18 Mart 2015 Çarşamba

YA SAKARYA, YA DUMLUPINARDAKİLER?

Sofya’da ateşemiliterdir. Ülkesinin büyük paylaşım savaşına girdiğini duyduğunda beyninden vurulmuşa döner. Almanların yanlış taktikleri ve beklentileri, Enver, Talat ve Cemal beylerin aşırı Alman hayranlığı “Hasta Adamın” sonunu getirmiştir. Araya bin bir rica koyar, kendisinin aktif bir göreve verilmesini ister. Tekirdağ Yarkışla’da karargahı bile olmayan 19 uncu Tümene Tümen kumandanı olarak tayin edilir.
“ Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir.” diyen bu büyük askerin  Anafartalar’da askeri ile yazdığı destan bu gün bile düşman Harp Okullarında “Savaş Stratejisi Dersi” olarak okutulmaktadır. Bu asker Mustafa Kemal’dir. Görev süresi dolmadığı halde, Sofya’da kuş tüyü yataklarda yatabilecekken, tıpkı Libya’da olduğu gibi,   vatansever her Türk zabiti gibi harbe koşan ve Türk Milletinin alın yazısı olan bu büyük asker, özellikle İstiklal Harbimizden daha önemli gibi gösterilen ama gerçekte bizzat komuta ettiği 19 uncu Tümen ile  destan yazdığı Çanakkale Zaferi ile adeta YOK sayılmaktadır. Oysa yanlıştır, Çanakkale’de kırılamaz denilen İngiliz gururunu kıran, Türk milletinin geleceğini şekillendirecek olan kişi, yani Mustafa Kemal Çanakkale muharebelerinin efsane ismi olmuştur. Ancak bütün bunlara rağmen Çanakkale muharebeleri, sanki koca cihan harbinde kazanılan tek  zafermiş gibi göz önüne getirilmekte ve yanlış yapılmaktadır.
            Bu satırların yazarının iki yakın akrabası Çanakkale’de yatmaktadır. Sanılmasın ki bu yazıda Çanakkale Zaferini yada o zaferi kazanmak için kendini feda edenleri görmezden geliyorum; ASLA! Her şeyden evvel cennet mekan babam Alim Harmanda’nın öz dayısı olan Hırca Ömer oğlu Mehmet (künyesi geldiğinde 17 yaşındadır.) ve annem Dudu Harmanda’nın öz amcası Tan Süleyman oğlu İbrahim’in ( o cennet mekanda 17 yaşında gitmiştir Çanakkale’ye. Gönüllüdür, mecburi değil gönüllü gitmiştir.) yarın ruz-i mahşerde yüzlerine bakamam. Ancak koskoca bir savaşı sadece bir cephe ile özdeşleştirmek, sadece işine geldiğini almak gafletine düşenlere de birkaç laf etmeden duramam!
            Dünya Harp Tarihinde Çanakkale deniz ve kara muharebelerinin çok mümtaz bir yeri vardır. Bunu hangi askere yada tarihçiye sorarsanız aynı cevabı alırsınız. Çünkü eşit olmayan güçler arsında yapılan bir savaş ancak bu kadar muhteşem bir zafer ile sonuçlandırılabilirdi. Dünyanın en büyük sömürge imparatorluğu olan Büyük Britanya ve Fransa devletlerinin başını çektiği bağlaşıklarının uğradıkları hezimet hakikaten destan niteliğindedir. Türk Askeri bu harpte tabiri caiz ise insan üstü bir gayretle vatan toprağını savunmuş, ölümün kesin olduğu bu harpte adeta devleşmiştir.
 Son yıllarda  özellikle bir kesim tarafından Çanakkale Harbi ön plana çıkartılmaktadır. Bu harp ön plana çıkartılırken de sanki Hicaz-Yemen, Galiçya, Filistin-Sina, Kafkasya, Irak, İran ve Balkan cephelerinde Türk ordusu değil de Alman ordusu savaşmış gibi kimse bunlara değinmez! Bu ne cahillik, bu ne aymazlıktır!
Mesela Irak cephesinde Halil Kut ve Musa Kazım Karabekir paşaların kazandığı bir Kut savaşı vardır ki; İngiliz Harp tarihinde kap kara bir lekedir. Çünkü Büyük Britanya İmparatorluğu hiçbir harpte 23 bin ölü ve yaralı ile 18 Bin esiri aynı anda vermemiştir. Peki sana bir soru sevgili okur; Çanakkale’de yani payitahtın dibinde askerine buğday çorbası veren Osmanlı, Kut’ül Ammare’de, Medine’de yağlı pirinç pilavı ile Osmanlı Şerbeti mi  veriyordu?  “Evlatlarım aç kaldınız biliyorum. Ben de açım… Size bir tavsiyem var ben çekirge yedim çok lezzetli. Aç kaldığınız vakit siz de çekirge yeyin” Medine Müdafii Fahreddin Paşa… Askerine verecek kumanya bulamayan bir paşanın sözlerini okudunuz. Sorarım size; Medine müdafaası, Kut’ül Ammare savaşı çok mu önemsizdir? Ya Yemen? Filistin ve Sina Cephesinde kaybettiğimiz 102 bin askerimiz?
Her biri bayraklaşmış, her biri gelincik misali kutsal vatan toprağına düşmüş şehitlerimizi sırf Mustafa Kemal adı ön plana çıkmasın diyerek anmamak hangi aklın ve mantığın tezahürüdür bilemiyorum. Ancak bildiğim bir  tek şey; kırk tümenle harbe giren  ve 295 tümene kadar çıkan Osmanlı Ordusunun harp bittiği vakit elinde topu topu 10 tümeninin kalmadığıdır.
16 Mayıs 1919 da Bandırma Vapuru ile Anadolu’ya geçenler, Vatanın kurtuluşunun Türk Milletinde olduğunun bilincindeydiler. Bu nedenledir ki; hiçbir maddi imkanın olmadığı Anadolu Bozkırında milli bir şahlanış başlatmanın mecburiyeti ve bilinci içindeydiler. Küçük küçük direnişleri belli bir merkezde toplayarak Milli Orduyu kurmak, işgal altındaki payitahttan ölüm pahasına kaçıp mili orduya katılmak, işgal güçlerinin kontrolü altındaki cephaneliklerden mühimmat kaçırmak aklı başında kişilerin değil, yüreği vatan ve istiklal aşkı ile çarpanların işidir!
Sadece Çanakkale Zaferini ön plana çıkarmak şehitlerimizin aziz ruhlarının rencide edilmesi demektir. Adama sorarlar; madem Çanakkale bu kadar önemliydi göklere çıkarttığınız bu zaferin arkasında Osmanlı neden yenildi ve Mondros neden imzalandı?  Neden İngiliz zırhlılarının namluları Dolmabahçe’ye, Topkapı’ya  çevriliydi? Neden bu kadar yapay zafer çığlıkları? Yoksa bunun temelinde Mustafa Kemal’i silmek istemeniz mi yatıyor?

