11 Ekim 2014 Cumartesi

BU GÜN GÜNLERDEN ZAFER!

Bu gün günlerden zafer.  Bu gün 30 Ağustos.
Yaklaşık olarak 300 yıl boyunca cephelerde bitme noktasına gelmiş bir ulusun dünyaya “Ben varım ve buradayım!” dediği kutlu günün adı bu gün. Bu gün, kadını,erkeği, yaşlısı, genci ve çocuğu ile var olma mücadelesi veren, binlerce şehit ve gazinin bedel olarak bedenleri ve hayatlarını verdikleri kutlu mücadelenin taçlandığı gün. Bu gün 30 Ağustos… Antepli Şahin Beyin göremediği ama kanı ile imzaladığı, Maraşlı Çakmakçı Sait’in göğsünde şeref madalyası, Sütçü İmamın namlusundan çıkan kurşunun ulaştığı hedeftir bu gün. Bodrumlu Ümmüşen’in, Milis Üsteğmeni Kara Fatma’nın, Osmaniyeli Tayyar Rahmiye’nin,  12 yaşındaki onbaşı Nezahat’ın “Benim kanım sizinkinden daha mı şirindir?” diyerek kendisini Kuvayi Milliye saflarına almak istemeyen erkekler kafa tutan Yirik Fatma’nın ve nihayetinde “Millet malıdır!” diyerek Kastamonu Kışla önünde kağnısına kapanarak kendisi ve bebeği şehit olan Şerife bacının  bayraklaşan destansı mücadelelerinin tacıdır 30 Ağustos. Binlerce şehidin, on binlerce gazinin döktüğü kanın, verdiği canın bedelidir 30 Ağustos.   

 

Türk Kurtuluş Savaşı sebepleri ve sonuçları ile Dünya Tarihini derinden etkilemiştir.  Etkileri sadece yapıldığı coğrafya ile sınırlı kalmamış, neredeyse bütün dünyayı ve sömürge imparatorluklarını derinden sarsmıştır. Sadece Hindistan’ın milli kahramanı Mohandas Karamçand Gandi’nin şu sözü Türk Milli Kurtuluş Savaşının sonuçlarını görmemiz açısından çok önemlidir. Şöyle der Gandi; “Mustafa Kemal, İngilizleri yeninceye kadar, Tanrı'yı da İngiliz zannederdim!”  Tanrıyı bile İngiliz sanmak bu gün gülünç gibi gelebilir. Ancak unutulmamalıdır ki şartlanan beyin daima gerçekleri değil kendi gerçeklerini yani şartlanmışlığını görür. Bu nedenle Türk Milli Kurtuluş Savaşı şartlanan milyonlarca beyinin kendi gerçeğini kırmış, milli egemenlik kavramını esir milletlere hediye etmiştir.  30 Ağustos sadece Türk Milli Kurtuluş Savaşının taçlandırdığı bir zafer günü olmayıp, milyonlarca esir insanın kurtuluş günüdür aynı zamanda.

 

30 Ağustos 1922 dünya harp tarihinde iki ordunun çarpışması olarak kayıt edilse de, gerçekte ezilenlerin ezenlere karşı son hamlesidir. Bir tarafta kendinden ve tarihinden  başka dayanak yeri olmayan bir millet, öte yanda o günün şartlarında teknolojinin en ileri temsilcileri olan emperyalist Avrupanın donatıp gönderdiği işgalci Yunan ordusu. Türk Milleti Milli Kurtuluş Savaşı ile sadece kendi varlığını deklare etmemiştir. Aynı zamanda bu mücadelenin neticeleri itibariyle o sırada neredeyse dörtte üçü esir olan dünyanın mazlum milletlerine de rehberlik etmiştir. Bu nedenle 30 Ağustos dünya tarihinin en onurlu zafer günüdür! Açlığın, yokluğun, hastalık ve çaresizliğin bile Millet İstiklalinin önüne geçemediğinin ispatıdır 30 Ağustos. Yeri gelmişken burada bir hatırayı yazmadan geçemeyeceğim: “Sabah aldığımız tepe, bakıyoruz öğleden sonraya düşmanın eline geçmiş. Daim bir yaralı ve cenaze nakli var. Artık şehitlerin naklinden vazgeçildi. Yaralılara bazen su bile veremeyecek duruma düşüyoruz. Sahra hastanemizin yeri üç-dört defa değişti. Ameliyat ekibi artık bitkin durumdadır. İaşemiz bitti. Yaralılara bile yedirecek tayınımız kalmadı. Hekim paşaya "Kumandanım, mekkare katırlarının gübrelerinin içinde arpa daneleri var. İzniniz olursa ayıklayıp yıkayalım. Kavurur yeriz!" dedim. Hekim paşa "Yaşatmak için yaşamak zorundayız. dediğini yap Ömer Çavuş!" dedi... İlk işimiz mekkare hayvanatının bulunduğu ahırlara dalmak oldu. -Burdur Tefenni Türk köyünden Bardaklı Veli oğlu Sıhhiye Çavuş Ömer (Oğlu Alim Harmanda'dan nakildir) Sakarya Savaşı hatırası.

