12 Mart 2015 Perşembe

NAZLI GELİN, KANLI GELİN: İSTİKLÂL

"Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak." Mehmet Akif Ersoy
"Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez." Mustafa Kemal Atatürk
           Birisi Türk şairi Mehmet Akif bey, öbürü ömrü cephelerde geçmiş bir asker; Mustafa Kemal... Sanki aynı dilden dökülmüşçesine söylenen iki  mısra ve iki cümle... 238 senedir süren geri çekilmenin bitişi. Artık elde kalan son vatan toprağının ölümüne savunulması. Varlık ve yokluk arasındaki o keskin çizgi. Bir yanda istikbali mandalarda, esarette, şerefsizlikte arayan bir kukla hükûmet, öte yanda "Ölmedi daha bu Millet!"  diyen bir zihniyet!
           Bu gün 12 Mart, bir yazı yazayım dedim milli marşımızın kabulünün yıldönümünde. Hani bir kaç beylik laf, bir kaç övgü, Methiyeler düzeyim TBMM'de ki vilayetimin mebusu Mehmet Akif beye, meslektaşımdır aynı zamanda, öveyim dedim. İyi şairdi, dini bütün bir mümindi, onu çok severiz, ne iyi etti de yazdı falan gibi...İyi olmaz mıydı sanki? Sonuçta 12 Martı atlatıverirdik salimen.
            Hey hat! Dikildi gözümün önüne Çanakkale Şehidi Tan Süleyman Oğlu İbrahim dayım...Yanında yaralarından kan sızan henüz on yedisinde şehadet şerbetini içmiş, bıyığı henüz terlemiş Hırca Ömer Oğlu Mehmet dayım... Dediler ikisi birlik; "Evlat! Biz sırayı savdık. Eğer deniyorsa size "KORKMA!" diye, bilin ki sıra sizdedir artık!" Utandım... Dedem geldi, 1 buçuk metrelik boyu ile, ömründe kara lastik pabuç yüzü görmemiş, 17 yaşında gittiği cephelerden 28 yaşında dönmüş, Taş Odanın önünde elini istediği anacığının tanıyamadığı dedem. Lüleburgaz'da 6 gün ve gece çarpışıp, ölümün elinden kıl payı kurtulan, Galiçya'da Moskofa esir düşüp kaçan,  evine dönmeyip Ankara yolarına düşen, Sakarya'da katır gübrelerinin içinde arpa danesi arayan dedem, üç harbin gazisi Ömer çavuş dikildi karşıma! "Biz yan gelip yatmadık oğul, ter döktük, kan döktük, bedel verdik  sizler için. Binlercesi kaldı arkadaşlarımızın gelincik misali vatan toprağında!  "Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı: Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı." 

            Binlercesi geldi dikildi karşıma; Yemendekiler, Sinadakiler, Filistindekiler, Iraktakiler, Suriyedekiler... Allahüekber Dağlarında donup kalan Mehmetler...Birde Çanakkalede henüz 15 yaşında toprağa düşenler...Galiçyada vatanından binlerce kilometre ötede kalanlar,  dikildiler kefensiz toprağın altında şeref ve namus için yatanlar! Hep bir ağızdan dediler bana; "Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı."
Kalkıp dikildiler karşıma  Kop Dağındaki Mehmetler,  ellerinde mavzer, Sultan Murat yaylasında yatan üç şehitler... Manisa'da, Balıkesir'de, İzmir'de, Maraş'ta, Ayıntap'ta, Adana'da, Van'da ve dahi Erzurum'da vatan toprağına düşen gelincikler; hep bir ağızdan dediler: "Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan,şühedâ! Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda."
            Üsteğmen Fatma Seher Erden, Çete Ayşe, Tayyar Rahmiye, Şerife Bacı...Hele ki Şerife Bacı dikiliverdi şehit bebesiyle  "Milletin namusudur, bizim toprağımıza, canımıza ve ırzımıza göz dikenlere verilen en güzel cevabımızdır! Kadını ile, erkeği ile, kundaktaki bebesi, 90 yaşında kocasıyla; Ruhumun senden, ilâhi, şudur ancak emeli: Değmesin mâbedimin göğsüne nâmahrem eli. Bu ezanlar-ki şahâdetleri dinin temeli, Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli."
Anladım ki sadece bir şiir değildir... Ne kafiyedir, ne redif, ne başka bir şey. Yaşamak gerektir o anları, bilmek gerektir o zamanları. Millete güvendir en başında. Sönmeden son ocak, bitirmemektir umutları. Kağnı kollarıdır  İnebolu’dan Ankara’ya… Tükenen umutların değil, parlayan istiklal ateşidir yüreklerde… Şehadet şerbetini içerken hakkını helal edebilmektir ardında kalanlara…Bilmektir “Allah yolunda ölenlere ölüler demeyin, zira onlar diridirler.” Ayeti kerimesinin manasını… O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım, Her cerihamdan, ilâhi, boşanıp kanlı yaşım, Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden nâ'şım; O zaman yükselerek arşa değer belki başım.” Diyerek vatan uğruna toprağı kanı ile sulayanların  diri olduklarının   farkında olmaktır. Ölüler dediklerinizin Arşı Alada Allahın yanında olduklarını, “Vatan sevgisi imandandır!” diyen Hazreti Peygamberin sancağı altında toplanmaktır.   İzmir’e! İzmir’e! Diyerek bir umut ile can verebilmektir. İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da, vatan toprağına düşen her Mehmedin, bayraklaştığını görmektir.  Atalarından emanet mukaddes vatan toprağının düşman çizmesi altında ezilmesine izin vermemek, hilale borcunu ödemenin hazzını yaşamak, Türk’e vatan olmuş bu topraklarda ay yıldızın ebediyete kadar dalgalanacağını bilmektir!
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!
Bu gün 12 Mart, 94 senedir bu semalarda yankılanan, Türkün dünyaya “Ben ölmedim, varım!” dediği milli marşının kabulünün yıl dönümü. “Allah bir daha bu millete milli marş yazdırmasın.” diyen büyük şairi, Türkün Ulu Başbuğu Gazi Mustafa Kemal paşayı, Anadolu’yu kanları ile tapulayan ve ebediyen Türk Milletine bırakan cümle şehit ve gazilerimizi rahmetle anıyorum.
Bu günün öyle kuru kuruya anılacak, iki temsil bir müsamere ile geçiştirilemeyecek kadar önemli, önemli olduğu kadar Türk gençliğinin unutmaması gereken bir gün olduğunu  hatırlatmak istiyorum.
12 Mart İstiklal günümüz kutlu olsun!

