22 Nisan 2015 Çarşamba

KÜLLERİNDEN DOĞANLAR

238 sene cepheden cepheye koşan, birilerinin sefahati için sefalet içinde can veren, bir zamanların en zengin ve müreffeh halkı iken fakirliğe mahkum edilen bir millet…öte yanda Arap çöllerinde, Allahüekber Dağlarında, Çanakkale’de ve adını bile duymadıkları Galiçya’da Türk Milletinin evlatları sarı ekin başağı gibi dökülürken  küpünü dolduranlar.
Emperyalistlerin yüzlerce yıldan beri beklediği fırsatın doğması. Cihan İmparatorluğunu dirilteceğim derken bitirilen bir millet, bu milleti diriltme derdindeki üç beş maceraperest subay ve birkaç çapulcu kuvvacı… 23 Nisan 1920 Cuma günü Anadolu’daki resim budur.
Türk Milleti yanmış, bitmiş, direnme gücü yok edilmiş, köle olacak ya da direnenler iç Asya’ya sürülecek veya yok edilecektir. Emperyalist işgal güçleri için başkaca bir resim çizilemez, başkaca bir söylem ve düşünce olamaz! Çünkü onlara göre Türk Milleti yanmış ve külleri kalmıştır artık. Türk milletinin yüz yıllar boyu tam bir itaatle boyun eğdiği Osmanoğulları Hanedanı kendi derdine düşmüştür. Anadolu perişan, Anadolu işgal edilmiş, Anadolu yaralıdır. Her haneden birkaç şehit, her haneden birkaç gazi vardır. Emperyalistlerin bin yıldır beklediği fırsat doğmuştur artık.
Milletin ve vatanın üstünde ölüm bulutu kabus gibi çökmüşken birkaç vatanperver kendi gayretleri ile işgal edilen vatan topraklarını savunmak, en azından onurları ile ölmek derdine düşmüşler, Milletin şeref ve haysiyetinin ayaklar altında kalmaması için çarpışmaktalar. Öte yandan işgal edilen yerlerde düşmanı çiçeklerle karşılayan yerli Rumlar ve Ermeniler ile işbirlikçi kanı bozuklar Türk Milletine kan kusturmaktalar. Memleket ölüm, memleket zulüm, memleket kahır dolu…
13 Kasım 1918 de İstanbul işgal ediliyordu. 465 yıllık Türk başkentine yabancı askerler giriyordu.    İstanbul hükümeti işgal güçlerini kızdırmamak adına her türlü tavizi vermekte, adı Türk olan her şey yasaklanmaktadır. Ne kadar düşünür, aydın, asker varsa sıkı bir takiptedir. İngilizler Türk aydınlarını ve askerlerini Malta adasına sürmekteler. Daha dün denecek kısa bir zaman öncesi tebaamız olan Yunanlılar İzmir’e asker çıkarıyorlar, Megalo İdea yolunda çok büyük bir adım atıyorlardı.
“Geldikleri gibi giderler!”
13 Kasım 1918 günü,  kumandasındaki Yıldırım Orduları Grubu Mondros Müterakesi gereği lağvedilen Mustafa Kemal Paşa geldiği İstanbul’da Haydar Paşa garında Boğaza demirlemiş işgal zırhlılarını görünce “Geldikleri gibi giderler!” demektedir. Yıllarını cephelerde geçirmiş bu büyük askeri bu şekilde konuşturan elbette çok önemli bir husus vardır: Türk Milletinin esir olmayacağı, öldü, yandı, kül oldu denildiğinde bile efsanevi Toğrul Kuşu misali küllerinden yeniden doğacağı inancı! Çünkü bu büyük asker yıllarca cephelerde bir tek gerçeği görmüştür; Türk askeri ne zaman bitti denilmişse hep o anda dirilmiş ve düşmanlarını öfkesinin ateşinde yok etmiştir!
Toğrul Kuşu Türk mitolojisinde kutsal bir kuştur. Efsaneye göre Türk mitolojisinde doğaüstü nitelikleri olan kızıl renkli devasa bir kuştur. Anka Kuşu'nu akla getirir. Ölümsüzlüğü ve yeniden dirilişi simgeler. Her gün yeniden doğar. Anka Kuşu diğer pek çok Dünya uluslarının mitolojilerinde de değişik adlarla mevcuttur. Ancak Türk mitolojisindeki bu kuşun diğer mitolojilerdeki benzerlerinden en önemli farkı tek başına olmayıp bir benzerinin hatta ikizinin bulunmasıdır. Konrul Kuşu, Toğrul Kuşu ile birlikte anılır. Her ikisi de Anka kuşunun tüm niteliklerini barındırırlar. Toğrul Kuşu yeraltına da inebilir. Atilla Han’ın ve bazı Oğuz boylarının bayraklarında yer almıştır.[Mehmet Bahaeddin ÖGEL-Türk Mitolojisi]  Oğuz Kağan ilk eşini, başında Tuğrul Kuşu olan bir ağacın kovuğunda bulmuştur. Macarlar armalarında yer alan bu kuşa “Turul” derler. Yiğitleri kanatlarının altına alıp yardım eder, ne isterse yapacağını söyler. Tüyleri sihirlidir, iki tüyünü birbirine sürtünce zenci bir cin gelir ve üç dileği yerine getirir. Ufuk noktasının ötesindeki sonsuz denizde bulunan kafdağının ardındaki karanlıkta yaşar.[Deniz Karakurt-Türk Söylence Sözlüğü] 
İşte Mustafa Kemal bu bilinçle Türk Milletinin Toğrul Kuşu misali küllerinden doğacağını bilerek "Geldikleri gibi giderler!" diyordu boğazda demirli zırhlılara! Çünkü O bu gerçeği Harbiyede yada Akademide değil, bizzat Derne'de, Tobruk'ta, Bingazi'de, Conkbayırında, Anafartalar'da gözleri ile görmüştü. "Biz kişisel kahramanlıklarla uğraşmıyoruz. Yalnız size Bomba Sırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz metre, yani ölüm muhakkak... Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulmamacasına düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerini alıyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkül ile biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okuma bilenler Kur'an-ı Kerim okuyor ve Cennet'e gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenler Kelime-i Şehadet çekerek yürüyorlar. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebeleri'ni kazandıran işte bu yüksek ruhtur." .[Ruşen Eşref-Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal  ile Mülakat] 
23 Nisan 1920 Cuma günü Ankara'da toplanan askeri, memuru, tüccarı, din adamı, aşiret reisi, teknisyeni, sağlık görevlisi 337 milletvekili Türk Milletinin küllerinden doğuşu için el vermişti! Kalpaklısı, sarıklısı, feslisi hep birden Türk Milletinin  ve Türk vatanının kurtuluşu için yemin etmişti. Onlar tarihin kendilerine yüklediği ağır sorumluluğun farkındaydı. Onlar 238 senedir süren ricatın bitmesi için oradaydı. Onlar yüz yılda neredeyse bitme noktasına getirilen Türklüğü diriltmek için oradaydı. Milletin namusu, şerefi ve haysiyeti için oradaydı.
O gün Türkiye Büyük Millet Meclisini toplayanlar tarihe tanıklık etmekten daha öteye, tarihi yazmaya gelenlerdi! O gün yakılan İstiklal Ateşi sadece Türk vatanını ve Türk Milletini istiklaline kavuşturmayacak, medeni(!) devletlerin boyunduruğu altında inleyen milyonların prangalarını kıracak, milyonları özgürlük aşkı ile yakacaktır!  Emperyalistleri "tanrılaştıran" zihniyetlerdeki kelepçeleri söküp atacak olanlar 23 Nisan 1920 Cuma günü Anadolu bozkırında KÜLLERİNDEN DOĞANLARDI!

