biji Serok Obama!” (Yaşa Başkan Obama!) diyerek Amerikanın emrinde olduğunu açık seçik ilan eden Peşmerge… Her ikisinin de en büyük hedefi Türk’ten arındırılmış bir ön Asya yaratmak. Hayal ama; ya tutarsa? Bunun için sözde Ezidileri, Kürtleri hedef almış gibi görünüp, gerçekte Türk  unsurları yok etmek için adeta birbirleriyle yarış etmekteler. Daha dün Kerkük ve Musul’da Peşmergenin Türkmenleri sindirmek için yaptıkları terörist eylemleri unutmadık. Binlerce Türkmenin sistematik bir biçimde soy kırımla tehdit edildiğini, okullara alınmadığını, Türkmen mahallelerinin yakılıp, insanlarımızın dağlara gitmeye zorlandığını çok iyi biliyoruz. Taşeron örgüt İşid için en zorlu düşmanlar Türkmenler! Çünkü Türkmenler  için vatan namus demek, alalade bir toprak parçası değil. Onlar savunurken topraklarını, namuslarını savunmaktalar. Bu da ön Asya’da   farklı niyetleri olan emperyalist  güçlerin canını sıkmakta.  Bu nedenle en şiddetli saldırılar Türkmenlerin bin yıllık yurtlarına yapılmakta.
Sahi haberi var mı acaba bu durumlardan Esma severlerin?  Yoksa bunların Türk olmaları yeterince ilgilerini çekmez mi Rabia’cı efendilerin? 1000 senedir o topraklarda bulunan ve Türk Milli İstiklal harbinde varını yoğunu Ankara’ya, cepheye gönderen Türkmenlerin dünyada tek güvenecekleri devlet Türkiye Cumhuriyeti, tek tutunacakları dal, Türk Milletidir! Ama ne hikmetse “Hepimiz Esmayız!” diyenleri göremiyoruz meydanlarda, neden acaba?
Bu gün hangi Ermeni çocuğuna sorsanız, size “1915 de Türkler mazlum(!) ermeni milletine soykırım(?) yaptı.” diyecektir. Bendeniz sokağa çıktığımda bizim çocuklara soruyorum bazen; Muratağa, Atlılar, Sandallar, Taşkent neresidir? Buralar size ne hatırlatıyor?   Nasıl cevaplar veriliyordur sizce? Şöyle mi; 14 Ağustos 1974 tarihinde Kıbrıs adasında bulunan dört köyde 16 günlük bebekten 95 yaşındaki ihtiyara varıncaya kadar 215 Türkün katledilmesini hatırlatıyor…mu acaba? “Abi biz ne bilelim ya hu? Tarih kitabında bunlar yazmıyor ki!” Tarihi sadece okulda okudukları tarih kitaplarından öğreneceğini sanan bir nesil. Bu neslin cehaletine sessiz kalan bizler…
  Daha yakın tarihimizi bilmiyoruz! Çocuklarımıza neyi bırakacağız? Mısırlı Esma’yı, Filistinli Rabia’yı bilen Türk çocuğu,  Kıbrıslı Ayşe’yi, Karabağlı Höküme’yi bilmiyorsa, dünyaya “Biz soykırım yapmadık, Vatan savunduk!” diyebilir mi?  
1821 den 1923 e kadar Balkanlarda, Yemen’de, Filistin’de, Irak’ta, Suriye’de ve en nihayetinde Anadolu’da 5,5 milyon insanını kaybeden Türk Milleti,  kendisine dayatılan emperyalistlerin sözde soykırım masalları ile uğraşırken,  kendi öz tarihini evlatlarına öğretmek zahmetine katlanmamıştır. Sadece 1914-1918 yılları arasında Ermeniler’ce Taş hanlara kapatılarak yakılan, kundaktaki bebekten, eli ayağı tutmayan yaşlılarına varana kadar binlerce insanı işkencelerle şehit edilen milletimiz ne yazık ki uğradığı mezalimi daha kendi çocuklarına öğretememiş! Bakü’de 20 Ocak 1990 ‘da 143 ve  26 Şubat 1992 de Hocalı’da şehit edilen 106'sı kadın, 83'ü çocuk toplam 613 Azerbaycan Oğuz Türkünü kaçımız biliyoruz ve anıyoruz?