             

9 Mart 2015 Pazartesi

YİNE KADINLAR ÜZERİNE YAZILMIŞTIR


Zeynep, Gülsüm, Emine, Ayşe, Fatma, Özgecan…..

Adı unutulup giden milyonlara…

Dün 8 Mart’tı ya hani, sormayın! Bütün sosyal paylaşım sitelerinde kadınlar hakkında bir methiye düzme yarışı, bir göklere çıkarma telaşı kadınları ki...ne siz sorun ne de ben anlatayım! Güya Dünya Emekçi Kadınlar günü olarak ilan edilen 8 Mart günü kadınların bütün problemleri son buldu, bütün kadınlar mutlu ve mesut oldu! İki yüzlülüğün daniskasıydı yaşanan! Bütün kadın hakları ihlalleri bir günde bitiverdi. Tacizler, tecavüzler ve cinayetler bir anda bıçak kesilir gibi kesildi. Bütün gazeteler boy boy kadınlarla ilgili manşetlerle arzı endam eylediler. Tv haberleri kadınlara daha çok yer verdi. Falan ve filan yani…
            Kırk senedir bağırırım; dininizin göklere çıkardığı, ayaklarına cennetleri serdiği kadınlar kutsaldır, onlar anadır, bacıdır, yârdır, kızınızdır, ninenizdir diye. Beş kız kardeşi ve bir kızı olan ben bunları dile getirince hemcinsim olan erkekler tarafından alaya bile alınmış bir insanım. Olsun; karıncanın misali, bizim tarafımız belli en azından!
Alemlere rahmet olarak gönderilmiş peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa şöyle buyurmaktadır ''Kadınlara ancak asalet ve şeref sahibi kimse değer verir. Onları ancak kötü ve aşağılık kimseler hor görür.''  Yani kadınları köle olarak alın satın, onları hor ve hakir görün demez!      
             Kadın kutsaldır, çünkü ANA yani temeldir. Dövülüp, hor ve hakir görülecek değil, baş tacı edilecek bir varlıktır. Eşrefi mahluk olan insana annesine, kız kardeşine, kızına saygılı olması  gerektiği bütün semavi dinlerde açık bir biçimde yazılmıştır.
            Türk Milletinde kadın denilince sadece ana, bacı, yar, kız demek değildir. Çok farklı ve önemli bir yere sahiptir Türk kadını.  Bunu tarihte kurulmuş bütün Türk devletlerinde net bir biçimde görmek mümkündür. Öyle kutsal bir yere oturtulmuştur ki; Türk destanlarına baktığımız da kadının Umay Ananın kutsiyeti ile özdeşleştirildiğini görürüz. Yaratılış destanında Yaratana ilham veren "Ak Ana" isimli kadındır. Oğuz Hanın eşleri kutsaldır. Çünkü her ikisi de ışıktan doğmuşlar, ilahi varlıklardır. Kadın toplumsal yaşamın tüm alanlarında söz sahibidir.
            Kağanın eşi olan Katun (hanım) kamutayda (ulular meclisi) kağanın yanında oturur ve kineşe (tartışmaya) müdahil olur. Çünkü kadın diğer toplumlarda görüldüğü üzere bir meta değil, devlet yönetiminde söz sahibidir. Hatta Tanrı Kut Mete'nin Çin devleti ile yaptığı barış anlaşmasını eşi Katun imzalamıştır.
            Türk kadını yönetime karışırken, Çinlilerde kadının hiç bir sosyal statüsü yoktur. Çinlilerde kadının boşanma hakkı yoktur. Buna karşın Türk Kağanlığında kadın ve erkeğin boşanma hakları vardır. Koca karısının getirdiği çeyizinin bedelini verirken, kadın para vermek veya mihrinden vazgeçmek suretiyle kocasından boşanabilirdi. Bu hakkın bulunmasına karşın Türklerde boşanma görülmediği gibi, diğer milletlerin aksine poligami (çok eşlilik) hoş görülmemiş, tek eşlilik aile hayatında önemli bir yere sahip olmuştur.
            Budizm dininin kurucusu Buda (Sidarta Gautama) ilk zamanlar kurduğu dine kadınları almamıştır! İngiltere'de kadınlar murdar sayıldığı için İncile el süremiyorlardı. Yine İngiltere'de 11 inci yüzyıla kadar kocaların karılarını satma hakları vardı!
            Meşhur Arap seyyahı İbni Battu'da (Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah bin Muhammed bin İbrahim Levâtî Tancî)  Rıhlet-ü İbn Battûta isimli eserinde Türk illerine yaptığı gezide şöyle demektedir. "Burada tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türkler'in kadınlarına gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi erkeklerinden daha üstündür." 
            Bir çok milletlere mensup kadınlar köle gibi pazarlanırken, Türk kadını toplum nezdinde itibarını daima muhafaza etmiştir. Ebul Gazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime'de, Oğuz ilinde, yedi kızın uzun yıllar beylik yaptığını anlatmakta ve bu kızların isimlerini şöyle sıralamaktadır: "Boyu Uzun Burla, Barçın, Salur, Şabatı Hatun, Künin Körkli, Kerçe Buladı, Kuğatlı Hanım." 
            Peki Altay dağlarının en yüksek doruğunun Türkler tarafından verilen ismi nedir bilir misiniz? Zahmet buyurmayın, ben  diyeyim: KADIN BAŞI!

