11 Ekim 2014 Cumartesi

KİM BUNLAR?


Son günlerin popüler bir örgütü var. Adı Irak ve Şam İslam Devleti veya Irak ve Levant İslam Devleti (Ad-Davla Al-Islāmiyya fi al-'Irāq wa-sh-Shām) ILID, IŞİD gibi kısaltmalarla tanımlanan, sözde İslam adına cihat ettiklerini söyleyen ama en büyük zararı Müslümanlara veren bir terör örgütü. Son iki haftada Türkmen soydaşlarımızı sistematik bir şekilde katlettikleri için Türkiye kamuoyu pür dikkat takip etmekte.  Amaçları Irak ve Levant bölgesinde Halifeliği kurmak diye tanımlanıyor.

Hadi Irak’ı biliyoruz, peki  Levant bölgesi neresi derseniz, burası çok ilginç bir yer. Coğrafi sınırlarına bir bakarsak tarihsel isimleri  Levant veya Bilâdü'ş-Şâm yada Maşrek , Toros Dağları'nın güneyindeki Orta Doğu'da geniş biralanı belirtmekte. Batı'da Akdeniz, güneyde Arabistan Çölü ve Doğu'da Mezopotamya ile sınırlandığını görüyoruz. Şimdi beynimde olmadık şekillerde düşünceler peydah oldu birden. Bunlar eğer dedikleri gibi Hilafeti tekrardan canlandıracaklarsa, tekrar halifeliği bir yönetim biçimi olarak İslam coğrafyasına kabul ettirecekse neden Irak?
Neden Levant? Neden Medine, Mekke, Kahire değil de Levant bölgesi ve Irak? Hedef gösterdiğim falan zannedilmesin. Fikir jimnastiği yapıyorum sadece. Medine ilk İslam devletinin kurulduğu ve Hazreti Muhammed’in vefatından sonra ilk hilafetin tesis edildiği yer. Mekke malum, İslam dininin en kutsal kenti. Kabe’den dolayı “Haram Belde”… Diyeceksiniz ki şimdi neden Kahire? Hatırlarsanız 4 Şubat 1517 de Osmanlı Padişahı 1. Selim (Yavuz) Mısırda bulunan son Abbasi Halifesinden –ki sadece Memluk Sultanlığında dinsel otoritesi bulunan sembolik bir şahsiyet-  hilafeti devir aldığı için Vehhabiler bunu asla kabule etmezler ve hilafetin Kahire’de son bulduğunu hükmederler. Yani onlara göre Hilafet hiçbir zaman Türklere geçmemiştir. Bu nedenle Hilafet 1517 den beri muallaktadır. O halde ILID militanlarının hedefinin buralar olması gerekmez mi? Demek ki perdenin arkasında başka oyunlar sahneye konulmaktadır.