 

Küçük bir kıvılcımın bir volkan patlamasına dönüşmesinin adıdır. Türk Milletinin kendisine rol biçmeye kalkanlara verdiği en güzel cevap, Sevr Paçavrasını namlunun ucuna taktığı ve tarihe imzasını attığı tarihtir 30 Ağustos.  Anadolu ve Rumelide binlerce şehidin son dileğidir 30 Ağustos!

 


Bu gün 92 inci yılını kutlama şerefine eriştiğimiz Baş Kumandanlık Meydan Muharebesi ve Büyük Zafer Türk Milletine kutlu olsun. Ebedi Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal ile  silah arkadaşlarının, aziz şehitlerimizin ve kahraman gazilerimizin ruhları şad olsun! 

SÜNGÜNÜN UCUNDAKİ PAÇAVRA: SEVR

Tarih 10 Ağustos 1920, Fransa devletinin başkenti Paris’in üç kilometre batısındaki Sévres (Sevr) banliyösünde bir seramik fabrikası. Bir tarafta mağlup Osmanlı Devleti delegasyonu, Sadrazam Damat Ferit Paşa,  Eski Maarif Nazırı (milli eğitim bakanı) Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa, eski Şura-yı Devlet (Danıştay) reisi Rıza Tevfik Bey ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey, öbür yanda İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Belçika, Ermenistan, Yunanistan, Polonya, Hicaz, Romanya, Çekoslovakya ve Sırp-Hırvat-Sloven Devleti delegeleri. 433 maddelik bir barış(!) antlaşması. İmzayı koyan delegelerin ümidi Büyük Britanya devletinin göstereceği ali cenaplık! Kurbanlık koyunun kasabın bıçağını yalaması denilebilecek hazin bir durum.

Bilindiği üzere Osmanlı Devleti üç maceraperest İttihatçı paşanın sonu gelmez hırslarının neticesinde Almanya ile birlikte birinci büyük paylaşım savaşına girmiş, müttefikleri yenilince 30 Ekim  1918’de Ege denizinde Limni adasının Mondros limanında Agememnon zırhlısında imzaladığı ateşkes anlaşması ile resmen yenilmiş sayılmıştır. Bu silah bırakışması Osmanlı Devletinin artık yolun sonuna geldiğinin resmi belgesi anlamına gelmektedir. Çünkü ateşkes antlaşmasındaki stratejik yerlerin işgali, ordunun terhisi, cephaneliklerin teslimi gibi askeri konuların yanında doğu illerinde karışıklık çıkması halinde İtilaf devletlerine buraları işgal etme yetkisini veren 24. madde Osmanlının hakkında verilen hükmün ilanı niteliğindedir. Müttefik güçler yani itilaf devletleri İstanbul’un düştüğü iyimserlik havasını tez vakitte dağıtmakta adeta yarış etmişlerdir. 13 Kasım 1918 de ilk protesto notası itilaf devletlerince Osmanlı Hükümetine verilirken, yer yer işgaller de başlamıştır. 1919 Mayıs ayı ise Türkiye’de artık hayal kırıklıklarının yoğun olarak yaşandığı, yeni arayışların başladığı bir ay olarak tarihe düşmektedir. Osmanlı cenahında bir barış antlaşması yapılacağı beklentileri Mayıs 1919 da umutsuz bir bekleyişe dönüşmüştür. 7 Mayıs 1919 da İtilaf devletleri Yüksek Konseyi Yunanlıların İzmir’i işgaline karar vermekte ve nihayetinde Yunan ordusu 15 Mayısta İzmir’e ayak basmaktadır. Artık Türk vatanı fiili olarak parçalanmaktadır. Bunun böyle olacağı daha Mondros ateşkes  anlaşması yürürlüğe girer girmez belli olmuştu.
           
İtilaf devletleri neden diğer mağlup devletler ile barış anlaşmaları yaparken Osmanlı ile yapmamıştı? Öyle ki İtilaf devletleri Osmanlının müttefiki olan diğer mağlup devletlerden Avusturya ile Saint-Germain Antlaşması, Macaristan ile  Trianon Antlaşması,  Bulgaristan arasında Neuilly Antlaşması ve Almanya ile Versay Antlaşmasını   imzalanmasına rağmen Osmanlı Devleti ile 1920 yılı Nisan ayına kadar  hâlâ bir barış antlaşması imzalanamamış ve görüşmeler belirsiz bir geleceğe ertelenmişti. Şimdiye kadar pek çok tarihçinin ortak kanısı Osmanlı ile itilaf devletleri arasında barış antlaşması imzalanamayışının en önemli nedeni olarak itilaf devletlerinin Osmanlı Devletinin nasıl paylaşılacağının kararının verilememesi, İtalya ve Yunanistan arasında ki İzmir ihtilafı, Irak petrollerinin paylaşımı, boğazlar ve doğu Anadolu’nun kime bırakılacağı gibi konulardan dolayı anlaşma özellikle geciktirilmiştir.
           