            Türk Milleti kadını diğer milletler gibi alınıp satılır bir meta olarak görmemiştir. Tarihin her döneminde kadını baş tacı etmiş, ona hak ettiği değeri daima vermiştir. Mesela Kağan sefere çıktığı zaman ülkeyi  Katun yönetmiştir.   Çünkü Dede Korkut hikayelerinde bile rast geldiğimiz çok önemli bir husus vardır Türk Kadınında; evlenecek çağa gelen Türk kızının ok atması, çok iyi ata binmesi, kılıç kullanması ve hatta güreşmesi ne kadar destansı gelse de aranan ve olması gereken özelliklerdir. Çağlar boyu Türk devletlerinde kadınların okur yazar olmaları önemli bir meziyet  olup kız çocuklarının okutulması hayati bir öneme sahiptir. Başka uluslarda kadın alınıp satılan bir meta, Türk Milletinde Hayat Ağacının  sahibi UMAY ANA! Türk milleti kadınına daima kutsal bir hüviyetle bakmıştır.

            Türk kadını kendisine verilen bu değeri ve duyulan güveni asla boşa çıkarmamıştır. Sadece tarlada rençber, dağda oduncu, tezgahın başında halı, kilim dokuyan, karasaban ardında çift süren bir kimlikten öte, doğurduğu çocuklarına  eğitimini verecek kadar bilge, erinin yanında vatanını savunacak kadar yiğittir Türk kadını!

            Türk kadınının bütün bu hasletlerini bilen ve kendisini yetiştiren kadınla daima gurur duyan Türkün Ulu Başbuğu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, aydınlanmanın kadından başlaması gerektiğini söylemiştir. Kadınını aydınlatan, bilinçlendiren saygı duyan ve ona hak ettiği değeri veren toplumların kendisi ile barışık ve diğer milletlere önder olacağını bilen bir lider olarak evvela kadınlarımızın eğitilmesi için özel çaba sarf etmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin kıt kanaat imkanları ile seçilen Türk kızlarının Almanya, Fransa gibi ülkelere eğitim görmeleri için gönderilmesini sağlamıştır.  Diyerek yurtdışına gönderdiği kızların birer aydınlanma meşalesi olması gerektiğini söylemiştir. Ebedi Başbuğun direktifleri ile yurt dışına eğitime giden Türk Kızları, asaletlerinin mensup oldukları milletten geldiği bilinci ile gittikleri ülkelerden eğitimlerini üstün dereceler ile bitirerek dönüp; Türk kadınının gurur abideleri olmuşlardır.
            Kim ne derse desin, kim neyi öne sürerse sürsün, Türkiye Cumhuriyetinin dünya devletleri arasında hak ettiği yeri alması, Özgecan ARSLAN, Ayşe PAŞALI gibi cinayetlerle dünya basınında yer almaması, ancak ve ancak eğitimli Türk anaları sayesinde olacaktır. Ne zamanki anamız, bacımız, kızımız dediğimiz kadınlarımızı sadece bir anneler günü ile, bir 8 Mart Emekçi kadınlar Gününe sığdırmaktan vazgeçeriz, ne zamanki onları “Allah’ın emanetleri, kutsal birer varlık” olarak görürüz, işte o gün Türkiye Cumhuriyeti kadını ile, erkeği ile hak ettiği yere gelmiş olur.
            Bu gün 9 Mart, yılın geri kalan günlerinde de sizden kadınlara sahte gülücükler, hamasi nutuklar beklemiyorum. Sadece kendiniz olun. Sadece kadınlara Allah Resulünün gösterdiği saygıyı gösterin.
Onlar sizlere çok daha fazla saygı, sevgi, hoş görü ve anlayış göstereceklerdir. Çünkü onlar dünyaya sizin gözünüzle değil, ANA gözüyle bakıyorlar. Unutmayın, kadınlar saygıyı yılın bir günü değil, her gün hak ediyorlar…
Son sözü Hacı Bektaş-ı Veli’ye bırakıyorum: Kadınlarını okutmayan milletler batmaya mahkumdur!