Bunların asıl amacı İslam Halifeliğini tesis etmek falan değil. Asıl amaçları istikrarsız ön Asya, istikrarsız İslam alemi, birilerinin kontrolünde enerji kaynakları. 200 yıl önce yazılan senaryonun  son rötuşlarının yapılması. Değişmesi gereken sınırlar için taşeron olarak kullanılan bir figürandır ILID yada IŞİD. Irak ve Levant bölgesini göz önüne getirince aklıma birden başka haritalar da geldi. Yok! Dedim, olmaz, olamaz bu yanlış bir düşünce, amacı İslam Hilafetini tekrardan canlandırmak olan mücahitler(!) birilerine hizmet etmez dedim. Ama neylersin ki beynimin bir
yanı hep fitne fücur, iyi düşün demekte. Arz-ı Mevdud ile  Irak ve Levant… Hele birde geçen gün Türkiye’yi cihat bölgesi ilan etti ya bunlar. Gel de kötü kötü düşünme! Arz-ı mevdud yani vaat edilmiş topraklar. Neresi mi? Tevrata kulak verelim. ''Ayak tabanınızın basacağı her yer sizin olacak; sınırınız çölden ve Libran'dan Irmak'tan,Fırat Irmağı'ndan garp denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak Allah'ınız RAB,size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak bastığınız bütün diyar üzerine koyacaktır.''(Tesniye BAB:11 Ayet-24-25 Sy:189)
Vaat Edilmiş Topraklar(Arz-ı Mev'ud)'ın sınırları Muharref Tevrat'a göre tam kesin değildir.Bu fikre inan Yahudilere göre vaat edilmiş topraklar (Arz-ı Mev'ud) büyük Siyon Devleti kurulana kadar genişleyecektir. Bazı Yahudiler'e göre vaat edilmiş topraklar(Arz-ı Mev'ud)'ın sınırı şu anki İsrail'in sınırıdır. İkinci gündeme gelen sınır,Nil Nehri'nden Fırat Nehri'ne uzanan topraklardır.Üçüncü gündeme gelen sınır özellikle Siyonizm'in kurucusu Theodor Herlz'in iddia ettiği bu sınır Trabzon limanından İskenderun limanına,Kapadokya dağlarını da içine alan sınırdır.(Bakü-Ceyhan boru hattının sınırı) Dördüncüsü Trabzon limanından İzmir limanına kadar olan bölgeyi içerisine alan
bölgedir.Beşincisi en doğrusu ve en geçerlisidir bu da tüm Siyonist Yahudiler'in gizledikleri ve gerçekleşmesi için ölümüne mücadele ettikleri sınırdır.Tüm siyonistler tarafından bilinen ama zamanı gelmediği için açıklamadıkları,zaman zaman dile getirilen sınırdır.Siyonizm akımının gerçek hedefidir.Hedef Siyon'da kurulacak ve tüm dünya topraklarını kapsayacak büyük Siyon Devleti'dir. Yok canım ben gene iyi düşüneyim. Art niyetli olmayayım. Bana kimse kalkıp da bu teröristlerin cihat yaptıklarını, İslam için savaştıklarını söylemesin. Adamların niyeti (ayak takımının değil) belli. Bir yerlere hizmet ediyorlar. Vatikan açıklama yapıyor; IŞİD militanları Irak ve Suriye’de hiçbir Hristiyan insana yada kiliseye zarar vermemiştir diye. Tek bir Yahudi (Musevi) şahısa yada ibadet
yerine (Havra, Sinegog) saldırı yok. Bakınız yazdıklarım yanlış anlaşılmasın; ben mensup olduğum dinin gereği “ Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır. (Maide Suresi, 32)” katkısız bir şekilde inanan bir insanım. Kimseyi hedef göstermek, yada bu neden böyle oldu demek gibi bir amacım yok. Ama şunu diyorum; bu katiller madem cihat
ediyorlar, neden hep Müslümanlar katlediliyor? Neden hep Türkmenler katlediliyor? Yoksa başka niyetler mi var bunun arlında? Yoksa Ön Asyaya yerleşmeye çalışanların önünde en büyük engel yine Türkler mi? Yüz yıl önce itina ile sahneye konulan ama Gök Yeleli Bozkurt Mustafa Kemal ve dava arkadaşları nedeniyle akamete uğrayan senaryo tekrar mı sahneleniyor? Bunların çok ince bir şekilde düşünülmesi gerekiyor.

Bir asker dostum bana şunu dedi; “Musul gibi 2 milyon nüfuslu bir kenti 10-15 bin kişilik bir militan grupla ele geçirmek imkansızdır. Bu toplasan 3 tugay eder. Ki ellerinde ki silahlarda belli. Bunlara asıl yardım eden uyuyan hücre tabir ettiğimiz yerel milisler. Bunlar şehrin ana kapılarına dayanınca içerdekiler elektrik ve haberleşme ile ulaşım yollarını patlatarak paniğe neden olmakta, insanları can kaygısına düşürtüp şehirde kaos yaratarak gelenlere şehri teslim etmekteler. Asıl düşündürücü olan bu uyuyan hücrelerden kimsenin haberi olmaması! Hadi Irak Merkezi Hükümetinin yoktu, Peşmergenin yoktu, ya ABD? Bu üç beş günde oluşturulabilecek bir oluşum değil. İsrail devletinin ön Asyanın bu bölgesi için özel ilgisinin olduğu, Mossad’ın Musul, Kerkük, Telafer, Şam ve Halebi üs olarak kullandığı gerçeğinin de göz önüne alırsak ne demek istediğim çok iyi anlaşılır.”  Görünende farklı bir gerilla metodu gibi olsa da gerçekte çok iyi bir örgütlenme biçimi. Yani bildik anarşist bir yapılanma değil. Bir yerde düzenli bir ordu örgütlenmesi mevcut.

Bir diğer mesele “Selefiye” olduklarını söylüyorlar, yani bu günkü manada Vahhabiler! Ehli Sünnet Velcemaat olduklarını beyan etmelerine rağmen, İslamın akıl ve kıyas gibi önemli konularını ret etmekteler. Selefi gelenek hadisçilerin temsil ettiği bir ekol olması, katı nakilci tavrı,  aklı  öncelemekten  kaçınması, kıyas ve rey gibi metodlara itîbar etmemesi ile farklılaşır. Bütün bunları bir araya getirince nedense aklıma 1989 da Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmelerinden sonra ortaya çıkan Taliban örgütlenmesi geldi. Metot aynı, figürler aynı ama figüranlar ve coğrafya farklı! Taliban dünya uyuşturucu ticaretinin ham madde olarak yarıdan fazlasını elinde tutmakta. Şu anda ki fiili durumda da ILID ön Asya petrollerinin vanalarını tutmak için savaşmakta. Taliban Afganista’nın işgali için sebepti, ILID Irak ve Suriye için sebep olabilir mi? Kim bilir bekleyip
göreceğiz.