“Memleketin alın yazısında biricik yetki ve kudret sahibi olan Büyük Millet Meclisi, bu memleketin düzeni için, iç ve dış güvenliği ve dokunulmazlığı için en büyük kefildir. Büyük milli dertler şimdiye kadar ancak Büyük Millet Meclisi’nde şifa buldu. Gelecekte de yalnız orada kesin önlemlerini bulabilecektir. Türk milletinin sevgi ve bağlılığı daima Büyük Millet Meclisi’ne yöneldi ve daima oraya yönelmiş olacaktır.” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

95 inci onur ve gurur yılı milletimize kutlu olsun

21 Nisan 2015 Salı

NEFSİ MÜDAFAA

Yıllardan bu yana Türkiye Cumhuriyetinin uluslararası arenada başını ağrıtmaya devam eden ve bu yıl yüzüncü yılı olması münasebeti ile adeta Türkiye'yi linç harekatına dönen 1915 Ermeni Tehciri ile ilgili bir kaç kelimede ben edeyim dedim.
            Her şeyden evvel Ermeni meselesi öyle zannedildiği gibi savaş şartları ile ortaya çıkmış bir mesele değildir. Basit bir milliyetçilik mevzusu da değildir. Olayın sadece savaş şartları  ile ele alınması pek çok ayrıntıyı gözden kaçırmaya neden olacaktır.  
            Peki o halde nedir bu Ermeni sorunu? Neden iki yüz yılı aşkın bir süredir bu coğrafyada kurulmuş iki Türk devletinin en büyük baş ağrılarından biri olmuştur? Neden hala temcit pilavı gibi öne sürülmekte, hala her iki tarafında bir yerde buluşmalarına engel olmaktadır? Yoksa bilinen  ve görünenden başka hesaplar mı vardır?
            Osmanlı Devletinde Ermeni meselesinin ilk çıkış noktası Sivas'lı bir Ermeni keşişinin (Mkhitar Sebastatsi )  ilk önce İstanbul'da kurduğu, ancak İstanbul Ermeni cemaatından istediği desteği bulamayınca (destek ne kelime, tecrit bile edilmiştir.) Osmanlının kadim düşmanı Venedik Cumhuriyetine sığınıp orada devam ettirdiği  Mekhitarist Ermeni Enstitüsünün öğretileridir. Bu enstitüden yetişen sözde din adamları, görünende Ermeni kültürünün yaşaması, gerçekte ise bağımsız Ermeni devletinin kurulması için Osmanlı ülkesinde ve Avrupa'da yoğun bir propaganda faaliyetine girişmişler, çok kısa bir sürede yanlarına Papa XI.Clement dahil pek çok din ve siyaset adamını çekmeyi başarmışlardır. Özellikle Viyana'da kurulan matbaaları ile Osmanlı ülkesindeki en ücra köşelere kadar girmişler ve propagandalarını yapmışlardır. Zaten papalığın Haçlı Seferlerinden bu yana Türkleri ne kadar çok sevdiği (!) göz önüne alınırsa elbette en büyük desteği vermesinin yadsınmaması gerektiği ortaya çıkacaktır.
            Avrupa için Osmanlı yok edilmesi gereken bir düşmandır. Ancak her ne kadar II.Viyana kuşatması ile artık eski gücünden çok uzaklaşsa bile Osmanlı hala Avrupa kıtasında en güçlü devletlerden birisidir ve dış müdahalelerle değil içten çökertilmek zorundadır. Özellikle 17ve 18 inci yüzyıllarda Osmanlı ülkesinde adeta cirit atan misyonerler ne hikmetse Müslüman yerleşim yerlerine değil de, Ortodoks yada Katolik Hıristiyan Osmanlı tebaasının çoğunlukta olduğu yerlerde faaliyet göstermektedir. Öyle bir faaliyettir ki bu; görünende cahil Osmanlı Hıristiyanlarını eğiten misyoner okulları adeta birer kışla gibi çalışmaktadırlar. Osmanlıda toplam 4960 adet gayrı Müslim eğitim kurumu bulunmakta olup, bunun 498 adetinin ruhsatlı olduğu, diğerlerinin misyoner okulları olup ruhsatsız oldukları Osmanlı Maarif Vekili Zühtü Paşanın Padişah Sultan II.Abdülhamit’e verdiği 1894 tarihli Maarif Raporunda yazmaktadır. (1)
            Ermeni örgütlenmeleri, öncelikle hayır cemiyetleri adı altında sözde masum girişimlerle başlamıştır. Derneklerin ortak amacı Doğu Anadolu vilayetlerinde okullar açarak gençleri aydınlatmaktı. Osmanlı Hükümeti ise derneklerin örgütlenmelerini hoş görmüş ve bunları Ermeni vatandaşlarının doğal bir hakkı saymış, derneklerin devlet çıkarlarına aykırı bir tutum takınacaklarını dikkate almamıştır. Ancak bu dernekler daha sonra, yabancı memleketlerden gördükleri yardımlar ve teşviklerle, Ermenileri Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandıran komitelerin nüveleri olmuşlardır.(2)
            Hayır kurumu, eğitim kurumu yada din kuruluşu gibi görünen teşkilatlar adeta örümcek ağı misali Osmanlı ülkesini sarmışlardır. Öyle ki daha 18 inci yüzyıl sonlarında Osmanlı hakimiyetindeki yerlerde Ermenilere ait 1000 civarında kilise varken, bu rakam 1915’e gelindiğinde 2.538 kilise, 451 manastır ve 1.996 okula ulaşmıştır.(3) 
            Osmanlı Devleti ne hikmetse Ermeni taleplerine daima sıcak bakmıştır. Bunun nedenlerinden en önemlisi de bu milletin Osmanlı tarafından Millet-i Sadıka (Sadık Millet) olarak görülmesi yatmaktadır ki, bu görüş ileriki yıllarda MİLLET-İ MÜHİN (Hain Millet) olarak Osmanlı Türk toplumuna pahalıya mal olacaktır. XIX. yüzyıl ortalarından itibaren Ermenilerin çoğu kez hayır cemiyetleri görünümü altında çeteler kurdukları ve savaşçı birlik, yardımcı birlik, silah ve cephane birliği ve posta teşkilatı olarak çok teferruatlı bir şekilde teşkilatlandıkları anlaşılmıştır. (4)  
            Ermenilerin gerek batılı hamileri ve gerekse Rus Çarlığı vasıtasıyla silahlandırılması, eğitilmesi ve desteklenmesi meyvelerini vermekte gecikmeyecektir. Osmanlı nerede bir harbe tutuşsa, Ermeni çeteleri daima isyan çıkartacak, Osmanlının ve Türk komşularının başına bela olacaktır. 19 uncu yüz yıla gelindiğinde Ermeni talepleri artık devletin egemenlik haklarını yok sayma boyutuna ulaşmıştır. Pek çok devlet adamı bu sorunun önüne çözmek için AÇILIMLAR ve ÇÖZÜM SÜREÇLERİ üretmelerine rağmen sorun giderek büyümüş ve altından kalkılamaz boyutlara ulaşmıştır. Hatta bu konuda hazırlanan "Nizâmnâme-i Millet-i Ermeniyân" 29 Mart 1863 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giriyor, Osmanlı içerisinde devlet içinde devlet olacak sonuçlar ortaya çıkıyordu.(5)