7 Mart 2015 Cumartesi

GELECEĞİMİZ KADINLARIMIZ

Kadın vardır yiğit doğurur oymağı devlet eder, kadın vardır it doğurur obaya dert eder!
Türk Atasözü
            Devlet Ana diye bir söz duydunuz mu? Duyduysanız kime denir bilir misiniz? Bizim oralarda kullanılan bir deyimdir bu. Otoriter ve çevresinde saygı uyandıran, hal hareket ve tavırları ile topluma önderlik eden  kadınlara   denir.  
            Ben bu deyimi şimdiye kadar  iki kişiye kullandım. İkisi de benim hayatımda çok derin izler bırakan, hakikaten Devlet Ana teriminin hakkını veren kişilerdir.
            Bunlardan birisi anam; 83 yaşında dokuz çocuk doğurmuş, dokuzunu da sağ salim yetiştirmiş, kara sabanın ardında hem öküz, hem hayvan (at) çifti sürmüş, dövenle harman savurmuş, sırtında çelmece (çalı odunu) etmiş bir Madanoğlu Yörüğü olan anam. Daima bizlere "Aç iseniz tok gibi, açık iseniz pek gibi durun. İnsanın en büyük düşmanı kendisidir. Daima dürüst olun. Servet gitse de kazanılır. itibar bir kere giderse geri dönmez. İlk evvel insanların hakkını gözetin. Haram haramdır, bunun azı çoğu olmaz! Sütün içine giren bir damla katran da, bir kepçe katran da o sütü batırır. Sofrada elinize, sohbette dilinize sahip olun. Çünkü boş boğazlık ve aç gözlülük insanın itibarını sarsar. İnsanlar size kişiliğinizle saygı duysun, malınız ve mülkünüzle değil!" diyerek nasihat eden bu Yörük kocası kızlarının yetişmesi için çok daha ihtimam gösterir, beş kızını da sanki özel olarak tedrisata alırdı. Neden onlara daha fazla ihtimam gösteriyorsun diye sorduğumuzda ise "Kadın anadır, yani temeldir! Temel ne kadar sağlam olursa, duvar o kadar kavi olur. Bacılarınız ne kadar dürüst olursa, benden aldıklarını aynı ile evlatlarına verir. O vakit devlete ve millete yararlı evlatlar yetiştirirler!" diyerek açıklardı.
            Doğurduğu çocuğunun önce millete ve devlete hayırlı olması için terbiye etmek. Önce insan diyerek o çocuğa insanlığın amentüsünü öğretmek, hangi milletin kadınında vardır bu haslet? Türk kadınında!
            Türk kadını evladının önce yaşadığı topluma, sonra vatanına ve devletine saygılı ve sadık olmasını ister. Bu nedenle ister kız, ister erkek olsun bütün çocuklarında ilk önce vatan, bayrak ve millet sevgisini aşılar. Öyleki, bu sevginin Allah sevgisi, peygamber sevgisi olduğunu öğretir çocuklarına.
            Benim hayatımdaki öbür Devlet Ana rahmetli nenemdir. Ufak tefek bir Anadolu kadını olan 1902 doğumlu bu Peçenek anası, sekiz çocuk doğurmuş, beşini sağlıkla büyütebilmiştir. Açlık ve kıtlık görmesine, çocuklarının istikbalini temin etmede zorlanmasına rağmen bir kere bile olsun devletine ve milletine karşı serzenişte bulunmamış, daima evlatlarına dürüstlük ve namuslu olmanın faziletlerini anlatmıştır. Kıt kanaat imkanlarla geçinen neneme dedem cennet mekan Gazi Ömer Çavuş'un almadığı gazilik maaşını almasını teklif ettiğimde-ki o zaman daha 12 yaşındaydım.- "Benim herifim vatana bedel karşılığı hizmet etmedi, bir daha ağzından duymayayım!" diyecek kadar mert ve gözü tok bir kadındı nenem. Bizlere daima şunu öğütlerdi rahmetli; "Kapınıza gelen kim olursa olsun geri döndürmeyin.  Size gelen rızkı ile gelmiştir. Kim olursa olsun saygı gösterin. Saygı gösteren saygı görür. Unutmayın, dilimiz, dinimiz, rengimiz ayrı olsa da yaratanımız birdir! Allahın sevdiği kul olmak isterseniz önce onun yarattığı insanı sevin!"  Vefat ettiği 1989 senesine kadar bizlere daima öğütler veren bu ulu çınar evlatlarına daima insan sevgisini ve insana saygıyı salık verirdi.  Girdiği her mecliste sesini yükseltmeden bile sözünü dinletir, köyün erkekleri tarafından da saygı görürdü.