Bildiğimiz en önemli gerçek bu adamların samimi Müslümanlar olmadıkları, en büyük cinayetleri ne hikmetse hep Müslümanları katlederek yaptıkları gerçeği. Ön Asya yüzyıllar boyu en büyük savaşların merkezi olmuştur. Tarihsel olarak ilk kurulan medeniyetlerin hep bu bölgede yeşermesi, verimli toprakları, zengin yer altı ve yer üstü kaynakları kıyamete kadar bu bölgenin gene durulmayacağını gösteriyor. Bize düşen karşımızdaki düşmanı çok iyi tanımak ve tedbirimizi ona göre almaktır. Karşımızdaki düşman birkaç eli kanlı terörist değildir. Çok iyi organize olmuş,  ne istediğini bilen, istediğini verseniz bile doyuramayacağınız bir düşmanlar güruhu var karşımızda. O
nedenle Türk Gençliği kendisine ebedi rehber olan  Başbuğ Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ilke ve devrimlerine sahip çıkmalı ve uyanık bulunmalıdır.  

 24 Haziran 2014


DESTANSI BİR HAYAT MUSA KAZIM KARABEKİR

Konya Vilayeti Larende (Karaman) Kazasına Bağlı Gaffar Abad (Gaferiyad, Gaffiriyet, Gefr-İyad, Kasaba şimdiki adı Karaman ili Kazım Karabekir ilçesi) eşrafından Zaptiye Alaybeyi (Jandarma Paşası)  Mehmet Emin Beyin oğlu olan ve 23 Temmuz 1882 de İstanbul’da doğan Musa Kazım Karabekir, Fatih Askeri Rüştüyesi (ortaokul) ve Kuleli Askeri İdadisi (lise) ardından   1902 senesinde Harbiye Mektebinden (Harp Okulu), 1905 senesinde Mekteb-i Erkan-ı  Harbiyeden (Harp Akademileri) mezun olmuştur. Ömrü o zamanın gereği her Türk subayı gibi cephelerde geçmiş, adeta harp meydanları ile izdivaç etmiş bir askerdir. 1924 senesinde 42 yaşındayken Aydın eşrafından Cemal Beyin kızı İclal hanım ile evlenmiştir. Musa Kazım Karabekir Paşa mükemmeliyetçiliği, aldığı cesur kararları, uygulama becerisi ve Türk Milletine olan inancı ile adeta destanlaşan bir hayat sürmüştür.

            Kazım Karabekir paşa cesur bir asker olmanın yanı sıra, mantıklı bir kurmay subayı ve dahi sayılabilecek derecede müthiş bir stratejisttir. 1914 senesinde görevli bulunduğu Paris’ten İstanbul’a döndüğünde yaklaşmakta olan büyük dünya savaşını görmüş,  İstanbul ve Çanakkale boğazlarının savunmalarının güçlendirilmesi, boğazlar da bulunan kuvvetlerin yeni destek kuvvetlerle güçlendirilerek savaştan mümkün olduğunca kaçınılması gerektiğini yakın çevresine ve üst komutanlarına söylemekteydi. Belki kaderin oyunu, belki de hasta adamın mukadderatı, Enver, Talat ve Cemal paşaların adeta Osmanlının ipini çekmek anlamına gelen ve neredeyse ülkede genç nüfus bırakmayan Cihan harbine giriş kararı akabinde Kazım Karabekir Paşayı İran harekatında, ardından Basra Valiliği ile Irak Mürettep Kuvvetler Komutanlığı görevlerinde görmekteyiz. 6 Mart 1915 tarihinde İstanbul’a gelen paşa 14 üncü Tümen Komutanı olarak Gelibolu’ya gider. Seddülbahir ve Kereviz Dere bölgelerinde 26 Ekim 1915’e kadar gösterdiği dahiyane sevk ve idare neticesinde karşısında ki düşman kuvvetlerini adeta sahile çiviler. 26 Ekim 1915 de İstanbul’da 1. Ordu Kurmay Başkanlığına atanır. Ardından 26 Nisan 1916 da   6 ıcı ordu kurmay başkanı olarak Irak’a gönderilir. Kut savaşında gösterdiği başarılar Onun halk arasında “Kuttul Amare Fatihi” olarak anılmasına neden olacaktır.

