24 Ekim 2014 Cuma

SİNSİ DÜŞMAN : KÜLTÜR EMPERYALİZMİ

Bir müzisyen zatın sosyal paylaşım ağındaki sayfasında paylaştığı cura resminin altında yazan sözleri okudum bu gün. Takipçisi olan bir zat cura isimli müzik aletinin Yunanlılar tarafından benimseneceğini, hatta bu gavurların isminide Curalis konabileceğini söylemekte latife babında. Resmin sahibi olan kişinin cevabı evlere şenlik! “Cura bizim değil, müzik evrenseldir. Yunanlılar gavur değil, bizim kardeşlerimiz.” Tamam, kardeşlerin olabilir. Hatta şunu diyorum, öz kardeşin de olabilir. Ama sayın vatandaş, kusura bakma, Cura Türk müzik aletidir. Hatta kaynağını daha da derine indirirsek, Cura Yörüklerin yani konar göçer Türklerin müzik aletidir. Bunun ispatını istersen, buyur gel Burdur iline sana bu konuda yardımcı olacak çok değerli cura yapan ve çalan sanatkarlar ile tanıştırayım.
Türk milleti yazılı tarihin her döneminde kendine has kültürü ile diğer milletlerden ayrı, farklı ve bir o kadar da özgün bir yaşam tarzı sürmüştür. Bozkır yasasının yetiştirdiği ve Orta Asya steplerinin olgunlaştırdığı bu yüce millet daima kendine has kültürü ile çevresindeki ulusları etkilemeyi bilmiştir. Neler yokturki Türkün kadim kültüründe? Savaşı sanata çevirmiştir. Yaptığı harp aletleri ile dünya tarihinde çığır açmıştır. Atlarının koşumları ayrı bir sanat eseridir. Oyunları, eğlenceleri, 5 bin senedir çalınan sazı, sözü ve destanları. Dede Korkut hikayeleri bin yıldır tüm coğrafyalarda okunur. Hoca Nasrettin dünya kültür mirası olmuştur. Zengin damak tadı, Türk Mutfağını haklı bir şöhrete kavuşturmuştur. Bütün bunlar sayılırken pek hoştur ama, iş sahiplenmeye, korumaya gelince ne hikmetse kendimizin olanları korumamak, benimsememek ve hatta onlardan kaçmak gibi bir hastalığımızda vardır.
Düşünün; bu gün dünyanın pek çok konservatuarında Sivaslı Veysel’in yapıtları çalınır.
Gençlerimize sorduğunuzda bırakın üç ozanın ismini bilmeyi, ne kadar ecnebi sanatçı varsa sırasıyla saymakta, ama Türk kültürünü 5 bin senedir omuzlamış, savaşta, barışta, kıtlıkta, bollukta, acıda, sevinçte milletinin sesi, soluğu, nefesi olmuş ozanlarımızı bilmemekteler. Bu acı, acı olduğu kadar düşündürücü bir durum. Tanzimat fermanı ile başlayan, Cumhuriyetin ilk yıllarında biraz azaldığı görülen, ama mavi gözlü, gök yeleli Bozkurt’un yani Atatürk’ün ölümü ile tekrar şiddetlenen kültürel yozlaşma hala son sürat devam etmektedir. Bu gün Türk gençliği bulunduğu coğrafyada adına ister globalizm, ister küreselleşme deyin, şiddetli bir kültür emperyalizmi saldırısı altındadır. Bu saldırı sadece müzik alanında değildir. Adına ister moda deyin, ister alışkanlık, ister çeşitleme. Türk Kültürü yoğun bir saldırı altındadır. Bakınca masum gibi görünen pek çok şeyin aslında bizi biz yapan değerlerden nasıl uzaklaştırdığını, toplumumuza ne kadar yabancılaştırdığını bu gün üzülerek görmekteyiz.
“Her yıl ilk yazda ve kışa girmeden güzde Kağanın adamları ormanların ağaçlarını tek tek sayar ve tasnif ederdi. Bu ağaçlar kağanın izni olmadan kesilemezdi. Tarkanlar (beyler) buyruğu altındaki yerlerdeki halkın iaşesinden ve ibadesinden (konaklamasından) sorumluydu. Her sene yaz başında toplanan kamutayda (meclis) halk kağana ve ak sakallılar meclisine şikayetini doğrudan yapardı.” (Prof.Dr.M.Bahaeddin ÖGEL-İlk Çağ Türk tarihine Giriş) “Ormanlarımdan bir dal kesenin, kellesini keserim!” (Fatih Sultan Mehmet)
Lütfen yukarıda verdiğim iki örneği dikkatlice okuyunuz. İlki Türklerde ağaçların bile milletin malı kabul edilerek nasıl korunduğunu, ikincisinde ise ağacın hakanın yani devlet reisinin şahsında milletin malı oluşunun resmidir! Peki, bu gün aynı kültürü görebiliyor muyuz? Lütfen bunun cevabını siz kendiniz verin! Bırakın ağaç dikmeyi, bırakın yeşile sahip çıkmayı yeşili ve ormanı katleden bir topluma dönüştük! Nereye gitti ormanı koruyan milli bilinç?
Beş bin yıllık yazılı tarihi olan bir millet nasıl değişti? Tarih yazan, coğrafyalar yöneten, kıtalar fetheden bir millet nasıl oldu da ömrünün belki birkaç günü diyebileceğimiz bir sürede kültürel yozlaşmaya teslim oldu?
Kültür emperyalizmi tüm kolları ile gençliği sararken, genç cumhuriyetin kurucuları her yönü ile milli kültürü tesis etme çabasındaydı. Ne oldu da bir anda yokluklar içinde kurulan Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Konservatuarlar, Dil tarih Coğrafya Fakültesi gibi Türkiye Cumhuriyetinin temel direkleri bir yana itildi? Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey, Muzaffer Sarısözen, Türk Edebiyatının bayraklaşan ismi Mehmet Akif Ersoy, Türk Şiirinin çağdaş ozanı Sabahattin Ali neden bir köşe de hatırlanmayı bekliyor? Türkçe şiddetli bir saldırı altında. Öyle ki dilimize her gün ne olduğu belirsiz kelimeler katılmakta. Teknolojisini ve bilimini almamız gereken ecnebi devletlerin neredeyse tüm dini bayramlarını kutlar hale geldik. Tüketim toplumu yaratma gayreti içinde olan emperyalistlerin oyununa geldik, cenneti ayaklarının altına serdiğimiz annelerimizi, varlık nedeni çilekeş babalarımızı bir güne sığdırdık. “Ey Türk kadını, sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlarda yükselmeye layıksın!” dediğimiz kadınlarımızı, anamız, avradımız, bacımız, kızımız dediğimiz kadınlarımızı 365 günde bir güne sığdırdık! Her gün evlerimizde ecnebi yapımı dizileri ile televizyonların esiri olduk! Bizim olanı, bize has olanı unuttuk! Kavalımızı, sazımızı, kopuzumuzu, curamızı…
Bu gün yaptığımız pek çok yanlıştan birisi de şudur ki; 5 bin senelik yazılı tarihimizin belli bir yerini ele alıp, bazı yerlerini atar olduk. Lütfen bu hataya düşmeyelim! Hun ne kadar bizimse, Gök Türk, Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı’da o kadar bizimdir! Bizim asıl mücadelemiz her gün evimizin içine kadar giren, her an her yerde karşımıza çıkan Kültür Emperyalizmi ile olmak zorundadır!
Ebedi önder, ulu başbuğ Gazi Mustafa Kemal yolu ve hedefi “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür!” diyerek net bir biçimde çizmiştir. Türk Milleti; kendisini yozlaşarak milli benliğinden uzaklaştırmaya çalışan emperyalistlerin oyunlarını ve tuzaklarını bozarak dilini, kültürünü ve devletini yaşatmak zorundadır.
O halde; ey Türk İstikbalinin evladı bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini ve Türk kültürünü ilelebet korumaktır. Muhtaç olduğun kudret damarlarında ki asil kanda mevcuttur!