            Bunları sizlere annemi ve nenemi övmek için yazmadım. Bunları beni yetiştiren iki Devlet Anayı bilesiniz, onları övesiniz diye de yazmadım. Yüzyıllar boyu erkeğini ilmek ilmek dokuyan Türk kadınının bu günkü haliyle, Anadolu'da ücra bir köyde yetişen iki anayı kıyaslamanız için yazdım. Sadece 92 senelik Cumhuriyet ile değil, yüzyıllar boyu Türk kadının neyin mücadelesini verdiğini bilmeniz için yazdım. " Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın."        diyen bir zihniyetten, kadın cinayetlerini neredeyse adi bir vaka gibi görmeye başlayan zihniyete nasıl geldiğimizi anlatabilmek için yazdım!
            Türk  kadını tarihin hiç bir döneminde eşinden ayrı, eşinden farklı yada ikinci planda olmamıştır. Bunu iddia etmekten daha çok, unutulan gerçekler olarak söylüyorum. Çünkü Türk kadını gerek gündelik hayatta, gerek çocuklarının yetiştirilmesinde, gerek yurt savunmasında eşinden daima önde olmuştur. Bunları lütfen kuru birer övgü cümlesi olarak görmeyin. Tarihimizde nice abideleşmiş annelerimiz, nenelerimiz, bacılarımız vardır ki, dünya tarihinde bu kadar bayraklaşmış kadını hiç bir millette göremezsiniz.
             Fransızların meşhur Jeanne d'Arc isimli kadın kahramanına Fransız kilisesi tarafından "Azize" payesi verilmiştir. Başka meşhur kadın kahramanları var mıdır? Ben bilmiyorum... Bu meşhur Fransız azizesini neredeyse bütün dünya bilir de, Kanıkay Katun'u daha bizim çocuklarımız bilmez! Sorduğun zaman kimdir diye bilmedikleri gibi hangi popçu olduğunu da sorarlar sana. Oysa Kanıkay Katun Manas Destanındaki  Manas Kağanın  eşidir. Öyle ki eşi Manas ölünce diriltecek kadar önemlidir. Herhangi biri değildir yani. Türklerin "Yaşam Ağacının Sahibi" Umay Anası gibidir. Ya Tomris Katun? Bilir mi gençliğimiz bu kadın Türk Kağanını? Pers kralı Kiros'un kesik başını içi kan dolu fıçıya atan bu büyük Türk Kağanını kaç kızımız yada oğlumuz bilmektedir? Tarihimizle övünmek değil, ders almak gerekir! Arabistan çöllerinde kız çocukları diri diri toprağa gömülürken Türk kızları başta tutulurdu. Kız çocuğu evlenecek olgunluğa ulaştığında anasının dizinin dibinde kısmet beklemez, evleneceği kişiyi seçme hakkı kendinde olurdu. Çünkü Türk kızı laf olsun diye değil milletin anası olduğu gerçeğini yüz yıllar boyu yetiştirdiği evlatlarına öğretmiştir. 
            Hayme Ana yada namı diğer Devlet Ana kimdir bilir misiniz? Hiç duymuşluğunuz var mı bu yiğit Türk anasını? Tarihlerin Devlet Ana diye kaydettiği bu kişi kim mi?  hani  şu gezer türbede yatan  Süleyman Şah Kaya Alpoğlu (Gündüz Alp)'in eşi, Ertuğrul Gazi'nin annesi ve Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu Osman Gazi'nin de büyükannesi. Kocası Gündüz Alp'in Fırat Nehri'ni geçerken boğularak ölmesi üzerine Kayı Boyu'nun başına geçen Hayme Ana dağılma tehlikesi içerisindeki boyunu toparlar ve Ankara'ya getirir. Onun toparladığı boy, koca bir cihan imparatorluğu kurar! yattığı yer nur olsun...
            Zübeyde Ana vardır bir de; oda doğurmuştur bir yiğit. Anmadan, ismini yâd etmeden, bir Fatiha okumadan olmaz. Türk Milletinin kaderini değiştiren adamın anasıdır. Mekanı cennet olsun.
            Dünyada ki en tehlikeli silah; körü körüne inanmış insandır! Ne yaparsanız yapın onun gözlerini açamazsınız! Bu nedenle diyorum ki, kadını bilinçli olan toplum dünyayı değiştirir. Kadını ezilen toplum ise dünyayı cehenneme çevirir!
            Kızlarınıza önce insan olduklarını, insanı eğitecek olanların onlar olduklarını öğretin. Yobazların kadınlardan korkmasının en önemli nedeni, kendilerine oyuncak bulamayacak olmalarındandır! Akıllı insan Allahı aklı ile bulur! Dogmalarla, saptırmalarla, şıhlarla, melelerle değil! Bizim önceliğimiz yarın geleceğimiz olan torunlarımızın anaları, kızlarımızı akıl, mantık ve beşeri ilimler ile donatarak yetiştirmektir.
            Eğer yeni icatlar, daha hızlı araçlar, uzay mekikleri yapmak istiyorsanız mühendisler, mimarlar, pilotlar, doktorlar yetiştirin. Ama dünyayı değiştirmek istiyorsanız kadınları eğitin. Çünkü bir erkeği eğitirseniz tek bir insanı eğitmiş olursunuz. Bir kadını eğitirseniz, bütün bir aileyi eğitmiş olursunuz!
           

            

27 Şubat 2015 Cuma

HİZMET Mİ, MENFAAT Mİ ?