Lütfen buraya dikkat ediniz; Kazım Karabekir paşa birilerinin iddia ettiği gibi o sırada Anadolu’da bile değildir!  Ermeni Diasporasının dediği gibi ne Anadolu’da, ne de Suriye’de değildir ve Kut çölünde İngilizlerle çarpışmaktadır!  Şimdi burada bir nefes alalım; Paşamız eğer o tarihte Kuttul Amara’da ise neden Ermeniler Kazım Karabekir’e düşmanlık edip, onun hakkında olur olmaz iftiralarda bulunurlar? Nereden gelir Paşaya bu kin ve düşmanlık?  Hakikatte Kazım Karabekir paşa Anadolu’ya Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşa ile becayiş yaparak 2 inci kolordu komutanı olarak 1917 senesinin Şubat ayında gider.  Van ilinde ilk yaptığı iş Müslüman Türk ahaliye kan kusturan Ermeni Hınçak çetelerini dağıtmak olmuştur. Karabekir Paşa bu konuda hiçbir müsamaha göstermemiş, silahlı Ermeni çeteleri dağıtmak, yakalayıp adalete teslim etmek konusunda tavizsiz bir gayret göstermiştir. Şimdi anladın mı sevgili okur; birilerinin ısrarla neden Kazım Karabekir Paşayı düşman olarak görüp, ona kin beslemesinin nedenini? 2 Mart 1919 da 15 inci kolordu kumandanlığı görevine atamasını yaptırtan (Dikkat ediniz; atanmadı, atanmasını sağladı!) Kazım Karabekir Paşa bizzat Mustafa Kemal Paşa ile temasa geçmiş, kendisinden Mustafa Kemal Paşanın tutuklanarak gönderilmesini isteyen İstanbul Hükümetine karşı gelerek bizzat Mustafa Kemal Paşaya “Ben ve kolordum emrinizdedir Paşam! “ diyerek adeta Türk Milli Kurtuluş hareketinin fitilini ateşlemiştir.

Kazım Karabekir Paşa, özellikle Erzurum ve çevresinde yetim kalmış 2 bini kız 6 bin çocuğu himayesine alarak “Gürbüzler Ordusunu” kurmuş, bir muharip olmanın yanında merhametli bir insan olduğunu da göstermiştir.
Son zamanlarda bir vilayetin şehri emini seçileni der ki; “Kazım Karabekir’in adının verildiği sokak isimleri değiştirilecek, Kazım Karabekir hem Kürtler hem de Ermeniler'in hafızalarında iyi yer tutmamaktadır.” der. Der demesine de, bizde deriz ki “Sen nerenin şehreminisin? Türkiye Cumhuriyetinin bir kentinin mi? Yoksa Ermeni kentinin mi?” Senin hafızalarında iyi yer tutmuyor  dediğin ve bin yıldır bu topraklarda Türkler ile koyun koyuna kefensiz şekilde yatan Kürtler, eğer Karabekir Paşa Şark Cephesi Kumandanı olmasaydı acaba senin şehremini olduğun kentte olacaklar mıydı? Sana bir tek şey diyeceğim ey belediye başkanı beyefendi; lütfen Ağn Merkez Hıdır Köyü, Ağn Merkez Yekmal Çukurçayır Köyü, Taşlıçay İlçesi Gerger Geçitalan Köyü, Yücekapı Hanzır Eleşkirt, Patnos İlçesi Koçaklar Marmus Köyü, Patnos İlçesi Köseler Kosa Köylerine bir kere git ve Kazım Karabekir Paşaya bir daha laf et!

            Birileri cennet mekan Kazım Karabekir Paşamız üzerinden şöhret olmak, birilerine yaranmak gayesinde olabilir, Türk Milleti bağrından çıkardığı Larendeli bu yiğit paşasını asla ve kat’a unutmayacaktır!
05 Haziran 2014

18 MART'TAN 19 MAYIS'A GİDEN YOL

Enver Paşanın  yeniden Osmanlıyı diriltme adına girdiği ve sonu hiçte iyi bitmeyen bir macera. 1683 yılından beri tam 236 sene boyunca  cephelerde bitme noktasına gelmiş bir millet.  18-35 yaşa arası erkek nüfusunun yok denecek kadar azaldığı, ülkenin her türlü ekonomik yükünün   kadınların, çocukların ve yaşlı, savaşamayacak derecede malul kalan az sayıda erkeğin sırtında olan bir devlet.

Sadece tek bir yerde değil 8 ayrı cephede varını yoğunu ortaya koyan bir millet. Kafkasya , Çanakkale , Sina ve Filistin , Hicaz - Yemen, Irak, İran , Galiçya ve  Makedonya Cephelerinde  2 Milyon 998 bin 321 askerinin -ki bunun yaklaşık olarak 2 Milyon 500 bini seferberlik neticesinde silah altına alınan ihtiyat ve gerçekte askerlik çağına bile gelmemiş gönüllülerden oluşmaktadır.- 325 bini şehit, 400 bini yaralı ve 1 milyon 500 bini esir ve kayıp olan birmillet. 5 Milyon kilometrekarelik bir devlet sınırından, küçücük bir kara parçasına sığdırılmaya çalışılan, tabiri caizse yaşam hakkı bile tanınmayan bir millet. Cephelerde kanının son damlasına kadar kazandığı zaferleri masa başında hezimete uğrayan bir millet.