Hakikaten; “Hepimiz Ermeniyiz!” diye çığlık atanlar, “Suyun öte yakası benim kardeşim!” diye zırlayanlar; sizin için ölen Türk olunca kıymeti yoktu değil mi?
Türk Milleti en kısa zamanda Türk Cumhuriyetleri Birliğini kurmak, esaret altındaki soydaşlarının dertlerine derman olmak zorundadır. Eğer Lefkoşa’daki Türkün acısı, Gence’deki Türkün derdi, Urumçi’deki Türk kızının göz yaşı bizi alakadar etmez ise, yarın bizim için göz yaşı dökecek kimseyi bulamayız!
Biz Türk Milletiyiz! Lütfen unutmayalım…

16 Ocak 2015 Cuma

KUTSALA SALDIRMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ



            Birkaç gün önce Fransa’nın baş şehri Paris’te yayın yapan siyasi hiciv dergisi Charlie Hebdo,  İslam Peygamberi Hazreti Muhammed’i hiciv ve mizah sınırlarının dışında çizdiği gerekçesi ile iki kişi tarafından basılarak 12 kişi katledilmişti. İslam dininde canlı resmi günah sayılmaktadır. Hazreti peygamberin resimleri yoktur. Yapılmamıştır. Çünkü İslam peygamberi resmedilmemiş, peygamberin yakın çevresinin tarifleri ile hilye-i şerif (suret, şekil) yazılarak peygamberin sima ve fiziki özellikleri kendinden sonraki nesillere aktarılmıştır.
            İslam inancında peygamberlerin hepsi seçilmiş kullardır ve bu nedenle kutsaldırlar. Öyle ki Hazreti Muhammed’in rivayetlerinde geçen 124 bin peygamberin tümü Müslümanlar tarafından kutsal bilinir ve saygı duyulur. Hatta öyle bir durum vardır ki İslam aleminde Hazreti Peygamberin etrafında yer alan sahabeler bile kutsal sayılmışlar, onların bile resmedilmeleri manevi ruhaniyetlerine hakaret kabul edilmiştir. Bunlardan sadece Hazreti Ali –kendisi İslam Peygamberinin hem amcasının oğlu, hem de damadıdır.- müstesnadır. Hazreti Ali kendisini imam kabul eden şiiler tarafından resmedilmiştir. Ancak bu bile Hz.Ali’nin ölümünden çok sonralarıdır.
            Yazdıklarımızdan sanılmasın ki kanlı dergi baskınını haklı görüyoruz. Asla! Böyle bir yaklaşım ne bir Müslümana, ne de bir insana yakışmaz! Ancak yukarıda yazdıklarımızdan da anlaşılacağı üzere hiçbir kişi yada kuruluşun insanların inançları ve kutsalları ile alay etmemeleri gerektiğini hatırlatıyoruz.
            Kanlı dergi baskınının hemen arkasından dünyada çeşitli ülkelerinde baskına tepkiler yükseldi. Baskına uğrayan dergi 6 dilde basılarak dünyanın çeşitli ülkelerine dağıtıldı. Bu dillerden biriside Türkçeydi. Türkiye’de bu derginin baskısını bir gazete ek olarak okurlarına verme kararı aldı. Bunun akabinde sosyal medya üzerinde yine bir basın kuruluşuna ait hesaptan Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün resimleri üzerinde oynama yapılarak paylaşımda bulunuldu... Her ne kadar bahse konu basın kuruluşu bu hesabın kendilerine ait olmadığını açıklasa da bu kimseyi inandıramadı. Güya Charlie Hebdo isimli dergiyi Türkiye’de yayımlayan gazete ve onun çizgisine karşı misilleme yapılmıştı.