“Sabah aldığımız tepe, bakıyoruz öğleden sonraya düşmanın eline geçmiş. Daim bir yaralı ve cenaze nakli var. Artık şehitlerin naklinden vazgeçildi. Yaralılara bazen su bile veremeyecek duruma düşüyoruz. Sahra hastanemizin yeri üç-dört defa değişti. Ameliyat ekibi artık bitkin durumdadır. İaşemiz bitti. Yaralılara bile yedirecek tayınımız kalmadı. Hekim paşaya "Kumandanım, mekkare katırlarının gübrelerinin içinde arpa daneleri var. İzniniz olursa ayıklayıp yıkayalım. Kavurur yeriz!" dedim. Hekim paşa "Yaşatmak için yaşamak zorundayız. dediğini yap Ömer Çavuş!" dedi... İlk işimiz mekkare hayvanatının bulunduğu ahırlara dalmak oldu. -Burdur Tefenni Türk köyünden Bardaklı Veli oğlu Sıhhiye Çavuş Ömer (Oğlu Alim Harmanda'dan nakildir) Sakarya Savaşı hatırası. Hani çokça görüyoruz ya; bir piyade bölüğünün 1917 deki tayın tablosunu. İçimiz burkuluyor, diyoruz bu ne biçim bir vatan sevgisidir diye… Dedem,  üç savaşın gazisi Bardaklı Veli oğlu Sıhhiye Çavuşu Ömer kadana katırlarının gübrelerinin içinden arpa danelerini ayıklayıp yıkadıklarını ve kavurup yediklerini böyle anlatmış rahmetli babama. Babam bunları anlatırken ikimizde  ağlıyorduk. Ağır yaralılardan nasıl umutlarını kestiklerini, artık şehitleri değil, ağır yaralıları bile harp meydanında bıraktıklarını anlatırmış babama. Anlatırken de ağlarmış daim. Dedem hem Balkan, hem Cihan hem de İstiklal harbi gazisi olmasına ve Moskofa esir düşmesine rağmen ekseriyetle İstiklal Harbini anlatırmış. Ne de olsa insan çektiği çilenin semeresini görünce mutlu olmaz mı? 22 gün ve gece süren ve tarihlere Melhame-i Kübra (Çok büyük ve kanlı savaş) olarak geçen ve Türk Miletinin 238 senedir süren geri çekilmesinin bittiği Sakarya Meydan Muharebesini nasıl yok sayacaksınız?

Ya İnönü? Eskişehir ve Kütahya? Ya Ayıntap? Gazi ünvanı verdiğiniz Gazi Antep? Ya nasıl yok sayacaksınız “Kalesinde hür bayrağı dalgalanmayan esir memlekette Cuma Namazı kılınmaz!” diyen Sütçü İmam Şeyh Ali Sezai (Kurtaran) efendiyi ve Kahraman Maraş halkını? Yapmayın lütfen! Bizim sadece Çanakkalemiz yok! Etmeyin, eylemeyin…

 

“Durmadan yürüyoruz, o hale geldik ki artık gözümüz ne ölüleri görmekte, ne yaralıları. Tek bir hedefimiz var; İZMİR!”  9 günde İzmir’e giren şanlı orduyu, yok saymayın! İzmir’e diyerek çakar almaz tüfeği ile Akşehir’den yola çıkıp Banaz’da şehit düşen 65 yaşında ki Karahöyüklü hacı Emin dayıyı yok saymayın!

Çanakkale’yi kazanan Türk askeridir. İnönü’yü, Sakarya’yı ve Dumlupınar’ı kazanan askerin de Türk askeri olduğu gibi.

Gazi Mustafa Kemal nasıl ki Derne’de, Tobruk’ta. Bingazi’de varsa, Çanakkale’de de var olmuştur. Hatta bu konuda Sultan II.Abdülhamit’in hatıra defterinde şöyle yazmaktadır “İşte bu sırada Rabbime şükürler olsun ki, ummaya bile cesaret edemediğim zafer haberi ulaştı. Düşman tasını tarağını toplamış askerlerinin yarısını denize, yarısını gemilerine dökerek Çanakkale önünden çekilip gitmişti. Bu büyük zaferi Mustafa Kemal Bey adında bir miralay (albay) kazanmış. Allah, devletime hizmeti geçenlerden razı olsun.” (Sayfa-168-169) Peki İngiliz savaş bakanı ve daha sonra İngiltere başbakanı olacak olan Winston Churchill ne demektedir? “Şu anda mağlubiyeti bütün damarlarımda hissetmekteyim. Çok üzgünüm! Oldukça umutluydum, daha dün kadar Çanakkale bizimdir diyordum. Bu savaşı kazanmak için; askeri, parayı ve cephaneyi en ince ayrıntısına kadar hesaplamıştım. Hepsinde de çok üstündük. Mutlaka yenecektik. Yalnız bir tek şeyi hesaba katmışız: Mustafa Kemal’i!”