18 Mart, aslında sadece boğaz harbinin kazanıldığı zafer değildir. Görünende belki İngiliz, Fransız ve bunların sömürge ordularının hezimeti gibi görünen Çanakkale boğaz muharebeleri bir yerde Türklük bilincinin zirve yaptığı, Osmanlının Ümmet felsefesinin çöküşünün tescillendiği bir harptir. Padişahın İslam Halifesi sıfatıyla Cihad-ı Ekber ilan etmesi ve buna Osmanlı tebaası Müslüman Türklerin haricinde diğer Müslüman unsurların pek kulak asmaması “Ümmet” felsefesine dayalı Osmanlı birliğinin bitişinin ilanı olmuştur. Osmanlı Erkan-ı Harbiyesi Çanakkale’de elde edilen bu başarının temelinde yükselen Türk Milliyetçiliğini görmüş, aynı ruhun diğer cephelerde ve özellikle
Kafkasya Cephesinde canlı tutulması için elinden gelen gayreti göstermiştir. Enver Paşanın harbin hemen arkasından Kafkasya’ya gitmesinin en önemli nedeni bu ruhtur. Çanakkale boğaz harbi Türk Milletinin “Millet” bilincinin zirve noktasıdır. Ancak unutulmaması gereken bir diğer mesele, genç Türk subaylarının orduya aşıladığı Türk Milliyetçiliği Ruhudur ki bunu bir yerde Türkiye Cumhuriyetinin temel harcıdır diyebilirim. 18 Mart ruhu tek başına belki çok şey ifade etmeyebilir. Ama şu bir gerçektir ki; Türk Milleti 18 Martın arkasından gelen 30 Ekim 1918  Mondros Ateşkesinin bir yerde kendi idam fermanı olduğunu, iktidara ehil olmayan birkaç maceraperestin
imparatorluğun parlak günlerini geri getirmek sevdası ile  milletin ipini çektiğini  dehşet içinde görmüştür.

Gazi Mustafa Kemal Türk Milletinin esareti kabul etmeyeceğini, edemeyeceğini yakinen bilen bir askerdi. Çanakkale’de yapılan savaşın Bab-ı Âli’de nasıl göründüğünden ziyade, askerin bu harbi milletin ölüm-kalım meselesi olarak gördüğünü çok iyi biliyordu. Aslında Mustafa Kemal’i memleketin kurtuluşu ve milletin istiklaline kavuşacağına olan inancı Türk Milletine duyduğu güvenden ileri geliyordu. Ordunun olmayışı, silahların depolarda tutulmaları, bırakınız düzenli orduyu, bir müfrezeyi bile donatacak para bulunmayışı O’nun şevkini kıracak mevzular değildi. Çünkü o milletine inanıyordu. Çünkü O milletini Trablusgarp’ta, Çanakkale’de, Kafkas cephesinde
görmüştü. Milletin bekası mevzu olunca Türk askerinin ateşe koşan kelebekler misali ölüme koşmaktan çekinmediğini çok iyi görmüş ve öğrenmişti. O ruhtur ki Çanakkale’de ““Size ben taarruzu emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. biz ölünceye dek geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve komutanlar gelebilirler." demekte ve Türk askerini ölüm kusan makinaların karşısında adeta çelik bir duvar gibi dikmektedir.  İşte bu nedenledir ki Mustafa Kemal Paşa milletine olan inancı ile atılmıştır bu geri dönüşsüz yola! İşte buna biz önderin milletine inanması, milletin önderin ardından gitmesi yani MİLLİ İRADE diyoruz! Öyle olmasaydı, yani Gazi Mustafa
Kemal milletine inanmasaydı, milletin bağımsızlığa olan inancına güvenmeseydi sanırım ki Anadolu’ya geçemez, o günkü pek çok münevverin yaptığı gibi memleketin kurtuluşunu mandalarda arardı. Gazi Mustafa Kemal’i ATATÜRK eden bu engin görüşleri ve milletini tanıması olmuştur. Türk Milletini 19 Mayıs’tan 23 Nisan’a, 30 Ağustos’tan 29 Ekim’e götüren ruhta 18 Mart olmuştur.

19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basan ulu önder Mustafa Kemal ATATÜRK ve aziz dava arkadaşları ile şehitlerimizi saygı ile anarken, 95 inci onur yılının milletimize kutlu olmasını dilerim.