Türk Milletinin işgallere karşı sert mukavemeti, aynı şekilde bir avuç vatanperverin kurdukları Kuvayi Milliye teşkilatları, yerel direnişler, Gazi Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak basması ve akabinde Amasya tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri neticesinde  dağınık halde ki mücadele derneklerini tek çatı altında toplaması, Ankara’ya gelerek yeni bir oluşum içine girmesi itilaf devletlerinin Osmanlı Devleti ile barış anlaşması yapması gereğini ortaya koymuş ve nihayet 18 Nisan 1920 de İtalya’nın San Remo kentinde toplanan milletler arası paylaşım konferansında,  ana hatlarını hazırladıkları antlaşmayı deklare etmek üzere 22 Nisan 1920 de Osmanlı devletini Paris’te yapılacak olan sözde barış konferansına davet ederler. Padişah Vahdettin’in Paris’e gönderdiği eski sadrazam Ahmet Tevfik Paşa anlaşma şartlarının  "devlet mefhumu ile kabil-i telif olmadığını" (devlet kavramı ile bağdaşmadığını) beyanla konferanstan çekilir. Bu arada 23 Nisan 1920 de Ankara’da TBMM açılmış, 30 Nisan 1920 de Türkiye Büyük Millet Meclisi taraf devletlerin dış işleri bakanlıklarına gönderdiği bir yazı ile Ankara’da milli bir hükümet kurulduğunu bildirmiştir. Osmanlı Heyetinin barış konferansından çekilmesi ve  Ankara’da milli bir hükümetin kurulması üzerine  21 Haziran'da İtilaf Devletleri Türk Milletinin direnişini kırmak için, İzmir'de bulunan Yunan kuvvetlerini Anadolu içlerine sürmeye karar verir. Balıkesir, Bursa, Uşak ve Trakya kısa sürede Yunan ordusu tarafından işgal edilir. Padişah tarafından toplanan saltanat şurası 22 Hazrina tarihinde ikinci bir heyetin gönderilmesine karar verir. Sadrazam Damat Ferit Paşa,  Eski Maarif Nazırı (milli eğitim bakanı) Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa, eski Şura-yı Devlet (Danıştay) reisi Rıza Tevfik Bey ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey’den oluşan bu ikinci heyet 433 maddeden oluşan sözde barış anlaşmasını imzalarlar.

           
Tarihe kara bir leke olarak düşen bu antlaşma Türk milletinin nazarında hiçbir zaman kabul görmemiş, Türkiye Büyük Millet Meclisi Türk Milletinden intikam almayı ve bu yüce milleti tarihin karanlık dehlizlerine “esir” olarak göndermeyi amaç edinmiş ihanet belgesini yok hükmünde saymıştır. Gazi Mustafa Kemal 17 Ocak 1921 de United Telegraph gazetesine verdiği beyanatta “Siyasî, adlî, iktisadî ve malî bağımsızlığımızı imhaya ve sonuç olarak yaşama hakkımızı inkâr ve ortadan kaldırmaya yönelik olan Sevr Antlaşması bizce mevcut değildir” demiştir. Mustafa Kemal şöyle der: “Oysa Türk’ün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir”. Mustafa Kemal ve silah arkadaşları kararlıdır. Öyle ki ya bu millet Anadolu Bozkırında yok olup gidecek, ya da hür ve bağımsız olarak ebediyete kadar varlığını sürdürecektir. Türk Milleti, kendisine inanan ve çareyi milletinde gören Gazi Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının  beklentilerini boşa çıkarmamış, İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da ve en nihayetinde İzmir Körfezinde süngüsüne taktığı bu paçavrayı Akdeniz’in serin sularına gömerek tarihin tozlu raflarına göndermiştir.

Tarihin her döneminde; bu yüce millet, yok oldu, bitti denildiği zamanlarda bile Tuğrul Kuşu misali küllerinden tekrar doğmuştur. Bu yüce millet öyle oğullar ve kızlar yetiştirmiştir ki; en umutsuz zamanlarında bile içinden  bir başbuğ çıkarıp tarihin köşesinden bakan değil, tarih yazan bir millet olduğunu cümle aleme göstermiştir. Tanrı Kut Mete olup iklimlere hükmetmiş, Bumin Kağan olup kavimleri yönetmiş, Attila olup krallara baş eğdirmiş, Kara Otman olup Söğüt yaylasından çıkıp kıtaları fethetmiş, Gazi Mustafa Kemal olup yedi düvele diz çöktürmüş başbuğları ile Türk Milleti dün olduğu gibi bu günde, yarında, ebediyete kadar hür ve bağımsız yaşayacaktır! 94 üncü yılında kara bir leke olarak tarihimize düşülen Sevr notunu asla unutmayacağımızın ve Türk Milletinin süngüsünün ucunda bir paçavra olarak kalacağının bilincindeyiz. Türk Milletinin 94 yıl önceki durumlara düşmesini bekleyen safdillere şunu söylemek istiyorum;

 “Bu memleket tarihte Türktü, halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.“ Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

NEDEN HEDEF ÜLKE TÜRKİYE?