Çanakkale Deniz Zaferinin 100 üncü yılı kutlu olsun. Şehitlerimizin, gazilerimizin, aziz Atatürk ve silah arkadaşlarının ruhları şâd, mekanları cennet, komşuları Hazreti Muhammed (SAV) olsun!


12 Mart 2015 Perşembe

NAZLI GELİN, KANLI GELİN: İSTİKLÂL

"Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak." Mehmet Akif Ersoy
"Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları'na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez." Mustafa Kemal Atatürk
           Birisi Türk şairi Mehmet Akif bey, öbürü ömrü cephelerde geçmiş bir asker; Mustafa Kemal... Sanki aynı dilden dökülmüşçesine söylenen iki  mısra ve iki cümle... 238 senedir süren geri çekilmenin bitişi. Artık elde kalan son vatan toprağının ölümüne savunulması. Varlık ve yokluk arasındaki o keskin çizgi. Bir yanda istikbali mandalarda, esarette, şerefsizlikte arayan bir kukla hükûmet, öte yanda "Ölmedi daha bu Millet!"  diyen bir zihniyet!
           Bu gün 12 Mart, bir yazı yazayım dedim milli marşımızın kabulünün yıldönümünde. Hani bir kaç beylik laf, bir kaç övgü, Methiyeler düzeyim TBMM'de ki vilayetimin mebusu Mehmet Akif beye, meslektaşımdır aynı zamanda, öveyim dedim. İyi şairdi, dini bütün bir mümindi, onu çok severiz, ne iyi etti de yazdı falan gibi...İyi olmaz mıydı sanki? Sonuçta 12 Martı atlatıverirdik salimen.
            Hey hat! Dikildi gözümün önüne Çanakkale Şehidi Tan Süleyman Oğlu İbrahim dayım...Yanında yaralarından kan sızan henüz on yedisinde şehadet şerbetini içmiş, bıyığı henüz terlemiş Hırca Ömer Oğlu Mehmet dayım... Dediler ikisi birlik; "Evlat! Biz sırayı savdık. Eğer deniyorsa size "KORKMA!" diye, bilin ki sıra sizdedir artık!" Utandım... Dedem geldi, 1 buçuk metrelik boyu ile, ömründe kara lastik pabuç yüzü görmemiş, 17 yaşında gittiği cephelerden 28 yaşında dönmüş, Taş Odanın önünde elini istediği anacığının tanıyamadığı dedem. Lüleburgaz'da 6 gün ve gece çarpışıp, ölümün elinden kıl payı kurtulan, Galiçya'da Moskofa esir düşüp kaçan,  evine dönmeyip Ankara yolarına düşen, Sakarya'da katır gübrelerinin içinde arpa danesi arayan dedem, üç harbin gazisi Ömer çavuş dikildi karşıma! "Biz yan gelip yatmadık oğul, ter döktük, kan döktük, bedel verdik  sizler için. Binlercesi kaldı arkadaşlarımızın gelincik misali vatan toprağında!  "Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı: Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı." 

            Binlercesi geldi dikildi karşıma; Yemendekiler, Sinadakiler, Filistindekiler, Iraktakiler, Suriyedekiler... Allahüekber Dağlarında donup kalan Mehmetler...Birde Çanakkalede henüz 15 yaşında toprağa düşenler...Galiçyada vatanından binlerce kilometre ötede kalanlar,  dikildiler kefensiz toprağın altında şeref ve namus için yatanlar! Hep bir ağızdan dediler bana; "Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı."
Kalkıp dikildiler karşıma  Kop Dağındaki Mehmetler,  ellerinde mavzer, Sultan Murat yaylasında yatan üç şehitler... Manisa'da, Balıkesir'de, İzmir'de, Maraş'ta, Ayıntap'ta, Adana'da, Van'da ve dahi Erzurum'da vatan toprağına düşen gelincikler; hep bir ağızdan dediler: "Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan,şühedâ! Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda."
            Üsteğmen Fatma Seher Erden, Çete Ayşe, Tayyar Rahmiye, Şerife Bacı...Hele ki Şerife Bacı dikiliverdi şehit bebesiyle  "Milletin namusudur, bizim toprağımıza, canımıza ve ırzımıza göz dikenlere verilen en güzel cevabımızdır! Kadını ile, erkeği ile, kundaktaki bebesi, 90 yaşında kocasıyla; Ruhumun senden, ilâhi, şudur ancak emeli: Değmesin mâbedimin göğsüne nâmahrem eli. Bu ezanlar-ki şahâdetleri dinin temeli, Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli."
Anladım ki sadece bir şiir değildir... Ne kafiyedir, ne redif, ne başka bir şey. Yaşamak gerektir o anları, bilmek gerektir o zamanları. Millete güvendir en başında. Sönmeden son ocak, bitirmemektir umutları. Kağnı kollarıdır  İnebolu’dan Ankara’ya… Tükenen umutların değil, parlayan istiklal ateşidir yüreklerde… Şehadet şerbetini içerken hakkını helal edebilmektir ardında kalanlara…Bilmektir “Allah yolunda ölenlere ölüler demeyin, zira onlar diridirler.” Ayeti kerimesinin manasını… O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım, Her cerihamdan, ilâhi, boşanıp kanlı yaşım, Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden nâ'şım; O zaman yükselerek arşa değer belki başım.” Diyerek vatan uğruna toprağı kanı ile sulayanların  diri olduklarının   farkında olmaktır. Ölüler dediklerinizin Arşı Alada Allahın yanında olduklarını, “Vatan sevgisi imandandır!” diyen Hazreti Peygamberin sancağı altında toplanmaktır.   İzmir’e! İzmir’e! Diyerek bir umut ile can verebilmektir. İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da, vatan toprağına düşen her Mehmedin, bayraklaştığını görmektir.  Atalarından emanet mukaddes vatan toprağının düşman çizmesi altında ezilmesine izin vermemek, hilale borcunu ödemenin hazzını yaşamak, Türk’e vatan olmuş bu topraklarda ay yıldızın ebediyete kadar dalgalanacağını bilmektir!
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!
Bu gün 12 Mart, 94 senedir bu semalarda yankılanan, Türkün dünyaya “Ben ölmedim, varım!” dediği milli marşının kabulünün yıl dönümü. “Allah bir daha bu millete milli marş yazdırmasın.” diyen büyük şairi, Türkün Ulu Başbuğu Gazi Mustafa Kemal paşayı, Anadolu’yu kanları ile tapulayan ve ebediyen Türk Milletine bırakan cümle şehit ve gazilerimizi rahmetle anıyorum.
Bu günün öyle kuru kuruya anılacak, iki temsil bir müsamere ile geçiştirilemeyecek kadar önemli, önemli olduğu kadar Türk gençliğinin unutmaması gereken bir gün olduğunu  hatırlatmak istiyorum.
12 Mart İstiklal günümüz kutlu olsun!