19 Mayıs 2014

KATİL KÖMÜR

İlk olarak 1983 senesinde duymuştum. Siyah beyaz televizyonumuzda TRT haberini sunan haberci Zonguldak ili Ereğli ilçesi Armutçuk mevkiinde bulunan kömür madeninde grizu patlaması sonucu 103 işçinin öldüğünü söylüyordu. 7 Mart 1983 tarihi pek çok kişi için yaşanmamış bir tarih olarak kaldı. Bende ise ömrümde ilk defa duyduğum grizu teriminin ne olduğu merakıyla. İlkokula gidiyordum ve o sene köyümün okulundan kasabadaki orta okula gidecektim. Cennet mekanı olsun öğretmenim Ramazan KILINÇ’a (kaderin çok garip bir cilvesi 2002 yılında onu Burdur’da kömür zehirlenmesinden kaybedecektik.) grizunun ne olduğunu sordum. Bana Meydan Larousse ansiklopedisini verdi ve bu konuda okul gazetesi için yazı hazırlamamı söyledi.  Sabaha kadar kargacık burgacık yazımla, Milliyet gazetesinin 8 Mart tarihli kupürünü keserek bir yazı hazırlamıştım. Yazımın başlığı da KATİL KÖMÜR’dü… 

Aslında Grizu %10-15 oranında metan gazı ile havanın birleşmesi neticesinde ortaya çıkan bir gaz.  Dünya madencilik çevrelerinde geçerli tehlike oranı %1. Eğer içerdeki (maden galerisindeki) grizu oranı %1 in üzerine çıkarsa derhal tüm madenin tahliye edilmesi gerekiyor. Ya edilmezse? İşte o zaman sinsi düşman devreye giriyor. Çocuklar yetim, analar gözü yaşlı, babalar evlatsız, gelinler dul kalıyor. 1993 yılında Zonguldak ilimize gittiğimde yanımdaki arkadaşım; “En fazla dul ve yetim Zonguldak’tadır. Bu il kadar kara yazgılı bir vilayet daha yoktur!” demişti. Haklıydı, çünkü bir yıl önce  3 Mart 1992’de Zonguldak Kozlu kömür ocağında yaşanan felaket nedeniyle 263 madencimiz şehit olmuştu.  Ne zaman kömür alsam –başka bir şansımızda yok hali hazırda- aklıma hep rahmetli öğretmenim Ramazan KILINÇ ve 1983 deki Grizu patlaması gelir.

Sadece ülkemizde 1983 senesinden beri olan ölümlü  kömür madenleri kazalarını şöyle bir hatırlayalım:

- 7 Mart 1983- Zonguldak Ereğli Armutçuk'ta grizu patlaması (103 ölü)

- 10 Nisan 1983- Zonguldak Kozlu'da grizu patlaması (10 ölü)

- 31 Ocak 1987- Zongudak Kozlu'da göçük (8 ölü)

- 31 Ocak 1990- Bartın Amasra'da grizu patlaması (5 ölü)

-7 Şubat 1990- Amasya Yeni Çeltik'te grizu patlaması (68 ölü)

- 3 Mart 1992- Zonguldak Kozlu'da grizu patlaması (263 ölü)

- 26 Mart 1995- Yozgat Sorgun'da grizu patlaması (37 ölü)

- 22 Kasım 2003- Karaman Ermenek'te grizu patlaması (10 ölü)

- 8 Eylül 2004- Kastamonu Küre'de yangın (19 ölü)

- 2 Haziran 2006- Balıkesir Dursunbey'de grizu patlaması (17 ölü)

- 10 Aralık 2009- Bursa'nın Mustafakemalpaşa ilçesinde grizu patlaması (19 ölü)

- 17 Mayıs 2010- Zonguldak'ta grizu patlaması (30 ölü)

- 8 Ocak 2013- Zonguldak Kozlu'da grizu patlaması (8 ölü)

-13 Mayıs 2014 Manisa Soma 305



Şu ana kadar toplam ölüm 902, süre gelen sakatlık ve yaralanma sayılarının resmi olarak istatistiği bile yok! Hadi bedensel yaralar iyileşti, ya ruhsal yaralar? Yetim kalan çocukların, evladını kömüre kurban veren anaların, babaların, erini, evinin direğini yitiren gelinlerin ruhunda açılan yaralar? Bunların istatistiğini tutan var mı? Gözünü dünyalık hırsı bürümüş, yitirilen canların değil 250 bin Amerikan dolarının hesabını yapanlar bu istatistiği tuttular mı acaba? Almanya Fedaral Cumhuriyeti  dünyanın en büyük kömür rezervlerine sahip ve üretimde dünya birincisi.
Kırk yıl boyunca meydana gelen kömür madeni kazalarında ölüm sıfır! Ayrıca son yasa değişikliyle birlikte 2018 yılına kadar tüm maden ocaklarının kapatılması isteniyor. Bunun istenmesinin nedeni de  1 Ekim 2013'te karbon dioksit gazı sızıntısı sonucu 3 YAZIYLA ÜÇ işçi ölümü.  Elbette Türkiye’nin kömüre ve kömürden üretilen enerjiye ihtiyacı var, ama yerin altında ekmek parası için çırpınan gencecik vatan evlatlarının da 250 bin Amerikan doları ederindeki yaşam odalarına, 90 liralık erken uyarı ve gaz sensörlerine daha çok ihtiyacı var!