            Bir nevi Ermeni Açılımı olan bu nizamname ile adeta devlet içinde devlet kuran Ermeniler ne hikmetse hiçte memnun kalmışa benzemiyorlardı. Neler verilmemişti ki Ermeni nizamnamesi ile; Ermeni Patrikhânesi'ne Ermeni cemaatini yönetmede geniş yetkiler tanırken, ayrıca Ermeniler sanki "bağımsız bir milletmiş" gibi, bu cemaate, 140 üyeden müteşekkil bir Genel Meclis (Milli Meclis-i Umumî) kurma imkânı da vermekte idi. Bu kurulan meclisin 20 üyesi İstanbul kilise mensupları arasından, 40'ı taşradan, 80'i ise İstanbul'da ikâmet eden meslek teşekküllerinden seçilecek idi. Daha önce mevcut olan ve 1847 yılında kurulan 14 üyeli Dini Meclis (Meclis-i Ruhani) ile 20 üyeli Siyasi Meclis (Meclis Cismanî) muhafaza ediliyor, ancak bunların seçiminin Milli Meclis tarafından yapılması hükmü getiriliyordu. Patriğin seçiminin de Millet Meclisi'nce yapılması kaydediliyordu. Böylece, "Ermeni Milleti Nizâmnâmesi", genel hatları ile değerlendirildiğinde, Patrik ile yandaşı asiller arasında paylaşılan iktidarın mutlak olmaktan çıkarak, Ermeni cemaati ile paylaşılması sonucunu doğurmuş ve Ermeni toplumunun yönetime ait kararları, Osmanlı Hükümeti dışında kendisinin alabileceğini ortaya koymuştur. Nerdeyse devlet içinde devlet olan Ermeniler buna karşın yine hayatlarından memnun değildir. Çünkü büyük ağabeyleri Rusya onlara bağımsızlık vaat etmiştir ve onlara göre “Hasta Adam” ölürken mirastan pay alınmalıdır.
            1780 Zeytun isyanı ilk Ermeni isyanıdır. Bu isyandan Osmanlının yıkılışına kadar yaklaşık 30 isyan çıkaran Ermenilerin nihai hedefi kendi müstakil devletlerini kurmak olup, bunun için her türlü tedhiş ve şiddeti uygulamaktan kaçınmamışlardır. Ermeni isyanları ve tedhiş hareketleri neticesinde öldürülen Müslüman Türk nüfusun sayısı Kafkaslarda 260 bin civarındadır. (6)  Aynı şekilde Fransız devlet arşivlerinde Ermenilerin Müslüman Türk halka karşı şiddetli terör eylemleri yaptıkları, Osmanlı devletinin özellikle 93 harbi ve Cihan Harbi esnasında Ermeni terörü nedeniyle Rus kuvvetlerinin karşısında tam anlamıyla kendini gösteremediğini, çünkü Ermeni ve Kürt isyanları nedeniyle önemli bir kuvvetin isyancılarla uğraşmak zorunda kaldığı yazılıdır.(7)
                Ermeni terör örgütleri Osmanlı ne zaman harbe girse (ki devletin son 238 yılı daima harp ile geçmiştir.) fırsat kollamışlar ve Türk Ordusunu arkadan vurmuşlardır. Birinci paylaşım savaşında itilaf devletleri safında savaşan Ermeni sayısı 200 bin kişidir ki bu rakam bile  Türk Milletinin nasıl bir belaya çattığını açıklamaya kafidir.(8)  Özellikle birinci cihan harbinde  Türk ordusu 7 ana cephede savaşırken Ermeni çeteleri Türk köylerini basmakta, Müslüman Türk halkına aklın ve hayalin almayacağı katliamlar ve işkenceler yapmaktadır. Van gölünde bulunan Akdamar adasındaki  Ermeni kilisesi Türk Kızlarının tecavüz ve işkence edilmeleri için üs haline getirilmiştir.(9) Özellikle şark vilayetlerinde yaşayan Türk halkına karşı sistematik bir soykırım uygulanmaktadır. Sadece 1910-1922 yılları arasında Ermeni çeteleri tarafından katledilen Müslüman Türklerin sayısı 523 bin 955 kişidir.(10)
                Şimdi ister istemez aklımıza şu soru gelmekte: Ermeniler ele geçirdikleri her fırsatı değerlendirirken Türkler ne yapıyordu? Neden bunca kayıp verirken bu kadar gafil avlanmışlardı? Öyle ya, madem devlet yani Osmanlı kendilerinindi, neden böyle sistemli bir şekilde yok ediliyorlardı?
            Açıklaması çok basit ve bir o kadar da acıdır bu soruların cevabını. Türkler gafil yakalanmıştı her isyanda. Koyun koyuna yaşadıkları ve Milleti Sadıka dedikleri hainlerin böyle bir oyuna girişeceklerini akıllarına getirmemişlerdi. Öte yandan Türklerde silah yoktu! Kendilerini savunmaktan aciz durumdaydılar ve onları savunacak genç nüfus cephelerde kırılıyordu!
            Uydurulan yalana ve iftiraya Türkiye Cumhuriyeti devleti ne hikmetse yıllardan beri kendisine dayatılan sözde katliamları hep yapmadık şeklinde savunmakta, savaş şartları esnasında oluşan durumlardan dolayı ortaya çıkan vaziyeti anlatamamaktadır.
             Oysa gerek ceza hukukunda ve gerekse devletler arası hukukta SELF-DEFENSE yani Nefsi Müdafaa yada Meşru Müdafaa denilen bir durumun olduğunu gayet rahat bir şekilde anlatabilecek iken, toptan inkar yoluna gitmek, bu işi parlamentolara değil tarihçilere bırakalım demek sadece kendini kandırmaktır. Çünkü siz ne kadar tarihi tarihçilere bırakalım deseniz de kıytırık bir papaza dahi sözünüz geçmemektedir. O halde Türkiye Cumhuriyeti devleti yıllardan beri kullandığı dili değiştirmek zorundadır. Mütekabiliyet yani karşılıklılık ilkesi gereği Vatikan devletinin başı olan baş papazın yaptığı densizliğe en güzel şekilde yanıt verilmeli, 23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramının akabinde 24 Nisan günü papazlar tarafından tecavüz edilen ve öldürülen çocukları anma günü ilan edilmelidir. Ayrıca Fransa gibi medeni(!) devletlere de Cezayir, Ruanda gibi ülkelerde yaptıkları soy kırımları TBMM de tanınmalı ve Fransa Devletinin yaptığı soykırımı ret edenler yargılanmalıdır.  
            Biz Türkiye Cumhuriyeti olarak o günün şartlarında toplamda 1 milyon 294 bin 954 Ermeni yaşadığını kendi kiliselerinin (11) resmi rakamı olarak anlatamadıysak, kusura bakmayın bu konu tarihi değil siyasi bir konudur. Bu durumda tek yapılacak şey, Nefsi Müdafaa kurallarını işletmek, karşındakine onun silahı ile karşılık vermektir.
            Hangi devlet, hangi silahla bize saldırıyorsa, işimiz açılım saçılım değil, onların  uyguladığı yöntemi uygulamak olmalıdır. Yoksa Türkiye uluslararası arenada haklılığını hiç bir kimseye anlatamayacaktır! Artık monşer siyaseti değil, KURT KANUNU geçerli olmalıdır!