Pek çoğumuzun dilinde pelesenk olmuş bir cümledir bu; “Hedef ülke, Türkiye!” Kimse bu ülkenin neden hedef olduğunu, neden birilerinin ısrarla iştahını kabarttığını merak etmez. Klasik cümledir yani. Oysa elimizin altındaki pek çok kaynağı karıştırmak, bize bu cennet ülkenin neden hedefte olduğunu, neden pek çok dostumuzun (!) iştahını kabarttığını görmemize yetecektir.
           
Elimde Maden Tetkik Arama genel Müdürlüğünün 2013 yılı verileri var. Çok merak eden girip internet adresinden araştırabilir. Türkiye’de mevcut hali hazırda çıkarılmakta, işlenmekte olan ve muhtemel çıkarılabilecek maden rezervleri ile ilgili bir tablo. Neler yok ki? Adını bile duymadığımız madenler var. Ne işe yaradığını bile bilmediğimiz madenler. Mesela Bitümlü Şist, pek çoğumuzun belki de ilk defa okuduğu ve ne olduğu konusunda bir bilgi sahibi olmadığı bir maden türü. Ne işe mi yarar? Sentetik petrol üretmeye yarar denilmiş tanımında. Türkiye’de mevcudu 1.641.381.000 ton olan bu madenden elde edilecek petrol miktarı sizce ne kadar olabilir? 456.395.563 varil! Kaç litre diyorsunuz, hesapladık efendim 72.566.894.394 litre ham petrol demek.
           
Ülkemizin yıllık petrol tüketimi 26 milyon ton. Peki gelişen ve halen gelişimini sürdüren bir ekonomi olarak Türkiye yıllık 26 Milyon tonluk petrol tüketiminin kaçta kaçını öz kaynakları ile karşılıyor derseniz; 3,6 milyon tonunu yıllık üretimi mevcuttur.  Bu miktar Türkiye’nin petrol ihtiyacının %13 üne tekabül eden bir kısmını karşılamaktadır. Türkiye’nin  ilk petrol üretiminin başladığı 1948 yılından 2000 yılına kadar ürettiği ham petrol miktarı 115 milyon tondur. Peki sizce Türkiye’nin 2000 yılı itibariyle petrol rezervleri ne kadardır? 

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (PİGM) verilerine göre, 2000 yılı sonu itibariyle Türkiye’de 852 milyon 145 bin 509 ton (5 milyar 771 milyon 996 bin 919 varil) ispatlanmış, muhtemel ve mümkün ham petrol rezervi (kümülatif üretim düştükten sonra kalan rezerv) var.  Bunun tahmini parasal değeri 127 milyar Amerikan Doları. Varlık içinde yokluk diye buna deniyor işte!
           
İşin bir diğer yönü; uluslararası petrol arayan şirketlerin raporlarına göre Türkiye’de hali hazırda çıkartılabilecek petrol miktarı 46 milyon ton olarak gösterilmekte, mevcutta açıklanan 852 milyon tonluk kısmın çoğunluğunun işlenemeyeceği, bu günün teknolojisi ile çıkartılamayacağı gibi yalanlarla ülke gündeminden petrolü düşürmeye çalışılmaktadır.  Bu çok uluslu şirketler ne hikmetse 30 yıllığına aldıkları petrol arama ruhsatlarının sürelerini hep uzatmaktalar ve başkalarının petrol aramalarına engel olmaktalar. Küçük bir örnek vermek isterim; hatırlarsınız bir zamanlar, çok değil 9 yıl önce 2005 yılında Türkiye Suriye sınırında bulunan mayınlı arazinin mayından arındırılması ve arındırılan arazinin 49 yıllığına işi yapan kişilere yada firmalara kiralanması meselesi vardı. Halkın tepkisi nedeniyle bundan vazgeçilmiş ve ardından TPAO karakol bahçelerinde yaptığı sondajlama ile petrol çıkarmaya başlamıştı. 7 Ağustos 2007 tarihli Hürriyet gazetesinde şöyle bir haber çıkmaktaydı: TPAO Batman Bölge Müdürlüğü, Mardin’in Nusaybin İlçesi’nde Suriye sınırının sıfır noktasında mayınların temizlendiği alanlara açtığı 25 kuyudan 21’inde petrol buldu.Tel örgülerle çevrili ve kırmızı renkli ’mayın’ yazılı levhaların asıldığı ’Çamurlu’, ’Batı Kozluca’ ve ’Sınırtepe’ bölgesinde açılan kuyulardan günde 2 bin 400 varil petrol çıkıyor.  Şimdi anladınız mı vehbinin kerrakesini? Uluslararası petrol şirketleri için Anadolu yani Küçük Asya bakir bir alandır. Bu günün teknolojisi ile bu petrol çıkarılamaz yalanı gün gibi ortadadır. Türkiye sadece enerji yollarından dolayı değil, kaynakları itibariyle hedef ülke durumundadır.
           