Yüksek idealler ancak temiz kişiliklerde, temiz yüreklerde inkişaf eder! Bulunduğu mevkileri istikbal uğrunda feda edenler, bir gün harcandıklarında yaptıkları hatayı çok acı bir şekilde fark ederler!”
Böyle derdi Çarıklı Erkanı Harp Âlim Harmanda. Babamdır benim, Anadolu’nun ücra bir köyünde doğmuş, orada büyümüş, askerliğini İstanbul Kartal Maltepe’de yapmış, okuma yazmayı askerde Ali Okulunda sökmüş bir Çarıklı Erkânı Harp… Ömrü çiftçilikle geçmiş, kıt kanaat imkânlarla dokuz çocuk büyütmüş köyü, kasabası ve vilayeti için koşturmuş bir Çarıklıdır kendileri. Nurlar içinde yatsın, kaybettiğimiz 2002 yılına kadar daima en ön saflarda koşturmuş bir insandı. Köyümüzdeki Kur’an Kursu Talebelerine Yardım Derneğinin kurucularından olmasına ve bu nedenle 12 Eylül’de tutuklanma tehlikesi geçirmesine rağmen bu dernekte aktif bir şekilde çalışmış, dernek sıkıyönetim tarafından kapatıldıktan sonra da bu dernekte yaptıklarından tek kelime etmemiş bir insandı. Merak edip sorduğumda “Biz Allah rızası için yaptık ne yaptıysak. Taşı kaldırdık, temel ettik. Temel büyüdü duvar oldu. Tek duvar dört, dört duvar bina oldu. Lafını etmeye değmez!” demişti. Daha sonraki yıllarda ağabeyim Ömer’e sorduğumda; “Babamız bir siyasi partinin delegesiydi. O nedenle adının böyle hayır işlerinde anılmasını istemiyor, yaptığı işin istismar edilmesinden korkuyordu. Çünkü o Hazreti Peygamberin –Sağ elin verdiğini, sol el bilmemeli! Düsturuna riayet etmesini seven birisiydi.” Demiş ve yılar sonra babamızın neden sessiz kaldığını anlatmıştı.
Ne kadar güzel bir anlayıştır; sağ elin verdiğini sol elin bilmemesi! Yapılan işin sadece Allah rızası gözetilerek yapılması, karşılık beklenmemesi.
Bizim köy Burdur vilayetine 105 km batıda dağların arasında bir köydür. Bizans zamanında Anadolu’da kurulan ilk Peçenek köylerindendir. Epeyce eskidir. Osmanlı zamanında Tımarlı Sipahi ocağı olan köy eskiden bu yana hep yol güzergahı olmuştur. Topraklarında üç vilayetin sınırı kesişir. Bir yanı Antalya, bir yanı Muğla ve kendi vilayeti Burdur. Hatta yaylamızda-ki tarihteki adı Türk yaylasıdır.- meşhur bir tepe vardır ve adına Üç Kaymakam Tepesi denir. Eskiden Tefenni, Elmalı ve Beşkaza (Fethiye) ilçelerinin sınırları bu tepede kesişirmiş. Şimdi burada Çavdır, Korkuteli ve Seydikemer ilçelerinin sınırları kesişmekte. Bizim köyün bu özelliğinden dolayı küçük bir köy olmasına rağmen üç adet köy odası mevcuttu. Ta bizim ilk gençlik yıllarımıza kadar bu köy odaları dayalı döşeli ve misafirleri barındıracak şekilde hazır tutulurdu. Bizim evin köşesinde Taş Oda vardı. Köy önü dediğimiz yerde Hatıp Odası, eski okul binasının da olduğu Solaklar Odası. Bu üç oda, köye dışarıdan gelen, köyde eli günü olmayan gariplere, yolculara, çerçilere, nalbant ve kalaycılara hizmet verir, bunları barındırır, hem ücretsiz otel, hem de aşevi vazifesi görürdü. Bu odalar köyün bilinen bin yıllık tarihinde hep var olmuş ve gelen konuklara yüzlerce yıl bir karşılık beklemeden hizmet vermişlerdir.
Hiçbir karşılık beklemeksizin kendi ekmeğini bölüşmek, bu gün bile Anadolu’nun pek çok köyünde süren bir gelenektir. Bu geleneğin temeli İslam öncesi zamanlara, Orta Asya Türk kültürüne dayanmaktadır. Tarihte kayıtlı Türk devletlerinin hemen hepsinde (Yaklaşık rakam 138 dir.) vakıf ve yardımlaşma kültürü daima ön planda tutulmuş, toplumsal dayanışma hep canlı olmuştur. Milletimiz hakkındaki ilk tarihi kayıtlarda toplumsal dayanışma için yönetimdeki kişilerin halkın ve yolcuların refahı için yaptıkları vakıf ve imaretlerden bahsedilmektedir. Aynı zamanda topluma mal olmuş hali vakti yerinde kişilerde Orta Asya’da kurulan devletlerden günümüze kadar vakıf anlayışını aynı şevkle devam ettirmişlerdir.