            “Bütün dünyanın Müslümanları Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed'in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm Müslümanlar Hz. Muhammed'i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli; İslamiyet'in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.”[1] Yukarıdaki sözler bizzat Atatürk tarafından söylenmiş ve tarihe not düşülmüştür. Atatürk İslam Peygamberi Hazreti Muhammed’e karşı son derece saygı besleyen, onun askeri, siyasi ve içtimai dehasına hayran bir insandır. Şöyle demektedir Atatürk; "Büyük bir inkılap yaratan Hazreti Muhammed'e karşı beslenilen sevgi, ancak onun ortaya koyduğu fikirleri, esasları korumakla tecelli edebilir."[2]          
            Büyük bir dahi olan Atatürk İslam peygamberine karşı son derece saygılı, Onun dehasına hayran bir insandır. Birilerinin ısrarla çarpıtarak kitap okumama hastalığından mustarip milletimize din düşmanı ve hatta dinsiz diyerek tanıttıkları Mustafa Kemal Atatürk Türk milletinin özellikle dininin gereklerini bilmesi için ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi ve onun yardımcısı Ahmet Hamdi Akseki beylere özel ihtimam göstermiş, genç cumhuriyetin pek çok bakanının bile makam arabasının bulunmadığı bir dönemde Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi’ye kırmızı plakalı makam otosu tahsis ettirmiştir. Aynı Atatürk Harbiye Mektebinden mezun olan zabitana(subaylara) Kur’anı Kerim üzerine el bastırarak yemin ettirilmesini de emrediyordu.[3] Yine Atatürk’ün emri ile Diyanet İşleri Başkan yardımcısı Ahmet Hamdi Akseki tarafından yazılan kitap uzun yıllar Türk Ordusunda Mehmetçiğin başucu kaynağı olmuştur. [4]
            Hazreti Peygamberi alelade bir bedevi gibi çizen dergiyi hoş görü adı altında destekleyen pek muhteremler, acaba sadece çağına değil, asırlara hitap eden İslam Peygamberinin hakiki ahlakını ve kişiliğini tanımış olsalardı, en azından araştırma ihtiyacı hissetselerdi, belki de bu yayını yaparken iki defa daha düşünürlerdi.
Sadece bulunduğu zamana değil, geleceğe de hitap eden İslam Peygamberinin kendi dininden olmayanlara bakışını açıklaması açısından şu örneklere bir göz atmak yeterli olacaktır.    Hz. Peygamber’in Medine’ye Hicret’inden sonra düzenlediği meşhur Medine Sözleşmesi’nin yirmi beşinci maddesi şöyle der: “ Beni Avf Yahudileri müminlerle birlikte olarak bir ümmet (camia) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir.”[5] Yine Allah Resulü, Yemen Valisi Muaz b. Cebel’e gönderdiği talimatnamede bölge Hıristiyanları için şunları emrediyor: “ Kim cizye vermek suretiyle eski dini üzerinde kalmak isterse, o kendi dini üzere bırakılır. Bu halde o kimse Allah’ın, onun Peygamberinin ve müminlerin koruması altındadır; öldürülmez, esir edilmez, kendisine gücünü aşan sorumluluk yüklenmez ve dinini terk etmesi için kendisine bir baskı yapılmaz.” [6] Bu şekilde Allah Resulü dini hoşgörünün temeli olan din tercihi konusunda, Yahudi ve Hıristiyanlara büyük müsamaha göstermiştir. Hatta Hz. Peygamber, Medine İslam devletine ihanet etmemek kaydıyla; ibadet, hukuk, ticaret ve bütün sosyal hayatta onlara özerklik tanımış ve kendi başlarına yaşayacakları anayasal ortamı sağlamıştır.
Bu yayınları yapanların Türk Milletini hakkıyla tanımadıkları aşikardır. Eğer tanımış olsalardı bu millet için vazgeçilmez olan peygamberini ve önderini kıyaslamazlar,  kutsallarına karşı son derece hassas olan Müslüman Türk milletinin yapılan yayından rahatsızlık duyacağını, rencide olacağını pek ala bilirlerdi. Yüzyıllar boyu pek çok dine inanan farklı kültürlerde milletler ile koyun koyuna yaşamış olan Türk milleti, kendi inanç ve değerlerine pervasızca saldırılmasına elbette üzülmüş, peygamberine ve devletinin kurucusu olan önderine her kim tarafından olursa olsun hakaret edilmesini hazmedememiştir.
Eleştiri ve ifade hakkı  kim olursa olsun hiçbir kimseye, benim kutsallarıma, milli ve manevi değerlerime hakaret hakkını vermez! Sırf kendi egolarını tatmin için dini ve milli değerleri hiçe sayanlara şunu söylemek istiyorum; Türk Milleti ne dininin kurucusu Hazreti Muhammed’den, ne de devletinin kurucusu ebedi Başbuğu Mustafa Kemal Atatürk’ten vaz geçecek değildir! Aklı başında hiçbir kimse Hazreti Muhammed ve Atatürk’ü kıyaslama gafletine düşmez. Çünkü bunu yapanların şunu çok iyi bilmeleri gerektir ki; bu şekilde hareket etmek İslam ve Türk düşmanlarının ekmeğine yağ sürmektir.