             

9 Mart 2015 Pazartesi

YİNE KADINLAR ÜZERİNE YAZILMIŞTIR


Zeynep, Gülsüm, Emine, Ayşe, Fatma, Özgecan…..

Adı unutulup giden milyonlara…

Dün 8 Mart’tı ya hani, sormayın! Bütün sosyal paylaşım sitelerinde kadınlar hakkında bir methiye düzme yarışı, bir göklere çıkarma telaşı kadınları ki...ne siz sorun ne de ben anlatayım! Güya Dünya Emekçi Kadınlar günü olarak ilan edilen 8 Mart günü kadınların bütün problemleri son buldu, bütün kadınlar mutlu ve mesut oldu! İki yüzlülüğün daniskasıydı yaşanan! Bütün kadın hakları ihlalleri bir günde bitiverdi. Tacizler, tecavüzler ve cinayetler bir anda bıçak kesilir gibi kesildi. Bütün gazeteler boy boy kadınlarla ilgili manşetlerle arzı endam eylediler. Tv haberleri kadınlara daha çok yer verdi. Falan ve filan yani…
            Kırk senedir bağırırım; dininizin göklere çıkardığı, ayaklarına cennetleri serdiği kadınlar kutsaldır, onlar anadır, bacıdır, yârdır, kızınızdır, ninenizdir diye. Beş kız kardeşi ve bir kızı olan ben bunları dile getirince hemcinsim olan erkekler tarafından alaya bile alınmış bir insanım. Olsun; karıncanın misali, bizim tarafımız belli en azından!
Alemlere rahmet olarak gönderilmiş peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa şöyle buyurmaktadır ''Kadınlara ancak asalet ve şeref sahibi kimse değer verir. Onları ancak kötü ve aşağılık kimseler hor görür.''  Yani kadınları köle olarak alın satın, onları hor ve hakir görün demez!      
             Kadın kutsaldır, çünkü ANA yani temeldir. Dövülüp, hor ve hakir görülecek değil, baş tacı edilecek bir varlıktır. Eşrefi mahluk olan insana annesine, kız kardeşine, kızına saygılı olması  gerektiği bütün semavi dinlerde açık bir biçimde yazılmıştır.
            Türk Milletinde kadın denilince sadece ana, bacı, yar, kız demek değildir. Çok farklı ve önemli bir yere sahiptir Türk kadını.  Bunu tarihte kurulmuş bütün Türk devletlerinde net bir biçimde görmek mümkündür. Öyle kutsal bir yere oturtulmuştur ki; Türk destanlarına baktığımız da kadının Umay Ananın kutsiyeti ile özdeşleştirildiğini görürüz. Yaratılış destanında Yaratana ilham veren "Ak Ana" isimli kadındır. Oğuz Hanın eşleri kutsaldır. Çünkü her ikisi de ışıktan doğmuşlar, ilahi varlıklardır. Kadın toplumsal yaşamın tüm alanlarında söz sahibidir.
            Kağanın eşi olan Katun (hanım) kamutayda (ulular meclisi) kağanın yanında oturur ve kineşe (tartışmaya) müdahil olur. Çünkü kadın diğer toplumlarda görüldüğü üzere bir meta değil, devlet yönetiminde söz sahibidir. Hatta Tanrı Kut Mete'nin Çin devleti ile yaptığı barış anlaşmasını eşi Katun imzalamıştır.
            Türk kadını yönetime karışırken, Çinlilerde kadının hiç bir sosyal statüsü yoktur. Çinlilerde kadının boşanma hakkı yoktur. Buna karşın Türk Kağanlığında kadın ve erkeğin boşanma hakları vardır. Koca karısının getirdiği çeyizinin bedelini verirken, kadın para vermek veya mihrinden vazgeçmek suretiyle kocasından boşanabilirdi. Bu hakkın bulunmasına karşın Türklerde boşanma görülmediği gibi, diğer milletlerin aksine poligami (çok eşlilik) hoş görülmemiş, tek eşlilik aile hayatında önemli bir yere sahip olmuştur.
            Budizm dininin kurucusu Buda (Sidarta Gautama) ilk zamanlar kurduğu dine kadınları almamıştır! İngiltere'de kadınlar murdar sayıldığı için İncile el süremiyorlardı. Yine İngiltere'de 11 inci yüzyıla kadar kocaların karılarını satma hakları vardı!
            Meşhur Arap seyyahı İbni Battu'da (Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah bin Muhammed bin İbrahim Levâtî Tancî)  Rıhlet-ü İbn Battûta isimli eserinde Türk illerine yaptığı gezide şöyle demektedir. "Burada tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türkler'in kadınlarına gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi erkeklerinden daha üstündür." 
            Bir çok milletlere mensup kadınlar köle gibi pazarlanırken, Türk kadını toplum nezdinde itibarını daima muhafaza etmiştir. Ebul Gazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime'de, Oğuz ilinde, yedi kızın uzun yıllar beylik yaptığını anlatmakta ve bu kızların isimlerini şöyle sıralamaktadır: "Boyu Uzun Burla, Barçın, Salur, Şabatı Hatun, Künin Körkli, Kerçe Buladı, Kuğatlı Hanım." 
            Peki Altay dağlarının en yüksek doruğunun Türkler tarafından verilen ismi nedir bilir misiniz? Zahmet buyurmayın, ben  diyeyim: KADIN BAŞI!