DİPNOTLAR                                               :
1-Ahmet Zühtü Paşa Sultan Abdülhamit'e Sunduğu Maarif Raporu-1894
2-İhsan Sakarya, Belgelerle Ermeni Sorunu, Ankara 1984, s. 73.
3-Divanı Humayun Kilise Defterleri-T.C.Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü İstanbul
4-Ergünöz Akçora; “Ermeni Sorunu ve Türklere Yaptıkları Katliamlarda Ermeni Komitelerinin Yeri”, Yeni Türkiye, Ermeni Sorunu Özel Sayısı, c. II, Mart-Nisan 2001, sayı: 38, s. 747-764.
5-İlber Ortaylı, Tanzimattan Cumhuriyete Yerel Yönetim Geleneği,İstanbul 1985, s. 73.
6- McCarthy, Justin Death and Exile: The Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims, 1821-1922 Darwin Press, Incorporated (March 1996), ISBN:0-87850-094-4
7-Fransa Milli Arşivi, Guerre Mondial, 1914-1918/Turquie/Vol. 890, Légion d'Orient-I (Septembre 1915-Novembre 1916)
8- Armenia and the president; A Letter to Mr. Harding on the Problem of Effective Protection of Christian Minorities Under Turkish Rule, New York Times, 14 Kasım 1922 tarihli makale.
9-Prof.Dr.Yusuf Halaçoğlu demeci
10-Ermeniler Tarafından Yapılan Katliam Belgeleri 1-2  T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Ankara,2001

11-İstanbul Emeni Patriği  Zaven Der Yeğyeyan 1914 Ermeni sayımı

14 Nisan 2015 Salı

HANGİ DOSTLUK, HANGİ KARDEŞLİK?

Bu gün sosyal paylaşım ağında  bir resim gördüm; kanım kudurdu! Yerde serilmiş bir Türkiye Cumhuriyeti bayrağı ve onun üzerinde yürüyüş yapan Hınçak torunları. Bayrağımızı yakan, üzerinde yürüyen ellerinde hala Anadolu ve Karabağ Türklerinin kanı kurumamış Hınçak torunları... Güya bu şekilde Türk Milletinden intikam alıyorlar. Bizdeki bazı zevatında hoşuna gidiyor olmalı bu görseller. Nede olsa çiğnenen Türkün onuru!

            Yüzyıllar boyu Ermeni ve Türk toplumu birlik içerisinde yaşamışlardır. Gerek Anadolu'da ve gerekse Kafkasya'da tabiri caiz ise koyun koyuna yaşayan bu iki ulus kültürel olarak birbirini derinden etkilemiş, ortak kültür mirasına sahip olmuşlardır.
            Ancak şurası unutulmamalıdır ki; ne kadar ortak kültüre sahip olursanız olun, sonuçta zift ve süt birbirine karışmaz!  Temelinde ırk ve  inanç ayrılığı olan iki ulus asla kardeş olamaz! Kardeşiniz olmayandan dostluk beklenmeyeceği de aşikardır!
            Hiç merak ettiniz mi, daha düne kadar "Milleti Sadıka" dediğimiz Ermeni ulusu ne oldu da bir anda Türk Milletinin can düşmanı oldu? En üst devlet yönetimlerine getirdiğimiz bu sadık millet (Çok acıdır, pek çok bakanlığa Ermeni asıllılar getirilirken Türkler sadece cephelerde ölmektedir!) ne olmuştu da bir anda kapı komşusu Türkleri Taşhanlara, camilere, kiliselere kapatıp ateşe verir olmuştu? Ne olmuştu da binlerce Türk kızının namusu kirletilmiş, gösterişli törenlerin yapıldığı Akdamar Kilisesi tecavüz merkezi olmuştu? Yüzyıllar boyu her türlü serbesti ile yaşayan ve hatta Osmanlı Devletini diplomatik  alanda temsil etme yetkisi verilen bu milletin bize bakış açısı sanıldığı gibi dostane değildi! Bunu sadece Osamanlının yıkılış sürecinde değil, çok daha önceleri görmek mümkündür.
             Şimdiye kadar yapılan araştırmalarda ne hikmetse hep Fransız ihtilalinin Ermenilerde millet bilinci oluşturduğu, Ermeni ulusunun içinde bu ihtilalin etkileri ile milli uyanışlar olduğu yazılır ve çizilir. Oysa durum hiçte Fransızların üstüne mal edilecek kadar basit değildir. Çünkü daha Fransız İhtilali ufukta görünmezken Mkhitar Sebastatsi (Born Petros Manuk) isimli bir papaz, Ermeni kültürünün ve milletinin yaşaması ve Ermenilerin Osmanlıdan bağımsız olması  için 1701 yılında kurduğu Mekhitarist Enstitü ile İstanbul'da Ermeni cemaati içinde kendisine yer edinmeye çalışmış, buradaki cemaatten yüz bulamayınca önce Mora'ya ardından da Osmanlının kadim düşmanı  Venedik Cumhuriyetine giderek  öğretilerini yaşaması ve yayılması  için çalışmıştır. İşin enteresan tarafı da Mekhitaristlerin en büyük hamisi  Papa 11 inci Clement (Giovanni Francesco Albani) olup amacı sadece Ermeni kültürünü yaşatmak gibi masum (!) istekleri olan Mekhitarist Ermeni cemaatının yaşaması için elinden gelen yardımı yapmıştır!
            Katolik papa; Ortodoksluktan ayrılma Ermeni Apostolik kilisesine hamilik yapmaktadır! Daha dün aforoz ettikleri birilerine yardım etmek acaba papanın özel alakasından mı, yoksa Vatikan'ın yüzyıllardır süre gelen Müslüman Türk kininden mi kaynaklanmaktadır? Bütün vaazlarında barış ve kardeşlikten dem vuran papalar ne hikmetse konu Müslümanlar, hele hele Türkler olunca birden  söylem değiştirmekten  geri kalmıyorlar. Neden acaba?  Bu konuyu son papaya soracaktım ama gerek kalmadı, o özel alakayı kendisi açıkladı...
            Mekhitarist Enstitüde  yetişen din adamlarının  amaçları doğrudan doğruya Ermeni devleti kurmaktır.  Gizlice yada aşikar olarak Osmanlı topraklarına giderek  Viyana'da kurdukları matbaada basılan matbuatla Osmanlı ülkesinde Ermeni ulusunun bağımsızlığı için Ermeniler arasında etkin bir propaganda ile teşkilatlanmışlardır.
            İlk etapta masum köylülerin yada Ermeni tüccarların istekleri gibi görünen talepler,  giderek devletin egemenlik hakkını hiçe saymaya  kadar gitmiş ve bunun neticesinde devlete vergi vermeyi ret eden Maraş'ın Zeytun kasabasında 1780 yılında ilk isyan patlak vermiştir. Daha Fransız İhtilalinin çıkmasına 9 yıl vardır ve Osmanlı Valisi Ömer Paşa bu isyanda can vermiştir. (1)
            Tiflis deki Nersesian Koleji ve Lazarian Koleji'nde Moskova-Lazarevski Enstitüsü (1816) önde gelen eğitim kurumlarında yetişmiş ulusal bilinçli Ermeni öğretmenler etkili olmaktaydı. Öncüleri arasında Mikayel Nalbantyan, Haçadur Abovyan ve Stepan Nazaryan vardır. (2) Osmanlı içerisinde kurulu olan resmi yada gayrı resmi Ermeni okullarında Türk aleyhtarı eğitim ve öğretim verilmekte, gizli Ermeni cemiyetleri güçlenmekteydi. Özellikle 1828 yılında Türk kenti olan Revan (Yerevan-Erivan) Rusların eline geçince adeta Ermenilerin beklediği güneş doğdu! Türk kenti Revan'daki Türk nüfus buradan kovularak hiç bir bedel yada vergi alınmadan Rus dostu Ermeniler buraya yerleştirildi. Artık Ermeniler'in çok daha büyük bir hamisi vardı; Rusya!
            Oysa büyük devletler ile ittifak yapmak küçük yada zayıf devletlere veya uluslara daima pahalıya mal olmuştur. Tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur. Ben büyük devletler ile işbirliği yapmayı Piton yılanı ile aynı yatağı paylaşmaya benzetirim!