Peki ya doğal gaz?  Türkiye’nin yıllık doğal gaz ihtiyacı bu gün itibariyle 46 milyar metre küptür. Bu miktar her geçen sene artmakta, Türkiye milyarlarca dolarlık doğal gazın %58 ini komşusu Rusya’dan, %18 ini İran’dan, %9 unu Cezayir’den, %7 sini Azerbaycan’dan, %3 ünü Nijerya’dan ve kalan %5 ini diğer ülkelerden ve kendi öz kaynakları ile karşılamaktadır. Yukarıda verdiğim rakamlar 2012 yılı rakamlarıdır. Peki Türkiye 2010 yılı itibariyle 725.993.340   metre küp doğal gazı kendi kaynaklarından karşılarken, acaba rezervi ne kadardır sizce? 23 839 226 253  metre küp!
           
Bor madenleri konusunda neredeyse dünyada tek otorite Türkiye. Ancak bunları çıkarması ve işlemesi hayli pahalı. Yada bize pahalı deniyor.  Türkiye’nin Bor madeni rezervi 3.066.300.000 ton. Bu miktar dünyadaki rezervin %70 i. Bor madeninin kullanıldığı alanları saymaya kalkarsam bu köşeye sığması imkansız. Türkiye’deki mevcut rezervin parasal miktarı ne kadar derseniz, 9 Trilyon ABD doları! Bu benim değil uluslar arası madencilik çevrelerinin ön görüsü.
           
Türkiye, sadece  bulunduğu jeopolitik konumundan dolayı değil, aynı zamanda zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarından dolayı da hedefte olan bir ülke. Bu sadece bu güne münhasır bir durum da değil. 1916 senesinde Sykes-Picot, ardından 1918 Mondros ve nihayetinde Sevres anlaşmaları buna en güzel örnektir. Türkiye’de sömürülecek zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarının varlığı, bulunduğu bölgede istikrar unsuru olması, ön Asya’nın kilidinin Türkiye’nin elinde olması onu “Hedef Ülke” konumuna oturtmaktadır.

Türk gençliği Ata’sının devrimlerine ve ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalarak “Hedef Ülke’yi” “Önder Ülke” yapmak zorundadır. Şunu unutmayınız; Türkiye sadece Türkiye’den ibaret değildir! Bu gün dünyanın neresinde bir Türk yaşıyorsa, dünyanın neresinde mazlum bir Müslüman varsa tarihten aldığı sorumluluk gereği Türkiye bu insanlara kucak açmak, yaralarına merhem olmak  zorundadır. Bu nedenle Türk gençliği evvel emirde bağımsızlığını korumak, vatanına ve devletine sahip çıkmak için omuzlarına yüklenen yükün bilincinde olarak, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün  “Türkiye Cumhuriyetinin, özellikle bugünkü gençliğine ve yetişmekte olan çocuklarına hitap ediyorum: Batı senden, Türk'ten çok geriydi. Manada, fikirde, tarihte bu böyleydi. Eğer bugün batı teknikte bir üstünlük gösteriyorsa, ey Türk Çocuğu, o kabahat da senin değil, senden öncekilerin affedilmez ihmalinin bir sonucudur. Şunu da söyleyeyim ki, çok zekisin! .. Bu belli. Fakat zekânı unut! .. Daima çalışkan ol”  sözünü kendine rehber edinmelidir. 

 08 Ağustos 2014

SYKES-PİCOT ‘TAN SEVR’E, SEVR’DEN LOZAN’A


Dünya harp tarihinde hiçbir millet yoktur ki, galip iken mağlup duruma düşsün. Birinci Cihan Harbi sebepleri ve sonuçlarıyla sadece yapıldığı yılları değil, bu günü bile, etkilemiş ve hala da etkilemektedir.

Osmanlı Devleti birinci cihan harbine girerken 25 milyonluk bir nüfusa ve 4.980.000 km² lik bir yüz ölçümüne sahiptir.  Harp başladığında kırk tümen olan asker varlığı harp süresince yaklaşık 300 tümene yani 3 milyon kişiye ulaşmıştır. 7 ana cephede binlerce evladını kaybetmesine rağmen yenilmemiş, ancak müttefikleri teslim olunca mecburen teslim olarak bir nevi idam fermanı olan Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalamıştır. Mondros Antlaşmasının arkası ne padişah, nede düşmandan medet uman mandacıların beklediği gibi olmamış, galiplerin gerçek niyetlerinin ne olduğu 20 Ağustos 1920 de  Fransa'nın başkenti Paris'in 3 km batısındaki Sevr (Sèvres) banliyösünde bulunan Seramik Müzesi'nde (Musée National de Céramique) Osmanlı Delegasyonu önüne konulan 433 maddelik sözde bir barış antlaşması ile ortaya konulmuştur. Tarihe Sevr Antlaşması olarak geçen ve Türk Milletinin ve kahraman ordusunun süngünün ucuna takarak YOK! Saydığı bu antlaşma bir yerde Türk Milletinin yok edilme, tarihten silme hareketidir. Bazılarının iddia ettiği gibi bu antlaşma ile bırakılan birkaç vilayet falan yoktur. Çok değil Sevr Antlaşmasından 4 yıl önce  İngiltere ve Fransa arasında 9 ve 16 Mayıs 1916 tarihleri arasında karşılıklı olarak verilen mektuplarla  Sykes-Picot Anlaşması yapılmıştır. –ki bu antlaşmadan önce 1916 yılı Ocak ayında Şerif Hüseyin-Mc Mahon Anlaşması imzalanmıştır-  Sykes-Picot Anlaşması Osmanlı Devletine son verdiği gibi Türk Milletinin tam anlamıyla ön Asya’dan atılmasını, ön Asya’nın ve Anadolu’nun tüm yer altı ve yer üstü kaynaklarının insanları ile birlikte sömürgeleştirilmesini, kısacası Türk Milletinin idamını öngörmekteydi. Bu antlaşmanın bir ayağı olan Rusların devrim neticesinde çekilmelerin ardından İtalya’nın büyük bir iştahla gruba dahil olmak istediğini görmekteyiz. Öte yandan, İtalya’nın İtilâf Devletleri safında savaşa katılması ve Anadolu’dan ısrarla pay istemesi sonucunda 21 Nisan 1917’de St. Jean De Maurienne’de bu antlaşmaya İtalya devleti de imza koyar.
Ancak anlaşmanın taraflarının evdeki yaptıkları hesap harp meydanlarına uymadı. Türk Ordusu yedi cephede yaptığı kahramanca mücadeleler neticesinde İngiliz, Fransız, İtalyan ve Rus emperyalistlerinin heveslerini kursaklarında bıraktı. Hele ki Rus devrimi yapılan tüm planları suya düşürdü. İşte 10 Ağustos 1920 de Paris kentinin Sevr banliyösünde yapılan antlaşmanın temelinde 1916 senesinde İngiliz ve Fransızlar arasında yapılan bu mutabakatın ruhu yatmaktaydı.