            Türk Milleti kadını diğer milletler gibi alınıp satılır bir meta olarak görmemiştir. Tarihin her döneminde kadını baş tacı etmiş, ona hak ettiği değeri daima vermiştir. Mesela Kağan sefere çıktığı zaman ülkeyi  Katun yönetmiştir.   Çünkü Dede Korkut hikayelerinde bile rast geldiğimiz çok önemli bir husus vardır Türk Kadınında; evlenecek çağa gelen Türk kızının ok atması, çok iyi ata binmesi, kılıç kullanması ve hatta güreşmesi ne kadar destansı gelse de aranan ve olması gereken özelliklerdir. Çağlar boyu Türk devletlerinde kadınların okur yazar olmaları önemli bir meziyet  olup kız çocuklarının okutulması hayati bir öneme sahiptir. Başka uluslarda kadın alınıp satılan bir meta, Türk Milletinde Hayat Ağacının  sahibi UMAY ANA! Türk milleti kadınına daima kutsal bir hüviyetle bakmıştır.

            Türk kadını kendisine verilen bu değeri ve duyulan güveni asla boşa çıkarmamıştır. Sadece tarlada rençber, dağda oduncu, tezgahın başında halı, kilim dokuyan, karasaban ardında çift süren bir kimlikten öte, doğurduğu çocuklarına  eğitimini verecek kadar bilge, erinin yanında vatanını savunacak kadar yiğittir Türk kadını!

            Türk kadınının bütün bu hasletlerini bilen ve kendisini yetiştiren kadınla daima gurur duyan Türkün Ulu Başbuğu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, aydınlanmanın kadından başlaması gerektiğini söylemiştir. Kadınını aydınlatan, bilinçlendiren saygı duyan ve ona hak ettiği değeri veren toplumların kendisi ile barışık ve diğer milletlere önder olacağını bilen bir lider olarak evvela kadınlarımızın eğitilmesi için özel çaba sarf etmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin kıt kanaat imkanları ile seçilen Türk kızlarının Almanya, Fransa gibi ülkelere eğitim görmeleri için gönderilmesini sağlamıştır.  Diyerek yurtdışına gönderdiği kızların birer aydınlanma meşalesi olması gerektiğini söylemiştir. Ebedi Başbuğun direktifleri ile yurt dışına eğitime giden Türk Kızları, asaletlerinin mensup oldukları milletten geldiği bilinci ile gittikleri ülkelerden eğitimlerini üstün dereceler ile bitirerek dönüp; Türk kadınının gurur abideleri olmuşlardır.
            Kim ne derse desin, kim neyi öne sürerse sürsün, Türkiye Cumhuriyetinin dünya devletleri arasında hak ettiği yeri alması, Özgecan ARSLAN, Ayşe PAŞALI gibi cinayetlerle dünya basınında yer almaması, ancak ve ancak eğitimli Türk anaları sayesinde olacaktır. Ne zamanki anamız, bacımız, kızımız dediğimiz kadınlarımızı sadece bir anneler günü ile, bir 8 Mart Emekçi kadınlar Gününe sığdırmaktan vazgeçeriz, ne zamanki onları “Allah’ın emanetleri, kutsal birer varlık” olarak görürüz, işte o gün Türkiye Cumhuriyeti kadını ile, erkeği ile hak ettiği yere gelmiş olur.
            Bu gün 9 Mart, yılın geri kalan günlerinde de sizden kadınlara sahte gülücükler, hamasi nutuklar beklemiyorum. Sadece kendiniz olun. Sadece kadınlara Allah Resulünün gösterdiği saygıyı gösterin.
Onlar sizlere çok daha fazla saygı, sevgi, hoş görü ve anlayış göstereceklerdir. Çünkü onlar dünyaya sizin gözünüzle değil, ANA gözüyle bakıyorlar. Unutmayın, kadınlar saygıyı yılın bir günü değil, her gün hak ediyorlar…
Son sözü Hacı Bektaş-ı Veli’ye bırakıyorum: Kadınlarını okutmayan milletler batmaya mahkumdur!