            Rusların kışkırtmaları ile Osmanlıya karşı otuza yakın  isyan çıkaran Ermeniler büyük ağabeyleri Rusya'nın himayesinde Doğu Anadolu'da devlet kuracaklarını sanırken, kurdukları Kafkasya'daki uyduruk devletleri de bir gecede tarihe karışmıştır. 29 Kasım 1920 de Erivan'a giren Kızılordu Doğu Anadolu hülyalarında gezen Ermenilere 71 yıl boyunca tadına doyamayacakları güzel bir hediye vermiştir. (3)
            1989 yılında Bayburt ilinin Aydıntepe ilçesinde göreve başlamıştım. 1987 senesinde ilçe olan bu küçük Anadolu kasabasında her istediğimiz malzemeyi bulamadığımız için 24 kilometre ötedeki Bayburt il merkezine gidiyorduk. Bu gidiş gelişlerimiz esnasında meşhur Taş han denen mağazaları görme imkanım olmuştu. Yaşlıca bir amcaya buralar neden mezbelelik diye sorduğumda (Girişlerinde kocaman bir demir kapı vardı. Duvarları simsiyahtı.) "Burası Ermenilerin Müslüman Türkleri kadın, çocuk, ihtiyar, genç demeden kapatarak yaktıkları yerdir. Acı bir hatırası vardır!" demişti. Görev yaptığım süre içerisinde Bayburt ilinin pek çok köyüne gitmiş, burada yaşları yüze yaklaşan pek çok insanla bizzat görüşmüştüm. Anlattıklarını yazmaya kalkarsam inanın sayfalar değil ciltler yetmez!
            Sadece 1910-1922 yılları arasında Ermeni çetecilerin Anadolu'da yaptıkları katliamlarda öldürülen Türklerin sayısı kaçtır biliyor musunuz? 523.955 Türk Ermeni çetecilerin hunharca cinayetlerine kurban gitmiştir! (4), (5), (6) Ayrıca Asala terör örgütü tarafından katledilen Türk Diplomatlar kimsenin aklına gelmez! Talat ve Cemal Paşalar kimse tarafından hatırlanmaz. Ne hikmetse kimse bunu sormak istemez de olmayan, o sırada Anadolu'da bulunmayan 1,5 milyon Ermeni'yi Türklere katlettirirler!
            Hani birileri NOBEL almak için ısrarla 1,5 milyon Ermeni katledildi diye terane okuyorlar ya, ben garip de küçük bir araştırma yapayım dedim. Öyle ya, 1,5 milyon ölü aklın ve mantığın alacağı bir rakam olmaktan çok çok öteyken, acaba o yıllarda Anadolu ve Trakya'da kaç milyon Ermeni asıllı Osmanlı vatandaşı vardı? Sıkı durun 1914 tarihli sayıma göre ana Ermeni kilisesine yani Apostolik ya da Gregoryan kilisesine bağlı Ermeniler 1 milyon 161 bin 169 kişi görünüyor. Ermeni Katolikler 67 bin 838, çok büyük kısmının Ermeni olduğunu bildiğimiz Protestanlar ise 65 bin 844. Toplayalım bu rakamları; 1.294.851 BİRMİLYON İKİ YÜZ DOKSAN DÖRT BİN SEKİZYÜZ ELLİ BİR  Hadi şimdi çık işin içinden. 205.149 İKİ YÜZ BEŞ BİN YÜZ KIRK DOKUZ kişi nerede?
            Kimse kendini kandırmasın; biz "Türkün Türk'ten başka dostu yoktur!" derken laf olsun diye demiyoruz. Kabul edin yada etmeyin gerçek bu. Siz Türk olduğunuzu unutsanız da düşmanlarınız bunu asla unutmayacaktır. Siz ne kadar tarih kitaplarınızdan, çocuklarınıza okuttuğunuz kitaplardan Ermeni ve Rum çetecilerin vahşi katliamlarını çıkarsanız da, onları "Araratın çocukları" "İki yakanın çocukları" diye şirin göstermeye çalışsanız da; onlar asla müfredatlarını değiştirmeyecek, Türkün kanını zehirli görmeye devam edecektir.
            Türk çocuğunun birinci vazifesi düşmanlarını hakkıyla tanımak ve buna göre tedbir almaktır! Ellerinde hala Anadolu ve Azerbaycan Türklüğünün kanı bulunanlar benim dostum olamazlar! Benim kanımı dökmek, beni köle etmek, beni yer yüzünden silmek isteyen kim olursa olsun benim düşmanımdır!









KAYNAKÇA:
1-Küçük Ermeni Ansiklopedisi, I. cilt, Erivan, 1990.
2-Herzig, Edmund. Armenians Past And Present In The Making Of National Identity A Handbook
3-Hambartsumyan, Viktor Ermeni Sovyet Ansiklopedisi 7.cilt S.12, Erivan 1987
4- Ermeniler Tarafından Yapılan Katliam Belgeleri 1-2  T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Ankara,2001
5-Arşiv Belgelerine Göre Kafkaslarda ve Anadoluda Ermeni Mezalimi I (1906-1918) T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel   Müdürlüğü Ankara, 1995
6- Arşiv Belgelerine Göre Kafkaslarda ve Anadoluda Ermeni Mezalimi II (1919) T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel   Müdürlüğü Ankara, 1995


29 Mart 2015 Pazar

BİZİM BU CUMHURİYETE BORCUMUZ VAR!