Sevr antlaşmasının 433 maddesinde neler yoktu ki? Anadolu’nun santim santim  paylaşımından tutun da, doğuda ABD başkanı Wilson efendinin hakem sıfatı ile bazı vilayetlerimizi Ermenilere vermesi, azınlıklara  devlet kurma hakkının verilmesi, İzmir’in Osmanlı Devletinde olan egemenlik haklarının 5 yıl süre ile Yunanlılara verilmesi (hazret sanki araba kiralıyor!) beş yılın sonunda plesipit (halk oylaması) ile İzmir ilinin kimde kalacağına oranın halkının karar vermesi, Duyun-u Umumiyenin tekrar teşekkülü, Kapitülasyonların devamı, Türk Boğazlarının uluslar arası komisyona devri, Savaş Suçlularının cezalandırmak için itilaf devletlerine verilmesi, Osmanlı Donanmasının ilgası, zabıta kuvvetleri dahil toplamda 50.700 kişilik bir ordu olması ve ordunun itilaf devletlerince kontrolü gibi maddelerin yanında Türk hukuku ve idari düzeni hemen her alanda Müttefikler tarafından belirlenen kurallara uygun hale getirilecek; sivil deniz ve demiryolu trafiği Müttefik devletler arasında yapılan işbölümü çerçevesinde yönetilecek; iş ve işçi hakları düzenlenecek hükümlerini ilgili devletlerin komisyonlarınca yapılacağı gibi hususlar bulunmaktadır.

Yukarıda yazılı maddeler bakıldığında esir bir ulusa bile dikte ettirilemeyecek kadar ağır, onur kırıcı ve bir o kadar da uygulanması imkansız maddelerdir. Türk Milleti ve onun bağrından çıkarttığı Boz yeleli Bozkurt Gazi Mustafa Kemal ile kahraman Türk Ordusu tarihin çöplüğünde kara bir leke olarak kalacak bu antlaşmayı süngüsüne takarak bir paçavra gibi Akdenizin  serin sularına gömmüştür. Türk ordusu 37.975 şehit, 31.173 gazisi ile Sevr antlaşmasını doğmadan tarihin tozlu raflarına kaldırmıştır.

Lozan antlaşması; dünün galipleri, bu günün mağlupları tarafından genç Türkiye’nin ve zaferinin tanınması anlamını taşımaktadır. Bu günün bazı kalemşörlerinin dediği gibi Lozan asla bir hezimet değildir! Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 şartları göz önüne alınırsa tam bir zaferdir! Düşünün ki; genç nüfusun bittiği, elde eskilerin tabiri ile delik kuruşun bile kalmadığı, bir milletin tüm imkanlarını tükettiği bir ulusal kurtuluş harbinin ardından imzalanan bu antlaşma, öyle basit görülecek, ucuz bir kazınım olarak takdim edilecek bir antlaşma değildir. Bazı vekiller tarafından o günün şartlarında Misak-ı Milli’yi aykırı olduğu savı ile görüşme heyeti eleştirilmiştir. Belki o günün şartlarında bu doğru gibi görülebilir. Ama unutulmaması gereken çok önemli bir husus vardır ki bunu,  TBMM başkanı ve Türkiye Ordusu Başkomutanı Mareşal Gazi Mustafa Kemal,  Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi ve diğer ordu komutanı paşalar daima kendi aralarında istişare etmişler, ordumuzun hiç kesintisiz 11 yıldır (Trablusgarp,Balkan,Cihan ve Kurtuluş Savaşları) savaşmasının neticesinde muharip gücünün neredeyse yüzde sekseninin kaybettiğini ve kalan askeri gücün ülke sınırlarının mevcut durumunu korumak ve kollamak için bile yetersiz kaldığını gördükleri için, gereksiz maceralar yerine  akıllıca davranmayı uygun görmüşlerdir. Bu öngörünün ne kadar doğru ve isabetli olduğu Musul meselesinde çok net bir biçimde ortaya çıkmıştır.