7 Mart 2015 Cumartesi

GELECEĞİMİZ KADINLARIMIZ

Kadın vardır yiğit doğurur oymağı devlet eder, kadın vardır it doğurur obaya dert eder!
Türk Atasözü
            Devlet Ana diye bir söz duydunuz mu? Duyduysanız kime denir bilir misiniz? Bizim oralarda kullanılan bir deyimdir bu. Otoriter ve çevresinde saygı uyandıran, hal hareket ve tavırları ile topluma önderlik eden  kadınlara   denir.  
            Ben bu deyimi şimdiye kadar  iki kişiye kullandım. İkisi de benim hayatımda çok derin izler bırakan, hakikaten Devlet Ana teriminin hakkını veren kişilerdir.
            Bunlardan birisi anam; 83 yaşında dokuz çocuk doğurmuş, dokuzunu da sağ salim yetiştirmiş, kara sabanın ardında hem öküz, hem hayvan (at) çifti sürmüş, dövenle harman savurmuş, sırtında çelmece (çalı odunu) etmiş bir Madanoğlu Yörüğü olan anam. Daima bizlere "Aç iseniz tok gibi, açık iseniz pek gibi durun. İnsanın en büyük düşmanı kendisidir. Daima dürüst olun. Servet gitse de kazanılır. itibar bir kere giderse geri dönmez. İlk evvel insanların hakkını gözetin. Haram haramdır, bunun azı çoğu olmaz! Sütün içine giren bir damla katran da, bir kepçe katran da o sütü batırır. Sofrada elinize, sohbette dilinize sahip olun. Çünkü boş boğazlık ve aç gözlülük insanın itibarını sarsar. İnsanlar size kişiliğinizle saygı duysun, malınız ve mülkünüzle değil!" diyerek nasihat eden bu Yörük kocası kızlarının yetişmesi için çok daha ihtimam gösterir, beş kızını da sanki özel olarak tedrisata alırdı. Neden onlara daha fazla ihtimam gösteriyorsun diye sorduğumuzda ise "Kadın anadır, yani temeldir! Temel ne kadar sağlam olursa, duvar o kadar kavi olur. Bacılarınız ne kadar dürüst olursa, benden aldıklarını aynı ile evlatlarına verir. O vakit devlete ve millete yararlı evlatlar yetiştirirler!" diyerek açıklardı.
            Doğurduğu çocuğunun önce millete ve devlete hayırlı olması için terbiye etmek. Önce insan diyerek o çocuğa insanlığın amentüsünü öğretmek, hangi milletin kadınında vardır bu haslet? Türk kadınında!
            Türk kadını evladının önce yaşadığı topluma, sonra vatanına ve devletine saygılı ve sadık olmasını ister. Bu nedenle ister kız, ister erkek olsun bütün çocuklarında ilk önce vatan, bayrak ve millet sevgisini aşılar. Öyleki, bu sevginin Allah sevgisi, peygamber sevgisi olduğunu öğretir çocuklarına.
            Benim hayatımdaki öbür Devlet Ana rahmetli nenemdir. Ufak tefek bir Anadolu kadını olan 1902 doğumlu bu Peçenek anası, sekiz çocuk doğurmuş, beşini sağlıkla büyütebilmiştir. Açlık ve kıtlık görmesine, çocuklarının istikbalini temin etmede zorlanmasına rağmen bir kere bile olsun devletine ve milletine karşı serzenişte bulunmamış, daima evlatlarına dürüstlük ve namuslu olmanın faziletlerini anlatmıştır. Kıt kanaat imkanlarla geçinen neneme dedem cennet mekan Gazi Ömer Çavuş'un almadığı gazilik maaşını almasını teklif ettiğimde-ki o zaman daha 12 yaşındaydım.- "Benim herifim vatana bedel karşılığı hizmet etmedi, bir daha ağzından duymayayım!" diyecek kadar mert ve gözü tok bir kadındı nenem. Bizlere daima şunu öğütlerdi rahmetli; "Kapınıza gelen kim olursa olsun geri döndürmeyin.  Size gelen rızkı ile gelmiştir. Kim olursa olsun saygı gösterin. Saygı gösteren saygı görür. Unutmayın, dilimiz, dinimiz, rengimiz ayrı olsa da yaratanımız birdir! Allahın sevdiği kul olmak isterseniz önce onun yarattığı insanı sevin!"  Vefat ettiği 1989 senesine kadar bizlere daima öğütler veren bu ulu çınar evlatlarına daima insan sevgisini ve insana saygıyı salık verirdi.  Girdiği her mecliste sesini yükseltmeden bile sözünü dinletir, köyün erkekleri tarafından da saygı görürdü.