14 Ekim 2014 Salı

İSYAN MI, TALAN MI?



            Televizyonlar, radyolar ve yazılı basında boy boy görseller. Suriye devletinin Halep vilayetinin Ayn el Arab ilçesindeki iki terör örgütünün çarpışmalarında Türkiye Cumhuriyeti devletinin kürt terör örgütü PYD (Partiya Yekîtiya Demokrat-Demokratik Birlik Partisi) silahlı güçleri YPG (Yekîneyên Parastina Gel-Halk Savunma Birlikleri) güçlerine yardım etmesi için ve karşı güç IŞİD (Devlet'ül İslâmiyye fi'l Irak ve'ş Şam-Irak Şam İslam Devleti) militanlarının Ayn el Arab ilçesindeki kuşatmayı kaldırmaları için Türk Ordusunun karadan buraya girerek YPG terör örgütünün militanlarının  kurtarılmasını isteyen yerli terör işbirlikçileri. Yakılıp yıkılan sokaklar, iş yerleri, okullar, banka şubeleri, alış veriş merkezleri, para çekme makineleri. Ya öldürülen insanlar? 35 insanımız adı demokratik talep ya da ne derseniz deyin, terörün bir başka çeşidi ile hayattan koparıldı. Sözde Kürtler adına çıktığını, onların haklarını savunduğunu söyleyen iki grup memleketi harp meydanına çevirdi. Talepleri o kadar masumdu ki, bunu dile getirebilmek için 35 insanı katletmekten –ki ikisi sadece toplumun huzur ve güveni için çalışan emniyet görevlisiydi- 135 polis ile 351 sivili  yaralamaktan, 531 i Polisin, 631 i sivil olmak üzere 1162 aracı yakmaktan, 214 okul olmak üzere 1122 binayı kullanılamaz hale getirmekten kaçınmadılar! O kadar masum bir eylemdi ki, bankaların para çekme makinelerinden 3 milyon TL makineler kırılarak çalınıyordu. Öyle masumdu ki işyerleri ve mağazalar talan ediliyordu!
      Görünende protesto eylemi ama gerçekte serhildan yani başkaldırı provası! Kimse kusura bakmasın, dün silah sıktığınız ve hala sıkmaya devam ettiğiniz TSK bu gün gidip sizin militanlarınızı kurtarmak zorunda değil! Dün yani çok değil 11 yıl önce yapılan plan semineri nedeniyle kafeslenen ve tabiri caizse balyozla hırpalanan Türk ordusu yargılanırken ağzının salyaları akanlar, bu gün Mehmetçik’ten medet umar hale gelmişlerdir. Kimse kusura bakmasın, Mehmet’in kanı o kadar ucuz değil! Mehmet Türk vatanı için kanını akıtmaktan, canını vermekten kaçınmaz. Ama birileri memnun kalacak diye de kendini ateşe atmaz! Osmanlı Devletinin son zamanından Türkiye Cumhuriyetinin bu gününe kadar toplam 38 kürt ayaklanması çıkmıştır.  Tarihsel olarak Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı yapılan ayaklanmalar aşağıda verilmiştir.
  1. OSMANLI DÖNEMİNDEKİ İSYANLAR:

  1. Babanzade Abdurrahman Paşa  isyanı (1806- Musul)
  2. Babanzade Ahmet Paşa isyanı (1812 – Musul)
  3. Zaza’ların isyanı (1820)
  4. Yezidilerin isyanı (1830- Hakkari)
  5. Şerefhan isyanı (1831- Bitlis)
  6. Bedirhan isyanı (1835- Botan)
  7. Garzan isyanı (1839- Diyarbakır)
  8. Ubeydullah İsyanı (1881- Hakkari)
  9. Bedirhan Osman Paşa ve kardeşi Hüseyin Paşa isyanı (1872-Mardin-Cizre)
  10. Bedirhan Emin Ali isyanı (1889- Erzincan)
  11. Bedirhaniler ve Halil Rema isyanı (1912-Mardin)
  12. Şeyh Selim Şehabettin ve Ali isyanı (1912- Bitlis)
  13. Koşgari isyanı (1920- Koşgiri)

  1. CUMHURİYET DÖNEMİ AYAKLANMALARI:

  1. Nasturi isyanı (1924- Hakkari)
  2. Jilyan isyanı (1926- Siirt)
  3. Şeyh Sait isyanı (1925- Bingöl-Muş-Diyarbakır)
  4. Seit Taha ve Seit Abdullah isyanı (1925-Şemdinli)
  5. Reşkotan ve Reman isyanı (1925- Diyarbakır)
  6. Eruh’lu Yakup Ağa ve oğulları (1926-Pervani)
  7. Güyan isyanı (1926-Siirt)
  8. Haco isyanı (1926- Nusaybin)
  9. I. Ağrı isyanı (1926)
  10. Koçuşağı isyanı (1926- Silvan)
  11. Hakkari- Beytüşşebab isyanı (1926)
  12. Mutki isyanı (1927- Bitlis)
  13. II. Ağrı isyanı
  14. Biçar harekatı (1927- Silvan)
  15. Zilanlı Resul Ağa isyanı (1929- Eruh)
  16. Zeylan isyanı (1930- Van)
  17. Tutaklı Ali Can isyanı (1930- Tutak-Bulanık-Hınıs)
  18. Oramar isyanı (1930- Van)
  19. III. Ağrı harekatı (1930)
  20. Buban aşireti isyanı (1934- Bitlis)
  21. Abdurrahman isyanı (1935-Siirt)
  22. Abdulkuddüs isyanı (1935-Siirt)
  23. Sason isyanı (1935-Siirt)
  24. Dersim isyanı (1937-Tunceli)
  25. PKK terörü (1984-1999)
Görüldüğü gibi 13 ü Osmanlı zamanında, kalan 25 i ise Türkiye Cumhuriyeti  döneminde çıkan bu isyanların hepsinin, evet istisnasız hepsinin ortak bir özelliği var. Bir aşiret ağası yada aşiretin imtiyazlarına devletin izin vermemesi, devletin vatandaşına eşit imkanlar tanımak istemesi veya istikrarsız bir Türkiye istenmesi!
 Siz sanır mısınız ki pkk isyanı masum bir kürt bağımsızlık hareketidir?  Taşları üst üste koyalım lütfen. PKK (Partiya Karkerên Kurdistan- Kürdistan İşçi Partisi) ne zaman ve nasıl kuruldu? Ne şartlar altında kuruldu? Kime karşı kuruldu ki bu gün neredeyse bütün orta doğuda yedi başlı yılan misali kolları tüm coğrafyayı sardı? Şimdi bir hafızamızı yoklayalım. Pkk terör örgütü 1974 yılında kuruluyor. 1978 yılında yaptıkları 1. kongrede amaçlarının bağımsız kürdistan olduğunu ilan  ediyor. Kuruluş tarihi bir şeyler anlatıyor mu bilmiyorum, ama beni epey araştırmaya itti. Köy Kent Projesi ve Toprak Reformu size neyi hatırlatıyor desem? 1973 Yılında Naim Talu hükümetinin Köy Kent Projesinin hayata geçirilmesi için Köy İşleri Bakanlığı tarafından hazırlanan raporu yayımladığını söylesem? Ya Toprak Reformu? “Toprak işleyenin, su kullananın!” size bir şey hatırlatıyor mu bu slogan? Peki şöyle diyeyim ki bazı hususları daha ayrıntılı düşünelim.  