Türklerde ilk dernekleşmeye meslek örgütleri bazında rastlamaktayız. Bunların en meşhuru Kırşehir’de kurulan Ahilik teşkilatıdır ki, bunun ruhu bin yıldır dimdik ayaktadır. Anadolu’da ortaya çıkan Ahiyan-ı Rûm Teşkilatı bilinen ilk mesleki birlik olmasının ötesinde aynı zamanda bir yardımlaşma teşkilatıdır.
Bu tip örgütlenmelerin, yani vakıf ve derneklerin en önemli özelliği; insanların yardımlaşma ve dayanışma bilincini ayakta tutarken, yapılan yardımları büyük bir gizlilik içerisinde yapmaları, aynı zamanda buralarda görev alan insanların kendilerini aşikar etmemeleridir. Çünkü “Veren el, alan elden üstündür!” şiarını benimseyen bu insanlar yaptıkları vazife ile anılmayı kendilerine ar kabul etmişlerdir.
Bu günün modern yaşamında Sivil Toplum Kuruluşları yerleri doldurulamaz şekilde devlet ile millet arasındaki bağın artmasında, aynı zamanda halkın sesinin ulaşamadığı yerlere ulaşmasında önemli bir köprü görevi görmektedir. Elbette yapılan işlere bakınca bu kuruluşların hayatımızın vazgeçilmezleri olduklarını görüyoruz. Dernek, vakıf yada kulüp, ne olursa olsun gönüllülük esasına dayalı çalışmaların yapıldığı ve tamamıyla toplum yararın çalışan kuruluşlardır. Şahsımda; yıllardan beri çeşitli sosyal kulüplerde, dernek ve vakıflarda görev almış birisi olarak bu hususa azami dikkat etmiş birisiyim. Ne şekil yada isim altında olursa olsun görev aldığım hiçbir sosyal kuruluşta tek bir menfaat bile beklemeden çalışmış ve halende çalışan birisiyim.
Vakıf, dernek yada kulüpler yapmış oldukları çalışmalar ve topluma kazandırdıkları ile son 50 yıldır halkın vazgeçemediği yerler olmalarının yanı sıra, sanki birilerinin bir yerlere gelmeleri için özellikle merdiven görevi gören yerlere de dönmüş durumdalar!
Bilmem ne tanıtma derneği yönetim kurulu başkanı Hasan ağa bilmem ne kazasına Belediye Reisi seçilebilmek için, bilmem ne kuşunu koruma derneği başkanı Mehmet bey falanca vilayetten mebus olmak için, filanca kültür derneği başkanı Osman emmi feşmekan meclisine girebilmek için dernekleri kullanıyorsa, asıl amacı toplum yararına çalışmak olan vakıf başkanları kartvizitlerini parti genel başkanlarının masasına iliştiriyorsa bunun adı sosyal sorumluluk değildir!
Bu yapılan sosyal yardım, dayanışma, kaynaşma, tanıtım, eğitim, öğretim değil; KENDİNİ PAZARLAMADIR!
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni bilir misiniz? Kurucuları kimlerdir? Hangi derneklerin birleşmesi ile ortaya çıkmıştır? Kurucuları daha sonra nerenin mebusu, hangi bakanlığın bakanı olmuşlardır, hiç merak ettiniz mi? Peki işgale karşı kurulan Kuvay-i Milliye teşkilatlarının kurucuları sonra ne olmuştur? Hangi büyük holdingin danışmanı, hangi şirketin yönetim kurulu başkanı olmuşlardır? Ben araştırdım, rastlayamadım…
Eğer bir davaya inanıyorsanız; ya davanızın neferliğini yapacaksınız, ya da istikbal kaygılarına düşüp de davanızı harcamayacaksınız! Eğer derdiniz istikbalinizi kurtarmak ise bu milletin duygularını istismar etmeyeceksiniz. Çünkü Türk Milleti kendisi üzerinden bir yerlere gelmek isteyenleri asla unutmaz! Ya adam gibi kültürünüze sahip çıkacaksınız, yada oyun oynamayacaksınız!
Bu yazıyı neden mi yazdım? Kendini birilerinin sesi sanıp da sırf kendi çıkarları için kültürümüzü kullanan birkaç kişi yüzünden yazdım. Onlar kim mi? Bilmem, siz bulun!