Sabahleyin uyanınca içimde yanan bir şey hissetim. Bir ses "Bu gün annenin yanına git! Bir gününü birlikte geçir. Özlemiştir seni!" diyordu durmadan... Öğleden sonra kalktım yanına gittim. 15 Km ötedeki anamın yanına. 83 Yaşındaki bu ulu çınarın gölgesine oturmaya vardım.
            Çölde susuzluktan dudakları çatlayan, dili damağı kuruyan birisi bir vahaya nasıl rastlarsa, kurak bahar günlerinde sararan ekin yaprağı yağmura nasıl kavuşursa, oğlaklar, kuzular analarına nasıl koşarsa, bizim kavuşmamızda öyle oldu. Ana oğul halleştik, dertleştik.
            Ana oğul eskilerden söz ederken aklıma anamın doğduğu köye gitmek geldi birden. On bir kilometre ötedeki Kozağacı köyüne yolcu olduk. En son kararname ile kasaba iken köye dönüştürülen Kozağacı'nın meşelerle kaplı mezarlığına vardık. Anam tek tek saymaya başladı; "Bu mezar Tan oğlu Süleyman dedemin mezarı, yanındaki küçük mezar anamın ilki Esme abamın, onun yanındaki mezar adını aldığım Dudu halamın, arkadakiler Nenemin, Anamın, kardeşim İbrahim'in mezarı." Hepsinin mezar taşını sanki evladını okşayan bir ana şefkati ile okşuyordu. Adını aldığı halasının mezarına varınca "Bizim bu cumhuriyete borcumuz var oğul!" dedi...  Bir anda rüzgar esmeyi bıraktı... Mezarlıkta öten kuşlar ötmeyi kesti...Çiseleyen yağmur birden kesildi... 83 yaşındaki bu Madanoğlu Yörüğü ömründe ilk defa ve belki de son kez böyle konuşuyordu... "BİZİM BU CUMHURİYETE BORCUMUZ VAR!"
            Boğazım düğümlendi, yutkunum geçmedi bir an. Ömrüm boyunca siyasetin ve politikanın her türlüsünden nefret ettiğini bildiğim, siyasetin s harfini bile sevmeyen anamın dilinden bu sözü duymak beni şoka sokmuştu. "Ana iyi misin?" diye zoraki sorabildim. Gözlerinde nem, sesi titremekteydi. Halasının üzerinde yazı bile olmayan mezar taşını bir bebek gibi okşarken; "Dudu halam 21 yaşındaymış öldüğünde. Savaş zamanıymış. Çatlama gebeymiş. Sarı sancı olmuş, terleme hastalığına tutulmuş. Doktor yokmuş yakın yerde. En yakın ya Antalya, yahutta Konya'da varmış hekim. Burdur'da bile yokmuş anlayacağın.  Nenem çok çabalamış, kurtaramamış. Yaz gününde titreye tireye gövdesi yüklü ölmüş gitmiş. Nenem hep ağlardı halamı andıkça. Bi hekim olsa yaşardı Dudu kızım derdi. Biz bu canı yaşıyorsak oğul, Cumhuriyet sayesindedir!"
            Anam okuma yazma bilmez benim. Onların gününde okul yokmuş köylerinde. Burdur'un Çavdır ilçesine bağlı olan Kozağacı köyünde doğmuş. Evin üçüncü çocuğu. İlki altı aylıkken ölmüş. Kıtlık yıllarıymış. Anası yani nenem Zöhre gelin köyün varlıklı ailelerinden Seyfilerin Ala dedenin Fettah'ın kızıymış. Çokça tarlası, bağı, bahçesi, koyun ve davar sürüleri varmış Fettah dedemin.  Durmuş dedem, henüz 13 yaşındayken alıp kaçmış nenemi. O günü şartlarında hükümet nikahı kıymışlar, Tefenni'de yaşını büyüterek nenemin. 14 ünde ilk çocuğunu Esma'yı kucağına almış nenem. Altı ay yaşamış Esma bebek. Dedemin anasının adıymış. Sıtmadan ölmüş altı aylık bebecik. Sonra bir kız daha olmuş. Adını Dursun koymuşlar, buda ölüp gitmesin, dursun da adıyla yaşasın demişler. Dedem Askere gitmiş Dursun olduktan sonra. "46 Ay eskercilik (askerlik) etmiş bubam. Anam yokluk içinde bakmış bıllama (ablama), o da ölecek diye pek korkarmış. Angara'da İreyisicumhur  korumasıyımış bubam. 40 ay Atatürk'ün yanındaymış. Yakışaklı, pardılı adamıdı bubam.. Eskerciliğinden sonra ben olmuşun. Benden sonra teyzen ve dayıların oldular. Çobanıdık biz Koçaşın yüzünde. Okul yoğudu köyde. Olsa okurdum. Anam hep derdi, okul olsada okusanız diye. Nedersin okuyamadık. Dayıngil eskercilik ederken öğrendiler. Biz okuyamadık."  83 yaşındaki bu Yörük anası bana kısaca özetini yapıverdi hayatının, nenemin mezarı başında.
            "Ben 23 yaşında vardım bubanıza. Eyi adamıdı cennet mekanı olsun. Kızlarımı okutacağım, hiç olmasın ilk mektebi bitirsinler dedim. Saldı bacılarını okula. Allaha çok şükür, dokuzunuzda okudunuz. Cahil kalmadınız, kör kalmadınız benim gibi..."  Gözleri uzaklara, yetmiş yıl öncesine dalıp gidiyordu. Anlatırken tekrar tekrar o yılları yaşıyor, yokluğu, kıtlığı, hastalığı, sağlığı, çaresiz gelen ölümü anlatıyordu.
             Henüz altı aylıkken ölen bacısı Esma'yı, 27 yaşında kara topraklara verdiği anacığı, tokuş melikli anasını, Zöhre gelini anlatıyor, soğuk mezar taşına bir başka dokunuyordu. "Anam hasta oldu. Bakımsız kalmış, 7 çocuk doğurdu. Acı ayazla çıkardık dağa. Kar, kış demezdi anam. Bi gün yattı, karnı şişti davul gibi. Emzikliydi. İbrahim henüz 1 yaşındaydı. Goca bubamın, Çanakkale'de 17 yaşında kalan Tan oğlu İbrahim'in adıydı. Bi bahar sabahı Rahmeti rahmana kavuştu. Anamın cenazesi boylu boyunca yatarken hanayda, İbrahim süt diye anama atılıyordu. Ardında 6 öksüz bırakıp gitti. Tokuç melikli anam, sırma zülüflü anam. Gelin anam..."  Yılların yorgunluğunu taşıyan fersiz gözlerinden iki damla yaş düştü mezara... "Çok şey kazandık oğul, çok şey edindik. Dokuz evlet doğurdum, Allah devletimize zeval vermesin, dokuzunuzda sağsınız. Devletimiz hastane getirdi, yol getirdi, telefon, elektrik getirdi. Sen hasta olduydun, Burdur hastanesinde kurtardık seni. Bilemedik di derdini, götürdük Tefenniye, oradan saldılar  Burdur Hastanesine, 27 gün yattın, yirmi yedi gün kucağımda salladım seni. Kurtuldun. Ömrün varmış, göreceğin gün varmış. Yaşadın...Ya olmasaydı Burdur Hastanesi? Ya olmasaydı Tefennideki Sağlık Ocağı? Ya gelmeseydi Konya'daki hastane Burdur'a? Biz bunları Cumhuriyetle kazandık oğul! Ondan derim bizim Cumhuriyete borcumuz var diye!"
            Doğru dersin anam, çok doğru dersin. Yurt için canını veren, devleti için ömrünü harcayan biz Türkleri görmeyen,  bizim dediğimiz,  ama bizim olmayan bir devletten, her şeyi ile bizim olan bir devlete geçmek elbette çok büyük bir devrimdir!
              Birisine milleti sadıka deyip, öbürüne  kavmi necip denilip askere bile alınmayanlara her türlü hizmet ve ulufe verilirken Türk Milletinin ikinci sınıf görüldüğü bir anlayış, demiryollarının, su kanallarının, her türlü imarın sanki Anadolu'nun hakkı değilmiş gibi Arap yarımadasına, Mısır'a yapılırken Türk Milletinin hep ikinci planda görülmesi, Türk köylüsünün hep fakir kalması, sarı sancı dedikleri sıtmaya kurbanlar vermesi  bu gün bu seksenlik Türk anasının aklında yer eden acıların hala  unutulmadığının en canlı göstergesidir.
              Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana, sınırları içerisindeki halkına hiç bir ayrım gözetmeksizin hizmetin en güzelini vermeyi kendisine ilke edinmiş, güçlü devletin,  zengin maliyenin ancak eğitimli ve müreffeh bir halkla olacağının bilinci ile vatandaşları arasında hiç bir ayrım yapmaksızın hizmeti en uç noktalara kadar götürmüş ve halkının refahı için çaba harcamıştır.
            Anamın dediği gibi; "Bizim bu cumhuriyete borcumuz var!" Bu borcu ödemek günü de bu gündür! Laik, sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin ÜNİTER yapısının devamı için her Türk vadesi gelen borcunu ödemek zorundadır! Çünkü şunun çok iyi farkına varmak zorundayız ki; bu coğrafyada üniter Türkiye Cumhuriyeti emperyalistlerin en büyük korkusudur! Milleti ve tüm kurumları ile ayakta olan bir Türkiye Cumhuriyeti sadece kendi vatandaşları için değil, Yemen'de ki Abdullah, Mısırda'ki Esma, Filistinde'ki Rabia için bile bir emniyet sübabıdır!