            Acımız çok büyük. Bu acı sadece bizi değil, dünya üzerinde ne kadar ırkdaşımız varsa onlarıda çok derinden yaraladı. Azerbaycan Bakü’den arayan bir kardeşim bana “Koskoca Türkiye Cumhuriyeti böyle kazaları yaşamaya mahkum değil, lütfen biraz daha dikkat edilsin. Sizin acınız bizim acımız, başımız sağ olsun!” derken inanın ağlıyordu. Bişkek’ten bizzat mesaj çeken kardeşlerim “Zatınızda Türk milletinin başı sağ olsun!”  dediler. Bu olayın son olmasını diliyorum. Lütfen sayın iş adamları, kârınızın çok değil %10 unu ayırarak Şili’de ki gibi yaşam odaları oluşturunuz. Bunun için kanuni zorunluluk yok diyerek kaçmanızı gerektirecek bir durum söz konusu değil.
Bu dünyadaki en değerli şey insan hayatıdır. Lütfen, çocuklarımız yetim kalmasın, analar, babalar evlat diye bağrına taş basmasın, gelinlerimiz elleri kınalı kalmasın!

Allah şehitlerimize rahmet, kalanlara ve aziz milletimize sabırlar versin. Allah ülkemize ve milletimize bir daha böyle felaketler yaşatmasın. 17 Mayıs 2014


SON ŞAFAK: ÇANAKKALE!

Dünya tarihinde pek az savaş sebepleri ve sonuçları ile tarihi derinden etkilemiştir. İnsanlık tarihinin yazılı olan 6 bin senelik kısmının sadece 50 yılı savaşsız geçmiştir. Tarihin tozlu sayfalarını karıştırdıkça sudan nedenlerle pek çok savaşın olduğunu görürüz. Hiç şüphesiz savaşın haklı bir tarafı yoktur. Kendi hemcinsini acımasızca katleden insanoğlu bazen bir avuç toprak, bazen ganimet ve bazen inanç yüzünden yüzyıllar boyu birbirini boğazlamıştır. Dünya harp tarihinde dediğimiz gibi pek az savaş sonuçları itibariyle tarihi etkilemiştir. Mesela Maraton savaşları. Avrupa Hun İmparatorluğu ve Roma arasında yapılan savaşlar. İslam Peygamberi Hazreti Muhammed’in Bedir savaşı. Haçlı seferleri, Cengiz ordularının batı seferleri, İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesi. Yukarıda saydığımız bütün savaşların ortak özellikleri sonuçları itibariyle tarihin akışını değiştirmeleridir. Her birisinin sonucunda tarih başka bir mecraya doğru akmış, seyrini değiştirmiştir.

Çanakkale kara ve deniz savaşlarının en önemli özelliği, tarihin akışını tümden değiştirmesi ve savaşın korkunç yüzüne rağmen Türk askerinin gösterdiği yüksek karakter ve seciye örneğinin tarihe altın harflerle yazılmasıdır. Kimse kusura bakmasın; Çanakkale’de öyle zannedildiği gibi son şövalye ruhlu savaş olmadı! Bir tarafta yaralı düşman askerlerine bile kendi sargı bezini atan, kendi yarasını bırakıp düşmanının yarasını saran, yanlışlıkla bir Kızılhaç Katırına şarapnel isabet etti diye özür dileyen Türk askeri, öbür yanda kimyasal silah kullanmaktan çekinmeyen, en büyük sargı yerimizi bombalayan ve orada yarası sarılan kendi askerinin bile kanına girmekten çekinmeyen İngiliz, Fransız barbarlığı…

Fransız General Guro hatıratında şundan bahsetmektedir:

“Hiç unutmam. Biraz evvel doğa çevremizde en nefis güzellikteydi. Su çiçekleri, papatyalar, peygamber çiçekleri, leylaklar bir gökkuşağı âlemi yaratıyordu. Ve şimdi, savaş sahasında dövüş bitmiş, o güzelim tablo: kan revan içindeydi. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutmayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeri kendi gömleğini yırtmış, onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile bir konuşma yaptık.

'Niçin öldürmek istediğin askere şimdi yardım ediyorsun?'

Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:

'Bu Fransız yaralanınca yanıma düştü. Cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi! Anlamadım!... Ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise
kimsem yok! İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün!...'

Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı! O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımın donduğunu hissettim! Çünkü, Türk askerinin göğsünde, bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yarayı bir tutam ot tıkamıştı! Az sonra ikisi de öldüler!”