Lozan anlaşması getirdiği kazanımları ile Türkiye’nin Milleti ve Devleti ile uluslar arası camiada var oluşunun kanıtıdır! 91 inci yılında Milletimize ve ülkemize kutlu olsun!

ŞANLI DİRENİŞİN ADI TÜRK MUKAVEMET TEŞKİLATI

Kıbrıs adası   Akdenizin üçüncü en büyük adasıdır. Kuzeyinde 65 km mesafe ile Türkiye, doğusunda 112 km mesafe ile Suriye, 267 km ile İsrail, 162 km ile Lübnan; güneyinde 418 km ile Mısır; kuzeybatısında ise 965 km ile Yunanistan yer almaktadır. Toplam yüzölçümü 9.251 km2 olup, nüfusun  %70 ini Rumlar ve %30 unu Türkler oluşturmaktadır. Bulunduğu konum gereği Kıbrıs adası Ön Asya’da tarih boyunca çok önemli bir yere sahip olmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun 1571 yılında fethine kadar Hitit, Mısır, Fenike, Asur, Makedon, Roma, Bizans, Arap, Haçlı, Tapınak Şovalyeleri,  Luzinyanlar, Ceneviz ve Venedik Cumhuriyetleri tarafından yönetilmiştir.
           
            Doğu Akdenize ve ön Asyaya sahip olmak isteyen bütün devletler bunun ön şartı olarak Kıbrıs adasına sahip olmak gerektiğini bildikleri için bu yalnız ada tarih boyunca savaşların merkezi olmuştur. Elbette bu durum “Üzerinde Güneş Batmayan” Büyük Britanya İmparatorluğu içinde geçerlidir. Kıbrıs adası bulunduğu jeopolitik konum münasebetiyle Büyük Britanya’nın iştahı kabartmakta, fırsat kollanmaktadır. Beklenen fırsat Osmanlı-Rus Savaşı ile ortaya çıkar. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı yada Anadolu’da bilinen adıyla meşhur 93 Harbi Osmanlının mağlubiyeti ile sonuçlanınca Britanya Krallığı Osmanlıya Ruslara karşı yardım bahanesi ile Kıbrıs adasını 4 Haziran 1878 tarihinde bir sözleşme ile 92.799 sterline kiraladı. Sözde ada kiralandı, ama gerçekte tüm yönetim erki atanan İngiliz Komiserindeydi artık. 1914 Yılında 1 inci Cihan Harbi patlak verince de İngiltere Kıbrıs Adasını tek taraflı iltihak etti. 1923 de imzalana Lozan Antlaşmasının 21 inci maddesi gereği adanın iltihakı tanındı. 1925 yılında da Türkiye Cumhuriyeti adada Konsolosluğunu açtı. 1931 Ekim ayından itibaren Rumlar adada  Nikodimos Milanos önderliğinde Yunanistanla birleşmek için Enosis adını verdikleri isyanları başlattılar. İngiltere’nin sert tutumu Rumları bir nebze olsun durdururken, Türk Cemaati de İngilizlerin baskılarından nasibin alıyordu. 1954 yılında Georgios Grivas tarafından kurulan EOKA (Ethniki Organosis Kyprion Agoniston) terör örgütü görünende İngiliz güçlerine karşı eylemler düzenliyor gibi durmasına rağmen, asıl hedefleri Birleşmiş Milletler tarafından ret edilen Self Determinasyon (Ulusların Kendi Geleceğini Belirleme Hakkı) elde etmek için adada bulunan Türklerin baskı ile adadan atılmasıydı. Çünkü daha önce Birleşmiş Milletlere baş vuran Rumlar adada iki toplum bulunduğu gerekçesi ile ret edilmişlerdi. EOKA sadece İnglizlere ve Türklere saldırmıyordu, aynı zamanda AKEL (Kıbrıs Komünist Partisi) mensuplarını da öldürmekteydi. AKEL partisi iki toplumlu bağımsız Kıbrıs Devletinden yanaydı. Bu durum da EOKA ve Grivas’ın hiç hoşuna gitmiyordu.
           