            Unutmayın; bizim TÜRKİYE CUMHURİYETİNE borcumuz var!

18 Mart 2015 Çarşamba

YA SAKARYA, YA DUMLUPINARDAKİLER?

Sofya’da ateşemiliterdir. Ülkesinin büyük paylaşım savaşına girdiğini duyduğunda beyninden vurulmuşa döner. Almanların yanlış taktikleri ve beklentileri, Enver, Talat ve Cemal beylerin aşırı Alman hayranlığı “Hasta Adamın” sonunu getirmiştir. Araya bin bir rica koyar, kendisinin aktif bir göreve verilmesini ister. Tekirdağ Yarkışla’da karargahı bile olmayan 19 uncu Tümene Tümen kumandanı olarak tayin edilir.
“ Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir.” diyen bu büyük askerin  Anafartalar’da askeri ile yazdığı destan bu gün bile düşman Harp Okullarında “Savaş Stratejisi Dersi” olarak okutulmaktadır. Bu asker Mustafa Kemal’dir. Görev süresi dolmadığı halde, Sofya’da kuş tüyü yataklarda yatabilecekken, tıpkı Libya’da olduğu gibi,   vatansever her Türk zabiti gibi harbe koşan ve Türk Milletinin alın yazısı olan bu büyük asker, özellikle İstiklal Harbimizden daha önemli gibi gösterilen ama gerçekte bizzat komuta ettiği 19 uncu Tümen ile  destan yazdığı Çanakkale Zaferi ile adeta YOK sayılmaktadır. Oysa yanlıştır, Çanakkale’de kırılamaz denilen İngiliz gururunu kıran, Türk milletinin geleceğini şekillendirecek olan kişi, yani Mustafa Kemal Çanakkale muharebelerinin efsane ismi olmuştur. Ancak bütün bunlara rağmen Çanakkale muharebeleri, sanki koca cihan harbinde kazanılan tek  zafermiş gibi göz önüne getirilmekte ve yanlış yapılmaktadır.
            Bu satırların yazarının iki yakın akrabası Çanakkale’de yatmaktadır. Sanılmasın ki bu yazıda Çanakkale Zaferini yada o zaferi kazanmak için kendini feda edenleri görmezden geliyorum; ASLA! Her şeyden evvel cennet mekan babam Alim Harmanda’nın öz dayısı olan Hırca Ömer oğlu Mehmet (künyesi geldiğinde 17 yaşındadır.) ve annem Dudu Harmanda’nın öz amcası Tan Süleyman oğlu İbrahim’in ( o cennet mekanda 17 yaşında gitmiştir Çanakkale’ye. Gönüllüdür, mecburi değil gönüllü gitmiştir.) yarın ruz-i mahşerde yüzlerine bakamam. Ancak koskoca bir savaşı sadece bir cephe ile özdeşleştirmek, sadece işine geldiğini almak gafletine düşenlere de birkaç laf etmeden duramam!
            Dünya Harp Tarihinde Çanakkale deniz ve kara muharebelerinin çok mümtaz bir yeri vardır. Bunu hangi askere yada tarihçiye sorarsanız aynı cevabı alırsınız. Çünkü eşit olmayan güçler arsında yapılan bir savaş ancak bu kadar muhteşem bir zafer ile sonuçlandırılabilirdi. Dünyanın en büyük sömürge imparatorluğu olan Büyük Britanya ve Fransa devletlerinin başını çektiği bağlaşıklarının uğradıkları hezimet hakikaten destan niteliğindedir. Türk Askeri bu harpte tabiri caiz ise insan üstü bir gayretle vatan toprağını savunmuş, ölümün kesin olduğu bu harpte adeta devleşmiştir.
 Son yıllarda  özellikle bir kesim tarafından Çanakkale Harbi ön plana çıkartılmaktadır. Bu harp ön plana çıkartılırken de sanki Hicaz-Yemen, Galiçya, Filistin-Sina, Kafkasya, Irak, İran ve Balkan cephelerinde Türk ordusu değil de Alman ordusu savaşmış gibi kimse bunlara değinmez! Bu ne cahillik, bu ne aymazlıktır!
Mesela Irak cephesinde Halil Kut ve Musa Kazım Karabekir paşaların kazandığı bir Kut savaşı vardır ki; İngiliz Harp tarihinde kap kara bir lekedir. Çünkü Büyük Britanya İmparatorluğu hiçbir harpte 23 bin ölü ve yaralı ile 18 Bin esiri aynı anda vermemiştir. Peki sana bir soru sevgili okur; Çanakkale’de yani payitahtın dibinde askerine buğday çorbası veren Osmanlı, Kut’ül Ammare’de, Medine’de yağlı pirinç pilavı ile Osmanlı Şerbeti mi  veriyordu?  “Evlatlarım aç kaldınız biliyorum. Ben de açım… Size bir tavsiyem var ben çekirge yedim çok lezzetli. Aç kaldığınız vakit siz de çekirge yeyin” Medine Müdafii Fahreddin Paşa… Askerine verecek kumanya bulamayan bir paşanın sözlerini okudunuz. Sorarım size; Medine müdafaası, Kut’ül Ammare savaşı çok mu önemsizdir? Ya Yemen? Filistin ve Sina Cephesinde kaybettiğimiz 102 bin askerimiz?
Her biri bayraklaşmış, her biri gelincik misali kutsal vatan toprağına düşmüş şehitlerimizi sırf Mustafa Kemal adı ön plana çıkmasın diyerek anmamak hangi aklın ve mantığın tezahürüdür bilemiyorum. Ancak bildiğim bir  tek şey; kırk tümenle harbe giren  ve 295 tümene kadar çıkan Osmanlı Ordusunun harp bittiği vakit elinde topu topu 10 tümeninin kalmadığıdır.
16 Mayıs 1919 da Bandırma Vapuru ile Anadolu’ya geçenler, Vatanın kurtuluşunun Türk Milletinde olduğunun bilincindeydiler. Bu nedenledir ki; hiçbir maddi imkanın olmadığı Anadolu Bozkırında milli bir şahlanış başlatmanın mecburiyeti ve bilinci içindeydiler. Küçük küçük direnişleri belli bir merkezde toplayarak Milli Orduyu kurmak, işgal altındaki payitahttan ölüm pahasına kaçıp mili orduya katılmak, işgal güçlerinin kontrolü altındaki cephaneliklerden mühimmat kaçırmak aklı başında kişilerin değil, yüreği vatan ve istiklal aşkı ile çarpanların işidir!
Sadece Çanakkale Zaferini ön plana çıkarmak şehitlerimizin aziz ruhlarının rencide edilmesi demektir. Adama sorarlar; madem Çanakkale bu kadar önemliydi göklere çıkarttığınız bu zaferin arkasında Osmanlı neden yenildi ve Mondros neden imzalandı?  Neden İngiliz zırhlılarının namluları Dolmabahçe’ye, Topkapı’ya  çevriliydi? Neden bu kadar yapay zafer çığlıkları? Yoksa bunun temelinde Mustafa Kemal’i silmek istemeniz mi yatıyor?