Hemen itiraz seslerini duyar gibiyim; bunlar nereden çıktı, Çanakkale son şövalye ruhlu savaş değil miydi? Anzaklar bizimkilere iyi davranmadı mı? İngilizler medeni değil miydi? Fransızlar nazik değiller miydi? Kusura bakmayın sevgili dostlar, size yutturulmaya çalışılanın çok, hem de çok ötesinde cereyan etti Çanakkale Boğaz Harbi! Anzak askerlerinin Çanakkale’ye gelirken zaten beyinleri yıkanarak getiriliyordu. Medeni(!) İngiliz subayları Anzaklara Türklerin çok vahşi, barbar olduklarını ve hatta kadınlara tecavüz ettiklerini, Türk askerinin savaş esirlerine çok kötü davrandığını ve topluca öldürdüklerini söylüyorlardı. Bundan dolayı Anzak askerlerinin pek çoğunun yüzüklerinin altında zehir taşıdıkları bir gerçektir. Atina ve Selanik mahreçli haberlerde Türklerin zehirli gaz kullandıkları, yaralıları bile öldürdükleri, vahşi ve barbar oldukları Avustralya ve Yeni Zelanda gazetelerinde çarşaf çarşaf yayınlanırken, kusura bakmayın ama Anzaklar Çanakkale’ye tatile gelmiyorlardı! Oysa bu yalan yanlış haberleri bizzat kendileri Londra gazetelerinde yalanlıyordu: "Hastaneye ateş edilmiyor, zehirli gaz kullanılmıyor. Triumph (savaş gemisi) isabet alıp batmaya başlayınca, tekrar ateş edilmiyor. Türk ikili oynamıyor. Bunun aksini iddia edenler Gelibolu'ya değil, en çok Mısır'a kadar gelenlerdir." "Şu ana kadar bu cephede Türklerin savaş yöntemlerinin hakça olduğunu kabul etmek dürüstlük gereğidir. Türklerle Avustralyalılar arasındaki savaş mertçeydi ve sonuna kadar öyle olacağını umuyoruz. Bu savaştan önce Türk'ü hor görüyorduk. Artık öyle bir şey söz konusu değil."

Ya Fransızlar? Onlar her halde boğaza yığdıkları gariban Senegalli Müslüman askerlere dört başı mamur bir Çanakkale tatili vaat etmemişlerdi. İngiliz ve Fransız subayları Hintli ve Senegalli Müslümanları “Halifenizi Almanlar kaçırdı, biz onu kurtarmaya gidiyoruz. Karşımızda savaştığımız Almanlardır.” Diyerek kandırmışlar ve ilk etapta Türk askerinin karşısına bu zavallıları sürmüşlerdi. Amma büyük bir şövalye ruhu!

Anzak askerleri Çanakkale Boğaz savaşları neticesinde “Ulus” kavramını öğrenmişler, İngilizler tarafından kandırıldıklarını görmüşlerdir. Çanakkale savaşlarının en önemli sonucu, topraklarında güneşin batmadığı Büyük Britanya İmparatorluğunun tepe taklak oluşudur. Pek çok dominyonları ulus olmanın bilincine varmışlar, teker teker İngiliz sömürgeciliğinin zincirlerinden kurtulmuşlardır. Rusya İmparatorluğunun yıkılışı, Fransız sömürgeciliğinin bitme noktasına gelmesi, Afrika ve Asya’da pek çok mazlum milletin bağımsızlıklarını kazanmaları hep Çanakkale Boğaz Harbinin sonuçlarıdır. Bu nedenle Çanakkale savaşları esir milletlerin özgürlük önündeki “SON ŞAFAKLARDIR!”

Türk milleti 99 yıl önce kanla yazılan bu destanı ebediyete kadar unutmayacaktır. Bu gün Türkiye semalarında ay yıldızlı al bayrak dalgalanıyorsa bu 99 yıl önce yakılan ateşin bir tezahürdür.

Benim Çanakkale’de iki şehidim yatıyor. Birisi babamın dayısı Konya vilayeti Tefenni kazası Türk köyünden Hırca Ömer oğlu 1315’li Mehmet, diğeri de anamın amcası Konya Vilayeti Tefenni kazası Kozağacı köyünden Tan Süleyman oğlu 1314’lü İbrahim. Onlar tıpkı diğer yaşıtları gibi mukaddes vatan toprağını namus bilerek daha çocuk yaşta şehadet şerbetini içtiler. Allah bu vatan için kanlarını döken, bu millet için bir gonca gül misali kara topraklara düşen bütün şehitlerimizin, gazilerimizin, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve şerefli Türk zabitlerinin yattıkları vatan topraklarını nur, mekânlarını cennet eylesin.