Allah Türk Milletini Korusun ve Yüceltsin!
               



DİPNOTLAR:
1-Atatürk, Nedim Senbai, A.Ü. Dil, Tarih, Coğrafya Yay., s. 102, 1979
2-Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, sayı 100, s. 4
3-Harbiye Mektebi'nde ikmali tahsil eyliyen zabitana mahsus şahadetname
4- Askere Din Dersleri, Akseki Ahmet Hamdi 1925 MSB Yayın Evi
5-  Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.1,sf.277,ist.1992
6- Dr. Âdem APAK, Diyanet İlmi Dergi, Hz. Muhammet Özel Sayısı, Ankara 2000


15 Ocak 2015 Perşembe

TOUT EST PARDONNE*

(*Her Şey Affedildi)
            Mizah ancak benim hürriyetime, şahsıma, milliyetime  ve inançlarıma saldırmadığı, beni rencide etmediği sürece güzeldir. Eleştiri çağdaş demokrasilerin olmazsa olmazı, toplumların bir arada yaşaması için en güzel kontrol aracıdır. Ancak eleştiri yapayım derken işin dozunu kaçırmak eleştiri değil hakarettir, küçük düşürmektir. Bu tavır hem kanunlar önünde, hem de toplum vicdanında da  suçtur!

            Suçu işleyeni cezalandırmakta kişilerin değil, bağımsız mahkemelerin görevidir. Her kim olursa olsun yapılan bir eylemden dolayı kanun önünde suçlu bulunmadıkça cezalandırılamaz. Bu görevi kimse kimseye vermemiştir. Hele hele Allah adına hiçbir kimse bir diğerini cezalandıramaz!

7 Ocak 2015 pek çok kişi için sıradan bir gündü. Ancak Fransa’nın başkenti Paris’te yayın yapan Charlie Hebdo adındaki mizah dergisi için hiçte sıradan bir gün olmadı. Kardeş  oldukları söylenen iki kişi Hazreti Muhammed’i uygunsuz bir biçimde çizdikleri için dergiye baskın veriyor ve ikisi polis memuru 12 kişiyi katlediyor. Bir anda dünyanın gözü Fransa’ya çevriliyor, saldırı lanetleniyordu. Saldırıyı Yemen’de yasadışı olarak faaliyet gösteren El Kaide örgütü üstleniyor, haber ajanslarında bu saldırı “Fransa’nın 11 Eylülü” olarak adlandırılıyordu. Masum insanlar İslamcı(!) teröristlerce katlediliyor, Fransız halkı diken üstünde duruyordu. Kamuoyu desteği %18 lerde olan Fransa cumhurbaşkanı Hollande’in popülaritesi bir anda %51 e fırlıyordu. Paris’te toplanan 1,5 milyon kişi terörü lanetliyor, 60 binden fazla basılmayan mağdur(!) dergi bir anda 3 milyon adet basılıyordu. Daha bir hafta öncesine kadar kamuoyundan askeri operasyonlar için destek alamayan Fransa hükümetine kamuoyunun verdiği bu önemli desteğin arkasında yatan en önemli neden bu kanlı dergi baskınıydı.
Görünende terörist bir saldırı. Ancak birde aynanın arkasında saklı kalan bir sır var. Bu kadar profesyonelce hazırlanan bir saldırının ardından ölü yakalanan iki saldırgan. Konuşturulmayan iki saldırgan!