Pkk iç tüzüğünü incelediğimizde sadece çiftçilere diğer toplum sınıflarında olduğu gibi örgütlenme (kooperatifleşme) hakkı vereceğini vaat ediyor. İşçilere de lütfen sendikalaşma hakkı vereceğini yazıyor. Hani bunların amacı fakir kürt halkını kalkındırmaktı? Yoksa bu yodaşların emeli Marksist Leninist öğretinin tam tersi istikamette “Bağımsızlık” verecekleri kürtleri bir yerlere bağlamak mıydı? Türkiye’de iktidara gelen bütün patilerin neredeyse hepsinin seçim bildirgelerine giren Toprak Reformu, Hakça Paylaşım ve Köy Kent Projeleri komünist olduğunu söyleyen ve en büyük kırımı kurtaracağını söylediği kürt halkına yapan pkk tüzüğünde neden yer almıyordu acaba? Yıllarca doğu ve güney doğu Anadolu’da bulundum. Ama yukarıda saydığım hiçbir hususun terör örgütü tarafından halka söylendiğini görmedim. Daha kötüsü buralarda alan hakimiyeti kurmaya çalışan bölücü örgütün kürt çocukları bir şey öğrenmesin diye en büyük saldırılarını ve kanlı eylemlerini öğretmenlerimize ve okullara yaptıklarını gördüm.
 Orta Doğu denilen coğrafyada ülkesi mamur, halkı müreffeh, ordusu güçlü bir Türkiye düşünelim. Bu kimin işine gelir? Yada şöyle diyelim, güçlü bir Türkiye kimin işine gelmez? Kimin ya da kimlerin işine geleceğini bilemem ama güçlü Türkiye yer yüzünde ne kadar emperyalist güç odağı varsa onları rahatsız eder ve işlerine kesinlikle gelmez! Her şeyden önce kan ve göz yaşı içindeki orta doğuda barış adası bir Türkiye bölge halkları için bir güven kapısı iken ülkenin ve milletin geri kalması, devletin güçsüzlüğü emperyal güçlerin işine gelmektedir.
Bunun için kısacık Cumhuriyet tarihine göz atmak kafi gelecektir. 29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen Türkiye Cumhuriyetinin çok değil ilanından hemen 283 gün sonra Nasturi ayaklanması patlak verir. Tarihler 7 Ağustos 1924 ü gösterirken Nasturiler Musul meselesi nedeniyle gergin olan Türk-İngiliz ihtilafını fırsat bilip İngilizlerin kışkırtmaları ile  ayaklanırlar. Hatta bu ayaklanma esnasında  İngiltere hükümeti Türkiye’ye nota verir ve sınırlarımızı geçen İngiliz savaş uçakları birliklerimizi bombalar. 14 Ağustos 1924 de Cafer Tayyar Eğilmez Paşa isyanı bastırmakla görevlendirilir ve isyan 7 Eylül’de tamamıyla bastırılır. Peki daha Nasturi isyanı bitmeden çıkan 4 Eylül 1924 tarihli Beytüşşebap İsyanı? Ya Şeyh Sait İsyanı? Yukarıda tek tek yazdığımız isyanların hepsinin de ortak bir özelliği vardır değerli okurlar. Belirli güç odakları adına çıkartılmış, gerçekte en büyük zararı Anadolu halkının gördüğü, isyan edenlerin değil, garibanların , kimsesizlerin mahvolduğu hareketlerdir bunlar. Yani kökü dışarıda olan istikrarsız bir Türkiye için var gücü ile çalışan kuklaların çıkardığı isyanlardır.
Tarih çok sabırlıdır. O kadar sabırlıdır ki, bu günün kahramanlarının yüz yıla bile gerek kalmadan birkaç yıl sonra hain olduklarını gösterecek kadar sabırlıdır! Sözde Kobane diyenlerin gerçekte kimlere hizmet ettiklerini tarih ve bu millet kaydetmektedir! Son söz olarak şunu diyorum; o kadar yiğit iseniz, LÜTFEN ÖNDEN BUYRUN!