            Bunları sizlere annemi ve nenemi övmek için yazmadım. Bunları beni yetiştiren iki Devlet Anayı bilesiniz, onları övesiniz diye de yazmadım. Yüzyıllar boyu erkeğini ilmek ilmek dokuyan Türk kadınının bu günkü haliyle, Anadolu'da ücra bir köyde yetişen iki anayı kıyaslamanız için yazdım. Sadece 92 senelik Cumhuriyet ile değil, yüzyıllar boyu Türk kadının neyin mücadelesini verdiğini bilmeniz için yazdım. " Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın."        diyen bir zihniyetten, kadın cinayetlerini neredeyse adi bir vaka gibi görmeye başlayan zihniyete nasıl geldiğimizi anlatabilmek için yazdım!
            Türk  kadını tarihin hiç bir döneminde eşinden ayrı, eşinden farklı yada ikinci planda olmamıştır. Bunu iddia etmekten daha çok, unutulan gerçekler olarak söylüyorum. Çünkü Türk kadını gerek gündelik hayatta, gerek çocuklarının yetiştirilmesinde, gerek yurt savunmasında eşinden daima önde olmuştur. Bunları lütfen kuru birer övgü cümlesi olarak görmeyin. Tarihimizde nice abideleşmiş annelerimiz, nenelerimiz, bacılarımız vardır ki, dünya tarihinde bu kadar bayraklaşmış kadını hiç bir millette göremezsiniz.
             Fransızların meşhur Jeanne d'Arc isimli kadın kahramanına Fransız kilisesi tarafından "Azize" payesi verilmiştir. Başka meşhur kadın kahramanları var mıdır? Ben bilmiyorum... Bu meşhur Fransız azizesini neredeyse bütün dünya bilir de, Kanıkay Katun'u daha bizim çocuklarımız bilmez! Sorduğun zaman kimdir diye bilmedikleri gibi hangi popçu olduğunu da sorarlar sana. Oysa Kanıkay Katun Manas Destanındaki  Manas Kağanın  eşidir. Öyle ki eşi Manas ölünce diriltecek kadar önemlidir. Herhangi biri değildir yani. Türklerin "Yaşam Ağacının Sahibi" Umay Anası gibidir. Ya Tomris Katun? Bilir mi gençliğimiz bu kadın Türk Kağanını? Pers kralı Kiros'un kesik başını içi kan dolu fıçıya atan bu büyük Türk Kağanını kaç kızımız yada oğlumuz bilmektedir? Tarihimizle övünmek değil, ders almak gerekir! Arabistan çöllerinde kız çocukları diri diri toprağa gömülürken Türk kızları başta tutulurdu. Kız çocuğu evlenecek olgunluğa ulaştığında anasının dizinin dibinde kısmet beklemez, evleneceği kişiyi seçme hakkı kendinde olurdu. Çünkü Türk kızı laf olsun diye değil milletin anası olduğu gerçeğini yüz yıllar boyu yetiştirdiği evlatlarına öğretmiştir. 
            Hayme Ana yada namı diğer Devlet Ana kimdir bilir misiniz? Hiç duymuşluğunuz var mı bu yiğit Türk anasını? Tarihlerin Devlet Ana diye kaydettiği bu kişi kim mi?  hani  şu gezer türbede yatan  Süleyman Şah Kaya Alpoğlu (Gündüz Alp)'in eşi, Ertuğrul Gazi'nin annesi ve Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu Osman Gazi'nin de büyükannesi. Kocası Gündüz Alp'in Fırat Nehri'ni geçerken boğularak ölmesi üzerine Kayı Boyu'nun başına geçen Hayme Ana dağılma tehlikesi içerisindeki boyunu toparlar ve Ankara'ya getirir. Onun toparladığı boy, koca bir cihan imparatorluğu kurar! yattığı yer nur olsun...
            Zübeyde Ana vardır bir de; oda doğurmuştur bir yiğit. Anmadan, ismini yâd etmeden, bir Fatiha okumadan olmaz. Türk Milletinin kaderini değiştiren adamın anasıdır. Mekanı cennet olsun.
            Dünyada ki en tehlikeli silah; körü körüne inanmış insandır! Ne yaparsanız yapın onun gözlerini açamazsınız! Bu nedenle diyorum ki, kadını bilinçli olan toplum dünyayı değiştirir. Kadını ezilen toplum ise dünyayı cehenneme çevirir!
            Kızlarınıza önce insan olduklarını, insanı eğitecek olanların onlar olduklarını öğretin. Yobazların kadınlardan korkmasının en önemli nedeni, kendilerine oyuncak bulamayacak olmalarındandır! Akıllı insan Allahı aklı ile bulur! Dogmalarla, saptırmalarla, şıhlarla, melelerle değil! Bizim önceliğimiz yarın geleceğimiz olan torunlarımızın anaları, kızlarımızı akıl, mantık ve beşeri ilimler ile donatarak yetiştirmektir.
            Eğer yeni icatlar, daha hızlı araçlar, uzay mekikleri yapmak istiyorsanız mühendisler, mimarlar, pilotlar, doktorlar yetiştirin. Ama dünyayı değiştirmek istiyorsanız kadınları eğitin. Çünkü bir erkeği eğitirseniz tek bir insanı eğitmiş olursunuz. Bir kadını eğitirseniz, bütün bir aileyi eğitmiş olursunuz!
           