 Bu dergi 1968 kuşağının etkisi ile kurulmuş. Siyasi hiciv dergisi. Ancak özellikle İslamiyete ve onun kutsallarına saldırıyı kendine görev addetmiş lafta sol tandaslı, ama gerçekte Hristiyan Fundemalisti denilecek kadar İslam düşmanı bir matbuat. Öyleki yaptıkları İslam karşıtı yayınlarla İslam düşmanlığının bayraktarlığını yapan bir matbuat…Bu yaptıkları İslama ilk saldırıları değil. Defalarca İslam karşıtı yayınlarından dolayı tehditler almış bir yayın. Ne hikmetse 1992 yılında tekrar yayın hayatına başladığından bu yana İslam karşıtlığında Fransa basının bayraktarlığını yapan dergi baskın sonrası çıkan sayısında yine kapağında İslam peygamberi Hazreti Muhammed’i tasvir ediyor ve Hz. Muhammed büyük harflerle Fransızca “Je Suis Charlie” (Ben Charlie’yim) yazılı bir dövizi tutuyor. Üstte ise yine büyük harflerle “Tout est pardonne” (Her şey affedildi) yazıyor.Ne kadar masum(!) bir yaklaşım…
Medeni dünya bir anda masum ve canı yanmış Fransa’nın yanında yer aldı. Çok ali cenap bir yaklaşımdı elbete.
Öyle ki, mağdur Fransa ve onun  mağdur hükümeti Paris’te yapılan yürüyüşün hemen arkasından bir açıklama yaparak “Fransa devletinin Irakve Suriye’de faaliyet gösteren IŞİD (ISIS) terör örgütü hedeflerini vurmak için Doğu Akdeniz’e uçak gemisi gönderme kararı aldığını duyurdu. Ne hikmetse birden aklıma 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısı ve arkasından yaşananlar geldi. Hazırlanan senaryolarla işgal edilen Irak, kan gölüne çevrilen Orta Doğu geldi birden gözlerimin önüne. Komplo teoricilerinin yılladır dillendirdikleri senaryolar…
Aslına bakarsanız Fransız devleti öyle çok masum bir devlet değildir. Özellikle Orta Afrika ve Cezayir’de yaptıkları katliamlarla dünya tarihinde eşsiz(!) bir yere sahiptir Medeni Fransa Devleti…
Cezayir’de  1830 yılında  başlayan Fransız sömürgeciliği bittiği 1963, senesine kadar 1,5 milyon Cezayirli Müslümanın canına mal olmuştu. Pek çok Müslüman Cezayirli kötü muamele ve  işkenceden geçirilirken kadınlar sistematik bir biçimde tecavüze uğramıştır. 8 Mayıs 1945 te Setif şehirinde savaştan sonra vaad edilen bağımsızlık için gösteri yapan halka makinalı tüfek ile ateş açılmış binlerce kişi öldürülmüştür. [1]   Fransız Lejyonu halkın üzerine ateş açarken, cezaevlerinden çıkartılan azılı mahkumlar silahlandırılmış ve halka saldırtılmıştır. [ 2 ] Sistemli bir şekilde Müslüman kadınlara tecavüz edilirken, katliama sadece Fransız Lejyonu değil, Cezayir’de yerleşik bulunan Fransız asıllılarda katılmıştır. Tecavüze uğrayan kadınlar işkenceye tabi tutulmuş, uzuvları kesilmiştir. [ 3 ] Fransız Jandarması, ordusu ve OAS isimli (Organisation de l'armée secrète-Silahlı Gizli Ordu Örgütü)
Marifetiyle Cezayir’de Müslüman halka sistematik bir soykırım uygulayan Fransa devleti bu güne kadar yaptığı soykırımı resmi ağızdan kabul etmemekte direnmiş, ancak olmayan, tarihi kroniklerde var olmayan bir Ermeni Soykırımını(!) kabul ederek ne kadar medeni bir ülke olduğunu dünyaya ilan etmiştir. [4]  
            Sadece Cezayir ile sınırlı değildir medeni(!) Fransa’nın marifetleri. Sömürgesi olan Orta Afrika ülkelerinin sadece yer altı ve yer üstü kaynaklarını değil, insan kaynaklarını dahi sömürmekten geri kalmayan Fransa, bu ülkelerde kalıcı olabilmek adına hiçbir ayrılığı olmayan insanların arasına kabile kültürünü oturtmuş, insanları Hutu, Tutsi gibi isimlerle birbirlerine düşman etmiştir. Aslına bakıldığında Bantu halkları olarak adlandırılan ve Sahra Altı olarak adlandırılan bölgelerde yaşayan bu insanlar sömürgeci yönetimlerin “Böl, Parçala ve Yönet” felsefesine hizmet etmeleri adına kabilelere ayrılmış ve aralarına nifak tohumları ekilmiştir. [5]  Fransa çekildiği Orta Afrika ülkelerinin sömürülmesi sevdasından vazgeçmiş değildir. 