11 Ekim 2014 Cumartesi

ARMEGEDDON TİMİ İŞ BAŞINDA

Armegeddon savaşı, ya da Melhame-i Kübra… Yahudilerin ve Evanjeliklerin (tebliğci Hristiyanların) beklediği büyük kıyım. Diğer adıyla son savaş. Bütün semavi dinlerin eskatolojisinde (dünyanın sonu ile ilgilenen din felsefesi) Armegeddonun çıkacağı, karanlık ve aydınlık arasındaki son ve en büyük savaş olacağı yazılıdır. Bu savaş Yahudi ve Hristiyan inancında bu günkü İsrail devletinin başkenti Tel Aviv kentinin 55 mil batısında yer alan bir tümülüsün olduğu yerdir. İslam inancında ise bu yer Amik ovası olarak geçmektedir. Bütün semavi dinlerde bu son savaş Mehdinin gelişini hızlandıracak ve “Altın Çağ” başlayacaktır. Bu gün pek çok aşırı Yahudi Kabbalistler ve Hristiyan Evanjelistler bu savaşın çıkması için her yolu denemektedirler.
Özellikle kalan 20 inci yüz yılda o kadar uğraşılmasına rağmen beklentileri karşılamayan iki büyük dünya savaşının arkasından gerek Katolik Yahudilerin ve gerekse Evanjeliklerin tekrardan çıkarmak için var güçleri ile uğraş verdikleri bu büyük savaşın anahtarı son tecrübelerle görülmüştür ki Minor Asia yani Anadolu’dur! Neden Anadolu? Küçük bir fikir idmanı yapalım isterseniz. 1945 yılında ikinci büyük savaş bittiği zaman Yunanistan halkı açlıktan kırılma noktasına geldiğinde onlara yardım elini kim uzattı sizce? Yakın akrabam ve o yıllarda Trakya’da askerlik yapan rahmetli Hasan Erbil “Biz hudut beklerdik. Karşımızda köprünün öte yanda Yunan kara kolu vardı. Suya atlayıp bizden yana gelirlerdi. Ekmek verirdik. Tayınlarımızı paylaşırdık. Bize Türk gardaş derlerdi.” Diyerek o yılları bana bizzat anlatmıştı. Zamanın Genel Kurmay Başkanı Omurtak Paşanın emri ile Türkiye’ye geçen Yunanlılarla Türk askeri bırakın engel olmayı, ekmeğini, kumanyasını paylaştırmıştır. Çünkü Türk milleti düşmanı dahi olsa zorda kalana yardım etmeyi kendisine daima görev addetmiştir. Ön Asya’da ortaya çıkan pek çok karışıklıkta Türkiye daima barış adası olma özelliğini korumuş, mazlumlara kucak açmıştır. Bizzat tanık olduğum bir olay da 1991 yılında Anadolu sınırına yığılan 1,5 milyon Irak vatandaşıdır. O zorlu günlerde sınırda görev yapan asker, polis, doktor, hemşire pek çok kamu görevlisinin çektikleri çileye bizzat şahit olmuş birisiyim. Hatta Uludere’de sınırı geçip Yemişli köyünde Türk toprağını öpenleri gördüm. Sevinç gözyaşları içinde sakalları kutsal vatan toprağına karışan yaşlı Iraklı “Allah Türk Milletini baki kılsın. Allah Türkiye’ye zeval vermesin. Türkiye olmasa şimdi biz nere giderdik. Farslılar (İran) bizi kabul etmiyor. Allah Türkiye’yi başımızdan eksik etmesin!” diyerek ağlıyordu.
Türk devleti 1923 yılından itibaren almış olduğu acı tecrübeler gereği bu karışık coğrafyada yaşayabilmenin ve hayatta kalabilmenin yegane şartının önce içerisinde, sonra bölgesinde ve nihayetinde dünyada kalıcı barış ile olabileceğinin farkında olarak kurucu önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh!” ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalmış ve bu günlere gelebilmiştir. Elbette bu günlere gelmek hiçte kolay olmamıştır. Özellikle Anadolu coğrafyasında gözü olan bazı dostlarımızın(!) üstün gayretlerine rağmen çeşitli kereler kesintiye uğrayan demokrasi maceramıza kör topal devam etme gayretimiz sürmüştür. Ülkemizde ne zaman bir iç karışıklık çıksa illaki çok sevgili dostlarımızı arar gözlerim. İnananın görmekte de gecikmez. Bu yazıyı hazırlamama sebep olan bir telefon muhaberatı yaptım bu gün. İsmi bende mahfuz bir arkadaşım birkaç günden beri süre gelen ve neden olarak Suriye Arap Cumhuriyetinin Halep vilayetinin Ayn el Arap ilçesindeki iki terörist grubun savaşını gösterip ortalığı savaş alanına çevirenlerin asıl niyetlerinin çok farklı olduğunu anlattı. Yıllarca doğu ve güney doğuda birlikte çalıştığım bu gözü pek arkadaşım; “Burada kalkışma provası yapılıyor. Kimse masum değil. Ama asıl sıkıntı yerli işbirlikçilerden ziyade Armageddon timi olarak görülen yabancı istihbarat örgütlerinin elemanları. Bunlar bizce malum örgütlerin elemanları. Gündüz sakallı olanlar, gece takım elbiseli, sinek kaydı traşlı. Dertleri Türkiye’yi Orta Doğu bataklığına çekmek. Çünkü Türkiye bölgede huzur ve istikrarın yaşandığı tek yer. Amaçları çok farklı!” diyordu ve sesi çok asabi geliyordu. Dinlediklerim kanımı dondurmaya yetti sevgili okurlar. Bu görüşmenin arkasından doğu ve güney doğuda görevli başka arkadaşlarımı aradım ve onlarda hemen hemen aynı şeyleri söylediler. Armegeddon Timleri…
Türk Milleti son iki yıldır çok çetin bir sınavdan geçmektedir. Elbette sınavımız çok zorlu ve bir o kadar da sıkıntılıdır. Ancak, Millet olarak tahriklere kapılmamak, aklı selim ile hareket etmek ve bu devletten başka devletimizin olmadığını unutmamak gerekiyor. Çünkü karşımızda milletimizi sokağa çekmeye çalışan çok organize örgütler var. Bölücü terör örgütü ancak silahsız sivilleri, savunmasız okulları vurur. Bunu dünya alem biliyor. Bu gün doğu da ve güney doğuda sergilenen oyunlar, İstanbul, Antalya, Ankara, İzmir, Eskişehir ve Yalova’da da neden sergileniyor dersiniz? Neden Antalya gibi milli hisleri yüksek olan Türkmen başkentinde, neden Rumelili Evladı Fatihan torunlarının yoğun yaşadığı Yalova’da ve neden Türk Dünyası Kültür başkenti Eskişehir’de bu oyunlar sergilenmektedir? Düşün ey yüce milletin düşün! Orta doğunun kan gölüne dönmesi ancak Anadolu’nun istikrarsızlaştırılması ile mümkündür! Bunu unutma! Seni sokağa çekmek isteyenlerin, Türk-Kürt çatışması çıkarmak isteyenlerin asıl derdi 1920 de yapamadıklarını şimdi yapmaktır! Armegeddon Timlerinin hedefi bu coğrafyayı kana bulamaktır. Bu oyuna gelmeyeceğiz Aziz Milletim! Şu anda Türk Devletinin polisi ve askeri olaylara hakimdir. Bizim millet olarak yapacağımız tek şey bozgunculara fırsat vermeyip askerimize ve polisimize yardımcı olmaktır!
Allah Türk Milletini ve Türk Devletini Baki kılsın!