            EOKA'nın Kıbrıslı Türklere yönelik saldırılarına karşılık vermek amacıyla 1956 yılında Volkan örgütü kuruldu. Ardından Kara Çete, 9 Eylül Cephesi ve Doktor Fazıl Küçük’ün kurduğu  Kıbrıs Türk Mukavemet Birliği örgütleri kuruldu. Ancak Kara Çete ve  Kıbrıs Türk Mukavemet Birliği  başarı sağlayamadıklarından güçlerini birleştirmek için Volkan örgütüne katıldılar. Türk Mukavemet Teşkilatı, 23 Kasım 1957 akşamı, Lefkoşa varoşlarında Türkiye Kıbrıs Büyükelçiliği görevlisi Mustafa Kemal Tanrısevdi'nin evinde, Rauf Denktaş,Burhan Nalbantoğlu ve Mustafa Kemal Tanrısevdi tarafından kuruldu. Teşkilat adada bulunan diğer teşkilatlarında katılımı ile resmi kuruluşunu TMT’nin ilk lideri “Ali Conan” kod adlı Yarbay Ali Rıza VURUŞKAN ve beraberindeki dört subayın adaya ayak bastığı  1 Ağustos 1958 olarak kabul eder. TMT’nin komutanın telsiz kodu BOZKURT’tur.   Genelkurmay Özel Harp Dairesi Başkanlığınca; Kıbrıs'ı istirdat projesi kapsamında, Kıbrıs'ta özel Harp Dairesi Subaylarının, Türk Mukavemet Teşkilatı kurulmasında kullandığı teşkilattan şifreli kod isimleri:


Bozkurt : Yarbay Rıza Vuruşkan, Ağrı : Dr. Fazıl Küçük, Toros : Rauf Denktaş
Kurt : Mücahitler, Temizlik kurdu : Eğitimciler Bereket kurdu : Silah ikmalinde çalışanlar
Fal kurdu : İstihbaratçılar Serçe : Tabanca Serçe gagası : Mermi

TMT, Kıbrısa yayılmış şekilde, Sancak denilen sistemle   örgütlenmişti. Sancakların başında bulunan TMT komutanlarına “Sancaktar” deniliyordu. Bütün Kıbrıs’ta 10 sancak bulunmaktaydı: Lefkoşe, Boğaz, Serdarlı, Magosa, Larnaka, Limasol, Baf, Lefke, Erenköy ve Yeşilırmak. Sancaklar da kendi içinde tabur ve bölüklere ayrılıyordu. Sancaktarlar ve tabur komutanları Türkiye’den gönderilen subaylardan oluşuyordu. Sancakların içinde en kuvvetli olanları Lefkoşe, Boğaz ve Serdarlı sancakları idi. Bunlardan Lefkoşe sancağında 4, diğer ikisinde 3 tabur bulunmaktaydı. Bu on sancak Lefkoşe’deki “Bayraktar” a bağlı idi. Kurmay Albay olan Bayraktar iki yılda bir Türkiye’den gönderilirdi. Kıbrıs’taki Türk büyükelçiliğinde idari ateşe göreviyle bulunan ve bu görev altında çalışmalarını gizli olarak yürüten Bayraktarlar, diğer on sancağın liderliğini yapmaktan, Türkiye ile bağlantıyı sağlamaktan ve Lefkoşe’deki atölyede silah üretimini sağlamaktan sorumlu idi. TMT’nin elindeki silahlar Rum teröristlerle karşılaştırıldığında daha güçsüzdü. Av tüfekleri, Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma tüfekler gibi eski ve etkisiz silahların yanında Lefkoşe’deki atölyede üretilen A4 makineli tüfeği ve Sten makineli tabancası gibi silahlar da TMT Mücahitleri tarafından kullanılmaktaydı. 1974 Barış Harekatı öncesinde TMT üyesi 18 bine yakın mücahit bulunmaktaydı. Bunların 9 bini yedekti. Rum güçleri-ki görünende EOKA, ama gerçekte bu günün Rum Milli Muhafız ordusu ve Yunan Ordusunun subayları ve eratı-  Türklerden daha fazlaydı. Rumların ağır silahlara sahip, tank ve top destekli 20 bin kişilik bir ordusu vardı. TMT güçleri ne Rumlar kadar askere ne de silah ve cephaneye sahipti.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin adaya müdahale ettiği 20 Temmuz 1974 sabahına kadar Kıbrıs Türk Cemaatini canını dişine takarak savunan Türk Mukavemet Teşkilatı 1 Ağustos 1976 da Kıbrıs Türk Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığına dönüştürülmüştür. TMT’nin KURTLARI Bayrakların bez parçası, vatanın kuru bir topraktan ibaret olmadığını dünya aleme ilan ve ispat etmişlerdir. Dökülen şehit kanı al bayrağın rengi, Kıbrıs Toprağının şerefi olmuştur!  Bu gün 40 ıncı onur yılını kutladığımız Kıbrıs Türklüğünün Kurtuluş Bayramı sadece bize değil “Yes be Annem!” diyen zihniyete de şunu açık bir şekilde göstermektedir ki; KIBRIS TÜRKTÜR! TÜRK OLARAK KALACAKTIR!

40 ıncı onur yılımızı kutlarken, aziz şehitlerimizi, Kıbrıs davasına ömürlerini adamış Doktor Fazıl KÜÇÜK, Rauf Raif DENKTAŞ, Türkiye Başbakanı Mustafa Bülent ECEVİT, Başbakan Yardımcısı Prof.Dr. Nejmettin ERBAKAN ile  isimlerini hatırlayamadığımız ve bu gün aramızda olmayanları  rahmet,  Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatının kahraman gazilerini minnetle anıyorum. 

 20 Temmuz 2014