            

27 Şubat 2015 Cuma

HİZMET Mİ, MENFAAT Mİ ?


Yüksek idealler ancak temiz kişiliklerde, temiz yüreklerde inkişaf eder! Bulunduğu mevkileri istikbal uğrunda feda edenler, bir gün harcandıklarında yaptıkları hatayı çok acı bir şekilde fark ederler!”
Böyle derdi Çarıklı Erkanı Harp Âlim Harmanda. Babamdır benim, Anadolu’nun ücra bir köyünde doğmuş, orada büyümüş, askerliğini İstanbul Kartal Maltepe’de yapmış, okuma yazmayı askerde Ali Okulunda sökmüş bir Çarıklı Erkânı Harp… Ömrü çiftçilikle geçmiş, kıt kanaat imkânlarla dokuz çocuk büyütmüş köyü, kasabası ve vilayeti için koşturmuş bir Çarıklıdır kendileri. Nurlar içinde yatsın, kaybettiğimiz 2002 yılına kadar daima en ön saflarda koşturmuş bir insandı. Köyümüzdeki Kur’an Kursu Talebelerine Yardım Derneğinin kurucularından olmasına ve bu nedenle 12 Eylül’de tutuklanma tehlikesi geçirmesine rağmen bu dernekte aktif bir şekilde çalışmış, dernek sıkıyönetim tarafından kapatıldıktan sonra da bu dernekte yaptıklarından tek kelime etmemiş bir insandı. Merak edip sorduğumda “Biz Allah rızası için yaptık ne yaptıysak. Taşı kaldırdık, temel ettik. Temel büyüdü duvar oldu. Tek duvar dört, dört duvar bina oldu. Lafını etmeye değmez!” demişti. Daha sonraki yıllarda ağabeyim Ömer’e sorduğumda; “Babamız bir siyasi partinin delegesiydi. O nedenle adının böyle hayır işlerinde anılmasını istemiyor, yaptığı işin istismar edilmesinden korkuyordu. Çünkü o Hazreti Peygamberin –Sağ elin verdiğini, sol el bilmemeli! Düsturuna riayet etmesini seven birisiydi.” Demiş ve yılar sonra babamızın neden sessiz kaldığını anlatmıştı.
Ne kadar güzel bir anlayıştır; sağ elin verdiğini sol elin bilmemesi! Yapılan işin sadece Allah rızası gözetilerek yapılması, karşılık beklenmemesi.
Bizim köy Burdur vilayetine 105 km batıda dağların arasında bir köydür. Bizans zamanında Anadolu’da kurulan ilk Peçenek köylerindendir. Epeyce eskidir. Osmanlı zamanında Tımarlı Sipahi ocağı olan köy eskiden bu yana hep yol güzergahı olmuştur. Topraklarında üç vilayetin sınırı kesişir. Bir yanı Antalya, bir yanı Muğla ve kendi vilayeti Burdur. Hatta yaylamızda-ki tarihteki adı Türk yaylasıdır.- meşhur bir tepe vardır ve adına Üç Kaymakam Tepesi denir. Eskiden Tefenni, Elmalı ve Beşkaza (Fethiye) ilçelerinin sınırları bu tepede kesişirmiş. Şimdi burada Çavdır, Korkuteli ve Seydikemer ilçelerinin sınırları kesişmekte. Bizim köyün bu özelliğinden dolayı küçük bir köy olmasına rağmen üç adet köy odası mevcuttu. Ta bizim ilk gençlik yıllarımıza kadar bu köy odaları dayalı döşeli ve misafirleri barındıracak şekilde hazır tutulurdu. Bizim evin köşesinde Taş Oda vardı. Köy önü dediğimiz yerde Hatıp Odası, eski okul binasının da olduğu Solaklar Odası. Bu üç oda, köye dışarıdan gelen, köyde eli günü olmayan gariplere, yolculara, çerçilere, nalbant ve kalaycılara hizmet verir, bunları barındırır, hem ücretsiz otel, hem de aşevi vazifesi görürdü. Bu odalar köyün bilinen bin yıllık tarihinde hep var olmuş ve gelen konuklara yüzlerce yıl bir karşılık beklemeden hizmet vermişlerdir.
Hiçbir karşılık beklemeksizin kendi ekmeğini bölüşmek, bu gün bile Anadolu’nun pek çok köyünde süren bir gelenektir. Bu geleneğin temeli İslam öncesi zamanlara, Orta Asya Türk kültürüne dayanmaktadır. Tarihte kayıtlı Türk devletlerinin hemen hepsinde (Yaklaşık rakam 138 dir.) vakıf ve yardımlaşma kültürü daima ön planda tutulmuş, toplumsal dayanışma hep canlı olmuştur. Milletimiz hakkındaki ilk tarihi kayıtlarda toplumsal dayanışma için yönetimdeki kişilerin halkın ve yolcuların refahı için yaptıkları vakıf ve imaretlerden bahsedilmektedir. Aynı zamanda topluma mal olmuş hali vakti yerinde kişilerde Orta Asya’da kurulan devletlerden günümüze kadar vakıf anlayışını aynı şevkle devam ettirmişlerdir.
Türklerde ilk dernekleşmeye meslek örgütleri bazında rastlamaktayız. Bunların en meşhuru Kırşehir’de kurulan Ahilik teşkilatıdır ki, bunun ruhu bin yıldır dimdik ayaktadır. Anadolu’da ortaya çıkan Ahiyan-ı Rûm Teşkilatı bilinen ilk mesleki birlik olmasının ötesinde aynı zamanda bir yardımlaşma teşkilatıdır.
Bu tip örgütlenmelerin, yani vakıf ve derneklerin en önemli özelliği; insanların yardımlaşma ve dayanışma bilincini ayakta tutarken, yapılan yardımları büyük bir gizlilik içerisinde yapmaları, aynı zamanda buralarda görev alan insanların kendilerini aşikar etmemeleridir. Çünkü “Veren el, alan elden üstündür!” şiarını benimseyen bu insanlar yaptıkları vazife ile anılmayı kendilerine ar kabul etmişlerdir.
Bu günün modern yaşamında Sivil Toplum Kuruluşları yerleri doldurulamaz şekilde devlet ile millet arasındaki bağın artmasında, aynı zamanda halkın sesinin ulaşamadığı yerlere ulaşmasında önemli bir köprü görevi görmektedir. Elbette yapılan işlere bakınca bu kuruluşların hayatımızın vazgeçilmezleri olduklarını görüyoruz. Dernek, vakıf yada kulüp, ne olursa olsun gönüllülük esasına dayalı çalışmaların yapıldığı ve tamamıyla toplum yararın çalışan kuruluşlardır. Şahsımda; yıllardan beri çeşitli sosyal kulüplerde, dernek ve vakıflarda görev almış birisi olarak bu hususa azami dikkat etmiş birisiyim. Ne şekil yada isim altında olursa olsun görev aldığım hiçbir sosyal kuruluşta tek bir menfaat bile beklemeden çalışmış ve halende çalışan birisiyim.
Vakıf, dernek yada kulüpler yapmış oldukları çalışmalar ve topluma kazandırdıkları ile son 50 yıldır halkın vazgeçemediği yerler olmalarının yanı sıra, sanki birilerinin bir yerlere gelmeleri için özellikle merdiven görevi gören yerlere de dönmüş durumdalar!
Bilmem ne tanıtma derneği yönetim kurulu başkanı Hasan ağa bilmem ne kazasına Belediye Reisi seçilebilmek için, bilmem ne kuşunu koruma derneği başkanı Mehmet bey falanca vilayetten mebus olmak için, filanca kültür derneği başkanı Osman emmi feşmekan meclisine girebilmek için dernekleri kullanıyorsa, asıl amacı toplum yararına çalışmak olan vakıf başkanları kartvizitlerini parti genel başkanlarının masasına iliştiriyorsa bunun adı sosyal sorumluluk değildir!
Bu yapılan sosyal yardım, dayanışma, kaynaşma, tanıtım, eğitim, öğretim değil; KENDİNİ PAZARLAMADIR!
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni bilir misiniz? Kurucuları kimlerdir? Hangi derneklerin birleşmesi ile ortaya çıkmıştır? Kurucuları daha sonra nerenin mebusu, hangi bakanlığın bakanı olmuşlardır, hiç merak ettiniz mi? Peki işgale karşı kurulan Kuvay-i Milliye teşkilatlarının kurucuları sonra ne olmuştur? Hangi büyük holdingin danışmanı, hangi şirketin yönetim kurulu başkanı olmuşlardır? Ben araştırdım, rastlayamadım…
Eğer bir davaya inanıyorsanız; ya davanızın neferliğini yapacaksınız, ya da istikbal kaygılarına düşüp de davanızı harcamayacaksınız! Eğer derdiniz istikbalinizi kurtarmak ise bu milletin duygularını istismar etmeyeceksiniz. Çünkü Türk Milleti kendisi üzerinden bir yerlere gelmek isteyenleri asla unutmaz! Ya adam gibi kültürünüze sahip çıkacaksınız, yada oyun oynamayacaksınız!
Bu yazıyı neden mi yazdım? Kendini birilerinin sesi sanıp da sırf kendi çıkarları için kültürümüzü kullanan birkaç kişi yüzünden yazdım. Onlar kim mi? Bilmem, siz bulun!