1994 yılında, Ruanda’da, yüz gün içerisinde 800.000 Tutsi ve ılımlı Hutu katledilmiş ve bir soykırım gerçekleştirilmiştir. Ruanda’da gerçekleştirilen soykırım konusunda en fazla suçlanan ülke Fransa olmuştur. O dönemde Fransa, soykırımı gerçekleştiren Hutu hükümetinin en yakın dostu ve destekçisidir. Bu konuda Fransız yetkililerin şimdiye dek attığı en ileri adım, Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner’in ülkesinin soykırımla ilişkisi
olmadığını söylerken “bazı siyasi hatalar” yapılmış olduğunu kabul etmesidir. Ruanda hükümeti, Fransa’yı resmi olarak soykırımda aktif rol oynamakla suçlamış, Fransa’nın soykırımdaki rolünü araştırmakla görevlendirilen bağımsız bir komisyon, iki yıllık çalışmadan sonra, 500 sayfalık bir rapor hazırlamıştır. Fransa’yı suçlayan raporda, Hutu rejiminden ele geçirilen belgelere yer verilmiş ve Fransa’nın Ruanda ordusuna büyük miktarda silah yardımı yaptığı, Fransız askerlerinin soykırımı gerçekleştiren Interahamwe milislerini eğittiği, yer yer çatışmalara katıldığı iddia edilmiştir. Fransa, soykırımı gerçekleştiren bazı Hutuları korumakla da suçlanmıştır [6] 
            Yakın tarihten verdiğim bu örneklere bakarak Fransa devletinin masumane(!) tavırlarının sadece sömürgelere yönelik olduğu düşünülmemelidir. Türkiye tarihinde de Fransa devletinin silahlandırdığı Ermeni çetecilerin yaptığı katliamlar toplumsal hafızamızda tazeliğini korumaktadır. Ermeni gönüllülerin Fransızlar tarafından teşkilatlandırılarak Müslüman Türk halkına nasıl saldırtıldığı, katliam yaptırıldığı resmi belgelerle sabittir. [7]  Maraşa’ta Sütçü İmam olayı, Gazi Antep savunması, Çukurova’da Ermeniler tarafından yapılan bütün katliamlar medeni (!) Fransa devletinin himayelerinde gerçekleşmiştir. [8] 
            Bu gün ortaya çıkan durumun tek bir izahı vardır; BOP adı altında uygulamaya konulan ve Orta Doğuda 22 devletin sınırlarının değiştirilmesini amaçlayan büyük paylaşımda geride kalan Fransa devleti sahnedeki yerini alabilmek adına bu oyunu tertip etmiştir. Hani derler ya; biz bu oyunu daha önce görmüştük, işte öyle!
            Biz ne zaman ki olmayan soykırım kararını kaldırır ve Türk Milletinden bunun  için özür diler, ne zaman ki mazlum Cezayir halkına yaptıklarını itiraf ederek af diler ve ne zaman ki 800 bin kara derili mazlumdan yaptıkları için bağışlanmayı diler… İslama saldırmayı marifet saymaz…Biz işte o zaman Tout est  pardonne monsieur (Her şey affedildi  bayım) diyebiliriz! İşte o zaman Fransız devletinin masumiyetine ve dürüstlüğüne inanabiliriz!


DİP NOTLAR:
1- Morgan, Ted, My Battle of Algiers, (Cezayir Bağımsızlık Savaşı) S. 17, ISBN 0-06-085224-0.
2- Morgan, Ted, My Battle of Algiers, (Cezayir Bağımsızlık Savaşı) S.  26, ISBN 0-06-085224-0.
3- Alistair Horne, A Savage War of Peace: Algeria 1954–1962 (New York: The Viking Press, 1977), p. 26.
4- 2008/913/JAI numaralı karar Fransa Ulusal meclisi 22.12.2011
5- Derek Nurse, 2006, "Bantu Languages", in the Encyclopedia of Language and Linguistics
6- KEMAL, İsmail. Ruanda Soykırımı, 16 Ağustos 2010,
7- Armenia and the president; A Letter to Mr. Harding on the Problem of Effective Protection of Christian       Minorities Under Turkish Rule, New York Times, 14 Kasım 1922 tarihli makale.
8- Genel Kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi-Maraş Savunması