BU GÜN GÜNLERDEN ZAFER!

Bu gün günlerden zafer.  Bu gün 30 Ağustos.
Yaklaşık olarak 300 yıl boyunca cephelerde bitme noktasına gelmiş bir ulusun dünyaya “Ben varım ve buradayım!” dediği kutlu günün adı bu gün. Bu gün, kadını,erkeği, yaşlısı, genci ve çocuğu ile var olma mücadelesi veren, binlerce şehit ve gazinin bedel olarak bedenleri ve hayatlarını verdikleri kutlu mücadelenin taçlandığı gün. Bu gün 30 Ağustos… Antepli Şahin Beyin göremediği ama kanı ile imzaladığı, Maraşlı Çakmakçı Sait’in göğsünde şeref madalyası, Sütçü İmamın namlusundan çıkan kurşunun ulaştığı hedeftir bu gün. Bodrumlu Ümmüşen’in, Milis Üsteğmeni Kara Fatma’nın, Osmaniyeli Tayyar Rahmiye’nin,  12 yaşındaki onbaşı Nezahat’ın “Benim kanım sizinkinden daha mı şirindir?” diyerek kendisini Kuvayi Milliye saflarına almak istemeyen erkekler kafa tutan Yirik Fatma’nın ve nihayetinde “Millet malıdır!” diyerek Kastamonu Kışla önünde kağnısına kapanarak kendisi ve bebeği şehit olan Şerife bacının  bayraklaşan destansı mücadelelerinin tacıdır 30 Ağustos. Binlerce şehidin, on binlerce gazinin döktüğü kanın, verdiği canın bedelidir 30 Ağustos.   

 

Türk Kurtuluş Savaşı sebepleri ve sonuçları ile Dünya Tarihini derinden etkilemiştir.  Etkileri sadece yapıldığı coğrafya ile sınırlı kalmamış, neredeyse bütün dünyayı ve sömürge imparatorluklarını derinden sarsmıştır. Sadece Hindistan’ın milli kahramanı Mohandas Karamçand Gandi’nin şu sözü Türk Milli Kurtuluş Savaşının sonuçlarını görmemiz açısından çok önemlidir. Şöyle der Gandi; “Mustafa Kemal, İngilizleri yeninceye kadar, Tanrı'yı da İngiliz zannederdim!”  Tanrıyı bile İngiliz sanmak bu gün gülünç gibi gelebilir. Ancak unutulmamalıdır ki şartlanan beyin daima gerçekleri değil kendi gerçeklerini yani şartlanmışlığını görür. Bu nedenle Türk Milli Kurtuluş Savaşı şartlanan milyonlarca beyinin kendi gerçeğini kırmış, milli egemenlik kavramını esir milletlere hediye etmiştir.  30 Ağustos sadece Türk Milli Kurtuluş Savaşının taçlandırdığı bir zafer günü olmayıp, milyonlarca esir insanın kurtuluş günüdür aynı zamanda.

 

30 Ağustos 1922 dünya harp tarihinde iki ordunun çarpışması olarak kayıt edilse de, gerçekte ezilenlerin ezenlere karşı son hamlesidir. Bir tarafta kendinden ve tarihinden  başka dayanak yeri olmayan bir millet, öte yanda o günün şartlarında teknolojinin en ileri temsilcileri olan emperyalist Avrupanın donatıp gönderdiği işgalci Yunan ordusu. Türk Milleti Milli Kurtuluş Savaşı ile sadece kendi varlığını deklare etmemiştir. Aynı zamanda bu mücadelenin neticeleri itibariyle o sırada neredeyse dörtte üçü esir olan dünyanın mazlum milletlerine de rehberlik etmiştir. Bu nedenle 30 Ağustos dünya tarihinin en onurlu zafer günüdür! Açlığın, yokluğun, hastalık ve çaresizliğin bile Millet İstiklalinin önüne geçemediğinin ispatıdır 30 Ağustos. Yeri gelmişken burada bir hatırayı yazmadan geçemeyeceğim: “Sabah aldığımız tepe, bakıyoruz öğleden sonraya düşmanın eline geçmiş. Daim bir yaralı ve cenaze nakli var. Artık şehitlerin naklinden vazgeçildi. Yaralılara bazen su bile veremeyecek duruma düşüyoruz. Sahra hastanemizin yeri üç-dört defa değişti. Ameliyat ekibi artık bitkin durumdadır. İaşemiz bitti. Yaralılara bile yedirecek tayınımız kalmadı. Hekim paşaya "Kumandanım, mekkare katırlarının gübrelerinin içinde arpa daneleri var. İzniniz olursa ayıklayıp yıkayalım. Kavurur yeriz!" dedim. Hekim paşa "Yaşatmak için yaşamak zorundayız. dediğini yap Ömer Çavuş!" dedi... İlk işimiz mekkare hayvanatının bulunduğu ahırlara dalmak oldu. -Burdur Tefenni Türk köyünden Bardaklı Veli oğlu Sıhhiye Çavuş Ömer (Oğlu Alim Harmanda'dan nakildir) Sakarya Savaşı hatırası.