8 Şubat 2015 Pazar

BİZ KİMİZ?



Konuşsana Müslüman, neden sesin duyulmuyor?
Yoksa Türkmen Türk diye, ümmetten mi sayılmıyor?

            “Tayland hükümeti Malezya’ya geçmeye çalışırken yakaladığı 300 Uygur Türkünü Çin vatandaşı oldukları anlaşılırsa Çin Halk Cumhuriyetine iade edecek. Çoğu kadın ve çocuk 300 Uygur Türkünün Çin Hükûmetine teslim edilmeleri demek Çin yasaları uyarınca Vatana ve Sosyalizme İhanet olarak değerlendirilip idam edilmeleri demek.” –(Channel 4 İngiliz Tv Kanalı)
            Adı Demokratik Halk Cumhuriyeti, ama gerçekte koyu faşist bir diktatörlük olan Çin devleti eğer geri alabilir ise kadın, çocuk demeden 300 Uygur Türkünü kurşuna dizecek. Gerekçesi ise Vatana İhanet! Bu zavallıların tek umudu ise Türk Dünyasının ağabeyi olan Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti. Türk Dışişleri Tayland hükûmeti nezdinde girişimlerde bulunmuş  2014 Kasım ayında, ancak hala bir çözüme ulaşılamamış.
            Merak ettim, “Ben Çarliyim!” diye yürüyenler şimdilerde neredeler? Yoksa bunlar Türk diye, yürümeye gerek duymaz mı aslan hümanistler?
            Irak’ın Musul, Selahattin, Erbil, Telafer ve Kerkük kentlerinden terörist Isıs ve Peşmerge kıskacında  bulundukları için dağlara sığınan  250 bin Türkmenin zorluklar içerisinde yaşamaya çalıştıkları,  her gün 5-10 (yazması bile ne kadar acı ama gerçek bu!) çocuğun açlık ve susuzluk nedeniyle öldüğü, Türkmenlerin sistematik bir caydırma ve katliam tehdidi altında olduğu ve acilen yardıma ihtiyaçları bulunduğu, yardım edilmediği taktirde son yıllarda yaşanabilecek en büyük katliamlardan birisinin modern dünyanın gözleri önünde yaşanacağı aşikardır. –Human Rights Watch (İnsan Hakları İzleme Örgütü) Irak 2014 Kasım Raporu
            Bir tarafta terörist ve taşeron İşid-Isıs,  öte tarafta Türk düşmanı, emperyalistlerin uşağı  Peşmerge… Al birini vur ötekine… Türk Milleti kimlerin insafına kaldı? Isıs yada Işid yani Irak Şam İslam Devleti denilen ama gerçekte İslamiyet ile uzak yakın zerre kadar ilgisi olmayan caniler sürüsü. Bir anda ortaya çıkan ve ön Asyayı kana bulayan taşeron örgüt. (http://kudretharmanda.blogspot.com.tr/2014/10/kim-bunlar.html) Öte yanda yıllardan beri Irak ve Suriye devletlerinde sözüm ona bağımsız devlet kurma çabasında, ama gerçekte “Biji Serok Obama!” (Yaşa Başkan Obama!) diyerek Amerikanın emrinde olduğunu açık seçik ilan eden Peşmerge… Her ikisinin de en büyük hedefi Türk’ten arındırılmış bir ön Asya yaratmak. Hayal ama; ya tutarsa? Bunun için sözde Ezidileri, Kürtleri hedef almış gibi görünüp, gerçekte Türk  unsurları yok etmek için adeta birbirleriyle yarış etmekteler. Daha dün Kerkük ve Musul’da Peşmergenin Türkmenleri sindirmek için yaptıkları terörist eylemleri unutmadık. Binlerce Türkmenin sistematik bir biçimde soy kırımla tehdit edildiğini, okullara alınmadığını, Türkmen mahallelerinin yakılıp, insanlarımızın dağlara gitmeye zorlandığını çok iyi biliyoruz. Taşeron örgüt İşid için en zorlu düşmanlar Türkmenler! Çünkü Türkmenler  için vatan namus demek, alalade bir toprak parçası değil. Onlar savunurken topraklarını, namuslarını savunmaktalar. Bu da ön Asya’da   farklı niyetleri olan emperyalist  güçlerin canını sıkmakta.  Bu nedenle en şiddetli saldırılar Türkmenlerin bin yıllık yurtlarına yapılmakta.
Sahi haberi var mı acaba bu durumlardan Esma severlerin?  Yoksa bunların Türk olmaları yeterince ilgilerini çekmez mi Rabia’cı efendilerin? 1000 senedir o topraklarda bulunan ve Türk Milli İstiklal harbinde varını yoğunu Ankara’ya, cepheye gönderen Türkmenlerin dünyada tek güvenecekleri devlet Türkiye Cumhuriyeti, tek tutunacakları dal, Türk Milletidir! Ama ne hikmetse “Hepimiz Esmayız!” diyenleri göremiyoruz meydanlarda, neden acaba?
Bu gün hangi Ermeni çocuğuna sorsanız, size “1915 de Türkler mazlum(!) ermeni milletine soykırım(?) yaptı.” diyecektir. Bendeniz sokağa çıktığımda bizim çocuklara soruyorum bazen; Muratağa, Atlılar, Sandallar, Taşkent neresidir? Buralar size ne hatırlatıyor?   Nasıl cevaplar veriliyordur sizce? Şöyle mi; 14 Ağustos 1974 tarihinde Kıbrıs adasında bulunan dört köyde 16 günlük bebekten 95 yaşındaki ihtiyara varıncaya kadar 215 Türkün katledilmesini hatırlatıyor…mu acaba? “Abi biz ne bilelim ya hu? Tarih kitabında bunlar yazmıyor ki!” Tarihi sadece okulda okudukları tarih kitaplarından öğreneceğini sanan bir nesil. Bu neslin cehaletine sessiz kalan bizler…
  Daha yakın tarihimizi bilmiyoruz! Çocuklarımıza neyi bırakacağız? Mısırlı Esma’yı, Filistinli Rabia’yı bilen Türk çocuğu,  Kıbrıslı Ayşe’yi, Karabağlı Höküme’yi bilmiyorsa, dünyaya “Biz soykırım yapmadık, Vatan savunduk!” diyebilir mi?  
1821 den 1923 e kadar Balkanlarda, Yemen’de, Filistin’de, Irak’ta, Suriye’de ve en nihayetinde Anadolu’da 5,5 milyon insanını kaybeden Türk Milleti,  kendisine dayatılan emperyalistlerin sözde soykırım masalları ile uğraşırken,  kendi öz tarihini evlatlarına öğretmek zahmetine katlanmamıştır. Sadece 1914-1918 yılları arasında Ermeniler’ce Taş hanlara kapatılarak yakılan, kundaktaki bebekten, eli ayağı tutmayan yaşlılarına varana kadar binlerce insanı işkencelerle şehit edilen milletimiz ne yazık ki uğradığı mezalimi daha kendi çocuklarına öğretememiş! Bakü’de 20 Ocak 1990 ‘da 143 ve  26 Şubat 1992 de Hocalı’da şehit edilen 106'sı kadın, 83'ü çocuk toplam 613 Azerbaycan Oğuz Türkünü kaçımız biliyoruz ve anıyoruz?
Hakikaten; “Hepimiz Ermeniyiz!” diye çığlık atanlar, “Suyun öte yakası benim kardeşim!” diye zırlayanlar; sizin için ölen Türk olunca kıymeti yoktu değil mi?
Türk Milleti en kısa zamanda Türk Cumhuriyetleri Birliğini kurmak, esaret altındaki soydaşlarının dertlerine derman olmak zorundadır. Eğer Lefkoşa’daki Türkün acısı, Gence’deki Türkün derdi, Urumçi’deki Türk kızının göz yaşı bizi alakadar etmez ise, yarın bizim için göz yaşı dökecek kimseyi bulamayız!
Biz Türk Milletiyiz! Lütfen unutmayalım…