“Sabah aldığımız tepe, bakıyoruz öğleden sonraya düşmanın eline geçmiş. Daim bir yaralı ve cenaze nakli var. Artık şehitlerin naklinden vazgeçildi. Yaralılara bazen su bile veremeyecek duruma düşüyoruz. Sahra hastanemizin yeri üç-dört defa değişti. Ameliyat ekibi artık bitkin durumdadır. İaşemiz bitti. Yaralılara bile yedirecek tayınımız kalmadı. Hekim paşaya "Kumandanım, mekkare katırlarının gübrelerinin içinde arpa daneleri var. İzniniz olursa ayıklayıp yıkayalım. Kavurur yeriz!" dedim. Hekim paşa "Yaşatmak için yaşamak zorundayız. dediğini yap Ömer Çavuş!" dedi... İlk işimiz mekkare hayvanatının bulunduğu ahırlara dalmak oldu. -Burdur Tefenni Türk köyünden Bardaklı Veli oğlu Sıhhiye Çavuş Ömer (Oğlu Alim Harmanda'dan nakildir) Sakarya Savaşı hatırası. Hani çokça görüyoruz ya; bir piyade bölüğünün 1917 deki tayın tablosunu. İçimiz burkuluyor, diyoruz bu ne biçim bir vatan sevgisidir diye… Dedem,  üç savaşın gazisi Bardaklı Veli oğlu Sıhhiye Çavuşu Ömer kadana katırlarının gübrelerinin içinden arpa danelerini ayıklayıp yıkadıklarını ve kavurup yediklerini böyle anlatmış rahmetli babama. Babam bunları anlatırken ikimizde  ağlıyorduk. Ağır yaralılardan nasıl umutlarını kestiklerini, artık şehitleri değil, ağır yaralıları bile harp meydanında bıraktıklarını anlatırmış babama. Anlatırken de ağlarmış daim. Dedem hem Balkan, hem Cihan hem de İstiklal harbi gazisi olmasına ve Moskofa esir düşmesine rağmen ekseriyetle İstiklal Harbini anlatırmış. Ne de olsa insan çektiği çilenin semeresini görünce mutlu olmaz mı? 22 gün ve gece süren ve tarihlere Melhame-i Kübra (Çok büyük ve kanlı savaş) olarak geçen ve Türk Miletinin 238 senedir süren geri çekilmesinin bittiği Sakarya Meydan Muharebesini nasıl yok sayacaksınız?

Ya İnönü? Eskişehir ve Kütahya? Ya Ayıntap? Gazi ünvanı verdiğiniz Gazi Antep? Ya nasıl yok sayacaksınız “Kalesinde hür bayrağı dalgalanmayan esir memlekette Cuma Namazı kılınmaz!” diyen Sütçü İmam Şeyh Ali Sezai (Kurtaran) efendiyi ve Kahraman Maraş halkını? Yapmayın lütfen! Bizim sadece Çanakkalemiz yok! Etmeyin, eylemeyin…

 

“Durmadan yürüyoruz, o hale geldik ki artık gözümüz ne ölüleri görmekte, ne yaralıları. Tek bir hedefimiz var; İZMİR!”  9 günde İzmir’e giren şanlı orduyu, yok saymayın! İzmir’e diyerek çakar almaz tüfeği ile Akşehir’den yola çıkıp Banaz’da şehit düşen 65 yaşında ki Karahöyüklü hacı Emin dayıyı yok saymayın!

Çanakkale’yi kazanan Türk askeridir. İnönü’yü, Sakarya’yı ve Dumlupınar’ı kazanan askerin de Türk askeri olduğu gibi.

Gazi Mustafa Kemal nasıl ki Derne’de, Tobruk’ta. Bingazi’de varsa, Çanakkale’de de var olmuştur. Hatta bu konuda Sultan II.Abdülhamit’in hatıra defterinde şöyle yazmaktadır “İşte bu sırada Rabbime şükürler olsun ki, ummaya bile cesaret edemediğim zafer haberi ulaştı. Düşman tasını tarağını toplamış askerlerinin yarısını denize, yarısını gemilerine dökerek Çanakkale önünden çekilip gitmişti. Bu büyük zaferi Mustafa Kemal Bey adında bir miralay (albay) kazanmış. Allah, devletime hizmeti geçenlerden razı olsun.” (Sayfa-168-169) Peki İngiliz savaş bakanı ve daha sonra İngiltere başbakanı olacak olan Winston Churchill ne demektedir? “Şu anda mağlubiyeti bütün damarlarımda hissetmekteyim. Çok üzgünüm! Oldukça umutluydum, daha dün kadar Çanakkale bizimdir diyordum. Bu savaşı kazanmak için; askeri, parayı ve cephaneyi en ince ayrıntısına kadar hesaplamıştım. Hepsinde de çok üstündük. Mutlaka yenecektik. Yalnız bir tek şeyi hesaba katmışız: Mustafa Kemal’i!”

Çanakkale Deniz Zaferinin 100 üncü yılı kutlu olsun. Şehitlerimizin, gazilerimizin, aziz Atatürk ve silah arkadaşlarının ruhları şâd, mekanları cennet, komşuları Hazreti Muhammed (SAV) olsun!