 

Küçük bir kıvılcımın bir volkan patlamasına dönüşmesinin adıdır. Türk Milletinin kendisine rol biçmeye kalkanlara verdiği en güzel cevap, Sevr Paçavrasını namlunun ucuna taktığı ve tarihe imzasını attığı tarihtir 30 Ağustos.  Anadolu ve Rumelide binlerce şehidin son dileğidir 30 Ağustos!

 


Bu gün 92 inci yılını kutlama şerefine eriştiğimiz Baş Kumandanlık Meydan Muharebesi ve Büyük Zafer Türk Milletine kutlu olsun. Ebedi Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal ile  silah arkadaşlarının, aziz şehitlerimizin ve kahraman gazilerimizin ruhları şad olsun! 

SÜNGÜNÜN UCUNDAKİ PAÇAVRA: SEVR

Tarih 10 Ağustos 1920, Fransa devletinin başkenti Paris’in üç kilometre batısındaki Sévres (Sevr) banliyösünde bir seramik fabrikası. Bir tarafta mağlup Osmanlı Devleti delegasyonu, Sadrazam Damat Ferit Paşa,  Eski Maarif Nazırı (milli eğitim bakanı) Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa, eski Şura-yı Devlet (Danıştay) reisi Rıza Tevfik Bey ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey, öbür yanda İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Belçika, Ermenistan, Yunanistan, Polonya, Hicaz, Romanya, Çekoslovakya ve Sırp-Hırvat-Sloven Devleti delegeleri. 433 maddelik bir barış(!) antlaşması. İmzayı koyan delegelerin ümidi Büyük Britanya devletinin göstereceği ali cenaplık! Kurbanlık koyunun kasabın bıçağını yalaması denilebilecek hazin bir durum.

Bilindiği üzere Osmanlı Devleti üç maceraperest İttihatçı paşanın sonu gelmez hırslarının neticesinde Almanya ile birlikte birinci büyük paylaşım savaşına girmiş, müttefikleri yenilince 30 Ekim  1918’de Ege denizinde Limni adasının Mondros limanında Agememnon zırhlısında imzaladığı ateşkes anlaşması ile resmen yenilmiş sayılmıştır. Bu silah bırakışması Osmanlı Devletinin artık yolun sonuna geldiğinin resmi belgesi anlamına gelmektedir. Çünkü ateşkes antlaşmasındaki stratejik yerlerin işgali, ordunun terhisi, cephaneliklerin teslimi gibi askeri konuların yanında doğu illerinde karışıklık çıkması halinde İtilaf devletlerine buraları işgal etme yetkisini veren 24. madde Osmanlının hakkında verilen hükmün ilanı niteliğindedir. Müttefik güçler yani itilaf devletleri İstanbul’un düştüğü iyimserlik havasını tez vakitte dağıtmakta adeta yarış etmişlerdir. 13 Kasım 1918 de ilk protesto notası itilaf devletlerince Osmanlı Hükümetine verilirken, yer yer işgaller de başlamıştır. 1919 Mayıs ayı ise Türkiye’de artık hayal kırıklıklarının yoğun olarak yaşandığı, yeni arayışların başladığı bir ay olarak tarihe düşmektedir. Osmanlı cenahında bir barış antlaşması yapılacağı beklentileri Mayıs 1919 da umutsuz bir bekleyişe dönüşmüştür. 7 Mayıs 1919 da İtilaf devletleri Yüksek Konseyi Yunanlıların İzmir’i işgaline karar vermekte ve nihayetinde Yunan ordusu 15 Mayısta İzmir’e ayak basmaktadır. Artık Türk vatanı fiili olarak parçalanmaktadır. Bunun böyle olacağı daha Mondros ateşkes  anlaşması yürürlüğe girer girmez belli olmuştu.
           
İtilaf devletleri neden diğer mağlup devletler ile barış anlaşmaları yaparken Osmanlı ile yapmamıştı? Öyle ki İtilaf devletleri Osmanlının müttefiki olan diğer mağlup devletlerden Avusturya ile Saint-Germain Antlaşması, Macaristan ile  Trianon Antlaşması,  Bulgaristan arasında Neuilly Antlaşması ve Almanya ile Versay Antlaşmasını   imzalanmasına rağmen Osmanlı Devleti ile 1920 yılı Nisan ayına kadar  hâlâ bir barış antlaşması imzalanamamış ve görüşmeler belirsiz bir geleceğe ertelenmişti. Şimdiye kadar pek çok tarihçinin ortak kanısı Osmanlı ile itilaf devletleri arasında barış antlaşması imzalanamayışının en önemli nedeni olarak itilaf devletlerinin Osmanlı Devletinin nasıl paylaşılacağının kararının verilememesi, İtalya ve Yunanistan arasında ki İzmir ihtilafı, Irak petrollerinin paylaşımı, boğazlar ve doğu Anadolu’nun kime bırakılacağı gibi konulardan dolayı anlaşma özellikle geciktirilmiştir.
           
Türk Milletinin işgallere karşı sert mukavemeti, aynı şekilde bir avuç vatanperverin kurdukları Kuvayi Milliye teşkilatları, yerel direnişler, Gazi Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak basması ve akabinde Amasya tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri neticesinde  dağınık halde ki mücadele derneklerini tek çatı altında toplaması, Ankara’ya gelerek yeni bir oluşum içine girmesi itilaf devletlerinin Osmanlı Devleti ile barış anlaşması yapması gereğini ortaya koymuş ve nihayet 18 Nisan 1920 de İtalya’nın San Remo kentinde toplanan milletler arası paylaşım konferansında,  ana hatlarını hazırladıkları antlaşmayı deklare etmek üzere 22 Nisan 1920 de Osmanlı devletini Paris’te yapılacak olan sözde barış konferansına davet ederler. Padişah Vahdettin’in Paris’e gönderdiği eski sadrazam Ahmet Tevfik Paşa anlaşma şartlarının  "devlet mefhumu ile kabil-i telif olmadığını" (devlet kavramı ile bağdaşmadığını) beyanla konferanstan çekilir. Bu arada 23 Nisan 1920 de Ankara’da TBMM açılmış, 30 Nisan 1920 de Türkiye Büyük Millet Meclisi taraf devletlerin dış işleri bakanlıklarına gönderdiği bir yazı ile Ankara’da milli bir hükümet kurulduğunu bildirmiştir. Osmanlı Heyetinin barış konferansından çekilmesi ve  Ankara’da milli bir hükümetin kurulması üzerine  21 Haziran'da İtilaf Devletleri Türk Milletinin direnişini kırmak için, İzmir'de bulunan Yunan kuvvetlerini Anadolu içlerine sürmeye karar verir. Balıkesir, Bursa, Uşak ve Trakya kısa sürede Yunan ordusu tarafından işgal edilir. Padişah tarafından toplanan saltanat şurası 22 Hazrina tarihinde ikinci bir heyetin gönderilmesine karar verir. Sadrazam Damat Ferit Paşa,  Eski Maarif Nazırı (milli eğitim bakanı) Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa, eski Şura-yı Devlet (Danıştay) reisi Rıza Tevfik Bey ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey’den oluşan bu ikinci heyet 433 maddeden oluşan sözde barış anlaşmasını imzalarlar.

           
Tarihe kara bir leke olarak düşen bu antlaşma Türk milletinin nazarında hiçbir zaman kabul görmemiş, Türkiye Büyük Millet Meclisi Türk Milletinden intikam almayı ve bu yüce milleti tarihin karanlık dehlizlerine “esir” olarak göndermeyi amaç edinmiş ihanet belgesini yok hükmünde saymıştır. Gazi Mustafa Kemal 17 Ocak 1921 de United Telegraph gazetesine verdiği beyanatta “Siyasî, adlî, iktisadî ve malî bağımsızlığımızı imhaya ve sonuç olarak yaşama hakkımızı inkâr ve ortadan kaldırmaya yönelik olan Sevr Antlaşması bizce mevcut değildir” demiştir. Mustafa Kemal şöyle der: “Oysa Türk’ün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir”. Mustafa Kemal ve silah arkadaşları kararlıdır. Öyle ki ya bu millet Anadolu Bozkırında yok olup gidecek, ya da hür ve bağımsız olarak ebediyete kadar varlığını sürdürecektir. Türk Milleti, kendisine inanan ve çareyi milletinde gören Gazi Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının  beklentilerini boşa çıkarmamış, İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da ve en nihayetinde İzmir Körfezinde süngüsüne taktığı bu paçavrayı Akdeniz’in serin sularına gömerek tarihin tozlu raflarına göndermiştir.

Tarihin her döneminde; bu yüce millet, yok oldu, bitti denildiği zamanlarda bile Tuğrul Kuşu misali küllerinden tekrar doğmuştur. Bu yüce millet öyle oğullar ve kızlar yetiştirmiştir ki; en umutsuz zamanlarında bile içinden  bir başbuğ çıkarıp tarihin köşesinden bakan değil, tarih yazan bir millet olduğunu cümle aleme göstermiştir. Tanrı Kut Mete olup iklimlere hükmetmiş, Bumin Kağan olup kavimleri yönetmiş, Attila olup krallara baş eğdirmiş, Kara Otman olup Söğüt yaylasından çıkıp kıtaları fethetmiş, Gazi Mustafa Kemal olup yedi düvele diz çöktürmüş başbuğları ile Türk Milleti dün olduğu gibi bu günde, yarında, ebediyete kadar hür ve bağımsız yaşayacaktır! 94 üncü yılında kara bir leke olarak tarihimize düşülen Sevr notunu asla unutmayacağımızın ve Türk Milletinin süngüsünün ucunda bir paçavra olarak kalacağının bilincindeyiz. Türk Milletinin 94 yıl önceki durumlara düşmesini bekleyen safdillere şunu söylemek istiyorum;

 “Bu memleket tarihte Türktü, halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.“ Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK